11 Şubat 2010 Perşembe

Arazi Rakel Dink'e ait olunca petrol 'buharlaştı'

ŞIRNAK - - İki hafta önce TPAO, Cudi dağı eteklerinde petrol bulduğunu açıkladı. Ancak bir gün sonra TPAO ‘petrol yok’ dedi. ANF'nin görüştüğü işçiler petrolün çıktığını doğruladılar. Petrol çıkarılan arazinin ise suikaste kurban giden Ermeni gazeteci Hrant Dink'in eşi Rakel Dink'in ailesine ait olduğunun ortaya çıkmasından sonra ilginç gelişmeler yaşandı.

Şırnak'ın Silopi ilçesi yakınlarındaki Cudi Dağı eteklerinde Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)'nun 3 yıldır sürdürdüğü petrol arama çalışmaları sonuç verdi. TPAO Batman Bölge Müdürü Erdal Coşkun basına yaptığı açıklamada Cudi-1 kuyusunda petrol çıktığını müjdelerken, bir gün sonra aynı müdür açıklamasını yalanladı. Petrol çıkarılan arazinin ise suikaste kurban giden Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in eşi Rakel Dink'in ailesine ait olduğu öne sürüldü.

Rakel Dink'in dedesine ait olan arazi üzerinde hak iddia eden Onuk ailesi 30 yıldan fazla bir süredir araziyi kullanıyor. Ailenin Silopi ve Cizre'de açtığı davalar ise yıllardır devam ediyor.

21 Ocak tarihinde haber ajanslarının flaş başlığıyla geçtiği haberde, Cudi Dağı eteklerinde 3 yıldır sürdürülen petrol arama çalışmalarında sona ulaşıldığı ve açılan Cudi-1 kuyusunda yüksek kalitede petrol bulunduğu belirtildi.

Aynı gün gazetecilere açıklamada bulunan Batman TPAO Bölge Müdürü Erdal Coşkun, açılan kuyudan 3 bin 250 metre derinlikte petrol bulunduğunu ifade etti. Coşkun, bulunan petrolün gravitesinin belirlenmesi için analiz çalışmalarının sürdüğünü ve şu ana kadar Cudi bölgesinde açtıkları diğer 9 kuyudan da petrol çıkmasını beklediklerini açıkladı.

TPAO MÜDÜRÜ ÇARK ETTİ

Cudi Dağı eteklerinde açılan bir kuyudan yüksek kalitede petrol bulunduğu haberi sonraki gün aynı Bölge Müdürü tarafından yalanlandı.

TPAO Bölge Müdürü Erdal Coşkun konu hakkında yaptığı yazılı açıklamada, Cudi-1 kuyusunda 3 yıl önce petrol arama çalışmalarına başladıklarını belirterek, "Tamamen mühendis ve işçilerimizin emeğiyle açtığımız Cudi-1 kuyusundaki petrol arama çalışmalarımız devam etmektedir. Cudi-1 kuyusundaki petrol bulundu haberi asılsızdır. Bu kuyuda çalışmalarımız devam etmektedir. Sondaj ekibimiz 4 bin metreye ulaştıktan sonra kuyu tamamlama servisimiz devreye girecek. Hala sondaj ekibimiz sondaj çalışmalarına devam ediyor. Hedeflediğimiz 4 bin metreye vardığımızda mutlu sona ulaşacağımıza inanıyorum” dedi.

İŞÇİLER 'PETROL ÇIKTI' DEDİ

Batman TPAO Bölge Müdürü'nün sonraki gün petrol çıktığı yönündeki haberleri yalanlamasına rağmen, ANF'nin görüştüğü petrol sondajında çalışan işçiler, petrol çıktığını doğruladılar. İşçiler, bulunan petrolün yüksek kalitede olduğunu ve petrolün çıktığı kuyuya vanaların takıldığını ve çıkan petrolün nakil işlemleri için çalışmaların başladığını bildirdiler.

PETROL ÇIKAN ARAZİ DİNK AİLESİNE Mİ AİT?

Silopi'de Cudi Dağı eteklerinde yapılan sondajla petrol çıkan arazinin suikaste kurban giden Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'in eşi Rakel Dink'in ailesine ait olduğu ileri sürüldü.

