15 Mart 2010 Pazartesi

Pontus’un Gayrıresmî Tarihi



Ayşe Hür



İsveç Parlamentosu, 11 Mart 2010 tarihli oturumda 130’a 131 oyla, 1915’te Ermenilerin, Asurilerin, Keldanilerin, Süryanilerin ve Pontusluların soykırıma uğradığına dair bir kararı kabul etti. Tarihin, üçüncü tarafların parlamentolarında ele alınması hakkındaki düşüncelerimi bir başka yazıya bırakarak, bu hafta önergede adı geçen halklardan sayısal ve siyasi açıdan en önemlisi olan Pontuslulara değineceğim. Mustafa Kemal’in 1927’de Nutuk’ta anlattıklarından başlayarak günümüze kadar gelen Türk resmî tezi esas olarak 1922’de Matbuat ve İstihbarat Matbaası tarafından basılmış Pontus Meselesi adlı propaganda kitabındaki tezlerin tekrarlanmasından ibarettir. Ben resmî tezin söylemediklerini anlatmaya çalışacağım. Elbette, gerçeğin bütünüyle ortaya çıkarılması için, daha çok araştırma yapmamız lazım.

Kaynaklarda ‘Pontuslular’ ya da ‘Pontuslu Rumlar’ diye anılan ve Rumcanın Romeika denilen bir diyalektini kullanan topluluğun, MÖ 4. yüzyıldan beri Karadeniz kıyılarında koloniler kuran Yunanlıların; bölgenin yerli halklarından olan Gürcülerin MS 4. yüzyılda Hıristiyanlaşmış kolları olan Tzanlar ile Lazların ve 1204 yılında Konstantinopolis’in 4. Haçlı Seferlerini takiben Latinlerin eline geçmesi üzerine Trabzon’a yerleşen Bizanslı soylu ailelerin karışımı olduğu sanılır. Bu gruplar bölgenin Osmanlı idaresine girdiği 1461 tarihinden sonra zorunlu göç ve zorunlu ya da gönüllü ihtida hareketlerine rağmen varlıklarını sürdürmüşlerdi. Nitekim 1914 Osmanlı Salnamelerine göre, Samsun’dan Rize’ye kadar uzanan bölgede yaklaşık 450 bin Ortodoks Rum (yani Pontuslu) yaşıyordu. Bazı yerlerde Rum nüfus oranı yüzde 50’ye kadar çıkıyordu. Ayrıca Rumca konuşan ancak Müslüman olan ve Arap alfabesi kullanan ‘Gizli Hıristiyanlar’ da vardı ki bunların sayısı hala bilinmiyor.

Rum burjuvazisinin doğuşu


15. yüzyıldan 18. yüzyılın son çeyreğine kadar Karadeniz havzasında yapılan ticareti, Müslümanlar ellerinde tutmuştu. Ancak 1774 tarihli Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Rusya, Avusturya, İngiltere ve Fransa’ya verilen ticari imtiyazlar Müslüman unsurların aleyhine bir durum ortaya çıkardı. Bu dönemde Rus Çarı’nın himaye ettiği Rumlar denizcilik ve tekne yapımında binlerce yıllık geleneğe sahip olmaları ve Batı dillerine yatkınlıkları ile uluslararası ilişkilerde Müslüman meslektaşlarına göre daha avantajlı konuma geçtiler. 1830’lardan itibaren Odessa ve Leipzig’de oturan Ermeni tüccarlarla İngilizlerin işbirliği ile açılan Trabzon-Tebriz hattı sayesinde iyice gelişen ekonomi, 1869’da Mısır’da Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Avrupa ile Basra Körfezi arasındaki yolu kısalması ve Rusların Avrupa-İran arasındaki ticareti kendi lehine çevirmek için Poti-Tiflis arasındaki demiryolunu tamamlaması gibi temel iki faktör yüzünden gerilemeye başladığında iş olanakları daralan ve kalifiye olmayan Müslümanlar köylerine dönerken, Rumlar (ve Ermeniler) bölgede kalmışlardı. Bunda, yabancı devletlerin gayrımüslimlerle iş yapma tercihleri kadar, gayrımüslimlerin okul programlarına yabancı dil ve ticaretle ilgili dersler koyarak bu tercihleri haklı çıkarmalarının da payı vardı. Böylece 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Samsun-Trabzon hattında özellikle taşımacılık, bankacılık, sigortacılık ve ticaret artık Ermeni ve Rumların tekeline geçmişti. Bu durumun Müslüman-Türk kesimlerini rahatsız ettiğini tahmin etmek zor değil.  

Yunan Devleti ve Megali Idea


Karadeniz bölgesindeki Rumların ‘ulusal’ uyanışı, hem bu burjuva sınıfının ortaya çıkışıyla hem de 1821’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanan Yunan Devleti’yle ilintiliydi. 1832’de ulusal sınırları tanınan Yunanistan, o tarihlerde Yunan yarımadası ile Ege Denizi’ndeki Kiklad adalarını kapsıyordu. Yunanca konuşanların ağırlıkta olduğu Girit, Ege adaları, Epir, Teselya, Makedonya ve Trakya, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalmıştı. 19. yüzyılın Yunanlı politikacılarının en büyük hayali bu toprakları Konstantinopolis (İstanbul) merkezli bir imparatorlukta toplamaktı. Bu bağlamda Yunan milliyetçilerinin “Küçük Asya” dedikleri Anadolu toprakları neredeyse Yunanistan’ın öteki yarısı idi. Çünkü Anadolu’da 1,7 milyon Yunan asıllı yaşarken, aynı dönemde Yunanistan nüfusu yaklaşık 2,6 milyon idi. Megali Idea adıyla anılan bu proje ileriki yıllarda da Yunan milliyetçiliğinin en başat akımlarından biri oldu. Bu projenin en büyük taraftarı 1910’lardan itibaren birkaç defa Yunanistan Başbakanı olacak olan liberal çizgideki Elefterios Venizelos’tu. Ancak Venizelos planlarını gerçekçi tutarak, Megali Idea’yı Samsun’dan öteye uzatmamıştı. Nitekim bu görüşün Anadolu’daki temsilcisi, Samsun bölgesinden sorumlu Amasya Metropoliti Germanos Karavangelis’ti. Bu gruba tarih yazımında “Birlikçiler” dendi.

Buna bir anlamda muhalif olan bir diğer akım ise esas olarak kilise hiyerarşisi içinde kalıp Ortodoks Patriği’nin liderliği altında Bizans’ın yeniden ihyasını hedefliyordu. 1204’te Konstantinopolis’in Latinlerin eline geçmesinden sonra ortaya çıkan Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan dolayı Batum’a kadarki bölge bu projenin kapsamına giriyordu. Başını İstanbul’da ikamet eden Rum Ortodoks Patriği III. Yuvakim’in çektiği bu görüşün Anadolu’daki uygulayıcısı Trabzon Metropoliti Hrisantos Filippidis idi. Bu gruba ise tarih yazımında “Bağımsızlıkçılar” deniyordu.  

Pontus milliyetçiliğinin doğuşu


Hem Yunan Devleti’nin kuruluşu hem de Karadeniz bölgesinde bağımsız bir Rum burjuvazinin ortaya çıkışıyla ilintili olan Rum ‘ulusal’ uyanışı, başlangıçta, aynen Balkanlar’da, Kafkaslar’da ya da Ortadoğu’da olduğu gibi, esas olarak kültüreldi. Kültürel milliyetçiliğin siyasal milliyetçiliğe evrilişi, 1908’de II. Meşrutiyet’in İlanı’yla başladı 1912-1913 Balkan Savaşları ve 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı sırasında zirveye çıktı.

Balkan Savaşları’yla birlikte başlayan ve Anadolu köylüleri tarafından bir bütün olarak hiç de iyi karşılanmayan seferberlik, kilise ve okulların propagandası sonucu, kendi toplum önderleri tarafından kendilerine ‘kurtarıcı’ olarak sunulan yabancı ordulara karşı savaşmaları söz konusu olduğundan Pontuslular tarafından daha da kötü algılanmıştı. O tarihe kadar silahaltına alınmamış, sadece kısa süreliğine donanmada angarya hizmetlerinde çalıştırılmış olan Pontus halkının düzenli orduya besledikleri nefretle ulusal duyguların etkisini ayırmak zor olsa da, savaşın ilk aylarında aynen Müslüman askerler gibi, gayrımüslim askerlerin ordudan kitlesel bir biçimde kaçtıkları bilinmekte. Bunda, Rumların ve Ermenilerin yoksul kesimlerinin çalışma kamplarında ya da yol yapımında görevlendiği ‘Amele Taburları’nda uğradıkları kötü muamelenin büyük etkisi vardı. Aralık 1914’teki Sarıkamış felaketinden sonra İTC’nin Amele Taburları’na karşı tavrı sertleşmiş ve Sivas, Erzurum, Muş, Diyarbakır, Urfa ve Trabzon’da bazı taburlar imha edilmişti. Bu taburlardan kaçarak silahlı ya da silahsız olarak memleketlerine dönen gayrımüslimler 1900-1907 yılları arasında Kastoria Metropoliti iken Makedonya’daki Bulgar isyanında epey tecrübe edinen Samsun Metropoliti Germanos’un yardımlarıyla silahlı birlikler halinde örgütlenmişlerdi. (Bu çetelerin Mustafa Kemal’in Nutuk’ta sözünü ettiği Mavri Mira örgütüyle ilişkisi yoktu. Mavri Mira hakkındaki bilgilerimiz resmi tarihin anlattıklarıyla kısıtlı olmakla birlikte eğer böyle bir örgüt mevcutsa Batı Anadolu ve Trakya’da çalıştığı anlaşılıyor.)  

Vasil Usta’nın çeteleri


1915 sonbaharında hükümetin Samsun’daki bazı köylere Balkanlar’dan gelen Müslüman göçmenleri yerleştirmek istemesi, köylüler buna karşı çıkınca hükümet kuvvetlerinin üç köyü ateşe vermesi üzerine bölgede eli silah tutan Rum gençleri örgütlendilerse de Rus donanması 4 Nisan 1916 günü Yomra’yı topa tutuncaya kadarki dönem esas olarak sessiz geçmişti.  

Hrisantos’un ‘Türk-Pontus Devleti’ hayali  

Trabzon Metropoliti Hrisantos, Anadolu’daki Rum topluluğunun Türk topluluğuyla işbirliği yaparak barışçıl bir şekilde ilerleyebileceğine ve birlikte yaşamanın, kaçınılmaz olarak Rum öğesinin üstünlüğüne yol açacağına inanan adem-i merkeziyetçi şahsiyetlerden biriydi. Nitekim göreve seçilir seçilmez, Türklerle iyi geçinme konusunda kendi topluluğuna yönelik yoğun bir propaganda kampanyası başlatmış, 1914 seferberliği sırasında Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey’le görüşerek şehrin silahaltına alınan Rum halkının, Trabzon’da sivil görevlerde görevlendirilmesini sağlamış ve böylece 1915’te Rumların tehcire uğramasını önlemişti.

İlişkilerin ne düzeyde olduğunu, Ruslar 18 Nisan 1916’da Trabzon’u işgal ettiklerinde yaşanan gelişmeleri, babası 1917’de Batum’da kurulan Pontus Parlamentosu üyesi olan, Yorgo Andreadis şöyle anlatır: “Bu [Trabzon’un düşmesi] kesinleştiği için Türk yönetimi Başpiskopos Krisanthos’u ve Rum ileri gelenlerini çağırdı, kenti onların eline teslim etti, kaçma olanağı olmadığı için orada kalan, kentin yoksul Müslümanlarının kaderini de bu insanlara emanet etti. Tarihî bir gündü. Trabzon Valisi Mehmet Cemal Azmi ve Jöntürk hükümetinin Trabzon temsilcisi Ali Rıza, kenti Başpiskopos Krisanthos baş­kanlığındaki geçici bir yönetime bıraktı (...) Kısa bir devir teslim töreninden sonra, Vali Azmi, Krisanthos’a şöyle dedi: Bu memleketi Rum­lardan aldık, şimdi de Rumlara iade ediyoruz. O gün Ruslar Trabzon’a girdiklerinde, karşılarında bir Türk yönetimi değil, Rum yö­netimi buldu.”

Ruslar, Osmanlı ordusunun ardında ikinci bir cephe açmak için Bafralı Rumları silahlandırmaya başlamış, temmuz ayında halk arasında Vasil Usta olarak tanınan Vasilis Anthopoulos adamlarıyla Sivas’ta bir askerî hapishaneyi basarak bir Rus generalini kaçırmıştı. Bu hareketi ile Rusların sempatisini kazanan Vasili Usta yanında on adamıyla Trabzon’a geldi ve burada Rus istihbaratıyla temas kurdu. Bir Rus torpidosu ile Samsun’a çıkarılan ve burada Rum çeteleri kurarak Türkleri oyalamakla görevlendirilen Vasil Usta, Çarlık rejiminin yıkılmasını takiben Rusların çekilmeye başlaması üzerine inisiyatifi ele aldı ve civarındaki Türk köylerini basarak, Rumlara eziyet eden kişileri öldürmeye başladı. Ancak hükümet kuvvetlerince köşeye sıkıştırılınca dokuz adamıyla Trabzon’a sığındı ve savaşın sonuna kadar orada kaldı ve orada öldü. Rıza Nur’un anılarında Vasil Usta’yı “Sinop’un Müslüman’ı, Rum’u, erkeği kadını kendisine hürmet ederdi. Şahsen pekiyi adamdı. Fakirlere Müslüman da demez bakardı, öldüğünde Rumlar kadar Türkler de ağladı” diye tarif ettiğini belirtelim.  

