Bölgesel düzeyde demokratik ölçülerde siyasal ve ekonomik birliklerin geliştirilmesi elbette önemlidir. Özgür iradeye dayalı birliktelikler, gelişme ve ilerlemenin ön koşullarından biridir.
Dünyanın içinde debelendiği, çözümsüz kaldığı sorunlara en büyük çözüm gücü konfederal birliktelikler olduğu toplum bilimcilerin üzerinde ortaklaştığı bir doğrudur. Mevcut durumda diğer bölgelere göre konfederal birlikteliklerin gerçekleşme koşulları Ortadoğu’da daha fazladır. Çünkü kültür, zihniyet, anlayış ve toplumsal yaşam formu Ortadoğu’da ayırt edici özelliklere sahiptir.
Her ne kadar monarşik, totaliter, oligarşik, hatta ırkçı-faşist iktidar odaklı yapılanmalar, geliştirdikleri sistemlerle büyük acılara yol açmışlarsa da, Ortadoğu’nun toplumsal hafızası ve derin kültür birikimini ortadan kaldırma başarısını gösterememişlerdir. O nedenle bunların hiç biri demokratik-konfederal birliktelik önünde engel değildir.
Tam da Ortadoğu için böyle bir ihtiyacın açıktan hissedildiği bir dönemde, yine her zamanki gibi özgür birlik ve gerçek demokrasi karşıtı AKP devreye girerek, alternatifi boğma konseptini devreye koymaya başladı. ABD’nin Ortadoğu için özel hazırladığı bir proje olduğu artık netleşmiş olan AKP’nin bu görevi de taşeron göreviyle yerine getirdiğine dair herhangi bir kuşku yoktur. Bu özel görev İsrail’le yaşanan gerginliğin ortaya çıkardığı taktik yaklaşımla birleşince AKP gözünü kırpmadan çok hileli bir girişimi başlatmış oldu.
Ortada olan bu duruma karşın Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün dörtlüsü arasında oluşturulduğu iddia edilen serbest bölge anlaşması, birçok çevre tarafından Ortadoğu birliğinin ön aşaması olarak değerlendiriliyor. Eğer gerçekten halkların iradesi ekseninde demokrasi ilkeleri işletilirse zamanla tutarlı bir birliğe dönüşebilir. Ama özel görevli bir AKP aldatması ile bunun olması mümkün değil.
Demokratik zeminde inisiyatif, irade, katılımcılık ekseninde farklı devletlerin bir araya gelip oluşturacakları birliğin olmazsa olmazı devrimci yaklaşım ve anlayışa sahip olmaktır. Ne var ki söz konusu her dört ülke de yeminli anti devrimci karaktere sahiptir. Demek ki ekonomik çerçeve ile sınırlı olsa da başlatılan girişim halklar yararına olacak demokratik içerik ve özden uzaktır.
O halde bu girişimi nasıl yorumlamak gerekir? Nereye oturtmak gerekir? AKP bununla ne yapmak istiyor?
AKP, ABD onayı ile İsrail’e karşı kontrollü bir kriz süreci başlattı. ABD, İsrail’in kimi sivri uçlarını törpülemek için AKP’yi kullandı. İsrail’e karşı kontrollü kriz AKP’nin de işine geliyordu. Bu yöntemle hem Arap devletleri arasında prestijini artırıp, Arapları Kürt özgürlük mücadelesine karşı kullanmayı tasarlarken, hem de Ortadoğu’da model ülke olmanın hesaplarını yapmıştı. Sözde böylece model ülke olacak bir Türkiye, Ortadoğu’da hızla artan anti kapitalist anlayış ve eğilimin belli bir sisteme kavuşmasını engelleyecekti. Ama AKP ölçüyü kaçırınca kontrollü kriz süreci kontrol dışına çıktı ve ABD’de desteğini çekti.
İsrail’e karşı yalnız kalan AKP, şimdi de halkların iyi niyetlerini sömürerek, İsrail’e karşı koz haline getirmeye çalışmaktadır. Gerçi ne Ürdün, ne Lübnan yönetimlerinin İsrail ile çok ciddi sayılabilecek çelişkileri yoktur. Ama taktik bazı yaklaşımlar dışında Arap şovenizmi ve Yahudi siyonizminin yan yana durma koşulu da yoktur.
ABD tarafından AKP’ye verilen alternatifi boğma görevi gecikmeli veya zamansız da olsa şimdi yerine getiriliyor. AKP hükümeti öncülüğündeki Türkiye bu girişimle bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Türkiye dörtlü anlaşma ile birinci görev olarak Ortadoğu’da giderek yükselen ve sesini daha gür çıkaran anti emperyalist duruşu etkisizleştirmek isterken, ikinci olarak da İsrail’e tehdit dolu mesajlar vermeye çalışıyor.
Türkiye geliştirdiği bu siyaset ile Ortadoğu’da halkların özlemini duyduğu ve verili sisteme alternatif konfederal sistemi boşa çıkarması mümkün değildir ama İsrail’e verdiği tehdit içerikli mesajdan istediğini alabilir. İsrail’e ‘anlaşamazsak ve yeniden ortak noktada buluşamazsak etrafındaki devletleri birlik içine çekip etrafını sararım’ diyerek istediğini koparmaya çalışıyor. AKP gibi ilkesiz ve çıkarcı bir anlayışa inanan Suriye, Lübnan ve Ürdün halkının temiz niyetine üzülmemek elde değil.
Son dönemlerde 1915 Ermeni katliamını gündemine alan Türkiye’nin batılı dostları neyin peşindeler. Kendilerine ‘günaydın’ demek gerekir.
İnsanlık suçu olarak vicdanlarda en kötü biçimde lanetlenmiş soykırımların hatırlanması için üzerinden 95 yıl mı geçmeliydi? Binlerce insanın hayatına mal olan, bir halkı adeta yeryüzünden silme anlamına gelen bu soykırım neden şimdiye kadar hatırlanmadı?
Ermeni soykırımına Avrupa ülkelerinin duydukları ‘ilgi’nin samimiyet taşımadığı bu açıdan kesinleşmiştir. Bugün politikaları böyle gerektirdiği için, farklı birçok ülke soykırım yasa tasarıları hazırlayıp meclislerine sunuyor. Soykırımı gündemlerine alan devletlerin hiç biri de Türk devletinin babası Osmanlı’nın Ermeni halkına karşı işlediği insanlık dışı katliamı yargılamak için bu girişimi başlatmamıştır. Ya da katliamın resmiyet kazanması için bu tutumlara girilmemiştir. Tek sebebi Osmanlı soykırımı altında can çekişen Ermeni halkının acıları üzerinde politika yaparak, Türk devletinden istenen tavizlerin koparılmasıdır. Böylece bir kez daha kapital-modernist sisteminin kirli oyunları ve ahlaktan yoksun karakteriyle karşılaşıyoruz.
Kapitalist-modernist sistem için insanlık erdemi ve değer yargıları adına bir ahlakın olmadığı bu tartışmalar çok net göstermiştir. Bu sistemin genel ‘doğru’su yoktur. ‘Doğru’ya sisteminin çıkarı ve kirli hesaplarına göre rol oynatıp öyle anlaşılmasını sağlamak istiyor.
Kuşkusuz ki iki asırlık süre içerisinde Türk egemenlerinin hakim olduğu devlet aygıtı bir çok halkı korkunç katliamlardan geçirmiş, halkları zorla göçe zorlamış, mal ve mülklerini talan etmiştir.
Batıda gelişen ulusal milliyetçilik, 20. yüzyılın başlarında yansımasını katı faşizim biçiminde TC devletinde yaşam bulmuştur. Adı cumhuriyet olan, ancak cumhurdan yoksun, elit bir kesime dayanan TC devleti, 1915 yılının Osmanlının can çekişen dönemlerinde katı faşizan anlayışını yükseltme trendini izlemiştir. Bin yıllarca kader birliği yapıp birlikte yaşayan halklar arasındaki dini farklılıkları kullanarak halkları birbirine kırdırtmaya çalışmış, bu yetmediği gibi düzenli orduyu devreye sokup Ermeni halkını kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden soykırıma tabi tutmuştur.