Yerel kaynaklardan alınan bilgilere göre, Rakel Dink'in babası Melku Ağa'ya ait olan Yolağzı köyünün arazileri, aile fertlerinin birçoğunun 70'li yılların başında bölgeyi terk etmek zorunda kalması üzerine, topraklar köylüler tarafından işletildi.

Ermenilerin göç etmesi ardından sahipsiz kalan araziler üzerinde hak iddia eden Onuk ailesi fertlerinden Abdurahman ve Ali Onuk önce Cizre Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açarak, arazilerin kendilerine ait olduğunu ileri sürdüler.

Rakel Dink ailesi de avukat tutup, tapu kayıtlarının tescil edilmesini talep etti. Cizre'de görülen davada mahkeme toprakların Onuk ailesine ait olduğuna karar verirken, dava temyiz sonucu bozuldu ve bu kez Silopi Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülmeye başlandı.

30 yıldan fazla bir süredir devam eden davada, Onuk ailesi arazilerin kendilerine ait olduğunu öne sürerken, Melku Ağa'nın aralarında Rakel Dink'in de bulunduğu varisleri ise on yıllardır ekip biçtikleri, doğup büyüdükleri arazilerin kendilerine ait olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Rakel Dink'in dedesine ait olan arazi üzerinde hak iddia eden Onuk ailesi 30 yıldan fazla bir süredir araziyi kullanıyor. Ailenin Silopi ve Cizre'de açtığı davalar ise yıllardır devam ediyor.

Konu hakkında ANF'nin görüştüğü Rakel Dink ise Silopi'de dedesinden kalma arazi davalarının yıllardır sürdüğünü doğrulayarak, arazilerinde petrol çıktığı yönünde kendilerine de bilgi geldiğini söyledi. Rakel Dink, daha sonra TPAO tarafından yapılan açıklamada petrolün bulunmadığı yönünde kendilerine bilgi verildiğini ve avukatlarının konuyla ilgilendiğini ifade etti.

Dunden Bugune Degisen nedir sizce???

TeleTarikat LTDsti.

Kürt Kuran Bölücü!

AKP’nin ‘açılım’ projesi kapsamında gündeme getirilen Kürtçe Kuran Meali çalışması ‘ülkenin birliği ve bütünlüğüne hizmet edemeyeceği’

AKP’nin ‘açılım’ projesi kapsamında gündeme getirilen Kürtçe Kuran Meali çalışması ‘ülkenin birliği ve bütünlüğüne hizmet edemeyeceği’ gerekçesiyle rafa kaldırıldı.



Oysa yerel seçimlere tam on gün kala ‘Kürtçe Kuran gerçek oluyor’ sloganıyla duyurulan ve ‘açılım’ politikasının duyurusu yapıldığında kısa dönem atılacak adımlar arasında yer alan ‘Kürtçe Kuran Meali’ çalışması başlamadan bitti.



Projenin iptal edilmesinde Kürtçe Kuran mealinin “milli birlik ve bütünlüğe bu süreçte yeteri kadar hizmet etmeyeceği” görüşünün ağırlık kazanmasının neden olduğu belirtildi.



AKP'nin hem seçim hem de ‘açılımın’ propaganda silahlarından Kürtçe Kuran Meali için Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, yerel seçimlere 10 gün kala uzmanlardan oluşan bir kurulun Kürtçe basılmış 3-4 meali karşılaştırdığını söylemiş, meali en kısa sürede hazırlayacakları mesajını vermişti.



Diyanet’te ''çok iyi Kürtçe bilenlerden'' kurulan komisyon tarafından Abdullah Varlı’nın “Qur’ana Pîroz u Arşa Weya Bilind”, Mele Muhammed Garsi Farqini’nin, “Meala Fîrûz Şerha Qur’ana Pîroz” ve Mele Muhammed’in, “Ronahiya Qur’ana Pîroz”un Kürtçe Kuran mealleri incelendi.



İnceleme sırasında Diyanet bu çevirileri hem ‘içerik’ hem de dil yönünden uygun olmadığını sonucuna vardı. Ancak ‘içerik’ ve ‘dil’ konusundaki sorunların ne olduğu konusuna açıklık getirilmedi.



Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi bünyesinde yeni bir Kürtçe meal hazırlaması tartıştı. Ancak seçimlerden önce ‘’çok iyi Kürtçe Kuran’’ bilen kurulun çeviriyi yapabilecek uzman a sahip olmadığı ortaya çıktı.



Çalışmadaki teknik sorunların dışında Kürtçe Kuran mealinin “milli birlik ve bütünlüğe bu süreçte yeteri kadar hizmet etmeyeceği” görüşünün projenin iptal edilmesinde en önemli etken olduğu öğrenildi.



Ayrıca Kürtçe dışında “Türkiye’de konuşulan başka dillerde de Kuran meali talebi” gelebileceği kaygısıyla projeden vazgeçildi.



AÇILIMIN DİYANET AYAĞINDA NELER VARDI

* İlk etapta Kuranı Kerim Kürtlerin yaygın olarak kullandığı lehçelere çevrilecek. Orta vadede ise diğer temel dini kitapların Kürtçeye çevrilmesi hedefleniyor.



* Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine gönderilecek din adamlarının Kürtçe bilmesi tercih nedeni olacak.



* Camilerde Kürtçe vaazlar verilebilecek. Hutbenin de Kürtçe okunması düşünülüyor. Türklerle Kürtlerin birlikte yaşadığı yerlerde Türkler arasında Kürtçenin az bilinir olduğu için tercih Türkçeden yana kullanılacak.



* Diyanet’in kurması planladığı televizyon kanalında Kürtçe dini programlar da hazırlanacak.



* Kürt din adamlarının eserleri Kürtçe yeniden basılacak. Ayrıca Türkler ve Kürtler arasında birlikteliği pekiştirmek için bu kitaplar Türkçe’ye de çevrilecek.



* Kürtçe mevlit okutulması yaygınlaştırılacak.



* Diyanet’in internet sitesi de dahil, müftülüklerin sitelerinde Kürtçe dini bilgilere yer verilecek.- ANF

Bilim-İktidar ve Bilim-Sermaye İlişkisi Üzerine -1


Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar arasında değil, aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından


Giriş

Bilim ve bilimin uygulanışlarıyla doğrudan doğruya bağlantılı sorunlar yalnızca bilim adamları ve politikacılar arasında değil, aynı zamanda hemen her ülkenin yurttaşları açısından da gündelik bir tecrübe haline geldi. Toplumun yaslandığı temel etik sorunları etkileyen bir tartışmanın kaynağı olan genetik mühendisliğinden, Ebola ve HIV virüslerine karşı girişilen mücadeleye, açlık ve fakirliği kökünden yok etme umudundan, kirliliğin yol açtığı çevreyle ilgili felaketlere ya da bizim öngörme yeteneksizliğimizin yol açtığı doğal afetlere kadar tartışmaların merkezinde yatan konu daima bilim, bilimin uygulanışları ve iktidarla ilişkileridir.

Bilim, bizim korku, umut ve bazen de dehşetten oluşan karma duygularla bakışlarımızı yönelttiğimiz bir Pandora’nın kutusuna benziyor. Ama yine de bilim gündelik hayatımızın ana bileşenlerinden biri haline gelmiş durumda.

Bilim, kültürümüzün temel bir bileşeni olarak kabul edildiği zaman bile, ideolojiler tarafından kuşatılma tehlikesine karşı ya da politikacıların ve iktidarın ya da ekonomi lobilerinin ölümcül cazibesine karşı kendisini savunmak zorunda kalmasından ötürü, bu mücadele devam etti.