Marsilya’daki kongre


Giresun’un eski Belediye Başkanı Kaptan Yorgi’nin oğlu Konstantin Konstanidis, ‘halkların kendi kaderini kendilerinin belirlemesi’ yolundaki Lenin’in tezlerinden cesaret alarak 4 Şubat 1918’de Marsilya’da çeşitli ülkelerden Pontus temsilcilerini biraraya getiren Tüm Pontuslular Kongresi’ni topladı. Toplantıya destek için Leon Troçki’ye çekilen telgrafta Sovyet Rusya’nın Sinop’tan Batum’a kadar uzanan bölgede bağımsız bir Pontus devletini desteklemesiydi.

Ancak Sovyet Rusya bu çağrıya yanıt vermediği gibi Sovyet Rusya’dan yardım istenmesi kongreye ev sahipliği yapan Fransızların pek hoşuna gitmedi.

Bu sırada, Rus işgaliyle birlikte, daha önce Osmanlı hükümetleri tarafından yerlerinden sürülen ve bir kısmı Rusya’ya geçen Rumlar geri gelmeye başlamışlar ve Rum çeteleri Samsun, Merzifon, Amasya bölgelerinde örgütlenmeye devam etmişlerdi. Hatta kasım ayı içinde Merzifon yöresindeki bazı Türk köylerini yağmalamışlardı. Hamdi adlı bir teğmenin askerleriyle dağa çıkması ve Türk köylülerini örgütlemeye başlaması üzerine İtilaf Devletleri, İstanbul’daki hükümeti, durumu kontrol etmemekle, dolayısıyla Mütareke’yi ihlal etmekle suçlayacaktı.  

Mustafa Kemal’in sahneye çıkışı


19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal’in esas görevi, Mütareke’yi tehlikeye düşüren bu çatışmaları önlemekti. Bu dönemi Kutsal İsyan adlı romanında anlatanH. İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal, Havza’ya gelir gelmez bölgenin namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa ile görüşmüş ve “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine bırakmıştı”. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” demişti. Topal Osman o tarihlerde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen Mustafa Kemal’in ricası ile Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırıldı ve Topal Osman, Trabzon Valisi Cemal Azmi ve Giresun Mutasarrıfı gibi yerel yöneticilerinin itirazına rağmen Trabzon havalisinde Pontuslu Rumları temizleme işine başladı. Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti. Dr. Rıza Nur, Topal Osman’a “Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma” demiş, o da “Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” karşılığını vermişti. Rıza Nur’un “Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ demesi üzerine “Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim” diyecekti.

Pontuslular bunlar olurken Yunanistan’dan yardım istediler ama Venizelos hükümeti onlara cevap bile vermedi çünkü Venizelos’un kendine göre daha somut ve gerçekçi hedefleri vardı. Sovyet Rusya ise, Kemalist hareketle yakınlaşma politikası uyarınca Batum’daki Pontus çetelerini dağıttığı gibi bunların liderlerini de Kemalistlere teslim etti.

Bu arada, İtilaf Devletleri’nden umut kesen Hrisantos rotayı içeriye çevirmiş ve Kemalistlerle İstanbul arasında köprü görevi gören Ahmet İzzet Paşa ile bir protokol imzalamıştı. Buna göre, bölgedeki kilise ve Rum okullarının statüsü olduğu gibi korunacak, özel hukuk özerkliği garanti edilecek, idare mahkemeleri ortaklaşa oluşturulacak, yerel meclislerde ve jandarmada iki topluluğa eşit pay verilecek, Rumca ikinci resmî dil olarak tanınacaktı. Hrisantos bu metnin bir kopyasını Sivas’taki Heyet-i Temsiliye’ye ulaştırılmak üzere İttihatçıların önde gelenlerinden Kara Vasıf Bey’e de verdi, ancak hem Türk tarafı ilgilenmediği için, hem de Anadolu ile ilgili hayallerini gerçekçi bir boyutta tutmak isteyen Venizelos tarafından onaylanmadığı için, bu adımların ardını getiremedi.  

Yunanlıların yenilişi


Yunanistan’da 30 Eylül 1920’de bir maymunun ısırdığı Kral Aleksandros bir ay sonra ölmüş, Venizelos, hanedan bunalımlarının eşliğinde yapılan seçimde iktidarı kaybetmiş, 19 aralıkta Alman yanlısı Kral Konstantinos Atina’ya dönmüştü. Komuta kademelerindeki dağınıklık Anadolu’daki Yunan ordusuna yansımış ve 10 Ocak 1921’de I. İnönü mevkiinde Yunan ordusunun geri çekilmesiyle birlikte Ankara’nın eli güçlenmişti. 16 Mart 1921’de Bekir Sami (Kunduh) Bey, Sovyet Rusya ve İngilizlerle anlaşmalar imzalayınca Pontus hareketinin (elbette Anadolu’daki Yunan güçlerinin de) kaderi belli olmuştu.

Bu tarihten itibaren Ankara Hükümeti Pontuslu Rumlara karşı tutumunu iyice sertleştirdi. Şubat ayında, Samsun ve Bafra eşrafından bir grup tutuklandı. Rum gençlerinin Amele Taburları’na alınması için tamim çıkarıldı, katılmayanlar tutuklanmaya başladı. Nisanda Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu, Bafra bölgesindeki Rum çetelerine karşı ilk operasyonu başlattı. Haziran ayında Yunan kruvazörü Kilkis’in İnebolu’yu bombalaması üzerine Ankara, bölgedeki tüm Rumların iç bölgelere sürülmesine karar verdi ve Samsun, Bafra ve Alaçam bölgelerinden ilk kafileler yola çıktı. Kafileler yolda Topal Osman’ın çetecilerinin saldırıları altında büyük can kaybı verdiler.

Ancak harekâtın komutanı Sakallı Nurettin Paşa, 1921 baharında patlak veren Koçgiri Kürt İsyanı’nı bastırırken “kanunsuz uygulamalar yaptığı için” (Topal Osman’ın birlikleri burada da büyük katliamlar yapmıştı) TBMM tarafından görevinden alınıp 8 Şubat 1922’de Merkez Ordusu da lağvedildikten sonra Pontus Harekâtı’nı yürütme görevi Cemil Cahit Bey’in komutanlığındaki 10. Fırka’ya verildi. Asker ve teçhizat bakımından güçlendirilen fırka, ordunun önünden kaçarak Harput ve Malatya bölgesindeki dağlara sığınan son çetecileri de temizleyerek, 1923’ün şubat ayında “Pontus Meselesi”ne resmen nokta koydu.  

Bilanço neydi


Yunan kaynaklarına göre 1914-1923 arasında 300 bin Pontuslu Rum hayatını kaybetti. Stefanos Yerasimos’un hesaplamalarına göre 1916-1923 arasındaki Rum kaybı 65-70 bin arasındaydı. Genelkurmay rakamlarına göre aynı dönemde Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk sayısı ise 1.817’di.

Böylesi acı bir fatura ödeyen Pontus Rumlarının milliyetçilik ideolojisinin baştan çıkarıcılığına kapılan, karşısındakinin gücünü küçümseyen buna karşılık kendi gücünü ve uluslararası desteği abartan, üstüne üstlük toplumlarını örgütlemeyi beceremeyen hayalperest liderlerinin kurbanı olduğu açık. Ancak o tarihlerde başta Trabzon ve Erzurum’daki Türk eşrafı olmak üzere pek çok yerde özerk oluşumlar için çalışan gruplar varken (ki ilerde bu konuya değineceğim) ve Kemalist hareket de özünde dağılan bir imparatorluktan kendi ulus devletini yaratma hareketi iken, Rumların da kendi ulus-devletlerini kurmak istemelerinde bir garabet de yok. İsveç Parlamentosu üyeleri, bu karmaşık tarihçeyi biliyorlar mı emin değilim ama Pontus milliyetçiliğini bastırmak için Topal Osman ve çetecilerinin uyguladığı yöntemlerin 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanıma uyduğunu düşünmeleri anlaşılır bir durum.

Özet Kaynakça: 



Cumhur Odabaşı, Trabzon, 1869-1933 Yılları Yaşantısı, Ankara, İlk-San Matbaası, 1980; Yorgo Andreadis, Gizli Din Taşıyanlar, Belge Yayınları, İstanbul, 1999; A. Faik Hurşit Günday, Hayat ve Hatıralarım,Çelikcilt Matbaası, İstanbul, 1960 Stefanos Yerasimos, Türk-Yunan İlişkileri: Mitler ve Gerçekler, Türk-Yunan Uyuşmazlığı (Yay. Haz: Sedat Vaner), Metis Yayınları, 1989; Stefanos Yerasimos, “Pontus Meselesi”, Toplum ve Bilim, 43/44 Güz 1988-Kış 1989, s. 35-76; Muzaffer Lermioğlu, Akçaabat:Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş Hicret Hatıraları, İstanbul, 1940; Dara Cibran, Sait Çetinoğlu, “Pontus Sorunu”, 


http://www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Pontos_Sorunu.pdf
Newroz’da Kürt halkının üzerine ateş açan AKP’nin katil polisleri insanlık dışı bir vahşetle yine sahneye çıktı.

Kitlelerle kucaklaştığı için PKK yaşadı

“PKK’nin gerek politik-ideolojik çerçevesi, gerek kurumsal yapısı bir silahlı hareketten çok daha fazlasını ortaya çıkarttı. Erbil’den Kazakistan’a, Ermenistan’a, Rusya’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar uzanan son derece geniş bir ağ üzerinde yer alan, hem Türkiyeli hem de dünyanın her yerinde yaşayan, bölünmüş Kürtleri etrafına toplayan dünya çapında bir hareket olmayı başardı.”

Türkiyeli aydınlar 31. kuruluş yıldönümünde PKK’yi değerlendiriyor - 1
PKK’nin kuruluşundan bu güne kat ettiği mesafeyi ve Türkiye soluyla ilişkilerini değerlendiren Sevim Belli, Ertuğrul Kürkçü ve Veysi Sarısözen gelişim seyrini, “Kitleselleşme, nitelik sıçraması ve meşruiyet kazanma” olarak tanımlarken, Türkiye solunun ise ‘ağabeylik kompleksi’nden kurtulması gerektiğini belirtti. PKK’nin öncekilerden farklı bir şekilde halk hareketi olarak mücadeleye başladığına işaret eden Sevim Belli bunun gerekçesini dünya konjonktürüne bağlarken aynı zamanda diğer bir nedenin de Kürtlerin karşı karşıya kaldığı büyük baskılar olduğunu söyledi. PKK’nin öncekilerden farklı bir şekilde halk hareketi olarak mücadeleye başladığına işaret eden Sevim Belli, bunun gerekçesini dünya konjonktürüne bağlarken, aynı zamanda diğer bir nedenin de Kürtlerin karşı karşıya kaldığı büyük baskılar olduğunu söyledi. Belli, PKK’nin fiili olarak ortaya çıktığı 12 Eylül darbe döneminde Türkiye’nin siyasi tablosunu ise şu su şekilde resmetti: “Altıyüz bin insan tutuklanmış, tüm gruplar sindirilmiş, Türkiye’de silahlı mücadele ise hemen hemen yok. Bu ortamda Kürt hareketi Türkiye’de de genel bir ‘hoş geldin’ havası ile karşılandı. Ancak Türkiye siyaseti içerisinde devletin baskısına kafa tutacak güç kalmadığı ve sosyalist mücadeleyi biraz daha önlerine koydukları için, Kürt ulusal mücadele safhasına birdenbire katılamadılar. Kürt hareketinin doğuşunun haklılık nedenleri vardı, dolayısıyla halkın desteğini aldı ve tutundu. Dikkat çektiği bir diğer nokta da Kürt hareketinin kurucu kadroları arsında Kürtler ve Türklerin birlikte yer almasıdır.”

‘Türkiye solu ağabeylik kompleksini bir tarafa bırakmalı’
Birçok sosyalist hareket tarafından Kürt mücadelesinin ortaya çıkmasının sosyalist hedef önünde engel olarak görülmeye başlandığını söyleyen Belli; “Ulusal sorunlar hallolmadan bir ülkede sosyalizme geçmenin çok büyük zorlukları vardı. Biz bunu böyle öğrendik. Bir millet önce seninle eşit olmalı ki kardeşleşebilsin. Eşit olmadan efendi ile köle kardeşleşemez. Bu halkın eşitlenmesi lazımdı” sözleriyle söz konusu savı da çürüttü. Belli, Kürtlerin mücadelesi karşısında bazı sol grupların Kürtleri mızıkçılık yapmakla suçladığını, hatta bazı grupların ‘PKK, Türkiye hareketini alır götürür’ diye bir endişe ve rekabet haline bile büründüğünü de vurguladı. Bu karşı çıkışın yeni ayrışmalara neden olduğunu söyleyen Belli, “Bazıları Kürt hareketine baştan sona aynı tavrı sürdürürken, birçokları baştan rekabet duygusuyla karşı olsa da Kürt hareketinin gerçekten halkçı hareket olarak ortaya çıkmasının anlaşılmasından ve başarı sağlamasından sonra sempati duymaya başladılar” ifadelerini kullandı.

Kürt hareketinin bugün ulaştığı noktadaki durumunu halkla bütünleşmesi ve halkın önderliğini benimsemesi sonucuna bağladığını kaydeden Belli, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Türkiye’deki genel devlet siyasetini izlerseniz Kürt hareketinin ortaya çıkışı demokrasiyi zorladı. Bize de yardımcı oldular. Kürt hareketi, Türk solunun da bilinçlenmesine, meselelere daha derinlemesine yaklaşmasına sağladı. Kompleksten vaz geçelim artık; ne olacak ki Kürt hareketi önümüze geçerse, hala Kürt, Türk diye ırkçılık mı yapacağız.”