Soykırımla Ermenileri öldürüp, kovduktan sonra sıra Kürtlere gelmiştir. İzlediği inkarcı-katliamcı ve asimilasyoncu politikalarla Kürt halkını nefes alamaz hale getirmiş, buna karşı Kürt halkının isyana başvurması kanlı yöntemlerle bastırılmış, Kürtleri batıya doğru güçe zorlamış, sürgüne göndermiş ve asimilasyonu yaşamanın tek seçeneği olarak önlerine koymuştur.
Türk devleti, Kürtlere karşı sadece bunları mı yaptı? Tabi ki hayır. Gayri müslimleri varlık vergisine tabi kılmış, devlete karşı borçlu hale getirmiş, borçlarını ödemediklerinden dolayı demir yolları vb gibi yerlerde angarya işlerinde çalıştırmış, bu zalim politikalara dayanmayıp birçoğu batı devletlerine kaçmak zorunda kalmış, kaçamaz durumda olanları da “mübadele” adı altında zoraki biçimde yurtlarından süküp atılmıştır.
Türk devletinin gerçekleştirdiği kirli uygulamalar geçmişle sınırlı değil, Ermenileri soykırımdan geçiren zihniyet hala enkinliğini koruyor. 1915’ten beri devleti yöneten anlayış ne ise bugün de odur. İsim değişikliği dışında bir değişimden söz etmek mümkün değildir.
Türk devlet geleneğinin elit kesimi halklara karşı geliştirdiği insanlık suçlarının aydınlanmaması için her türlü yöntemi uyguluyor. Tarihin aydınlanması adına ortaya konulan girişimlere karşı adeta kıyameti koparıyorlar. Utanmadan da “tarihi tarihçilere bırakalım” deme cüretini gösteriyor. Bu kadarına ancak “pes” denilebilir.
Halbuki şöyle bir gerçeklik Türkiye’de varlığını hep korumuştur: Bugüne değin tarihi doğru yazmaya çalışanlar ve karanlık perdeyi aralamak isteyenlerin hepsi şüpheli biçimlerde öldürüldüler. Suikaste uğramayan veya yargılanıp hapse atılmayan tutarlı, aydın, yazar, tarihçi, sosyolog kaldı mı? Dünyada Türk devleti kadar yazarları katleden, yargılayıp hapse atan başka bir devlet daha var mı?
Kuşkusuz tarihi yeniden yazmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın belirttiği gibi “mevcut yazılı tarih tersinden okunmuşsa anlam ifade edebilir” belirlemesi zaten tarihe nasıl yaklaşılması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu açıdan tarihi yeniden yazmaya kalkışma cesaretine sahip olan tarihçiler Kürt Halk Önderi Öcalan’ın sunduğu formül ekseninde hareket edebilirlerse, insanlığa hizmet etme noktasına geleceklerdir. Bunun dışında kalan girişimlerin sonuç alıcı olması mümkün değildir.
7 Mart’ta yapılacak Irak seçimlerinin üzerinde titizlikle duran Türk devleti, AKP ve Fethullah Gülen aracılığı ile cuntacı Baasçıları desteklemeye başladı.
Türk Devleti, Bağdat’ta İrade Olmasını Engellemek İçin Her Yolu Deniyor
Türk devleti, Kürtlerin Bağdat’ta irade olmaması için, Irak genel seçimlerine müdahil oldu. Bunun için Irak’ta Sünni cephe içerisinde aday olan eski Baascıları desteklemek için girişimlerini hızlandırdı. Gizli yapılan toplantılar ardından Irak Türkmen Cephesi, Tarık Haşimi’nin El-Irakiye listesi, Eyad Allawi ve Salih Mıtlık’ın Ulusal Diyalog listesi ve Irak Cephesi’nin yanı sıra KDP ve YNK’ye muhalif olan eski Kürt korucu başlarının kurmuş olduğu Kürdistan Adalet ve Eşitlik Partisi ile yakın temasa geçti. Ayrıca Erşed Zebari ve tüm Iraklılar kitlesinden Cehwer Herki listesini, Musul’da ise Hedba Partisi’nin onay verdiği adayları destekleyecek.
Türk Devleti’nin Girişimi ile Irak’ta Darbe Hazırlıkları Yapıldı
Irak’ta Baasçı ve cuntacı kesim olarak tanınan bu grup ve kişiler daha önce Türkiye’nin direktifleri ve AKP’nin gizli diplomatik faaliyetleri sonucu Mısır’da toplanarak Maliki hükümetini devirmek ve Irak’ta darbe yapmak için ortak kararlar almışlardı. Irak hükümetinin sert tepkisi ile karşılaşan bu kesimler daha sonra strateji değişikliğine gittiler. Yeni stratejilerini Irak seçimlerini kullanarak darbe yapmanın koşullarını yaratma üzerine inşa ettiler.
AKP’nin destekleme kararı aldığı Sünni cephedeki kişilerin Irak Sorgulama ve Adalet Komisyonu tarafından “darbeci Baasçılar” olarak anılması ve seçim yasağı getirmek istediği kişiler arasında olması ise ayrıca dikkat çekiyor. Irak’ta çıkarları gereği darbeci zihniyetleri destekleyen AKP ve Fethullah Gülen tarikatının cuntacı grupların iktidara gelmesine olanak tanınması için ABD nezdinde ve Tarık Haşimi aracılığı ile gizli diplomasi çalışması yaptığına dair ciddi bilgiler mevcuttur. Bu çalışmaların sonucunda Irak’ta seçimlere girmelerine izin verilmeyen Baascı ve darbeci listenin içinde bulunan Salih Mıtlık, Erşed Zebari, Cewher Herki gibi Kürt karşıtı ve140. maddenin Kerkük’te uygulanmasını istemeyen kişilere, Irak Soruşturma Komisyonu tarafından tekrar seçimlere girme izni verilmesi, her çevrede ciddi kafa karışıklığı yaratmaya yetti.
AKP ve Fethullah Gülen tarikatı ise Türk devletinin yardım fonları, Irak ve Güney Kürdistan’da bulunan Türk firmalarından Nursoy, Gürbağ vs. İHH ile Kimse Yok mu Derneği gibi yardım kuruluşları ve Türkmen vakıflarının aracılığı ile Irak’taki Sünni Baasçılara para yardımı, teknik ve lojistik destek vermeye başlaması tüm dikkatleri bir anda bu noktaya kilitledi. Bu amaçla Türk devletinin Tarık Haşimi’nin kurmuş olduğu Salihiye Vakfına resmi yollardan 100 bin doların yanı sıra seçimler için 200 bin dolar daha aktarması endişeyi daha da büyüttü.
Baasçılar Yeniden Sahnede
Baascıları destekleyen Tarık Haşimi, Türkiye’nin görüş ve direktifleriyle 2 Ocak tarihinde gittiği ABD’de Obama ile yaptığı görüşme ardından Baasçı ve darbeci oldukları gerekçesiyle Irak seçimlerine girmelerine izin verilmeyen 500 kişinin haksız olarak seçimlere katılmalarının engellendiğini belirterek, Sorgulama ve Adalet Komisyonunun yasal olmadığını, heyet üyelerinin parlamentonun onayından geçmediğini, bu nedenle heyetin almış olduğu kararların geçersiz olduğunu ifade etmesi işin rengini tümden değiştirdi. Bu görüşmelerden sonra yasaklanan Baasçıların Irak seçimlerinde tekrar aday olabilecekleri açıklanması, yapılan planlamanın eksiksiz yürüğünü göstermeye yetiyor.