Özellikle biyoloji bir biyolojik sömürü aracı olarak kullanıldı. Hitler, Mein Kampf’ta (kavgam) biyolojik bir temel ve biyolojik bir amaç olmaksızın politikanın tamamen başıboş kalacağını ilan etti. Bugünlerde çeşitlilik kavramından sık sık söz edilmektedir. Ama ‘insanların çeşitliliği biyolojik bir temele sahiptir’ sözünde açıkça özetlendiği gibi, bu ilke nasyonal sosyalist ideolojide de aynen savunulmaktadır. O nedenle, asıl hayati nokta çeşitliliğin tanınmasından ziyade hem çeşitliliğin hem de eşitliğin kabul edilmesidir. Ama kimilerinin yaşamayı hak etmesine karşılık kimilerinin bunu hak etmediğini iddia eden temel eşitsizlik düşüncesi üzerine kurulmuş bulunan faşist ideoloji, eşitlik kavramına karşı çıkar. Aslında Nazi döneminde Almanya’da devletin öjenistleri (ırkın kalıtsal özellikleri üzerine hakim etkileri inceleyen bilim dalı uzmanı) psikiyatrları, antropologları ve doktorları istihdam etmesinin amacı, her bir yurttaş için, yaşamayı hak ettiği düşünülen Almanları , Yahudilerden, Çingenelerden ya da öbür azınlık gruplarından gelen insanlardan ayırmaya yarayacak bir ‘biyolojik/kalıtım belgesi’ düzenlemekti.

Bruno ve Galileo gibi simaların simgelediği modern bilimin yükselişinden sonra endüstri devrimi, bilim ve iktidar arasındaki ilişkiyi dönüştürdü. Bu önemli tarihsel olaydan doğan kapitalizm, tamamen yeni bir toplumun ortaya çıkışını belirledi. Bu yeni bir toplumdu, çünkü yeni bir iktidar kavramına yaslanıyordu ve ahlaki yükümlülüklerin bir temeli olarak geleneksel değerlerin yerine büyük ölçüde bilim geçmişti. 

Bugün bilim ve iktidar arasındaki karşılaşma, özgürlüklerine düşkün bilim adamları ve bilim ile onların araştırma faaliyetlerinin belli başlı mali kaynağı olan ve dünyanın en iyi amaçları doğrultusunda olsa bile sıklıkla bilimi ‘suistimal’ etmeye hazır olan hükümetler arasında cereyan eden bir tartışma biçimine dönüşmüştür. İktidarın suistimal edilmesi yalnızca hükümetlere özgü değildir; sıklıkla önemli endüstri gruplarıyla ittifak kuran bilim lobileri de (araştırma politikaları üzerinde yaklaşık kırk yıl boyunca etkili olan atom araştırmaları lobisinde yaşandığı gibi) bilimsel araştırma sürecini yoldan çıkarabilir.

II.Dünya savaşının sona ermesi bu durumu gayet iyi gösteren bir dönüm noktasıdır. Bu noktadan sonra ülke yönetimleri, üniversitelerin alanlarının dışında kalan bilimsel programlarla yoğun bir şekilde ilgilendi. İşte bu durum ‘büyük bilimin’ doğuşunu göstermektedir. Bugün bir ya da daha fazla hükümetin işin içinde olmadığı önemli bir bilimsel gelişmenin düşünülmesi bile zordur. II.Dünya savaşı boyunca yürütülen askeri araştırmalar yeni teknolojilerin ve ürünlerin inanılmaz ölçüde gelişmesiyle sonuçlandı. Jet motoru, uyduları dünya çevresinde yörüngeye oturtan roketler, radar, elektroniğin ve bilgisayarın gelişmesi, penisilin ve daha birçokları bunun örneğidir. Bilim, savaşın kazanılmasında dikkat çekecek kadar etkili olmuştu; barış zamanında da ekonomi ve toplum açısından savaştakiyle eşit ölçüde etkili olması bekleniyordu. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler, bilimsel altyapıyı yeni duruma uygun olarak iyileştirme ya da yoksa bilimsel bir altyapı yaratma kaygısıyla kendi bilimsel kaynaklarını yeniden değerlendirmeye başladı.