‘PKK kendi tabanı ile buluşmayı başarmıştır’
PKK’nin 12 Eylül döneminde tüm solla birlikte Kürtlere yöneltilen çok ağır baskılara ve Kürt halkının varlığını, haysiyetini unutturma çabasına ve verilen bir cevap olduğunu söyleyen Ertuğrul Kürkçü, başka hareketlerin de aynı şansa sahip olduğunu ancak bu şansı değerlendiremediklerini söyledi. Kürkçü; “Bu şansı PKK değerlendirdi. Aslında ilk bakışta böylesi bir harekete nesnel olarak imkân olmadığını düşünmek için çok fazla sebep vardı. Şemdinli ve Eruh baskınları olduğu zaman örneğin, ben bu harekete bir anlam yükleyememiştim. Fakat onca birikmiş problemi ve ihtiyacı, o kadar keskin bir dille ifade ettiler ki sonuçta farklı düşüncede bulunan pek çok sol Kürt akımının da kendisini lağvederek ya da belli bir süre ittifak halinde kaldıktan sonra, kendisini ortadan kaldırarak PKK’ye katıldıklarını biliyoruz. 1984’den bugüne baktığımızda ve PKK’nin süreci çerçevesinde olayı değerlendirdiğimizde, PKK’nin sadece bir askeri hareket olmadığını, aynı zamanda bir halk hareketi olduğunu, halkın bu hareketin eşliğinde kendisini toplumsal olarak ifade etiğini, Kürt gençlerine, Kürt yoksullarına bir hedef, bir dinamizm kazandırdığını görüyoruz. Sonuçta hareket bir halk savaşının başlaması ihtiyacının ifadesi sonucu kuruldu ve bu hareketin Kürt halkı tarafından beklendiğini, sonrasında büyüyen kitlesellik bize gösterdi. O nedenle bu hakikati unutmamamız lazım” diye konuştu.

‘Hareket sosyal değişimi kurumsallaştırdığı için ayakta kaldı’
Türkiye devrimci hareketinin de kendi etki sahasında kimi sosyal değişimleri yarattığını, ancak PKK’nin sürdürdüğü mücadele ile yaratılan değişimlerin kurumsallaştırılarak muhafaza edilmesinin başarıldığına dikkat çeken Kürkçü, “PKK’nin sürdürmüş olduğu mücadelenin gerek kırsal gerek kentsel alanda, özelikle kadın mücadelesine çok büyük bir ivme kattığını görüyorum. Herkes de bunu fark ediyor. Bunu muhafaza etmek için kurulmuş kadın partisi gibi özel mekanizmalar, PKK’nin de hep var olan geleneksel hareketlere dönüşme ihtimalini ortadan kaldırıyor. Örneğin farklı coğrafyalarda bile olsa Kürtlerin değişik sosyal kesimlerini yansıtan Barzani ve Talabani hareketini hatırlayalım. PKK’nin ise gerek politik-ideolojik çerçevesi, gerek kurumsal yapısı bence bir silahlı hareketten çok daha fazlasını ortaya çıkarttı. Erbil’den Kazakistan’a, Ermenistan’a, Rusya’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar uzanan son derece geniş bir ağ üzerinde yer alan, hem Türkiyeli hem de dünyanın her yerinde yaşayan, bölünmüş Kürtleri etrafına toplayan dünya çapında bir hareket olmayı başardı. O çerçevede bütün olarak bakınca, yanlış fikre saplanmaktan dolayı insanların savrulduğu bir yönelim mi var yoksa kendi kendini kuran bir hareket mi tartışması kesinlikle ikincisi yönünde son buluyor. Bilimsel namusa sahip her sosyolog bunu gözleyecektir” diye konuştu.

Kürt devrimci hareketinin kendi öznesi ile buluşmaya başardığını belirten Kürkçü, “Kürdistan’da yaşayan ve mücadele eden bütün emekçiler, hareketle iç içeler. Sokağa çıkmalar, eylemler, grevler, her zaman yüzde 99 katılımla gerçekleşiyor. Geleneksel zeminde duranlar da hareketin meşruluğunu görüyor ve çağrı herkese ulaşıyor. Son olarak Silopi’ye gelişlerde gördük. PKK kendi kendine ne kadar çalışsa da o büyüklükte bir kitleyi oraya toplayamazdı. İnsanlar, kimse bir yere taşımadan oraya geldiler. Bu örgütlü yada örgütlenmeye çalışan herkesimin gıpta ettiği bir şey.” dedi.

‘PKK, sosyal hareketler tarihi açısından olumlu bir bilanço yarattı’
PKK’nin yarattığı kazanımları da değerlendiren Kürkçü şunları söyledi; “Çok büyük kayıplar var. Hangi taraftan olursa olsun 40 bin insanın hayatını kaybetmesi, Türkiye’de bir küçük kent nüfusunun ortadan kaldırılmasını gözümüzün önüne getirelim. Muazzam bir çatışmadan söz ediyorum. Milyonlarca insan askerlik yaptı ve ölme öldürme üzerine hayatlarını ve zihniyetlerini kurdular. Bunların bedelini ödüyoruz. Bir yandan böylesine bir tablo var ama öbür taraftan da şu var. Öncelikle bu mücadele insanlara, eğer boyun eğmezlerse kendi taleplerinin gerçekleşebileceğine dair bir ders verdi. İkincisi, kimlikler için mücadele etmenin gerekliliği ve yerindeliği gösterildi. Şimdi Deniz Baykal ‘insanın kimliği şerefidir’ diyor ya. Bunu 20 yıl önce söylemezdi. Demek ki insanlar kendi haysiyetlerine, şereflerine sahip çıkma cesareti kazandılar. Ve böylelikle Türkiye’de birçok yapı ortaya çıktı, kendisini ifade etti.”

‘PKK kitlelerle kucaklaştığı için yaşadı’
PKK’nin devrimci sürecin hızını yitirdiği yıllarda kurulduğunu hatırlatan Veysi Sarısözen, buna rağmen gerek koşullardan kaynaklı, gerekse PKK’nin Kürtlerin birçok talebine yanıt vermesi nedeniyle uzun ömürlü olduğunu söyledi. PKK’nin sosyo-politik bir harekete dönüşmesi ile kitle kaynaşmasını gerçekleştirdiğini ve kimi tarihsel fırsatları da kendisi açısından avantaja döndürdüğünü belirten Sarısözen, zamanla PKK’de ortaya çıkan nitel değişikliğe de dikkat çekti. Kitle ile bütünleşmenin aynı zamanda silahlı eylemlerin yozlaşmamasının garantisi olarak tarihte gözlemlendiğini ve özellikle de bu nedenle Türkiye solunun birçok silahlı eyleminin unutulmasına karşın, PKK için böyle bir şeyin söz konusu olmadığını anlatan Sarısözen, PKK’ye yönelik tahlillerini şöyle sürdürdü: “PKK’nin ilk silahlı eyleme geçmesi, gerek devlet gerekse Türk milliyetçiliği tarafından çok ağır şekilde suçlanmıştır. Oysa 84 olaylarından önce Türk solu pek çok silahlı eyleme imza attı. Bu gün bu eylemler hakkında hiç kimse konuşmuyor. Hiç kimse Türk solunun bu silahlı eylemlerini bir suçlama konusu yapmıyor. Ama 84 hadisesine karşı çok ağır suçlamalar var. Bunun sebebi Türk solunun yürütmüş olduğu bu silahlı faaliyetlerin hemen hemen hiçbir kalıcı, kitlesel destek kazanmamış olmasıdır. Destek kazanmadığı içindir ki gerek resmi makamlar gerekse bu sola düşman çevreler arasında yapılmış olan solun silahlı faaliyeti tek bir önem taşımadı. Demek ki buradan şu sonuçları çıkarıyoruz; güvenlik güçleri açısından ve statükocu güçler açısından önemli olan silahlı eylemler değildir. Silahlı eylemler onlar açısından kendi başına hiçbir önem taşımıyor, çünkü devlet kim ne kadar örgütlenirse örgütlensin, o örgütlenenlerden kat be kat güçlü silahlı kuvvetlere sahiptir. Onun endişesi bu silahlı çıkışlardan sonra kitlenin ne yaptığı ile ilgilidir. Eğer kitle olmazsa silahlı eylemler onlar açısından sadece kendi silahlı güçlerinin tecrübe kazanmasına yol açan eylemlerdir ve çok geçici sıkıntılara neden olur. Bu bakımdan biz 84 yılında gözlemlediğimiz PKK’nin silahlı eylemlere başlaması olgusunu onun ancak kitleselleşmesi sürecinde anlamlandırabiliyoruz. Bu gün öyle bir kitlesellik vardır. Türk solunun silahlı faaliyetlerini çoktan unutan egemen güçler 84 hadisesini unutmamaktadırlar. Aradaki fark böyle bir farktır.”

‘PKK öncülüğü isabetli duruşuyla kazandığı kitleyi korumuştur’
PKK’nin kitle desteğinin bir diğer nedeni olarak öncülük konusunda isabetli duruşlarına bağlayan Sarısözen; “Eğer öncüler sadece kendilerini kurtarmaya kalkarlarsa saygıyı ve güveni kaybederler ve bir daha da o güven ve saygıyı kazanmak çok zordur. Oysa biz PKK hareketinde ne görüyoruz. Bir bakıma Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların vaktiyle yaptığına benzer bir sivil öncülük misyonu görüyoruz. Bu insanlar demek ki kendilerini korumak yerine bir hareketin önünde öncülük etmeyi tercih etmişlerdir. Öyle olunca güvene layık unsurlar olarak görülmüşler ve soldan farklı olarak da bir kitle desteği kazanabilmişlerdir. Bu ister faşist, ister devrimci ya da muhafazakâr, her örgüt için geçerli yöntemlerdir. Sonuçta herkes eline silah alıp eylem yapabilir ama herhangi bir grup sadece istediği ya da silahlı eylem yaptığı için milyonları harekete geçiremez” dedi.

‘Türkiye solu Türk milliyetçiliğinin lekelerini taşıyor’
Türkiye solunun, Kürt soluna ve PKK’ye bakışına yönelik ise Sarısözen Türkiye solunun Kürt hareketine hazırlıksız olduğunu ve ayrı örgütlenmeye inanmamak gibi ideolojik dogmatizmin de bu hazırlıksızlığa eklenince uzun süre karşı eleştirilerde bulunduğunu ve Kürtlerin attıkları adımların anlaşılmasını engellediğini söyledi. Sarısözen; “Türkiye sosyalist hareketinin Kemalist kökeni, Kürt özgürlük hareketinin ortaya çıkış koşullarını anlamayı zorlaştıran başlıca faktörlerden biriydi. Bildiğiniz gibi Türkiye solu aslında Kemalist Cumhuriyetin bir unsuru olarak ortaya çıktı. Yani Türkiye sosyalist hareketi kendi tabanını Kemalist havuzdan derliyordu. Bu aslında sosyalist hareketler için kısa vadede bir bakıma büyük bir kolaylık sağlarken, uzun vadede ise Kemalist ideoloji ile donanan insanların kimi antiemperyalist fikirlerine karşın Türk milliyetçiliğinin lekelerini taşıdığından Kürt Özgürlük hareketinin ortaya çıktığı koşullarda Türk sosyalist hareketi kendi üzerindeki Kemalist lekelerden ötürü Kürt özgürlük hareketini anlamakta büyük zorluklar çekti.

‘İşçi ordu el ele, milli cephede sloganı geride kaldı’
İdeolojik bakımdan Türkiye geçliği üzerinde nispeten TİP’in yaratmış olduğu milliyetçi olmayan eğilimin yerini kısa bir süre sonra bir milliyetçi eğilimin aldığını anlatan Sarısözen, anti-emperyalist bir yaklaşımla iç içe geçen ideolojik duruşun sloganının milli cephe sloganı, devrimin adının da milli demokratik devrim olduğunu vurguladı. O süreçte işçilerin fabrika işgali sırasında, gençlerin işçilerle yaptıkları dayanışma esnasında atılan sloganın “İşçi ordu elele, milli cephede” olduğunu ifade eden Sarısözen; “Milliyetçilik kendiliğinden bir bilinç olduğundan, bu tabii ki çok kolayca etki yapan bir slogandı ancak aynı zamanda da Kürt hareketini yok sayan bir yaklaşımdı. Bence o dönemde bu stratejik tercih daha sonra ağır sonuçlar doğurdu. Hala bazı sosyalistim diyen çevrelerin orduyla, darbecilikle dayanışma içinde olması Kürt ulusal hareketinden uzak durma eğilimleri hep o geçmişteki çizginin bu gün hala yansımaları olarak karşımıza çıkıyor.

Kürt hareketini ‘sınırları örgütsel sınırlar gibi dar olmayan ve milyonlara dayanan geniş hareketlerin toplamı’ olarak tanımlayan Sarısözen, bu nedenle günümüzde son derece marjinal duruma düşen, olağanüstü parçalanan sol ile Kürt hareketi arasındaki ilişkinin Genelkurmayın tabiri ile ‘asimetrik bir manzara’ ortaya çıkardığını ve dolayısı ile bu asimetrinin, Türkiye solunun slogan düzeyinde kalmaktan öteye geçemediği sürece pratik açıdan ciddi neticeler vermeye müsait olmadığını söyledi.