Seçim Rüşvetinde Fettullah Gülen İzi…
İHH insani yardım vakfı ve Kimse Yok mu Derneği yardım kuruluşlarının Kerkük ve Musul’da Irak Türkmen partileri ve Sünni cephesine oy verecek olan kesimlere gıda başta olmak üzere giyecek dağıttı ve ihtiyaca göre bazı kültür merkezleri açtı. Fethullah Gülen tarikatına bağlılığı ile tanınan İHH yardım kuruluşu ise Türkmenlerin ve Sünni Arapların sesi olmak için Kerkük’te Adalet Radyosu adıyla bir radyo istasyonu kurdu. Radyoya Irak’ın toprak bütünlüğü ve Kerkük’ün bir Türk şehri olduğu yönünde sürekli propagandalar yapma rolü verilmiş. Yine aynı radyo seçimlerde darbeci Sünni cephesi adaylarının desteklenmesi için sürekli çağrılar ve programlar organize etmeye başladı. AKP ve Gülen tarikatı tarafından İHH aracılığı ile finans edilen Adalet Radyosu Kerkük’te bu misyonla yayın yapmaktadır.
Planlamanın yürütülmesi için Türkmen Cephesi yetkilileri, Irak seçimlerinin yaklaşmasıyla birlikte Türkiye devleti tarafından özel olarak davet edilerek başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile basına kapalı gizli görüşmeler yaptılar. Irak seçimlerinin ve yeni dönem Irak politikalarının ele alındığı görüşmelerden sonra Irak Türkmen Cephesi lideri Sadettin Ergeç seçim çalışmalarına hız vererek, daha diplomatik bir üslup içerisinde Kürt karşıtı faaliyetlerinin çerçevesini çizmeye çalıştı. İlk başta Kerkük’te Türkmenlerden oluşan askeri bir güvenlik gücünün kurulması gerektiği dillendiren Türkmen Cephesine bağlı yetkililer, Sünni, Şii ve Türkmenlerin Irak’ın toprak bütünlüğüne ve 140. maddenin kaldırılmasını isteyen listelere oy vermesi gerektiğini sürekli dillendirmeye başladılar. Türkiye ise Iraklı Türkmenlere seçimler için 1 milyon dolar fon verdi. Türk Dışişleri Bakanlığı yapılan yardımları Kerkük, Musul ve Telaffer bölgesinde güç koşullar altında yaşamak zorunda kalanlara “insani yardım” olarak açıkladı. Türk Dışişleri Bakanlığı devamla “Irak'a yapılmakta olan bu insani yardım, 2003 yılından bu yana ismi anılan ülkeye ulaştırdığımız ve her yıl yapılmakta olan insani yardımlarımız bakımından yeni bir halkayı oluşturmaktadır” dedi. Oysa işin iç yüzü açıklamada belirtilen gibi değildi, Dışişleri Bakanlığı imzasıyla yayınlanan bildiri manipülasyondan öte bir anlama sahip değil.
Kürt Karşıtlığı Faaliyetleri Bir Devlet Politikası…
Türk Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un talimatı ile AKP’nin himayesi altına giren Irak Türkmen Cephesi, AKP’nin direktifleri sonucu Kerkük ve Musul’da seçim faaliyetlerini hızlandırdı.
Musul’da Türkiye Başkonsolosu Ahmet Yıldız, bu bölgede bulunan Sünni Arapları, Şiileri ve Kürt aşiretlerinin Kürt listelerine oy vermemeleri için Türkmen Cephesine yakın Türkmen partilerinin Hedba listesinin desteklediği Kürt ve Arap adayların desteklenmesi için Musul’a bağlı nahiye ve köylerde çalışmalar yapmaya hız verdi. Bunun için Musul Başkonsolosu Ahmet Yıldız 29 Ocak tarihinde Telafferi ziyaret ederek yerel yetkililer ve aşiret reisleriyle görüştü. Bu görüşmede seçimlerde Kürt listelerine karşı ortak hareket edilmesinin koşulları yaratılmak istendi.
Diğer dikkat çekici bir nokta da Hedba listesi ve cuntacı Baasçılar için AKP ve Fethullah Gülen tarikatının destek verdiği İHH ile Türkmen vakıflarının yardımı ile Musul’da yeni bir tv kanalı kurmaya dönük Ürdün, Suriye ve körfez ülkeleri üzeri teknik çalışma ve alt yapı hazırlığına girişilmesidir. Zaten bu amaçla yayın yapan bir tv kanalı mevcuttur. Irak Türkmen Cephesi’ne bağlı Türkmeneli tv, Türk devletinin desteklediği Türkmen vakıfları (Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı, Kerkük Vakfı vb) aracılılığı ile Nilsat ve Türksat uyduları üzerinden yayın yapmaktadır. Musul ve Irak’ta bulunan Baasçılar içinde benzer bir biçimde Türkiye ve körfez ülkelerinin desteği ile bir TV-radyo kanalının yanı sıra gazete ve dergi çalışması yapılmaktadır.
AKP’nin Korucu (Cash) Kürt Sevdası…
Iraktaki darbecileri ve cuntacıları destekleyen AKP ve Fethullah Gülen şebekesi, Suriye, Ürdün ve Türkiye’de Iraklı Baasçılar listesi içerisinde olan eski Kürt korucu başlarıyla gizli görüşmeler yaparak, onlara para yardımı yapmaktadır. Ürdün ve Suriye toplantılarından sonra İstanbul’da bir araya gelen Türk yetkilileri ve Güneyli eski Kürt korucu başları, Irak seçimleri için AKP’den gereken desteği aldıklarını belirterek seçim broşürleri, kitapçıklar, poster, bayrak ve flamalar için Fethullah Gülen tarikatına bağlı ofset matbaalarından gereken teknik yardımı zaten alıyorlar.
Herki aşiretine mensup kişiler bu yardımların Suriye üzerinden gerçekleştiğini, Musul’un bunun için merkezi bir üs haline getirildiğini söylemeleri ilginçliklerle doludur.
Aynı kişiler yapılan anlaşma karşılığında Fethullah Gülen tarikatına mensup Arapça ve Türkmence bilen bazı kişilerin Alperen Ocakları adı altında seçimlerde Türkmen ve Sünni cephesine oy toplamak için tanınmış bazı kişilere suikastlar düzenleyerek Musul ve Kerkük’te Kürt listelerinin oy çoğunluğuna ulaşmaması için provokasyonlar yapacağını söylemeleri planın ne denli derin olduğunu gösteriyor.
Fettullah Gülen’in Yeni Vurucu Timleri Alperen Ocakları mı?
BBP’ye bağlı Alperen ocaklarının hazırlığına ve girişimlerine bakılırsa işin ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkıyor. BBP’ye bağlı Alperen Ocaklarının yeni görevi, Musul’da Fethullah Gülen tarikatının tetikçi birlikleri olmaktır. Bunların seçimlerden sonra Musul ve Kerkük’te daha çok kullanılacağı birçok çevre tarafından iddia edilmektedir.
Maliki’nin Bilip de Söylemediği Gerçek Ne?
Irak başbakanı Maliki 7 Marta yapılacak Irak seçimlerine dönük Bağdat’ta yaptığı açıklama üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor. Maliki, Irak seçimlerinin önemine değinirken, “Irak seçimlerine bir tek Iraklılar girmiyor, bütün dünya giriyor, özellikle Irak’a komşu ülkeler” derken, bir yandan tepkisini dile getirmiş oldu, öte yandan oynanmak istenen oyuna dikkat çekmesi açısından önemliydi.
Türk devleti ve AKP hükümetinin Irak’ta neden darbecileri desteklediği sorusu ise yanıtını aramaya devam ediyor.
Türkiye’nin İsrail ile kardeş devlet olması, İsrail devletinin dönemin emperyal gücü ABD ve İngiltere tarafından 1948 yılında Siyonist ideoloji temelinde kuruluşuna kadar dayanmaktadır. Öyle köklü bir devlet kardeşlik ki TC devletinin İsrail’i ilk olarak tanıyan ülkelerden olmasına bile yol açıyor. İsrail ilk tanıyan ülke olan ABD’nin ardından hemen 11 saat sonra Türk devleti korsanca kurulan İsrail devletini tanımıştır.