Bilimin ve bilimsel bilginin, içinde yaşadığımız insan topluluğunu şekillendirmede güçlü aletler olduğunu kabul ederek bilimin ve teknolojinin toplumsal işlevine daha fazla kafa yormak gerekiyor. Franco Frerrarotti’nin işaret ettiği gibi, bu işlevlerin en önemlilerinden biri enformasyondur. Enformasyon insanın gelişiminin zaruri önkoşulu haline geldi. İnsanın insan tarafından sömürülmesi 18. ve 19. yüzyıllar boyunca dolaysız ve aşağı yukarı nicelleştirilebilir bir özellik taşıyordu. İnsanın insan tarafından sömürülmesi, kol emeği, çalışma saatleri, ücret düzeyleri ve fabrika disipliniyle ilintiliydi. Oysa bugünkü senaryo bundan epey farklıdır. Kapitalin birinci cildinde sunulan betimleme günümüzde savunulamaz. İnsanın sömürülmesinin yeni değişkenleri, yalıtılma, ayrı tutulma, yalnızlık, ihmal edilme ve dışlanmadır. Modern dünyada sömürülenler, topluluk hayatının kıyısında kalanlar ve topluluk hayatları tükenenlerdir. İktidar bugün dolaysız eyleme başvurarak değil, basitçe görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak sömürmekte ve baskı altına almaktadır.

İçinde bulunduğumuz yüzyılın başlangıcında iktidarın rasyonel bir tabanı olması genel kabul görmüştür.  Ama 1920’li yıllarda ikinci bir dönüm noktası daha yaşandı. Heisenberg ve diğerlerinin ortaya koydukları çalışmalardan bu yana, bize dünyaya ilişkin tamamen yeni bir görüş açısı sunan yeni bir bilimin yükselişe geçmesine tanık olduk. Farklı bir doğa imgesine ve bundan dolayı da farklı bir bilim imgesine sahibiz. Kesinliklerin sonuna geldik. Bilimsel gözlemin tüm düzeylerinde, doğanın bir anlatı öğesi içerdiğini keşfettik. İster kozmoloji, ister parçacık fiziği ya da isterse biyoloji olsun her yerde istikrarsızlıkları ve dalgalanmaları keşfettik. İyi tanımlanıp sınırlandırılmış koşullar altında bir sistemin benzersiz bir yol izleyeceği ve parametrelerde yapılacak küçük bir değişikliğin benzer şekilde sonuçlar açısından da küçük bir değişme üreteceği yönündeki düşünce, klasik doğa görüşünde üstü kapalı bir şekilde yer almaktadır. Şimdi bu düşüncenin basitleştirilmiş, idealleştirilmiş durumlar için geçerli olduğunu biliyoruz. Sistemlerin genelde, doğrusal olmayan yasalar uyarınca işlediğinin ve ani geçişler, durumların çok türlülüğünü, kendi kendini örgütleme ve önceden kestirilemezlik biçimleri altında karmaşık davranışlar sergilediğinin farkına varılmasıyla birlikte perspektifimizde kökten bir değişme oluşmaktadır. Böylelikle, yüzyıl sona ererken hem bilimle hem de iktidarla bağdaştırılan ideolojilerin krize girdiklerini görebiliyoruz.

Bir yandan bilim ve teknoloji ile öbür yandan politik iktidar ve yönetim arasındaki ilişkiyi yeniden ele almanın zamanı gelip çattı. Özellikle ülke yönetimlerinin bilim politikaları bundan böyle küçük uzmanlar takımının sağladığı uzman bilgisi temelinde kararlaştırılamaz; bunun yerine, söz konusu politikanın, toplumun karardan etkilenen tüm öğelerinin işin içine katıldığı uzun bir karar verme sürecinin sonucunda saptanması gerekir. ‘Bilimin yurttaşa geri dönmesi’ diyebileceğimiz şeydir. Ayrıca, bilime ilişkin uluslar arası programların amaç ve içeriğinin yalnızca imtiyazlı bir azınlığa değil, temel insan ihtiyaçlarına, insanlığın tamamına hizmet edecek şekilde yeniden yönlendirilmesi gerekiyor.