‘İnkâra karşı doğan PKK modern ve sosyalist bir harekettir’
Kürt sorunun tarihsel gelişimini ve PKK’nin ortaya çıkmasını değerlendiren akademisyenler ve yazarlar, PKK’nin inkâra karşı yoksul köylü bir hareket olarak doğduğunu, modernleşme hareketi olduğunu belirterek, “Buna karşı devlet feodaliteyi bir mücadele aracı olarak kullandı” tespitinde bulundu. Konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunan ve PKK’nin ortaya çıktığı koşullara dikkat çeken Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Kadir Cangızbay, Cumhuriyeti kuran bürokratik kadroların, kurdukları cumhuriyeti daha rahat ve istedikleri gibi yönetmek için tertipçiliği öngördüklerini belirtti. Cangızbay, Kürtler ile diğer inkar edilen kesimler arasında bir farklılık bulunduğunu belirterek, “Ama Çerkezler, Pomaklar ve diğer azınlıklar için Türkiye kendi anavatanları değil, Kendi anavatanlarından kovulduklarından geldikleri yer. Hâlbuki Kürtler için burası anavatanları, asli arazi unsurdurlar. İnsanları etnik esaslara göre ayrıştırmak esasen yanlış. Ama nesnel olarak bakılacaksa Çerkez’in Boşandığı durumu ile Kürtlerin durumu bu topraklar üzerine aynı değil” dedi. “Benim babam Tatar, ama Tatarlığını hiç ön plana çıkarmaz. Çünkü bunu yapmak ona Rus’tan sonra vatan sunmuş olan Türklüğe bir bakıma ihanet anlamına gelir. Çerkez içinde böyle. Ama Kürt için böyle değil, bulunduğu yer kendi vatanı. Böyle olmasına rağmen dilline kadar, kültürüne kadar her şey inkâr ediliyor. Buna tahammül etmek bile haysiyetsizlik olur” diyen Cangızbay, Kürtlerin bu duruma isyan ettiğini söyledi.

‘12 Eylül Kürtlere karşı mezalim olarak gerçekleşiyor’
Kürtlerin 12 Eylül’e karşı özel bir direnişi olmamasına rağmen, 12 Eylül’ün özel olarak Kürtlere karşı mezalim olarak gerçekleştiğine işaret eden ve her darbenin aynı zamanda askerin kendi ülkesini işgal etmek olduğunu söyleyen Cangızbay, “İşgalcilerin dili benim dilimden farklı olmadığı için, bunun işgal olduğunu algılamıyor ve anlamıyorum. Ama Kürt ve işgalcinin dili aynı olmadığı için bunu işgal olduğunu algılıyor. Dilini varlığı inkâr ediliyor. Benimde varlığımı ve dilimi yasaklarlarsa ne olur, herhalde dağa çıkarım. Her haysiyetli insan gücü yetiyorsa ve tabii ki sana düzde yer yoksa bir yere çıkacaksın, orda da dağ var. Bu isyan kendiliğinden olmuyor” dedi. PKK’nin böylesi koşullarda doğduğunu ifade eden ve bazılarının “PKK’yı MİT kurdurmuş” iddialarını hatırlatan Cangızbay, “Kurdurmuş da olabilir kurdurmamış da olabilir. Ama MİT projesiyle bir halk hareketi oluşmaz” diyen Cangızbay, “PKK her şeyden önce sol ve modern bir harekettir” tespitini yaptı.

‘PKK aynı zamanda bir Türkiye hareketidir’
Cangızbay şöyle konuştu: “O tarihten bugüne kadar bir sürü insan öldü. Ona rağmen fanatik misyon sahibi yaratıklar dışında bir Kürt Türk karşıtlığı olmadı. Bunda daha önce de söyledim. Öcalan’ın ve kök olarak PKK’nın Marksist ve solda bir hareket olmasından kaynaklanıyor. Milliyetçi bir hareket olarak çıkmadı. İsterse devlet kursun… Ama bunlar Kürt milliyetçiliği Kürt ırkçılığı yapmadı. Davası rejimleydi, davası devletleydi. Bu çok önemli. Birde bence PKK Kemalist projeyle denk düşen fonksiyona sahip oldu. Kadının özgürleşmesi, feodal ağalığın yıkılması konusunda büyük bir rol oynadı. Sistemde tam tersine feodaliteyi özellikle köy koruculuğunu da devlet iyice silahlandırdı besledi. Bölgede devlet beslemesi bir feodalite var. Bunlar küçücük kafalarıyla bölgede feodalite sorunu var diyorlar. E kardeşim feodaliteyi can çekişirken, eli silahlı cebi paralı özel bir güç haline getiren sizsiniz. Kendi insanlarını kendi insanlarına vurdurmak için 25 yıldır bu ihaneti devam ettiriyorsunuz. Gayri samimiliktir bu. PKK hareketi aynı zamanda bir Türkiye hareketidir. PKK hareketi aynı zamanda ezilmişin yoksul kılınmışın hareketidir. ABD’nin de korkusu aslında yoksulluk ezilmişlik, esasında solda bütün Türkiye halkının birleşmesini engellemek için etnik bir temele oturtmaya çalıştılar. Meseleyi etnik esaslara dayandırmak yerli kapitalistlerin işine geliyor.”

SÜRECEK

Hazırlayan GÜNEŞ ÜNSAL/ÖMER ÇELİK/ KENAN KIRKAYA-DİHA

PKK’yle 30 yılda 300 yıllık gelişme


“PKK ile birlikte, tabandan yoksulların öfkesi yönetime geçmiştir. Mücadelenin çok geniş çapta yığınları kucaklamasının altında yatan realite budur. Bu neden, PKK’nın gittikçe büyüyen ve sadece Kürdistan değil, Ortadoğu çapında siyaset yapabilen bir odağa dönüşmesine neden olmuştur. Bu yüzden son 30 yılda Kürdistan’ın yaşadığı gelişmeler 300 yıllık gelişmelerdir ve değişimlerdir.”


Türkiyeli aydınlar 31. kuruluş yıldönümünde PKK’yi değerlendiriyor - 2
Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı toplumsal etkiyi ve dönüşümü değerlendiren yazar Temel Demirer, Kürt sorununda ziyade Kürdistan sorunu bulunduğunu belirterek, “Kürt sorunu bir toprak sorunudur, bir kimlik sorunudur ve bir halkın kendi kaderini tayin etme sorunudur” dedi. Kürtlerin ve Filistinlilerin benzerliklerine dikkat çeken Demirer, her iki halkında tarih boyunca varlık mücadelesi verdiklerini belirterek, “Eğer bugün Ortadoğu’dan Kürdistan ve Filistin’den bahsediliyorsa, bu iki halkın mücadelesinden kaynaklıdır. Bu iki halkın kesintisiz mücadelesi kendi varlıklarını korumaya yol açmıştır. Bu olmasaydı bu halklar da olmayacaktır” dedi.

‘Sadece Kürdistan’da değil, Ortadoğu’da etkin güç’
Demirer şöyle devam etti: “PKK’ye baktığımız zaman başlangıçta bir yoksul köylü hareketidir. Bu bağlam içerisindeki Kürdistan’daki bütün geleneksel siyasal formlarını başkalaştırmıştır, dönüşüme uğratmıştır. Çünkü Kürdistan’daki önderlikler geleneksel önderliklerdir, bunu küçümsemek için söylemiyorum, bir saptama yapıyorum. Kürdistan’da yönetimdeki elitler aynı zamanda direnişinde başını çekmiştir. PKK ile bu iş değişmiştir. PKK ile birlikte, tabandan yoksulların öfkesi yönetime geçmiştir. Ulusal Kurtuluş Hareketi artık yoksul köylülerin önderliğindeki radikal bir mücadeleye dönüşmüştür. Zaten bunu mücadelenin çok geniş çapta yığınları kucaklamasının altında yatan realite budur. Bu neden PKK’nın gittikçe gelişen büyüyen ve sadece Kürdistan değil, gittikçe Ortadoğu çapında siyaset yapabilen bir odağa dönüşmesine neden olmuştur. Bu yüzden son 30 yılda Kürdistan’ın yaşadığı gelişmeler 300 yıllık gelişmelerdir ve değişimlerdir. Bu değişimlerde başat rolün PKK’nın oynadığını inkar etmek akıl karı değil. Bu değişim arkasında yoksul köylülere dayanan özgürlük mücadelesi veren PKK gerçeği yaratmaktadır.”

‘Türkiye solu Kemalizmi aşamadı’
Kürtlerin sosyalist hareketle ilişkilerini değerlendiren ve daha çok sosyalistleri eleştiren Demirer şöyle konuştu: “Kürtlerin bugün ki haliyle Türkiye’li sosyalistlerin desteğine ihtiyaçları yok. Türk sosyalist hareketinin Kürtlere destek sunması ancak kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesiyle mümkün değildir. Önce Türkiye’deki sosyalistlerin sosyalist gibi politika yaparak güçlenmesi gerekiyor. Türkiyeli sosyalistlerin iki çeşit sorunu vardır. Birincisi Kemalizm konusunda gerektiği gibi net tavır koymamasıdır. İkincisi ise Türkiyeli sosyalistler iktidar mücadelesini unutmuşlar. Türkiyeli sosyalistlerin bağımsız bir çizgiye ihtiyaç vardır. Bugün AKP’den utanmadan demokrasi bekleyen sosyalistler vardır. Türkiye’de “aman ülkemiz bölünmesin” diye 29 Ekim tarihinde kutlama bildirisi çıkaran komünistler vardır. Bu utanmazlıktır. Bu iki utanmazlıktan kurtulmalıyız. Benim PKK’nin benimsemediğim birçok tarafı vardır. Ama bugün sosyalistlerin durumu bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Biz sosyalist gibi olsak bu hale düşmezdik. Bunu yaptığımız zaman, Kürtlerle ve PKK ile daha devrimci bir ilişki yaratabiliriz. Bunu yapamamamız bizim basiretsizliğimizden kaynaklanıyor. Önce bu basiretsizliği hal etmemiz gerekiyor. Kendimizi düzeltmeden başkalarını eleştirerek yol alamayız. Bugün eleştirinin odağında yer alan Türkiye sosyalist hareketidir.”

‘PKK, militan ve kitlesel bir kadın gücü açığa çıkardı’
Yazar Sibel Özbudun da PKK’nin yoksul kır kesimine dayanan bir ayarlanma olduğunu belirterek, “Bu bile başlı başına Kürt tarihinin yeniden yazılmasını gerektirir. Son Kürt hareketi aynı zamanda modernleşmeci bir hareket. Köylü karakterli olmasına rağmen bir Kürt kentleşmesini ön gören bir hareket” şeklinde konuştu. Özbudun, PKK konusundaki değerlendirmelerini sürdüren Özbudun, “Yoksulluğa dayanan ve tabana yayılan örgütlenmelerini yarattı. Bu ilk kez diğer Kürt ayaklanmalarına nazaran geri dönüşsüz bir yaklaşımı yarattı. Bu hareketin temel özelliği, tabana dayanması ve kendi kurumlarını yaratmasıdır. Emin olun ki bu kurumlar kalıcı olacaktır. Bunu Kürt kardeşlerimin taleplerinden ve kararlılığından görüyoruz” dedi.

‘Kitleselleşme ve bilinç gelişmi eşdeğerde oldu’
Özellikle PKK ve Kürt hareketiyle birlikte Kürt kadınlarında da önemli değişimler yaşandığına işaret eden Özbudun şöyle konuştu: “Türkiye’de Kürt olmak bir zaten problem, Kürt ve kadın olmak iki yönlü bir problem. Gerçekten Kürt kadınları son 30 yıllık süreçte en acılı dönemi yaşadı. Aynı zamanda Kürt kadınları bu süreçten güçlenerek çıktı. Hem militan hem de kitlesel bir kadın hareketinin Kürtler arasında yükselmekte olduğunu görmek gerçekten sevindiricidir. Kadın olmanın üstelikte Kürt kadını olmanın devlet açısından bütün aşağılayıcılığını yaşadılar ya da yaşatıldılar. Türkiye Cumhuriyeti devleti, modernleşmekte ve kentlileşmekte olan Kürt mücadelesinin karşısına feodal kurumlarla dikildi. Eskiden Kürt sorunu feodalite yada gericilik sorunu olarak tanımlanırdı. İşte şu feodaliteyi kaldıralım sorun çözülecek gibi bir hava var. Ama devlet Kürt hareketini bastırmak için feodaliteyi, örneğin koruculuk kurumunu kırsal gericiliği canlandırdı. Örneğin İslam’i Kürt hareketinin karşısına dikti. Bu doğrudan kadınları hedef aldı. Kürt kadınları hem son dönemlerde yaşadıkları yoğun sıkıştırılmış toplumsal dönüşümü, yani hem devletin doğrudan hedefi olmadan hem de dolaylı olarak bu kırsal gericiliğin bedelini ödemek zorunda kaldılar. Ama ulaştıkları kitlesellik, ulaştıkları toplumsal bilinç düzeyi ve kararlılık gerçekten imrenilecek bir durumdur.”