TC-İsrail arasındaki ilişki stratejik ittifak olma özelliğine sahiptir. Bu ittifak Siyasi, askeri, ekonomik-ticari ve istihbarı alanda olup çok yönlüdür. İsrail’in Filistin coğrafyası üzerindeki işgali ve gerçekleştirdiği katliamlarının Ortadoğu’daki en önemli ve yegâne destekçisi her zaman için TC devleti olmuştur. Bu ilişki öyle bir ilişkidir ki İsrail’e karşı Filistin’deki katliamlardan dolayı Ortadoğu ve dünyanın birçok ülkesi tarafından tepkiler gelişmesine ve hatta kararlar alınmasına rağmen TC-İsrail ilişkileri en ufak olumsuz bir etkilenmeyi yaşamamıştır.
Bu durumla ilgili en somut ve yakın zamandaki örnek İsrail devletinin son Gazze’ye saldırısında gerçekleşen katliamda yaşamını yitirenlerin sayısı binleri bulmasına ve çoğu kadın-çocuk olmasına rağmen Türkiye’de İsrail karşıtı gelişen eylemler üzerine AKP hükümeti bütün parti teşkilatlarına talimat göndererek İsrail karşıtı gerçekleşen gösterilere katılmamaları konusunda uyarmıştır.
Gazze saldırı sonrası dünyanın öbür ucundaki Bolivya, Venezzuella ve daha birçok Latin Amerika ülkesi İsrail’e tepki koyarken ve hatta bazıları İsrail elçiliklerini sınır dışı ederken AKP hükümeti ile İsrail arasındaki ilişkilerde bir küçük olumsuzluk yaşanmamıştır. Hatta tam tersi her böylesi gelişmelerden sonra TC-İsrail arasındaki askeri ve ticari anlaşmalara yenileri eklenmiştir.
Yukarıda ortaya konan bazı hususların amacı son günlerde ortaya atılan bazı iddialara açıklık getirmeye çalışmaktı. Gazze’ye yardım gemilerine saldıran İsrail devletinin gerçekleştirdiği katliam ardından bazı kendini bilmezler PKK ile İsrail arasında ilişki olduğunu iddia ettiler. Kürt halkının meşru mücadelesinin karalanmasındaki düşmeyi anlatması açısından oldukça öğretici bir yaklaşımdır. Hüseyin Çelik gibi bazı AKP devşirmeleri son HPG’nin İskenderun’daki deniz üssüne yönelik gerçekleşen eylemiyle Gazze’ye yardım gemilerindeki katliamı arasında ilişki olduğu iddiasında bulundular. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geçmişine bakmamız kimin İsrail ile kirli ilişkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürt Özgürlük hareketinin gelişimi ve uluslar arası bir platforma taşınmasının ardından TC-İsrail ilişkileri daha da derinleşmiştir. Kürt halkı üzerinde yürütülen kirli savaşın ve bu savaş neticesinde meydana gelen katliamların geliştirilmesinde İsrail devletinin her alandaki desteği doğrudan etkili olmuştur. PKK’ye karşı mücadelede İsrail savaş tekniği kullanılmış, bazı önemli ve büyük askeri operasyonlarda Kürdistan dağları özel eğitimli İsrail pilotlarınca bombalanmıştır. İsrail’in Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik geliştirilen uluslar arası komploda oynadığı rol de TC-İsrail stratejik ittifakının ne düzeyde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan günler öncesinden 31 Mayıs’ta devreden çıkacağını defalarca ve günler öncesinden deklere etmişti. Bir süredir her yerde HPG gerillaları ile TC ordu güçleri arasında çatışmalar zaten yaşanıyordu. Yeni bir dönemin ilanı gerçekleşmişti. O zaman şunu sormak lazım neden AKP hükümeti Gazze’ye yardım gemilerini bir hafta Türkiye’de beklettikten sonra özellikle yardım gemilerini o tarihe denk getirdi. Yoksa bu bilinçli önceden hesaplanan bir planın parçası olmasın ki öyle görünüyor. Çünkü günler öncesinden İsrail yardım gemilerine operasyon yapacağını açıklamış ve kanlı da geçeceği biliniyordu. AKP hükümeti bile bile böylesi bir süreci geliştirdiği anlaşılıyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, 4. mücadele dönemine girdiğini açıklamıştı. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bunu en iyi bilenlerden biride AKP hükümetiydi. İyi fark etmiş olacak ki yeni gündem yaratmanın dikkatleri farklı bir yöne çevirmenin ve Kürt Özgürlük Hareketinin yeni mücadele hamlesine karşı yeni bir özel savaş dayatmasıdır.
AKP Kürt halkının haklı ve insani mücadelesini İsrail üzerinden vurmak istiyor ve klasik özel savaş lobisinin ezberini bozmayarak gelişmekte olan yeni süreci dışarıyla izah ediyor. Bunu bir psikolojik savaş yöntemi olduğu açıktır. AKP hükümeti bunu yaparak İsrail ile kirli ilişkilerini gizlemeye çalışıyor. Çünkü 8 yıllık AKP hükümeti döneminde İsrail ile geliştirilen ilişki ve imzalanan anlaşmalar daha önceki hükümet dönemlerindekinin 2 katından daha fazladır. Bu durumu en iyi anlatan örnek İsrail’in Ankara Başkonsolosu Amira Arnon 14 Eylül 2003’te Milliyet gazetesine verdiği demeçte“İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişmiş, AKP’nin iktidar olmasından dolayı ikili ilişkilerde hiçbir olumsuz durum yaşanmamıştır” diyerek AKP-İsrail ilişkilerinin durumunu ortaya koymasıdır.
TC Başbakanı Tayip Erdoğan Gazze’ye yardım gemilerine karşı İsrail ordu güçlerinin saldırısı sonucu gerçekleşen katliam ardından yaşananları bir siyasi rant aracı olarak kullanmıştır. Mazlum Filistin halkının özgürlük mücadelesini kendi iktidarını daha da geliştirip kalıcılaştırmak için istismar etmiştir. Kendisi en büyük devlet teröristi olan Erdoğan İsrail devlet teröründen yakınmıştır. Kürt halkı üzerinde kendi tabiriyle “çocuk kadın demeden gerekeni yapan” Erdoğan’ın bu söylemleri tahammül sınırlarını da zorlayan niteliktedir. Daha birkaç gün önce Şirnex’te 14 yaşındaki Fırat Diren Basa adındaki Kürt çocuğunun katledilme talimatını veren bir Başbakanın Gazze’de çocuk katliamlarından bahsedip çocuk hakları savunucusu kesilmesi şiddetle sorgulanması gereken bir durumdur. Kuşkusuz Filistin halkının mücadelesini haklı görmek destek vermek gerekiyor. PKK en zor koşullarda ve bedelde ödeyerek destek vermiştir.
Tüm Filistin ve Arap halkının TC Başbakanı Tayip Erdoğan’ın etkisi altında kaldığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Özellikle Filistin halkının bazı öncüleri Türk devletinin İsrail ile olan kirli ittifakını iyi biliyor. Önceki gün bir açıklama yapan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi temsilcisi Fuad yaptığı açıklamada Türk devletini mücadele geçmişlerinden iyi tanıdıklarını belirtti.
İsrail devletinin temelini oluşturan Siyonizme dayanan faşizmi bir zihniyet olayıdır. Bu zihniyet birçok isimle adlandırılsa da dünyanın birçok ülkesinde öz olarak aynıdır. Yani İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’nun Filistin halkına karşı uygulandığı faşist Siyonist zihniyet ve katliam, TC Başbakanı Tayip Erdoğan’ın Kürt halkına karşı uyguladığı inkârcı, tasfiyeci ve katliam politikalarının arasında hiç bir fark yoktur. Yani öz anlamıyla düşünüldüğünde, ha Erdoğan Siyonizmi ha Netenyahu siyonizmi fark eden bir şey olmuyor. İkisi bir elmanın iki yarısını ve ikiz kardeşleri anımsatıyor. Bu nedenle Erdoğan-Netenyahu arasındaki kardeşlik zihinsel kardeşlik, Siyonizm kardeşliğidir.