“Günümüzde kapitalist modernite, tüm parametrelerinde sürdürülemezlik işaretlerini veriyorsa bunda en büyük pay sahibi dayandığı ‘Bilimsel yöntem’dir. Dolayısıyla sistem eleştirisini dayandığı yöntemde ve ortaya çıkarılan ‘Bilimsel disiplin’lerde geliştirmek yaşamsal öneme sahiptir. Sosyalist eleştiri de dahil tüm sistem eleştirilerinin temel zaafı sistemin dayandığı ve onu var kılan yöntemin aynısını kullanmalarıdır. Halbuki o yönteme dayanarak inşa edilen toplumsal gerçeklik aynı yöntemle ne kadar eleştirilse de, aynı sonuçla karşılaşmaktan kurtulamaz.” (Abdullah Öcalan; Demokratik Uygarlık Manifestosu)

Bu yeni görüş açısı yeni tutumlar gerektiriyor elbette. Politikacılar sıklıkla demagojik bir çeşninin önyargısını taşıyan ve kimi zaman doğal çevre üzerinde olumsuz ve değiştirilemez etkileri olan kısa vadeli kararlar yerine uzun vadeyi gözeten kararlarla daha fazla ilgilenmeliler. Bilim adamları da sundukları tavsiyelerin toplumsal ve politik etkileri konusunda daha fazla duyarlı olmalılar. Politikacılar ve bilim adamları arasındaki bu zaruri etkileşim ancak özgür ve demokratik toplumlarda gelişebilir. 

İktidarın kaynağı olarak bilgi ve bilim

Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin kaynağını ve temelini oluşturur. Demokritos, Aristoteles, Pythagoras, Ptolemaios, Arkhimedes, Lucretius, Vitruvius ve diğerleri olmasaydı Newton, Kepler, Galileo ya da Einstein da olmazdı. Böylelikle Ariadne’nin yolu bilim, teknoloji ve felsefenin renkleriyle donatılmış halde Atina’dan İskenderiye’ye ve oradan Roma’ ya uzanmış, Heidelberg’den        dolanıp Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ne geçmiş, oradan New Mexico’da Los Alamos’ta zirvesine varmıştır.  Bu yolculuğu anlamanın anahtarı Yunan-İskenderiye-Roma kültürüne uzanarak bulunabilir. Göz kamaştırıcı gözlemler, hipotezler, teoriler ve keşifler eski Yunan’da ve Akdeniz dünyasında atılım yaptı ve modern bilimsel düşüncenin kökenini oluşturdu. Batı bilimi bu dönemde doğdu ve insanlar daha eksiksiz bilimsel ve kozmogenik teoriler geliştirmeye başladı. Yine bu ortamda, doğu ve Akdeniz kültürünün beslediği ortamda insanlar ilk kez kendisine doğa ve evrenle ilişkili olarak kendi konumu ve rolü hakkında rasyonel sorular sormaya başladı. Bu aynı zamanda bilim ve iktidar ile bilim ve teknoloji arasındaki dahil olmak üzere çağdaş toplumumuzun  karşılaştığı tüm sorunların doğuşu demekti.

Politik düzen ve doğa düzeni arasındaki ortak görünümleri ilk kez tanımlayan kişi bir bilim insanıydı. Bu kişi politik iktidarı, doğa bilimlerine uygulanan nesnelliği aratmayacak ölçüde katı bir nesnelliği amaçlayan bir metodoloji kullanarak analiz etti. Bu kişi Platon’un öğrencisi, büyük İskender’in hocası ve gezgin okulu’nun kurucusu olan Aristotales’ti. Bu analizde her nesne kendi dolaysız cinsiyle ve kendi tikel türleriyle tanımlanır. Aristotales’in tanımında insan ‘politik bir hayvan’dır. Burada ‘hayvan’ terimi insanın cinsini, ‘politik’ terimiyse türleri belirleyen farklılığı temsil eder. Aristotales bize, iktidarın çeşitli kullanım ve dağıtım yollarına göre ilk iktidar ve yönetim sınıflandırması sunar. Ona göre, yönetimler altı farklı biçimde sınıflandırılabilir:

“Hükümet devletteki üstün otoritedir ve doğal olarak ya bir kişinin ya küçük bir insan grubunun ya da yurttaşlar kitlesinin elindedir. İktidar bir kişinin elinde olduğu ya da az sayıda kişinin ya da halk çoğunluğunun elinde olduğu ve ortak çıkarlar doğrultusunda icra edildiğinde kurumlar adil ve onaylanmıştır. İktidar yalnızca tek kişinin ya da küçük bir grubun ya da kitlelerin çıkarları doğrultusunda icra ediliyorsa eğer bu durumda yukarıda zikredilen örnek olaylardan sapmalar var demektir. Birinci örnekteki yönetim biçimleri monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet olarak tanımlanırsa, bunlara karşı bozulmalarda tiranlık, oligarşi ve demokrasi (çoğunluğun çıkarları adına azınlığın çıkarlarının suistimal edilmesi) olacaktır.”