‘Kürt ulusal mücadelesinde PKK sıçrama noktasıdır’
Son dönemler Kürt sorunun çözümüne ilişkin başlatılan ‘Kürt açılım’ ve ‘Demokratik açılım’ tartışmalarına deginen Aydın Çubukçu, Nazım Alpman, Mustafa Yalçıner ve Mustafa Kaçaroğlu ise 30 yıllık süreçte gelinen aşamada PKK’nin sorunun açığa çıkarılması ve çözümün kaçınılmaz olarak Türkiye’nin gündemien sokulmasınadaki önemine dikkat çekti. Kürt Ulusal Mücadelesi’nin yüzyıllara dayanan geçmişine vurgu yapan Aydın Çubukçu ise PKK öncesindeki isyanların ve siyasi oluşumların belli bir farklılık gösterdiğine ve bu anlamda PKK’nin bir sıçrama noktası olduğuna dikkat çekti. Modern anlamda sınıflar mücadelesinin kavramıyla yetişmiş kadrolar tarafından yürütülen sınıfsal ve ulusal mücadele olmasından dolayı PKK’nin bu sıçramasının her bakımdan bir nitelik sıçraması olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Çubukçu; “Her ne kadar mücadele sınıfsal bir tabana oturtmasa da esas olarak toplumsal yapının derin bir analizine ve gözlemlenmesine dayanan bir ulusal mücadeledir. O nedenle her şeyden önce PKK’nin yarattığı hareket bu noktada tarihteki diğer direnişlerden ayrılır” dedi. Çubukçu sözlerini şöyle sürdürdü: İkincisi de PKK mücadele yöntemleri açısından son derece önemli bir farklılık göstermektedir. Silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi birleştiren ve bu ikisi arasında genel olarak toplumsal duyarlılıkları gözeten bir bağlantı kurmayı başaran bir çizgi izlemiştir. Dolayısı ile bu iki özellik, yani modern bir toplum bakış açısına sahip olmak ve silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi birleştirebilmiş olmak PKK’nin geçmişteki mücadelelerden daha farklı bir nitelik göstermesini sağlamıştır.

‘AKP zorunlu olduğu için açılıma imza attı’
‘Yakın zamana kadar Kürt halkının varlığı asla kabul edilmezken PKK bunu bir gerçeklik olarak ortaya koyan bir çizgi izlemiştir’ diyen Çubukçu; Türkiye’nin en katı ve ırkçı çevrelerinin bile neticede Kürt halkının varlığını kabul etmek zorunda kaldıklarını, Kürt gerçekliğinden bahsetmenin her siyasi hareketin, egemen sınıf partilerinin bile bu gerçeklikten söz etmesinin kaçınılmaz olarak görülmesine bağladı. Çubukçu; “Bu yalnızca oy kaygısıyla olan bir şey değil, bir siyaseti yürütmenin temeli olarak, gerçekliği ifade etmesi dolayısıyla da zorunlu olarak görülüyor” dedi.

‘PKK’nin çıkışını Kürtler hayretle karşılamadı’
Çubukçu PKK’nin çıkışına yönelik Türk ve Kürt solundaki tepkileri ile şöyle özetledi: 84 yılı şu bakımlardan ilginç. 12 Eylül sonrasında belli bir darbe yönetimi kendisini geriye çekmeye yöneldiği bir zamandır. Ancak özellikle Kürt illerinde 12 Eylül batıda yaşandığından daha katmerli bir biçimde yaşanıyordu. Ağır baskılar, katliamlar, tüm olanların simgesi haline gelen Diyarbakır cezaevi gibi Kürt kamuoyunda ve Kürt halet-i ruhiyesinde darbeye karşı batıda olduğundan daha fazla-farklı bir tepki doğurmuştur. Bu yıllardır süren baskılara ek bir durum olarak değerlendirildiğinde, Kürtler arasında ‘siyasetin başka araçlarla yürütülmesi gerektiği’ fikrine yatkın bir ortamın doğduğunu söyleyebiliriz. PKK bu tespiti yaptı ve bu durumu gerilla eylemleri ile değerlendirdi. Öyle sanıyorum ki bu hiç de Kürt halkı açısından bulutsuz gökte çakan şimşek anlamına gelmiyor. Belki batıdakilere göre hiç beklenmedik bir anda ve özellikle her şeyin bittiğinin düşünüldüğü bir zamanda PKK’nin bu çıkışı, sanıyorum Kürtlere yabancı gelmedi ve beklenmedik bir durum olarak görülmedi. Bu nedenle 84 çıkışı kısa zamanlı, dar bir grup eylemi olarak algılanmak yerine, birikmiş bir öfkenin patlaması olarak kendisini gösterdi. Ancak batıda şaşkınlık uzun süre devam etti.

‘12 Eylül Kürt hareketiyle Türkiye solunun birliğini önledi’
Öte yandan Türkiye solunun 12 Eylülden sonra herhangi bir biçimde, herhangi bir siyasi strateji etrafında hareket gösterebilme yeteneğini kaybetmiş olduğunu öne süren Çubukçu, bu durumun Kürt ve Türk hareketinin ortaklaşmasını da olanaksız hale getirdiğini, Türkiye solundan kimi hareketlerin kendi varlıklarını ortaya koymak, faaliyet göstermek yerine, doğrudan doğruya Kürt mücadelesinin destekçisi şeklinde kendini varetmeye çalışmasının ise Kürtlere belki de çok az bir fayda sağlarken, Türkiye’de sosyalist hareketin ayağa kalkmasına hiçbir biçimde hizmet etmediğini ifade etti. “Bu gün eğer Kürtler için bir nefes alma ihtimali görüyorsak bu elbette Türkiye’nin Kürt olmayanları açısından da nefes alma imkânı olacaktır. Ve eğer idrak edebilirlerse diğer halklar bunu Kürtlere borçlu olduklarını düşüneceklerdir” diyen Çubukçu, Kürt halkının ve Türkiye işçi ve emekçi kitlelerin ortak hareket edecekleri zeminleri yaratmanın yolunun, temsilciler yada kendilerini temsilci ilan etmiş kimselerle yapılacak görüşmelerden geçmediğini de vurguladı.

‘Faşizmin ağır baskılarına karşı Kürt hareketi direnmiştir’
Kürt hareketinin örgütlülüğü halkla buluşturmasının bu günkü süreci açıkladığını söyleyen Mustafa Yalçıner, Türkiye solunun harekete yapacağı katkının ancak işçi-emekçi eksenli bir çalışmada buluşmakla olacağına vurgu yapıyor. Yalçıner’in Kürt hareketine yönelik değerlendirmelerinden alıntılar şöyle: “Türkiye de dahil olmak üzere, her halk katmanının mutlaka bir örgütlü mücadeleyi gerektirdiği çok kesindir. Örneğin son yıllarda işçi sınıfının bu şansı elinden kaçırdığını söylemek mümkündür. Ama Kürtleri ele aldığımızda (onlar) örgütlenmeyi, hem de oldukça zor koşullarda başarmışlardır. Türkiye’de sosyalistlerle Kürt ulusal hareketi, neredeyse benzer koşullarda başlamıştır. İlk adımlar 80 öncesinde neredeyse birlikte atılmıştır. Ancak 12 Eylül faşizmi sosyalist hareketi çok ciddi bir biçimde darbelemiş, ancak faşizmin Kürt ulusal örgütlenmesinin üzerinde de ciddi darbeleri olmasına karşın Kürt ulusal örgütlenmesi sürekliliğini sağlamayı başarmıştır.”

‘PKK’yi halk sahiplendi’
Yalçıner solun PKK’ye bakışı ve milliyetçiliğin tırmandırılmasına ilişkin ise şu tespitlerde bulundu: “PKK tarafından bakıldığında halkla çok ciddi bir ilişki vardır, halk bakımından bakıldığında halkın sahiplenmesi vardır. Bu zaten neredeyse 30 yıldır süren bir mücadele. Bunu en son Habur’da da gördük. Bunca zorluklara rağmen mücadelenin hala sürmesinin de açıklaması budur. Başlangıçta herkesin hatırındadır, üç beş baldırı çıplak denildi ama Kürtler de dahil olmak üzere bu güne kadar gelen diğer hareketler bastırıldı ama son Kürt isyanı ise bastırılamıyor. Neden? Bu önemli bir şeydir. Örgütlülük müthiş bir güçtür. Cephe gerisi vardır, Türkiye’nin elinin uzanamayacağı yerlerde karargâh kurmuştur. İşte bence 30 yıllık mücadelenin açıklaması burada, halkla olan ilişki de halkın örgütlenmesinde yatmaktadır. Eskiden Kürdün K’si bile tanınmazken gelinen nokta bile bunu bize gösteriyor. Türkiye solunun Kürtlere yaklaşımına bakarsak, CHP gibilerini, yani kendi politikalarından dolayı destek vermek istemeyenler bir yana, diğerleri elinden geleni yapmıştır. Ama şunu da unutmamalıyız ki milliyetçilik Türkiye’de ‘solcuyum’ diyenlerin üzerinde çok büyük etkisi olan bir durumdur.”

‘Kürt hareketi 12 Eylül’e teslim olmadı’
Kürt özgürlük hareketinin bugünlere geliş sürecine bakıldığında cunta dönemi yıllarında Türkiye devrimci hareketinin ağır baskı koşulları altında bulunmakla birlikte cuntadan sonra ki dönemde de cuntaya karşı ortak devrimci bir cephe kurulamadığı için çok çabuk dağıldığını hatırlatan Mustafa Kaçaroğlu, bu süreçte Türkiye devrimci hareketinin örgütsel olarak büyük darbeler aldığını kaydetti. Böyle bir ortamdan kendi kimliğini koruma amacıyla mücadele taleplerini öne sürerek sağlıklı ve teslim olmadan çıkan siyasetin Kürt özgürlük hareketi olduğunu aktaran Kaçaroğlu, “Kürt hareketinin böyle bir süreçten daha canlı ve diri çıkmasında, kitlelerle temasının daha sıcak oluşmasındaki en önemli şey; o günün somut koşullarını doğru değerlendirerek kimlik mücadelesini doğru bir şekilde hayata geçiren, cuntaya karşı etkili bir direnişin ortaya konmasında aramak gerektiğine” işaret etti.

‘Türkiye solunun şovenizmi desteği engelliyor’
Kaçaroğlu; “Yüzyıllık bir sürede asimilasyon politikalarına karşı kimlik mücadelesi, demokratik talepler ve özellikle de o coğrafyada oligarşinin baskısının yanında farklı baskılara uğramış kadın kimliğinin özgürleşmesi, bu mücadelenin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi ve halkın taleplerinin doğru bir şekilde teslimiyete karşı bir direniş potasında kendisini ortaya koymasıyla mümkün olmuştur” dedi. Türkiye sosyalist hareketinin esas olarak sosyal şovenizmden malul bir hareket olduğunu da dile getiren Kaçaroğlu, ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde, Türkiye solunun zayıf enternasyonal tutumunun, giderek daha güçlendiğinin görülebileceğini söyledi. Türkiye solunun Kürt hareketiyle aynı zeminde ortak bir mücadele sürdürmek açısından enerji harcandığını, ancak yeterli desteğin sunulduğunu söyleyemediğini de belirten Kaçaroğlu, “Sosyalist hareketler üzerindeki sosyal şoven anlayışın halen etkinliğini sürdürüyor olmasının bunda önemli bir etken olduğunu görüyorum. Sosyal şovenizm dediğimiz olguyu genel olarak Kemalizm’e ve ideolojik olarak Türkiye toplumundaki hegemonyanın Türkiye solundaki yansıması olarak görmek gerekir” dedi. Kemalizm’in Türkiye sosyalist hareketinde ağır travmalar yaratan etkilerinin halen değişik düzeylerde sürdüğüne işaret eden Kaçaroğlu: “90’lar itibariyle boyutları ve gücü daha da netleşen Kürt hareketi, Kemalizm’in etkisi ile sosyal şovenizm zemininde bulunan sol hareketlerin çizgisini, anlayışını değiştirmede olumlu bir katkıda bulunmuştur” dedi.

‘Kazanımların gerekçesi mücadeledir’
Dünyanın her yerindeki halkların haklarını alabilmek için uzun bir mücadele süreci yaşadığına dikkat çeken Nazım Alpman ise İspanya’da BASK’ın, İrlanda’da IRA’nın örgütlenmesini örnek verdiği konuşmasında, şu an kimi ulusal hakları elde etmiş olan bu halklara da bakıldığında, hiç kimsenin onlara ‘çok zulüm ve baskı uyguluyoruz, biraz bunu gevşetelim’ niyetiyle yaklaşmadığının görüleceğini vurguladı. Alpman, Türkiye’de yakın dönemde demokratik açılımla birlikte görülen değişimlerin de böyle değerlendirilebileceğini söylerken, kökeninde aslında aynı anlayışın mevcut olduğu iddiasında bulundu.

‘Oğlum dağa giderse kendimi cumhurbaşkanı gibi hissederim’
PKK’nin ortaya çıktığı Güneydoğu Anadolu bölgesinde, tanımlandığının aksine Kürt halkından kopuk olarak ortaya çıkmadığını aktaran Alpman, o dönemde bölgede çalışan bir müteahhit ile yaptığı röportajı şöyle aktardı: ‘Bölgedeki nüfus artışının ideolojik temeli var mı?’ diye sormuştum. Ben ‘yok’ diyeceğini beklerken, aldığım cevap şu oldu. ‘Tamamen ideolojik’. Ben devlet müteahhidiyim. Sıfır model Mercedes’e biniyorum ama bu zenginliğimle babama sizin beş kanallı televizyonunuzdan bir hiçbir şey anlatamıyorum. Ne yapayım ben o zaman bu zenginliği. Bizim dilimiz olmazsa olmaz. Örneğin televizyonlarda Hint programları var Türkiye’de kaç tane Hintli var ki.’ Bir oğlunun olduğunu söyleyen müteahhide; ‘Peki oğlun dağa gitmek isterse ne yaparsın?’ diye sordum. Beklediğim yanıt, ‘Bizim bir tek çocuğumuz var. Yurt dışında okuturuz’du. Ancak müteahhidin yanıtı beni bir kez daha şaşkınlığa düşürdü. Müteahhit sorumu aynen şöyle yanıtladı; ‘Ben oğluma dağa çık demem, ama kendisi gelir bana ‘baba ben dağa gitmek istiyorum’ derse kendimi bu ülkenin cumhurbaşkanı olmuş kadar şerefli addederim. Kürt halkı ve PKK gerillaları arasındaki bağın ‘yapay mı, gerçek mi’ olduğu sorusunun yanıtının, bu örnekten gayet açık bir biçimde anlaşılabileceğini belirten Alpman, aksi takdirde hiçbir hareketin başarıya ulaşamayacağını da sözlerine ekledi.