Tarihi bir dönemece daha girdik. Aylardır yazıyoruz, çiziyoruz, uyarıyoruz. Hiçbir zaman yapmadığımız gibi alenen dile getiriyoruz. Ancak kararmış yürekler, taşlaşmış vicdanlar, örümceklenmiş beyinler anlamamakta ısrar ediyorlar. Anlamamanın da ötesinde sanki her şey normal seyrinde izliyor havasını özenle vermeye çalışıyorlar. Hiçbir şey normal değil, bu bilinsin.
Bu kez farklı olacak.
Olup-biten birkaç misilleme girişimi, olup biten birkaç eyleme bakıp “bunlar PKK’nin işi değildir” diyorlar. ‘PKK’nin çizgisine uymuyor’ diyorlar. Bugüne kadar savaşa katılmamış Deniz İkmal Komutanlığına bağlı güçleri HPG güçlerinin hedeflemesi bilinenin dışındaymış, vs …
Şimdi de herkes PKK uzmanı oldu. PKK nasıl eylem yapar, nasıl yapmaz, nerede yapar, nerede yapmaz stratejisti oldu. Bilmeyen derki bu yazarçizerler gerillayla birlikte eğitim görmüşler, strateji ve taktik dersi almışlar.
Bunlar saf olanlar, bunlar savaşın gerçeklerini birebir bilmeyenler, bunlar gerçekten anlamaya çalışanlardır. Ancak bir kesimde var ki, özel savaş lobisinin ya elemanları ya da akıl verenleridir. Danışmanları, danışılanları olmak istiyorlar. Bunlar ise kendilerince gördükleri rüyaları yorumlamaya tabii tutarak savaş lobisinin ve şimdilerde onun ayak işlerini yürüten AKP’nin kuyrukçuları, rant yiyicileridir.
Görünen köy kılavuz istemez diye meşhur bir Türk atasözü var. Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır diye başka bir söz daha var. Bir kere madem o kadar akıl veriyorsunuz o zaman söylediklerimizi biraz takip etmenizi salık veririz. Ya da söylediklerinizin doğru olmasını istiyorsanız, kalkın biraz uyanık halde olup biteni izleyin.
Biz aylardır TC devletinin ve onların Adaletsiz Kafirizm Partisi’nin inceltilmiş, inkârcı, imhacı, tasfiye konseptinin beraberinde çok farklı bir süreci geliştireceğini alenen söyledik. Yazdık, çizdik. Sert cevap vereceğimizi de belirttik. Devletin ve iktidarın bu siyasetine karşı sert cevap verme istemlerimizi Önderliğimiz hep frenledi. Önderliğimiz ısrarla barışçıl, diyalog yöntemine bir şans daha vermek için sabırla, inatla ilişki ve muhatap aradı. Ama AKP, Kürt halkına karşı soykırım girişimlerini uluslar arası sahaya taşıdı. Tüm iyi niyet girişimlerimiz suiistimal edildi. Tüm iyi niyet yaklaşımlarımız sulandırıldı. Tüm barışçıl el uzatmalarımızın kırılması için her şeyi yapıldı. Kendimizi sadece savunma pozisyonda tutmamız zayıflık olarak ele alındı, her fırsatta yoldaşlarımız katledilmeye çalışıldı. Halkımıza yapılan vahşet sınır tanımadı. En son genç kızlarımıza el atıldı. Tecavüz devlet katına taşırıldı.
Bunun için artık bu kez farklı olacak diyoruz.
Bu kez savunma savaşımızı kompleleştirerek Türkiye’ye yayacağız. Öncelikli hedefler şehirler olacak. Ordu’ya para kaynağı, teknik sağlayan, akıl veren, ticaret yapan, siyasi ekonomik destek sunan tüm kesimlerin ama tüm kesimlerin hedefleneceği bir süreç olacak bu süreç. Bu kez Kürdistan’da savaş verilmeyecektir. Savaşın esası Türkiye’de verilecektir. Türkiye’de her ne, her kim, her nasıl, her niçin olursa olsun, Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine Türk ordusu ve iktidarının yanında Kürdistan’daki savaşa katılıyorsa -bu manevi olur maddi olur- hedef kapsamında olacaktır.
Bu kez farklı olacak derken yukarıda cüzi bir şekilde dile getirdiklerimizin olacağını öngörmek büyük kâhinlik mahareti de gerektirmez. Aylarca söylemlerimize, çağrılarımıza verilen cevap Xaxurke alanımıza onlarca uçakla bomba yağdırma olmuştur. Ve bu saldırılar olurken de sanki bir şey olmamış gibi yürekleri zift tutmuş bir kararmayla ses seda bile doğru dürüst görülmemiştir.
Bu kez gerçekten farklı olacak…
Doğruluk sonsuzluğun güneşidir derler ve nasıl olsa yeniden bir gün doğar misali yeniden doğruların hak ettikleri yerleri bulması ümidiyle…
Savaşlarda propaganda ve moral faktörünün önemli bir yeri olduğu için çoğu zaman yanıltıcı bilgiler bilinçli bir şekilde kitlenin içine servis edilir. Bunun ile muharebe meydanındaki askerin olduğu kadar, muharebe meydanını besleyen kitlenin de morali ve desteği güçlü tutulmaya çalışılır. Kimi zaman bu doğru olmayan bilgilerle yapılır. Tıpkı Irak müdahalesi döneminde ABD güçleri Saddam’ın sarayları dahi ele geçirdiği halde, Saddam hükümeti enformasyon bakanının hala ABD askerlerini püskürttüklerini ve Bağdat’tın denetiminin ellerinde olduğunu propaganda etmesinde olduğu gibi.
PKK’nin tek taraflı eylemsizlik kararını son erdirdiğini ilan ettiği 1 Haziran tarihinden sonra artan çatışmalara ilişkin de basına yansıyan bir takım açıklamalar benzer durumları anımsatıyor. En basit örneği 1 Haziran günü Hakkari’nin Çukurca ilçesi kırsalında meydana gelen bir çatışmada yaşandı. Bilican karakolu civarında yaşanan çatışmaya ilişkin Genelkurmaylık 1 askerin öldüğü ve 3 askerin yaralandığı açıklamasını yapmıştı. Oysa aynı çatışmaya ilişkin HPG kaynaklarıysa 23 askerin öldürüldüğünü açıklamıştı. Üstelik bu askerlere ait 9 adet melez türü silahı da ele geçirdiklerini kaydetmişti.
Şimdi aynı olay, ama iki ayrı açıklama. Üstelik aralarında dağlar kadar fark var. Ölen asker sayısındaki bu farkın nedeni tarafların propaganda istemlerine bağlanabilir. Kimin hangi rakama inanacağına ise haberi okuyanın bulunduğu taraf ve baktığı açı belirleyici olabilir. Ama ölen asker sayısından ziyade, çatışmada HPG gerillalarının askerler ait 9 adet silahı ele geçirmiş olmaları çok daha farklı hususlara dikkat çekiyor.
Çünkü muharebe meydanında bir askerin silahı ya öldüğünde ya esir düştüğünde yada bırakıp kaçtığında elinden alınabilir. Bu ihtimallerin dışında askerin silahı elinden alınamaz. Çukurca’daki çatışmada da askerlere ait 9 adet silah HPG gerillalarının eline geçtiğine göre bu ihtimaller değerlendirilmek zorunda. Hadi öldürülen 23 asker sayısı yalan olsun, ama bu ele geçirilen 9 silah nasıl açıklanabilir? Ortada esir düşen asker olmadığına göre ya Genelkurmaylığın açıkladığı 1 askerin öldüğü bilgisine yalan denilecek, yada askerlerin silahlarını bırakıp kaçtıklarına inanılacak. Genelkurmaylık eğer yalan söylememiş ise o zaman ikinci şık geçerli.