Yunan-Roma dönemi olarak adlandırılan eskiçağ biliminin son dönemi, Roma’nın Mısır’ı işgal etmesiyle başlar ve M.S dördüncü yüzyılda sona erer.  Düşünce, eylem, bilimsel araştırma ve teknolojik yenilik merkezleri olan şehir-devletlerinin çöküşü, bilim, toplum ve felsefi düşünme arasındaki ilişkide baş gösteren bir dönüm noktasıdır. Bu dönüm noktası Sezar’ın tanrılaştırılmasıyla doruk noktasına ulaşan otokratik baskıcı iktidarın gelişimiyle çakışır. Epikuros ve Lucretius gibi devlet iktidarı karşısındaki güçsüzlüklerinin farkına varan bilim insanları bu mutlakiyetçi devlete bir tepki olarak, dış dünyadan ve bundan dolayı geçici iktidardan bağımsız bir ahlaki mükemmelliğe varma arayışlarıyla kendi içlerine kapandılar.

Epikuros, okulunu Midilli’de kurdu ve Pythagorasçı geleneği izleyerek kadınları ve köleleri de öğrenci olarak kabul etti. Epikurosçuluk hem Rodos’ta hem de Roma’da  imtiyazlı sınıfın felsefesi haline gelen Stoacılığın tersine, halkın öğretisi oldu. Bu durum, bilim ve anayasal iktidar arasında tarihteki ilk ciddi çatışma ortamını hazırladı. Epikuros’un bilim ve toplum arasındaki ilişkide oynadığı temel rol, Demokritos ve diğer bilim insanlarının bilimsel ve toplumsal teorilerinden besleniyordu. Demokritos’un atomistik sezgisi aslında fiziksel dünyamızı yöneten doğal sisteme ilişkin en yüksek görüş açısını temsil ediyordu. Epikuros, kültürümüzün temel bir görünümü ve bundan dolayı toplumsal çatışmalardaki ve iktidardaki mücadelelerindeki etkin bir öğe olarak bilimin taşıdığı önem hakkında Demokritos’u ortaya attığı teorileri en uç noktalara götürdü. Her zaman Demokritos’tan esinlenen Epikuros ve bu konuda daha da ileriye giden Lucretius, bireyin özgürlüğü ve bireyin istenç özgürlüğü konusunda önemli bir adım attılar.

Bu dönemin bilim insanları ve düşünürleri arasında başka bir önemli sima da Zenon’dur. Ünlü matematik paradoksuyla Stoa Okulunun kurucusu olarak tanınan ve Epikuros’un çağdaşı olan Zenon da Roma’daki iktidar mücadelesinde önemli bir rol oynamıştır. Orijinal Stoa öğretisinde yalnızca doğa yasasına uyum gösteren bir insanın dünyanın yurttaşı sıfatını taşıyabileceği söylenilerek kent ve devlet (Zenon’un cumhuriyeti) birlik övülüyordu. Ama buna rağmen Stoacılar önceden kestirebilirliğe ve göksel cisimlerin kutsallığına inanmakta, astrolojiyi ve önceden tahmin etmenin mümkün olduğunu kabul etmekteydiler. Devrimci düşünceler de yaygındı. Sözgelimi Stoacı Sphaerus’un Spartalı Kralı Cleomenes’in sosyalist deneyi üzerinde yaptığı etki bunun bir örneğidir. Buradaki düşünce şöyle tarif edilebilir: Madem insanlar eşsiz bir topluluğun üyeleridirler. Doğa yasalarına göre eşit haklara sahiptirler. Öyleyse maddi malların sahiplenmesine eşit olarak katılmaları gerekir. Kutsallık ilkesini kabul eden Stoacıların kozmopolit tutumu Roma’da iktidarın gelişimine gayet iyi uyum göstermişti ve düşünceleri köklü bir şekilde yer etmişti.