GÜNEŞ ÜNSAL/ÖMER ÇELİK/ KENAN KIRKAYA-DİHA

‘ABD PKK’nin siyasal etkisini görüyor’

”ABD, Türkiye’nin PKK’yi tasfiye politikalarına destek veriyor. Fakat, ABD silahlı ve politik güç tasfiyesinin yöntemleri konusunda Türkiye gibi düşünmüyor. ABD’nin silahlı muhalefetle mücadele konusunda tecrübeleri var. PKK’nin siyasallaşma yönünü gören ABD, bunun mümkün olduğunca yumuşak geçişlerle gerçekleşmesini istiyor. Gerekirse PKK ile dolaylı görüşme yolunun açılması konusunda Türkiye’nin hazır olması gerektiğine inanıyor.” Irak’a müdahaleyle birlikte Türkiye’nin, ABD açısından stratejik öneminin arttığını belirten ABD askeri stratejiler analisti ve Presse Club Editörü Paul McCrhty, bir çok proje ve uygulamanın Türkiye üzerinden yürütüldüğünü ve Türkiye’nin bölgesel ilişkilerinin de ABD’nin politikaları doğrultusunda geliştiğini belirtti. Yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye iç sorunlarına çözüm bulmasını dayattığını belirten McCrhty, Türkiye’nin PKK’yi tasfiye etme çabaları konusunda, ABD’nin de PKK’nin tasfiyesini istediğini, ancak yöntemler konusunda Türkiye’nin yumuşak geçişler ve dolaylı görüşme yollarını açık tutmasından yana olduğuna vurgu yaptı. McCrhty, söyleşimizin devamında sorularımızı şöyle yanıtladı:

Biraz da Türkiye’nin konumunu irdelemenizi isteyeceğim. Zannedersem ABD, Obama ile birlikte Türkiye’ye BOP, YDD, İran ve komşu ülkeler çerçevesinde önemli misyonlar biçti. Türkiye bu projelerin veya ilişkilerin neresinde seyrediyor?
Önemli misyonların verildiği doğrudur; fakat misyon veya verilen rol, SSCB döneminde başlıyor. SSCB’nin dağılmasından sonra ABD doğal olarak Türkiye’ye yeni misyonlar biçti ama misyonun ağırlığı daha çok Körfez Savaşı ve sonrasında arttı ve günümüzde yani Irak’a müdahale ile birlikte Türkiye’ye tam anlamıyla stratejik yaklaşıldı. Birçok proje ve uygulama Türkiye üzerinde yürütülmeye başlandı. Diyebilirim ki Türkiye, ABD için Ortadoğu politikalarında hayati önem taşıyan bir seviyeye yükseldi. ABD için Türkiye ve İsrail iki koltuk değneği rolünü görüyor. Bu nedenle, Türkiye-İsrail ilişkileri günlük politikaların da dışında en parlak dönemini yaşıyor. Türkiye her ne kadar Filistin sorununu, İsrail’e karşı kullansa da bunun esas balayı dışında kamoyuna yönelik bir tepki gösterisi olarak düşünüyorum. BOP ve Arap Birliği’nin en önemli yürütücüsü Türkiye’dir. İran -Türkiye ilişkileri ABD politikaları doğrultusunda ilerliyor. Kafkasya ilişkileri her ne kadar büyük Türkiye projesi olarak isimlendirilse de esasında enerji politikaları üzerinde ilerliyor.

AB ve ABD Türkiye üzerinde uzlaştığı en önemli konu enerji politikasıdır. Enerji akımı için Türkiye’ye mevcut durumda önemli rol ve misyon biçiliyor. Türkiye’nin Kafkasya ve Ortadoğu politikalarının ABD’siz yürümesi mümkün değildir. Bu nedenle Türkiye Ermenistan’la, Yunanistan’la, İran, Irak, Suriye ve İsrail’le ilişkilerinde yeni bir yapılanmaya gitmek zorundaydı. Yeni dengeler, için Türkiye’nin önü olabildiğince açıldı. Zaman zaman Türkiye zikzaklar çizse de müdahalelerle karşılaşıyor. Obama, üst üste yapılan görüşmelerde kırmızı çizgiler, rota ve misyon veya rolleri sık sık hatırlatılıyor Türkiye’ye.

Böylesine önemli bir konuma yükselen bir ülkenin dış ilişkileri kadar içerdeki ilişkileri de düzenlenmek zorundaydı. Kaldı ki bu her iki koşul birbirini tamamlamak zorundadır. İçten sorunları olan veya sorunlarını azamiye indiremeyen bir ülke, dışarıyla başarılı bir bağlantı kuramazdı. Her ikisinin aynı ağırlıkta yoluna devam etmesi gerekiyordu.

Türkiye, BOP’ta Ilımlı İslam modelini temsil ediyor, içeride de böyle olmak zorunda. Yunanistan’la AB çerçevesinde ilişki yürütmek zorunda ve Kıbrıs sorunu başta olmak üzere içeride patrikhane sorununu bir düzeye ulaştırmak zorunda. İçeride tarihsel Ermeni sorununu dışarıda ise sağlıklı Kafkasya sorununu Ermenistan açılımıyla aşmak zorunda. Irak sorununu içerideki Kürtlerle aşmak zorunda. Bu örneklemeleri genişletmek mümkün ama, tüm bunların kökeni siyasal ve ekonomik ya da enerji politikalarıyla besleniyor. Elbetteki yukarıda belirtiğim ilişkiler ağı bugünden yarına gerçekleşecek ilişkiler ağı veya çözülme süreçlerine akmayabilir. Kısa, orta ve uzun vadeli projelerdir bunlar. Ya da ödevlerin özeti bu şekilde verilmiş durumda. Önemli ölçüde ilerlemeler sağlanıyor. İç ve dış müdahaleler iç dinamikler de göz önünde bulundurularak devam ediyor. Önemli bir kaza olmasa -ki buna zayıf bir ihtimal olarak görüyorum- Türkiye, önemli aynı zamanda ihtiyaçları giderebilen bir ülke konumuna yükselebilir. AB sınırı Türkiye’ye dayanacak. ABD için önemli Asya kapısı, Araplar için de laik bir ülke, AB politikalarına en yakın İslam ülkesi vb... Yani Türkiye’ye önemli misyonlar verildi. Bunların herhangi birisinde bir aksama olursa Türkiye kötü sprizlerle karşılaşır. Türkiye bunu biliyor ve ödevlerini yapmak zorunda. Örneğin AKP iktidarı, ABD ve AB’nin ortaklaşa hazırladığı ve mutabık kaldıkları bir iktidar. Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, içerideki Ilımlı İslam sorunu, AB Türkiye ilişkilerinde bir düzeyin yakalanması, Türk-Arap ilişkileri gibi konular öyle AKP’nin tek başına bağımsız yürüteceği bir politika değildir.

‘Dengeler Türkiye’yi zorluyor’

Türkiye’nin iç dengeleri ya da iç sorunları çok kaygan bir zeminde bulunuyor. Aynı zamanda Türkiye’nin yapısal sorunları hala gündemdeki yerini koruyor. Ulus devlet yapısıyla gerçekten sizin bahsettiğiniz konuma Türkiye ulaşabilir mi?
Bunun kısa, orta ve uzun vadeli gerçekleşeceğini belirttim. Aynı zamanda Türkiye’nin ulus devlet yapısının devam edip, etmeyeceğini söylemedim ki... Bu ve benzeri sorunların giderilmesi söz konusu vadelerde yer alacaktır. İç dengeler veya dinamikler, ulus devlet yapısı, kaba Kemalizm idelojisi, askerin siyaset iilişkileri ve ordunun siyaset üzerindeki kronik yapısı, Türkiye-AB ilişkileri vs.vs gibi konuların şu an hangi aşamada bulunduğuna bir göz atarsak, Türkiye’nin uzun vadeli nasıl bir yapı içine gireceğini de çözmüş oluruz.

Bence Türkiye’de en önemli sorun askerin siyaset üzerindeki ağırlığıdır. Birçok sorunun çıkış noktası bu ilişkiler ağına takılıyor. Türkiye’de özellikle en son Ecevit koalisyonundan bu yana eski koşullar göz önünde bulundurulursu askerin iki askeri darbe yapması gerekiyordu. “Türkiye artık askeri darbeleri kaldıramaz” söylemine katılmıyorum. Hayır, tam aksine buna izin verilmiyor. Hatta muhtıralar olsa bile bu, mevcut projeler dışında gelişiyor ve kısa bir süre sonra tekrar bir doğrultu veriliyor. Özetlersem, Türkiye mevcut durumuyla bölge özgülünde, ABD ve AB ilişkilerinde içeride ve dışarıda kaldırılabilinecek bir ülke değildir artık. İç ve dış dengelerde değişime zorlanıyor. Bunu ileri veya geri bir adım olarak görebilenler olabilir ama, mevcut durum eskiyi kabul etmiyor; yeni ise tamamen dengeler üzerinde kuruluyor. Türkiye pilot bir bölge olarak ABD ve AB’nin stratejileri içinde yer alıyor. Türkiye kendi iç dinamikleriyle değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilecek bir ülke konumunda uzak.

Türkiye’de en önemli sorunun ordu olduğunu söylediniz. Neden ordu?
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte ordu kutsandı. Bu, 1923’lerin başında doğal görülebilinirdi. Kutsal ordu yapısı, sivil siyasetin üzerinde yer aldı sivilleşmeye tam anlamıyla geçilmedi. SSCB’nin dağılmasından sonra ordu kendisine, daha doğrusu halkına karşı bir ordu olmaya başladı. “İç tehdit unsurları” üzerinde kutsallığını devam ettirmek istedi. Oysa ordular dış tehditler üzerinde kurgulanır ama Türk ordusu, Cumhuriyet’ten bu yana iç tehdit unsurları olarak sıraladığı, aslında siyaseti ilgilendiren sorunlara karşı kendi görevli gördü. Sürekli sivil alana müdahil oldu ve bu günümüze kadar devam etti. Böylesine kronik bir yapılanmayı, kışlalarına çekmek halkının kutsal gördüğü ordularda gerçekleşmesi oldukça güçtür. AB ve ABD’nin Türkiye’ye yüklediği misyonlar dolayısıyla ordunun siyaset ve halk üzerindeki yerinin gerektiği yerde olması dayatıldı. Mevcut hükümet ve orduya bunun kabul edilmesi koşulu getirildi. Şimdilik gelişmeler, bu yönlü işliyor.

Türkiye’nin iç dengelerinde yola çıkarak söyleşimizi sözü Kürt sorununa getirmek istiyorum. İç dengeleri oldukça zorlayan hatta bir çok soruna kaynaklık eden Kürt sorunun önümüzdeki dönem nasıl bir seyir izleyeceğini merak ediyorum.
Yukarıda bahsettiğim BOP ve YDD için Türkiye’ye biçilen misyonun olmazsa olmazı iç sorunlarını çözerek ya da minimum düzeye çekerek buradan haraketle plan ve projeler içinde yer alması kuşuludur. Obama, Türkiye ziyaretinde açıkça “bu sorunu çöz” dedi. Ordu her zaman olduğu gibi iç kamoyuna için karşıt refleks gösterdi. Sorunun siyasal yolla çözümü konusunda oluşturulan bir konsept önemli ölçüde orduya kabul ettirildi. Ordu zaten buna hazırdı. Bu konsept dahilinde araçlar değiştirilerek PKK’nin gücü mimilize edilerek aşağıya çekilmesi sağlanacaktı. Yöntemin yanlış olduğu görüldü. Çünkü, Kürt sorunu gibi tahrihsel bir sorun PKK’nin gücünün aşağı çekilmesi ve bu yönlü kurgular üzerinden yürütüldü. Kürt sorunun çözümü durumunda PKK’nin de doğal olarak silahlı müceleye son vereceği düşünüldü. Bu yanlışa ikinci bir yanlış daha eklendi. Bu kez de PKK’nin tavsiyesi hedef alındı ve kurgular bu alanda yürütülmek istendi. Siyasal alanda tasviyesi konusunda ordu ve hükümet mutabık oldu. Hükümetin ön gördüğü tavsiye planlarının birinci perdesi ya da ilk aşamısı dirençle karşılandı ve aslında burada da bir geri adım atıldı. PKK’nin öyle kolay kolay tasviye edilmeyeceği biliniyordu. Son olarak PKK’nin çevresini daratmak için PKK’yi besleyen kanallar tıkıtılmak istendi. PKK’nin siyasal alanda tavsiyesi konusunda atılan adımlar, 30 yıldır kaçınılan bir iç savaş yolunu açacağı da aslında biliniyor. En azından bu politikanın devam etmesi durumunda PKK’nin de Türk devletinin de hiç bir müdahaleye güçlerinin yetmeyeceği tespit edildi. Karşılıklı olarak bu sürece gidilmek istenilmiyor. Bu süreç alt-üst oluşlara neden olacaktır ve geri dönüşü mümkün olmayacaktır. Tasarlanan konseptin nasıl aşılacağı konusu hala tartışma nedeni ama mevcut durumun tehlikeye girmemesi için süreç hızını kesti. Yeni hesaplarlarla ve konseptlerle bu sürecin nasıl atlatılacağı dair tartışmalar derin yerlerde devam ediyor.