Bir orduda moral ve inanç faktörü zayıfladığı zaman muharebe meydanından da kaçışlar başlar. Öyle durumlarda asker ölmektense kaçmayı tercih eder. Yeri geldiğinde silahını bırakır, yeri geldiğinde de arkadaşını. Eğer silahlar bırakıldığı için HPG gerillalarının eline geçmişse, bu Türk ordusundaki inanç ve moral unsurunun zayıfladığını gösterir. Bu da muhtemeldir.
Çünkü PKK’ye karşı yıllarca en aktif şekilde savaştırılanlar Ergenekon soruşturmasıyla birlikte yargılanır hale getirilince askerin içinde savaşa ve onu savaşa süren siyasilere karşı güvensizleştiler. Üstelik, PKK’ye ve ‘terör’e karşı savaş adına en zor koşullarda çarpıştırılan ve en kötü işlere bulaştırılanlar Ergenekon soruşturması sırasında gördüler ki yapayalnızlar. Oysa yaptıkları her şeyi devlet adına ve devlet için talimatla yapmışlardı. Bu durum astın üste, askerin siyasiye olan güvenini kırmaya başladı. Çünkü AKP hükümetinin bugün Ergenekoncu diye yargıladıklarının hepsi Tansu Çiller-Doğan Güreş ekibi döneminde en büyük vatanseverler olarak gösteriliyordu. Ve yaptıkları bütün işler de onayı hem siyasi kanattan hem de üstlerinden alınmıştı. Fakat şimdi yıllarca teröre karşı savaştığını sananların hepsi terör örgütü üyesi olmaktan ya yargılanıyor, yada yargılanmayı bekliyor. İşte askerdeki inanç kırılmasının bir kaynağı da buradan kaynaklanıyor.
Öte yandan strateji veya siyasal çizgi değişikliğine gidilmek istendiğinde de düzeltmeye taktik uygulamaların mahkumiyetiyle başlanacağına, çizginin hizmetinde maşa olarak kullanılanların yargılanmasıyla başlanması inançsızlığın bir diğer önemli nedenidir. Bunda da en önemli kırılmayı da asker yaşıyor. Çünkü dün ‘devlet adına’ ve ‘vatan için’ arkadaşlarına yaptırılanlardan dolayı arkadaşlarının bugün yargılandıklarını gördükçe, bugün yapacaklarından dolayı yarın yargılanmayacağının garantisini göremiyorlar. Bu yüzden de siyasal erke ve hükümete eskisi kadar güvensizleşiyorlar.
Askerde inançsızlığın gelişmesine neden olan en önemli faktörlerden biriyse, daha düne kadar ‘Kürt diye bir şey yok, dağ Türkleridir, Kürt var diye vatanı bölmek isteyenler Ermeni uşağıdır, teröristlerdir’ diye ajite edilip savaş sürülenler, bugün bakıyorlar meğer Kürt diye bir şey varmış. Üstelik bunu devletin en yetkili ağzı ve en üst komutanı söylüyor. Bununla birlikte asıl sorun Kürtlük diye kafasında oluşturulan dış tehdit algısının yıkımıyla oluşuyor. Çünkü bakıyor, bu ne İngiliz nede Ermeni oyunu. Bu farkındalık, herkeste devletin kendilerini yıllarca kandırdığı hissini ve sorgulamasını başlatıyor. Öte yandan kitleler üzerindeki dış tehdit korkutmasının da kalkmasına neden oluyor. Bu da her türlü dış tehdit karşısında istem dışı oluşan direniş hissiyatını kırdı. Şimdi herkes yavaş yavaşta olsa kendi içinde diyalogla halledilebilecek bir soruna neden şiddetin bulaştırıldığını sorgular hale geldi. Bu durum askerin de sivilinde savaşın gerekliliğine olan inancını kırdı.
Kısacası; HPG gerillalarının eline geçen askere ait 9 adet silah, yeni dönem Türk ordusunun birçok boyutunu yansıtıyor.
Küresel kapitalizmin ‘süreklileşen ihtiyaçları’ Ortadoğu coğrafyasında ‘sürekli bir kaos ve savaş’ biçimine dönüşmektedir.
Küresel kapitalizmin ‘süreklileşen ihtiyaçları’ Ortadoğu coğrafyasında ‘sürekli bir kaos ve savaş’ biçimine dönüşmektedir. Özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da uygulamaya konulan ABD ve İngiltere merkezli küresel kapitalizmin ‘kaos ve savaş’ stratejisi, petrole dayalı işgal ve sömürü esaslı politikalar çerçevesinde Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesini yeni ittifak ve yöntemlerle sürdürmektedir.
Dünya’yı ele geçirmenin ve kontrol etmenin merkezi olarak gösterilen bu coğrafyanın hâkimiyeti, savaş ve kaos merkezlerinde oluşturulan strateji ve politikalarla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Ortadoğu merkezli sürdürülen enerji savaşlarıyla işgal ve hakimiyet mücadelelerinin yanı sıra Ortadoğu coğrafyası, ABD, İngiltere ve İsrail sömürgeciliğinin oynadığı oyunların karmaşık ve pervasız bir şekilde yürütülüşüne sahne olmaktadır.
ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu kaos stratejisinde Türkiye ve İsrail temel aktörler olarak yer almaktadır. Küresel kapitalizmin Türkiye üzerinden-AKP eliyle uygulamaya koyduğu ‘Ilımlı İslam Projesi’ bir model olarak ‘radikal İslam’ karşısında Ortadoğu’da İsrail karşıtlığıyla uygulamaya konulmak istenmektedir.
Bu plan doğrultusunda daha önce “One minute” isimli düzmece kriz ile Türkiye ve onun ‘Ilımlı İslam projesi’nin hükümeti AKP’nin Ortadoğu’ya açılımı sağlanmıştır. Ardından “alçak koltuk” krizi ile bu sürece destek verilmiştir.
Türkiye’de, Kürt karşıtı ya da PKK karşıtı olmak Türk devletinin bütün kapılarını açıyorsa, bu çerçevede her kesim tarafından destek verilip-kabul görüyorsa Ortadoğu’da da İsrail karşıtı olmak, Ortadoğu’nun İslam ülkeleri arasına girmek için bütün kapıları açmaktadır. Arap ve İslam ülkelerinin bu zaafı, Türkiye gibi ABD ve İsrail yandaşı bir devletin kendi aralarına sokulmasını sağlamaktadır.
“One minute” ve “alçak koltuk” krizleri sonrasında Türk devleti Ortadoğu’daki Arap ülkeleriyle milyarlarca dolarlık ticari anlaşmalar yapmış, sınır geçişlerindeki vize uygulamalarını kaldırmıştır.
AKP öncesinde Arap ve İslam ülkeleri tarafından kabul edilmeyen, hiçbir toplantıya çağrılmayan, ABD ve İsrail yandaşı olmakla itham edilen Türk devleti, AKP iktidarından sonra ABD ve İngiltere merkezli güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda yönünü Ortadoğu’daki İslam ülkelerine çevirmiştir. Bunun içinde İsrail karşıtlığı ya da desteğiyle, Osmanlı devletinin “Pan-İslamizm” adı altındaki yayılmacı politikası ABD’nin Türkiye’deki Ilımlı İslam partisi AKP üzerinden canlandırılmaya çalışılmaktadır. Tayip Erdoğan’da “sultan Erdoğan, Osmanlı fatihi” sloganlarıyla İslam dünyasının yeni kurtarıcı kahramanı olarak sahneye sürülmektedir.
Düzmece senaryolarla İsrail-Türkiye karşıtlığı sayesinde Türk devleti İslam ülkeleri arasına ABD ve İngiltere’nin Truva atı olarak sızdırılmıştır. Yeni krizlerle bu süreç desteklenmektedir.
İsrail-Türkiye arasında yaşanan düzmece krizlerin hiç birinde ülkeler arasındaki işbirliğinin, askeri bağların koparılması söz konusu olmamıştır. Buda krizlerin oynanan oyunun bir parçası olduğunu göstermesi açısından önemli olmaktadır.
ABD ve İngiltere’nin senaryosunu yazdığı bu oyunda, İslam ülkelerine karşı Ortadoğu’da İsrail, ‘sopa’yı elinde tutarak, savaş ve şiddet yanlısı yönünü gösterirken, Türk devleti de ‘havuç’ politikasıyla barış yanlısı olduğunu göstermektedir. Görüldüğü üzere her iki devlette aynı merkezden yönlendirilmekte, görevlerini layıkıyla yerine getirmektedir.
Kendi topraklarında Kürtlere karşı savaş ilan etmiş bir Türk devletinin, dışarıya yansıttığı ‘barışçı’ yüzünün ne kadar sahte olduğu yeterince anlaşılmaktadır. Türk devletinin barışçı yüzü, radikal İslam’ın etkisinde olan Arap ülkelerini ABD’nin Ilımlı İslam çizgisine çekilmenin adı olmaktadır. Bu işin taşeronluğu Türk devletine diğer bir ifade ile AKP hükümetine verilmiştir. Türk devletinin “barış ve çözüm-diyalog” yanlısı tutumu; tasfiye, teslim alma ve ABD-İngiltere ittifakının kuyruğuna takmanın çabaları olarak ortaya çıkmaktadır.
Türk devleti ile İsrail arasındaki ilişkiler stratejik düzeydedir. Israrla tırmandırılan karşıtlıklar Türkiye’nin lehine, İsrail’in ise aleyhine gibi gösterilmeye çalışılsa da uzun vadede, geliştirilecek olan Ilımlı İslam projesi, İsrail’in bölge güvenliği açısından önemlidir. Bu proje kapsamında kontrollü gerilimler dönem dönem yaratılmaktadır.
Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri İsrail'in kuruluş yıllarına kadar uzanmaktadır. 1948 yılında kurulan İsrail’i tanıyan ilk ABD olmuştur. On bir saat sonra da ikinci devlet olarak Türkiye tanımıştır. ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik politikalarında ve Sovyetlere karşı kurulan ittifakta Türkiye-İsrail ilişkileri ABD açısından stratejik bir öneme sahipti. Bu temelde Türkiye-İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başladı. Bu doğrultuda karşılıklı ziyaretler ve ikili anlaşmalar gündeme geldi. 4 Temmuz 1950’de, İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında “gizli” ibaresini taşıyan Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış oldu.
Bundan sonraki Türkiye - İsrail ilişkilerinin en önemli cephesini güvenlik ve askeri işbirliği oluşturmaktaydı. Ağırlıklı olarak istihbarat alanında ilişkiler geliştirildi. Bu alandaki ilişkiler ve işbirliği daha sonraki dönemlerde çeşitli anlaşmalarla daha da geliştirildi.
Ne var ki, Arap dünyasının tepkisinden çekinen Türkiye İsrail ile ilişkilerini uzun yıllar, maslahatgüzarlık seviyesinde sürdürdü.
Türkiye-İsrail ilişkileri tırmanışa geçiyor
1991 yılında yapılan seçimlerden sonra iktidara Süleyman Demirel Başbakanlığında kurulan DYP-SHP Hükümeti geldi. Türkiye ile İsrail arasında anlaşmalar zinciri bu hükümet zamanında yeniden başladı. 11Eylül 1992 yılında hükümetin Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş, İsrail’e giderek, Turizm İşbirliği Anlaşması”nı imzaladı. Bu anlaşmayı, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in ziyareti takip etti.
ABD menşeli özel savaş konsepti ve İsrail ittifakı
Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasında 13 Eylül 1993'te imzalanan Oslo İlkeler Anlaşması'ndan sonra özellikle de uluslararası Dünya Ekonomik Forumu'nun organize ettiği ve Fas'ın Kazablanka şehrinde düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri I. Ekonomi Zirvesi'nin ardından Türkiye-İsrail ilişkileri iyice arttı. Bu dönemde Turgut Özal’ın şüpheli ölümü gerçekleşmiş Özal’ın yerine Süleyman Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiller’de başbakan yapılmıştı. PKK’ye karşı Türkiye’de oluşturulan bu özel savaş konseptiyle, Türkiye-İsrail arasındaki anlaşmalar ve ilişki trafiği tırmanışa geçti.
Kasım 1994’te Tansu Çiller, İsrail’e giden ilk Türk başbakanı oldu. Ziyaret sırasında Tansu Çiller’in sarf ettiği, “Vaat edilmiş topraklarda bulunmaktan büyük onur duyuyorum” sözü, Türkiye-İsrail ilişkilerinin özetiydi. İki ülke arasında en fazla anlaşma bu dönemlerde gerçekleşti.
• 21.01.1994 İsrail’le Savunma işbirliği anlaşması.
• 31.03.1994 Güvenlik/Gizlilik anlaşması.
• 04.06.1994 Çevre Sorunlarında ve Doğa Korunmasında işbirliği anlaşması.
• 15.01.1995 Terörizm ve Diğer Suçlarla mücadele anlaşması.
Bu anlaşma çerçevesinde Emniyet genel müdürlüğü bünyesindeki özel kuvvetlerin İsrail tarafından eğitilmesi, silah ve gerekli teçhizatlarının İsrail’den satın alınması yine emniyet genel müdürlüğü istihbarat dairesinde çalışacak polislerin MOSSAD elemanları tarafından eğitilmesi, emniyet istihbaratının teknik takip yapabileceği dinleme sistemlerinin İsrail’den alınması gibi konular yapılan anlaşma protokolünde yer aldı. İsrail ile yapılan anlaşmalar bunlarla sınırlı kalmadı.
• 13.03.1995 Telekomünikasyon ve Posta Alanında işbirliği anlaşması
• 04.06.1995 Sağlık ve Tıp Alanında işbirliği anlaşması.
• 24.07.1995 adet F-4 tipi Phantom 2000 Uçaklarının modernizasyonu projesi işbirliği anlaşması
Bu anlaşma Türk devletinin eski savunma bakanı Mehmet Gölhan zamanında gerçekleşti. Proje açıktan ihaleye çıkarılmaksızın Bakanlar Kurulu’nun “hizmete özel” kararıyla doğrudan İsrail’e devredilmişti. Uçakların modernizasyon ihalesi, İsrail'in İsrail Havacılık Sanayi IAI firmasına 650 milyon dolara verildi.
1996 yılı Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir milad oldu. Dönemin genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir, 1996 yılında İsrail’e giderek, 23 Şubat günü “Askeri Eğitim ve İşbirliği Antlaşması”nı imzaladı. Bu anlaşma ile aynı zamanda İsrail pilotlarına Konya Ovası’nda eğitim yapma olanağı da verildi. Çevik Bir’in İsrail’e yaptığı ziyaretin en önemli maddesi PKK’ye karşı işbirliği oluşturuyordu. Bu kapsamda MOSSAD’ın istihbarat ve teknik desteğiyle, Şam’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı imha etmek için bir saldırı planlandı. Çevik Bir Türkiye’ye geri döner dönmez, Türkiye’den giden istihbarat elemanları 6 Mayıs 1996 yılında Suriye’nin Şam kentinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik bombalı bir suikast girişiminde bulundu. Başarısız bu suikast girişiminden sonra da İsrail’le yapılan anlaşmalar hız kaybetmeden gelişti.
27 Aralık1996 İsrail’le Serbest ticaret alanı anlaşması ve stratejik işbirliği anlaşmaları imzalandı. Bu anlaşmalar çerçevesinde GAP projesindeki önemli ihaleler İsrail firmalarına verildi. İsrail’in Urfa merkezli alanlarda toprak satın almasına göz yumuldu. Türkiye ise, stratejik işbirliği anlaşmasına dayalı olarak İsrail’in Filistinlilerden gasp ettiği topraklar üzerine Türk inşaat şirketleri, İsrail’in güvencesi altında binalar yapmaya başladılar.