‘PKK silahlı yöntemle tasfiye edilemez’

Sizce PKK tasfiye edilebilir mi?
Silahlı yöntemlerle tasviye edilemeyeceği kesindir. Bu PKK’nin askeri olarak çok güçlü oyduğu, bundan dolayı tasfiye edilemeyeceği anlamına gelmemeli. Fakat, PKK’nin çıkış nedenleri ve dinamikleri itibarıyla bir silahlı tasfiye yönteminin, iç savaş tehlikesini ve sonrasında yeni PKK’lerin doğmasına vesile olacağı ve sorunu kronikleştireceği biliniyor. Bu nedenle, bir silahlı tasfiye konsepti izlenmez. Silah PKK’nin sadece bir parçasıdır. PKK’nin sosyolijik, politik, siyasal, kültürel yanları kadar tarihsel yanları da güçlüdür. Bunları bir bütünen ortadan kaldırmakla PKK tavsiye edilebilinir. Bu da mümkün görünmüyor. Öyle zannediyorum ki Kürt çocuklarının büyük bir kesimi, PKK komutanlarının ismini almış... PKK ile birlikte insanlar, Kürt keşfini yapmış, yanlış veya doğru ama PKK sistemi bir yaşam biçimine bürünmüş. Ruhsal kopuşlar olsa bile PKK’de tahrilsel kopuşlar mümkün olmuyor. Bir uzlaşı yolu bulunacaktır. PKK’nin de içinde yer aldığı bir çözüm konsepti er veya geç kendisini dayatacaktır. PKK’nin siyaset üzerindeki etkinliğini kırmak için değişik yol ve yöntemler denenecektir. Deneniyor. Bu yöntem hayat bulabilir mi zaman gösterecek ama PKK bölgede ve Türkiye’de önemli bir denklem oldu. PKK’nin siyasal alanda tasfiyesi, Kürt sorununun çözümüne bağlı olarak gerçekleşecektir.

Devletin çözümüne PKK, PKK’nin çözümüne devlet sıcak bakmıyor. Sorun bu moment üzerinde yükseliyor. Bu haliyle ilerlemesi mümkün mü?
PKK silahlı yöntemle bu sorunu hem kendisi hem de devlet için bittiğini belirtiyor. Bu hususta yapılan, denenen tüm yöntemlerin yapıldığını ve sorunun siyaset yoluyla aşılabileceğini açıklıyor. Devlet de aslında bunun doğruluğuna inanıyor. Kaldı ki Türkiye artık “Kürt yoktur” demiyor. Kürtlerin varlığı kabul edilmiş durumda... Sorun Kürtlerin siyasal statülerinin tarifinde yatıyor. Bence bu aynı zamanda çözüm yoluna girildiğini de gösteriyor bize. Artık geriye dönüş yolları kapanmıştır. Geçtiğimiz aylarda görüştüğüm bir Türk diplomat bana PKK’nin Türkiye gerçeklerine göre istemlerinin abartılı olduğunu söylemişti. Ben ise ona, “Yüzyıllık bir sorun, sürekli silahla bastırılmış. PKK’nin güven sorunu var. Önce güven vermelisiniz. Gerisi gelecektir” dedim. PKK yöneticileri de bu hususta beyan açıkladılar. Ben şahsen diplomata da belirttim. Burada da açıklıyorum. Mevcut koşul ve şartlardan yola çıkarsak, günümüz koşullarında en azından PKK’nin yarattığı siyasal konjonktürde PKK’nin siyasal anlamda tasfiyesi mümkün görünmüyor. Kaldı ki PKK’yi bir örgüt, organizasyon olarak görmek ve bunun üzerinden hesaplar yapmak yanılgılı olur. PKK, son on yıldır önemli ölçüde siyasallaşmış ve sistemleşmiştir. Bu ve benzeri haraketleri tasfiye etmek aynı zamanda kaoslara davetiye çıkarmak olur ki, buna Türkiye’nin konumu gereği müsaade edilmez. PKK çözüme en yakın bir örgüttür. Sonuç olarak, Türkiye, PKK’nin siyasal alanda tasfiyesi konusunda farklı yol ve yöntemleri denemeye devam edecektir. Fakat sonuç diğer ülkelerde olduğu gibi karşılıklı görüşmelerle ve güvenle giderilecek. Özellikle Kürt sorununun iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğine inanıyorum.

Öcalan da sorunun, ABD veya AB ile çözülemeyeceğini, iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğine inanıyor. Buradan yola çıkarsak, Türkiye’nin Kürt sorununa bakış açısı şu an ABD konseptine göre mi şekilleniyor; yoksa Türkiye bunun bir iç sorun olarak kendi dinamikleri içinde mi çözmek ya da çözmemek istiyor?
ABD ve AB açıkça ‘çöz’ diyor. Yöntemler Türkiye’nin sorunu... Elbetteki Öcalan’ın önermesi yerinde bir önermedir. Fakat Öcalan, Türk siyasetinin izlediği Kürt politikasına büyük geliyor. İzlediğim kadarıyla Öcalan’ın etkinliğinin kırılması hedefleniyordu. Bunun mümkün olmadığı görüldü. Dediğim gibi PKK ve Öcalan sistemleşti. Bu tür mücadelelerde, bu sistemlerin yerine daha güçlü sistemler koyamasanız, o sistemlerin etkinliğini kıramazsanız. Uzlaşı politikası veya yöntemleri Kürt sorununun çözümü için de geçerli. Sonuçta Kürt sorunu da uzlaşıyla çözülecek ve önemli bir aşama kaydedecektir. Öcalan önermesini sosyolojik gerçekler üzerinde yapıyor. Kürt sorunu gibi tahrihsel bir sorunun dış güçlerin çözümüyle olsa bile bunun sağlıklı olmayacağını ve sorun üreteceğini biliyor. İki halkın birbirini benimsemesi, haklarına saygı göstermesi, ön yargılarını kırması, her iki halkın da barışa ve kardeşliğe inanması ve burada bir çözümün yükselmesi sorun yaratan değil güç üreten bir konumu da beraberinde getirecektir. Öcalan’ın iç dinamikler demesinin esas nedeni budur.

‘ABD tasfiye politikalarına destek veriyor’

Anladığım kadarıyla şunu söylüyorsunuz: ABD iç dinamikleri göz önünde bulundurarak Kürt sorununun çözümü için AKP hükümeti ve orduya telkinlerde bulundu ama çözüm konusundaki yöntemleri Türkiye’ye bıraktı...
Tam böyle değil. ABD, Türkiye’nin PKK’yi tasfiye politikalarına destek veriyor. Bu desteğin silahlı ve politik yönleri var. Fakat, ABD silahlı ve politik güç tasfiyesinin yöntemleri konusunda Türkiye gibi düşünmüyor. ABD’nin silahlı muhalefetle mücadele konusunda tecrübeleri var. PKK’nin siyallaşma yönünü gören ABD, bunun mümkün olduğunca yumuşak geçişlerle gerçekleşmesini istiyor. Gerekirse PKK ile dolaylı görüşme yolunun açılması kounusunda Türkiye’nin hazır olması gerektiğine inanıyor. Türkiye’nin iç dengeleri buna uygun mudur? Bu hususta zamana ihtiyaç var. İşte bu zaman dilimi içinde AKP iktidar oyunlarıyla kendisine bir konsept hazırladı ve yöntemlerini en azında denemek istiyor. Bunun sonuçlarını yakın bir dönemde göreceğiz. Fakat kaçınılmaz olan şey bir kez daha belirtiyorum, PKK’nin tasfiyesi çok zor görünüyor.

Öcalan, çözüm için PKK’nin en makul insanıdır. Öcalan fırsatı iyi değerlendirilemezse Kürt, Türk ilişkileri uzun yıllara yayılacak bir çözümsüzlüğe vesile olacaktır. PKK’yi içten parçama, siyaseten tasfiye, askeri olarak PKK’yi güçten düşürme, Öcalan’ın Kürtler üzerindeki etkinliğini kırmak gibi birçok yöntem denenmesine rağmen burada istenilen sonuçlara ulaşılamadı. Buradan yola çıkarak, gidilecek adresin rotası elimizde duruyor aslında. Ben sonuç olarak BOP ve YDD çerçevesinde Kürt sorununun ertelenebilecek bir sorun olmaktan çıktığını düşünüyorum. Şu an Türkiye’de yaşanan inişler ve çıkışlar sorunun çözümü için yapılan egrersizlerdir.

Biliyorsunuz Kürtler yalnız Türkiye’de yaşamıyor. Irak’ta bir moment yakandı. Türkiye şu veya bu şekilde sorunu tartışıyor ama İran, Suriye ve Rusya da önemli bir Kürt nufusu var. Suriye’nin iç dengeler vesilesiyle Kürtleri görmezden gelemeyeceğini söylüyorsunuz. İran ve Rusya’daki Kürtler ne olacak?
Suriye ve Rusya’daki Kürtlerin üzerinde PKK’nin önemli bir etkinliği var. Türkiye, PKK ile ne kadar çözüme yakın olursa burada yaşayan Kürtlerin hakları o kadar ön plana çıkıyor. Suriye-Türkiye görüşmelerinde konu gündeme geldi ve daha da gelecek. Gördüğüm kadarıyla Suriye ve Rusya’nın farklı alanlarında yaşayan Kürtler, temsiliyetlerini PKK de görüyor. Bu nedenle PKK, bu ülkelerin bir düğümü. Onun içindir ki Türkiye-Kürt ilişkileri PKK üzerinde geliştirce sorunun çözümü de aynı paralelikte gelişecektir. İran’ı bu ülkelerde ayırıyorum. PKK, İran’daki Kürtler içinde Türkiye’deki 1990’lar sürecini yaşıyor. Çok aktif ve geniş bir kesime hitap ediyor. Öcalan, İran’daki Kürtler arasında önemli ölçüde bir duygu dünyası oluşturmuş. PKK, İran’la sorunu birebir çözemeyeceğini biliyor ama PKK buradaki Kürtleri örgütleyip, İran içinde bir dengeye yükseltmek istiyor. İran’ın iç denklemi içinde Kürtlerin yer alması, güç haline gelmesi, politik ve siyasal olarak gelişmesi doğal olarak İran’ı içeride ve dışarıda zorlayacaktır. PKK bu zorlamayı önemli ölçüde başarmış durumda. ABD İran’ın iç dengelerini çizerken buradaki Kürtleri hesaba katıyor. İran, içeride gelişen Kürtlerin siyasal eğilimlerini biliyor ve kendisinden koparmak istemiyor. Humeyni’nin Kürt için yaptığı vasiyet bu günkü iktidarın çok hoşuna gitmese de İran, Kürtleri ve haklarını görmek zorunda kalacaktır. Aksi takdirde ABD’nin devreye her fırsatta girebileceğini ve İranı zorlayacağını biliyor. Bu sonuç itibarıyla İran PKK’yi dikkatle izliyor.

ALİ ONGAN

PKK ile diyalog kurulmalı!


‘Biz sorunun savaş ile değil diyalog ile çözülmesini savunuyoruz. Türk hükümeti PKK’nin bölgedeki varlığını öne sürerek sınırötesi operasyonlar yapıyor. Bu sorun böyle çözülmez. Son dönemlerde PKK’nin ard arda ateşkesler ilan ettiğini ve politik diyalog istediğine şahit oluyoruz ama Türk hükümeti bu çağrılara olumlu yanıt vermiyor. Sorunun çözülmesinin yolu diyalogun kurulmasından geçer.“











İsveç’te Sol Parti, 2006 yılında yapılan seçimlerde % 5,7 oranında oy alarak 22 üyesini parlamentoya sokmaya başardı. Uluslararası alanda emperyalizme ve gericiliğe, İsveç’te de ırkçı ve yabancı düşmanı akımlara, özelleştirmelere ve sosyal hakların kısıtlanmasına karşı mücadele eden Sol Parti bir basın açıklaması yaparak Belçika’da Kürt kuruluşları ve Roj TV’ye yapılan saldırıları protesto etti. Sol Parti bu yılın Eylül ayında yapılacak parlamento ve belediye seçimlerine Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve Çevre Partisi Yeşiller ile birlikte ittifak kurarak girme kararı aldı. Yapılan kamuoyu yoklamalarının tamamı üç partiden oluşan ”Kırmızı-Yeşil İttifak”ın yapılacak seçimleri kazanarak hükümeti kuracağını gösteriyor. Sol Parti Lideri Lars Ohly Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmelerle ilgili sorularımızı yanıtladı.

Türkiye’de hükümet Kürt sorununun çözümü için bir yandan ‘açılım’ yapacağını ilan ederken aynı zamanda DTP’yi kapatılmasını ve parti yöneticilerini tutuklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’deki gelişmeleri herşeyden önce de DTP’nin kapatılmasını büyük bir kaygı ile izliyoruz. Türkiye’deki gelişmeler sadece bir yönde değil, değişik yönde ve karmaşık bir biçimde sürüyor. Gerici ve milliyetçi çevreler modernleşmeyi, Kürt sorununun çözümünü, demokratikleşmeyi ve insan hakları alanında iyileştirmeler yapılmasını engellemek için seferber oldular. AKP’nin görev yaptığı süre içinde bazı olumlu işler yaptığını görüyoruz. Ancak Türkiye’nin insan haklarını tam olarak hayata geçirebilmesi ve demokratikleşmeyi sağlaması için epeyce adımlar atması gerekiyor.

Batılı ülkelerdeki hükümetler ve partilerde AKP’nin demokrasiden yana olduğu, Kürt sorununu çözmek istediği ancak ordunun ve milliyetçi güçlerin buna engel olduğu kanısı var. Oysaki anti demokratik uygulamalar ve Kürt halkının temsilcilerine karşı saldırılarda AKP ile ordunun mütabakatı var?
AKP bir yandan askerlerin ve Milli Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini sınırlamaya çalışırken, aynı zamanda bu güçlerden bazıları ile birlikte hareket ediyor. DTP’nin kapatılmasında bu güçlerle işbirliği yapmaları oldukça kaygı verici. Biz Türkiye’yi modernleştirme çabalarından dolayı ve eski yapıyı sorguladığı için AKP hükümetine sempati ile bakıyoruz. Ama aynı zamanda biz Türkiye’nin laikliğinin korunmasından yanayız. İslami bir devlet yaratma girtişimlerine karşıyız ve bunun laisizme karşı bir tehdit oluşturduğunu düşünüyoruz. Bütün parti ve örgütlerin serbestçe faaliyet göstermelerinin yanayız. Bunun tersine bir durum sözkonusu olduğunda dış dünyanın ve batının demokrasi ve insan haklarını savunması için tutum almasını istiyoruz. Son yapılan yerel seçimlerde büyük ilerlemeler kaydeden DTP’nin kapatılmasına karşı Avrupa Birliği sessiz kalmıştır.

Batının olanlara göz yumması bilinçli bir politika mı?
Evet bilinçli bir politika. Bundan kesinlikle eminim.

Neden?
Türkiye Avrupa Birliği’ne aday önemli bir ülke. Avrupa Birliği içinde Türkiye’nin üyeliğinden yana ve ona karşı olan güçler var. Fransa ve Almanya’da halkın çoğunluğu Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Ama herşeye rağmen batılı ülkeler Türkiye ile ilişkilerin zedelenmesini ve AB üyeliği tartışmaların olumsuz bir yöne kaymasını istemiyorlar. Bu yüzden de DTP’nin kapatılmasını ve insan hakları ihlallerini görmezden gelmeyi yeğliyorlar. Bu blilinçli bir politikadır. Böyle yapmakla Türkiye’de Avrupa Birliği’ne güvenen kitleye de ihanet ediyorlar. Halbuki Batı’nın Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ne uyması ve demokrasi ve insan haklarını hayata geçirmesi için devamlı uyarılarda bulunması ve ısrarcı olması gerekiyor. Ama özellikle Almanya ve Fransa bunu yapmak istemiyor. Sarkozy ve Almanya Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almamak için yabancı düşmanı güçlerle flört ediyorlar. Türkiye’deki insan hakları ihlallerine göz yummuyorlar. Türkiye’nin insan haklarını ihlal etmesi onların işine geliyor. Türkiye’yi eleştirseler ve Türkiye anti-demokratik uygulamalara son verirse ellerinde Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmaları için koz kalmayacak. Bu nedenle de ihlallere karşı sessiz kalıyorlar. Bu tamamen bilinçli bir politika.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul edeceğini sanıyor musunuz? Yoksa Türkiye’yi oyalama taktiği mi izliyor?
Bu soruya net bir cevap mümkün değil. Avrupa Birliği bu konuda bütünlüklü bir görüşe sahip değil. AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğinden yana ve karşı olan güçler var. Ben demokrasi ve insan hakları alanında gerekli kriterleri yerine geçirdiğinde ve kendi halkı istiyorsa Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasından yanayım. AB içinde bu tutumu savunan bir çok ülke ve parti var. Ama Avrupa Birliği’ni Hıristiyan Klübü olarak gören, gerici ve yabancı düşmanı güçlerin olduğunu da biliyoruz. Üyelik söz konusu olduğunda biz tüm ülkelerden aynı şeyleri istemek zorundayız. Türkiye’den Romanya, Bulgaristan veya üye olmak isteyen bir başka ülkeden istediklerimizden fazlasını isteyemeyiz. Ancak bugün Türkiye AB üyeliği için istenen talepleri yerine getirmedi ve getirmek için de yeterli çaba göstermiyor. Her şeyden önce de demokrasi ve insan hakları alanında.

Sol Parti AB’ye karşı ve İsveç’in Avrupa Birliği’nden çıkmasını istiyor ama aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını istiyor. Bu bir çelişki değil mi?
Ben bunun bir çelişki olduğunu düşünmüyorum. Avrupa Birliği üyeliği söz konusu olduğunda kararı o ülkenin halkları verir. Biz İsveç’in AB üyeliğine karşıyız. AB üye ülkelerin ulusal bağımsızlıklarını sınırlıyor yetkileri Avrupa Birliği’ne devrediyor. Uzun vadede İsveç halkı bundan zararlı çıkacaktır. Ama bazı ülkelerdeki bazı sol gruplar bile bu konuda daha farklı düşünüyorlar. Dışarda kalmaktansa demokrasi ve insan haklarının korunması ve geliştirilmesi açısından AB içinde yer almayı daha yararlı buluyorlar. Türkiye açısından ele alacak olursak AB üyeliği azınlıklar, demokrasi ve insan hakları alanında olumlu bir rol oynayacaktır. Bu nedenle bir çok Kürt dostum Türkiye’nin AB’ye üye olmasından yana tutum takınıyor. Türkiye’nin üye olup olmamasına da orada yaşayan insanlar karar verecektir.

Son yıllarda Avrupa Birliği işçilerin, emekçilerin ve yabancıların haklarını kısıtlayan yasalar kabul etti. Avrupa Birliği’nin Avrupa ülkelerinde demokratik hak ve özgürlükleri sınırlarken Türkiye’nin demokratikleşmesini istemesi ne ölçüde inandırıcı?
Söylediklerin kısmen doğru ancak olayın boyutları farklı. Kopenhag Kriterleri Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa ülkelerini içine alması perspektifi ile belirlendi. Parti ve örgütlerin serbestçe örgütlenmeleri, düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanmasını, örgütlenme ve gösteri yapma haklarının güvence altına alınması öngörüyor. Bunlar son derece olumlu. Türkiye’nin bu kriterleri yerine getirmesi durumunda demokrasi ve insan hakları alanında büyük ilerlemeler olacaktır. Ama aynı zamanda Avrupa Birliği’nin üye ülkeleri yönetme gibi antidemokratik damarları var. Laval Kararı bunlardan biri. İşçilerin örgütlenme ve greve gitme haklarını engelliyor. Biz Avrupa Mahkemesi’nin işçilerin haklarını kısıtlayan bir dizi karar almasını şiddetle eleştiriyoruz. Çelişkiler var ama bunu abartmamak gerekiyor. Ama demokratik hak ve özgürlüklerin tüm üye ülkelerde uygulanmasını isteyen yasalar ve kurallar var ve bunları demokrasi açısından önemli görüyorum.

Son dönemde Ortadoğu’da yoğun bir diplomasi trafiği var. Türkiye’de ülkeyi yönetenler İran, Suriye ile yoğun görüşmeler yapıyorlar. Türkiye’ye Arap ülkeleri, Suriye, İran ve İsrail arasında aracılık yapma görevi mi verilmek isteniyor?
Türkiye’ye aracılık yapma görevinin verildiğini sanmıyorum. Ayrıca Türkiye bunu üstlenecek ve yerine getirebilecek bir konumda da değil. Türkiye bölgede önemli bir faktör. Ortadoğu’da önemli bir bölgesel güç. Ancak bunu abartmamak gerekir. Türkiye Ortadoğu’da barışı sağlamak için arabuluculuk yapacak bir ülke olamaz. Avrupa Birliği ve ABD’nin Türkiye’ye böylesi bir rol biçeceklerini sanmıyorum.

Türkiye’de Kürt sorunu çözümü ve insan hakları ihlallerinin engellenmesi için ne yapılması gerekir?
Bu gerçekten çok zor bir soru. Bu sorunların çözümü ülkenin demokratikleşmesine bağlı. Önce seçim sisteminden başlamak gerekiyor. Yüzde 10’luk baraj azınlıkların örgütlenmeleri ve parlamentoya girmelerini engelliyor. Bu demokratik katılımcılığı engelliyor. Azınlıkların ve diğer grupların temsil edilmeleri ve kendilerini ifade edebilmelerinin önünün açılması için yüzde 10 barajının kaldırılması gerekir. Demokratik hak ve özgürlükleri sınırlayan anayasa ve yasaların değiştirilmesi gerekir.

Türkiye’de PKK ile devlet arasında 30 yıldır savaş sürüyor. Savaşın son bulması için önerileriniz var mı?
Biz sorunun savaş ile değil diyalog ile çözülmesini savunuyoruz. Bu sorun komşu ülkeleri de etkiliyor. Türk hükümeti PKK’nın bölgedeki varlığını öne sürerek sınırötesi operasyonlar yapıyor. Bu sorun böyle çözülmez. Ama biz geçmişteki şiddet eylemlerini de tasvip etmiyoruz. Son dönemlerde PKK’nin ard arda ateşkesler ilan ettiğini ve politik diyalog istediğine şahit oluyoruz ama Türk hükümeti bu çağrılara olumlu yanıt vermiyor. Sorunun çözülmesinin yolu diyalogun kurulmasından geçer.

Avrupa silahlı mücadele verdiği için PKK’yı ‘terörist’ bir örgüt olarak görüyor. Ancak Arafat ve El Fetih de 60 ve 70’li yıllarda terörist olarak ilan edildiler. PKK ve Kürtlerin durumu ile El Fetih ve Filistinlilerin mücadeleleri arasında benzerlikler yok mu?
Filistinliler ve Kürtler devletleri olmayan iki büyük halk. Filistin halkı devletini kurmak ve barış içinde yaşayabilmek için mücadele etmek zorunda. Ama Kürdistan’da bugün değişik ülkelerde ülkelerde yaşayan Kürtlerin durumları farklı. Irak Kürdistan’ında Irak’ın bünyesinde federal bir yönetim var. Türkiye’de Kürtlerin ulusal taleplerinin engellenmeye çalışılıyor ve DTP’nin kapatılıyor. İran Kürdistan’ında felaket bir durum söz konusu. Ülkede yaşayan 8 milyon Kürt’ün hiç bir politik hakları yok. Gösterilerden sonra Kürtler daha çok idam edilmeye başladılar.

Suriye’de Kürtler ağır baskı koşulları altında yaşıyor. Ama her şeye karşı iki halk arasında, Kürtler ile Filistinliler arasında benzerlikler var. Her ikisinin de devletleri yok. Ama ben bu günkü koşullarda bir Kürt devletinin kurulmasının koşullarının olduğunu sanmıyorum. Böyle bir talep Kürtler üzerindeki baskı ve saldırıların artmasına neden olabilir. Bu belki gelecekte olabilir ancak bugün böyle bir oluşumdan söz etmenin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Bugün Kürtlerin demokrasi, insan hakları ve özyönetim için mücadele etmeleri gerekiyor.

Halepçe’nin yıldönümü yaklaşıyor. Sol Parti bu günün kimyasal silahlara karşı mücadele günü olarak ilan edilmesini istiyor. Bunu biraz açar mısınız?
Biz Birleşmiş Milletler’in 16 Mart gününün, Halepçe katliamının yıldönümün kitle imha silahlarına karşı mücadele günü olarak ilan etmesini istiyoruz. Bu konudaki önerimizi Sosyal Demokrat ve Yeşiller kabul etti. Seçimlere bu partilerle ittifak yaparak gireceğiz. Seçimleri kazanmamız halinde bu sorunu Birleşmiş Milletler’in gündemine taşıyacağız.

Newroz kutlamaları öncesi Türkiye’de gergin bir durum var. Sol Parti Newroz kutlamalarını izlemek için Türkiye ve Kürdistan’a heyetler gönderecek mi?
Bu konuda bilgim yok ama ben burada yapılacak iki ayrı Newroz kutlamasına konuşmacı olarak katılacağım.

Aralarında sizin de bulunduğunuz 15 milletvekili tarafından verilen soykırım önergesi bir kaç gün sonra parlamentoda tartışılarak onaylanacak. Parlamentodan soykırım kararının çıkacağını sanıyor musunuz?
Hayır sanmıyorum. Şu anda sağ partiler parlamentoda çoğunluğu oluşturuyor. Ama seçimleri kazanırsak soykırım kararını parlamentodan geçireceğiz. Bu konu hakkında 11 Şubat günü Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve Çevre Partisi Yeşiller ile görüş birliğine vardık. Halkın kendi geçmişi hakkında söz sahibi olması ve geçmişini bilmesi ve bunun başkaları tarafından da kabul edilmesi gerekir. Bu tazminat istenmesi sorunu veya Türkiye’yi yönetenlerden talepte bulunması sorunu olarak anlaşılmamalı. Osmanlı devletinin yaptıkları tarihi gerçeklerin kabul edilmesi olarak anlaşılmalıdır.

Sosyal Demokrat İşçi Partisi yönetimi soykırımı kararı alnmasına karşı idi ama kongrede soykırım kararı parti yönetiminin muhalefetine karşın kabul edildi. Sosyal Demokratların soykırımın kabul yönünde oy kullanacaklarına inanıyor musunuz?
Bu konu Sosyal Demokratlar ve Çevre Partisi ile yaptığımız anlaşmada var. Ben anlaşmaya sadık kalacaklarına ve soykırımın kabul edilmesi için oy kullanacaklarına inanıyorum.

MURAT KUSEYRİ/STOCKHOLM