REFAH-YOL hükümetinin “Siyonist İsrail” sevdası
İsrail’le kurulan bu stratejik işbirliği, Refah partisi hükümeti döneminde imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması”yla önemli bir boyuta ulaştı. Bu anlaşmanın REFAHYOL hükümeti tarafından imzalanması önemliydi. Refah partisi ve genel başkanı Necmettin Erbakan, iktidara gelmeden önce, “iktidar olduklarında Siyonistlerle yapılan tüm anlaşmaları iptal edeceklerini” söylüyordu. Fakat iktidara gelir gelmez, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “Siyonistlerle” Türkiye arasında imzalanan en ciddi, İsrail açısından en faydalı anlaşmalara imza attı.
14 Mart 1996 tarihinde Cumhurbaşkanı sıfatıyla Süleyman Demirel’in İsrail’i ziyaret etmesinden altı ay sonra, REFAYOL hükümeti 28 Ağustos 1996 tarihinde İsrail ile “Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması” imzalandı. İsrail ile kurulan bu “sıcak ilişkiler” iki ay sonra Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Weizman’ın İstanbul’da şeref misafiri olarak ağırlanmasıyla devam etti.
Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması, REFAH-YOL hükümetinin bakanlar kurulunun gündemine geldiğinde, başbakan Erbakan bütün bakanları tek tek arayarak kararnameye derhal imza atmalarını istemişti. Türk F16’larının İsrail tarafından modernizasyonunun kapısını açan ve İsrail uçaklarının Türk hava sahasına serbestçe girişini sağlayan kararname bu şekilde imzalanmıştı. Bu anlaşmanın imzalanmasında çaba gösteren REFAH-YOL hükümetinin bakanlarından Abdullah Gül, bir önceki hükümetin İsrail’le yaptığı anlaşmaların iptal edilmesi için meclise verdiği önergelerle ve İsrail karşıtı tutumlarıyla öne çıkmıştı. Muhalefetteyken “askeri anlaşmalar askıya alınsın” diyenlerin, iktidar olunca “aman dokunmayın, böyle kalsın” çizgisine gelmesi, Türkiye siyasetinin ve iktidarın çirkin yüzünü göstermesi açısından ibret vericidir.
Refah partisi bir taraftan İsrail ile anlaşmalar imzalarken bir taraftan da kendi tabanına “kahrolsun Siyonizm” politikası yaptırdı. Elbette bu protestolar İsrail ile danışıklı yapılıyordu. İki ülke arasındaki çıkarlar her şeyin üzerinde-hiç bir şeyin etkilemeyeceği düzeyde gelişmekteydi.
İkili ilişkilerde Ecevit dönemi
İsrail ile ilişkiler 2000 yılına kadar bir seyir izledi. 2000 yılında, Sabra ve Şatilla katliamlarının sorumlusu Ariel Şaron’u, dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Ankara’da kırmızı halılarla karşıladı. Bu ziyareti yeni anlaşmalar takip etti.
Bülent Ecevit'in başında bulunduğu DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti, 668 milyon dolarlık 170 adet M-60, A1 tank modernizasyonu ihalesini, iflasın eşiğine gelmiş İsrail'in milli savunma firması IMI (İsrail Aerospace Industries) firmasına verdi.
AKP iktidarında Türkiye-İsrail ilişkileri Tırmanışta
2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra AKP iktidarı, İsrail'le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yaktı. AKP hükümeti İsrail'den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı. İsrail’le stratejik işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir” diyen Türk devletinin başbakanı Tayip Erdoğan, İsrail’le 800 milyonluk Anam füzelerini, gece uçuş sistemleri olan Litening sistemini, elektronik savaş dürbünlerini, casusluk ve saldırı pilotsuz uçakları satın alma müzakerelerini içeren anlaşmalar imzaladı. AKP’nin İsrail ile yaptığı ihalelerin en önemlisi “casus uçak” olarak bilinen Heron ihalesi oldu. Heron'un ihalesini İsrail Havacılık Sanayi IAI (Aerospace Industries), yer istasyonunu da İsrail'in en büyük özel savunma firması Elbit System kazandı.
İsrail’de yayınlanan Haaretz ve Urşalim Post gazeteleri 19 Nisan 2003 tarihli haberlerinde IAI firmasının, Türk ordusunun 200 milyon dolarlık pilotsuz saldırı uçakları ihalesini kazandığını yazdılar. Bu anlaşma uyarınca İsrail 30 ila 40 casusluk uçağı, 12 adet yer istasyonlarını kapsayan komuta kontrol ağı Türk ordusuna satılıp devredilecek.
Türkiye'nin İsrail'le işbirliği sadece askeri alana yönelik gerçekleşmedi. Son olarak imzalanan Manavgat suyunun satışı projesi de İsrail açısından önemli bir kazanç sayılmaktadır. Çünkü önümüzdeki yıllarda ciddi su sıkıntısı çekeceği tahmin edilen İsrail bu anlaşmayla Türkiye'nin Manavgat ırmağının suyunu garantiye almış oldu.
İsrail ile yapılan anlaşmalara tepki gösterenlere Tayip Erdoğan, “İsrail'le istediğimiz anlaşmayı yaparız. Kimseye hesap vermeyiz, icazet almayız" demesi yine İsrail’in Ankara Başkonsolosu Amira Arnon’un 14 Eylül 2003 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçte “İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişmiş, AKP’nin iktidar olmasından dolayı ikili ilişkilerde hiçbir olumsuz durum yaşanmamıştır” söylemleri AKP döneminde İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği boyutu göstermektedir.
İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişti. 2004 yılında AKP, İsrail'den 15 milyon dolara 2 İnsansız Hava Aracı, Heron kiraladı. Bu anlaşmadan sonra İsrail Havacılık Sanayi IAI, Türkiye'ye Arrow füzeleri satabilmek için harekete geçti. 16 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Devlet Doğal Altyapılar Bakanı Benjamin Beneliezer arasında, sessiz sedasız imzalanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğal gazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştıracak ve İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası projesinin temelleri atıldı. Ardından 15 Temmuz 2004 tarihinde AKP hükümetinin Ehut Olmert’le Ankara’da imzaladığı anlaşma, ekonomik Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarıma, telekomünikasyondan araştırmaya, turizmden havancılığa kadar topyekûn iktisadî işbirliğini içeriyordu. 2007 yılının Mayıs ayında İsrail’i ziyaret eden Erdoğan “Terörle mücadele ve silah sanayi” alanlarında yeni anlaşmalar imzaladı. Türkiye'ye gelen İsrail uçaklarının güvenliği için MOSSAD ajanlarının, üstleri aranmadan, diledikleri silahla Türkiye’ye girip çıkabileceğini kabul eden protokol de kabul edildi. Yapılan bu anlaşma uyarınca 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesi de İsrail’e verilirken, 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu için İsrail'e 80 milyon dolar ödendi.
Türkiye-İsrail ilişkileri karşılıklı ziyaretlerle devam etti. 13 Kasım 2007 tarihinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül'ün "davetlisi" sıfatıyla Türkiye'ye geldi. Yapılan bu ziyarette, AKP hükümeti tarafından İsrail'in IMI firmasına yeni bir ihale daha verildi. O da 300 adet askeri helikopterin modernize edilmesi ihalesiydi. Bu ihale AKP tarafından gizli tutuldu. Yine uzun süre gündemi meşgul eden ve tartışmalara neden olan Galataport ihalesi, kapalı usulle Yahudi sermayesinin ünlü ismi aynı zamanda Kemal Unakıtan’ın yakın dostu Sami Ofer'e verildi.
Son olarak, İsrail'in Gazze'yi vurduğu 27 Aralık Cumartesi günü İsrailli iki firmanın Türkiye'den 141 milyon dolarlık ihaleyi kazandığı açıklandı.
“Ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz”
Sessiz sedasız süren Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri, İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla tekrar gündeme geldi. 2007 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısın da ikili ilişkiler gündeme gelmiş fakat savaşın kısa sürmesi daha fazla bir sorgulamaya neden olmadı. İsrail’in son Gazze saldırısında can kaybının binleri geçmesi, ölen insanların daha çok savunmasız çocuk ve kadın olması, Türkiye’de İsrail karşıtı gösterilerin gerçekleşmesi, AKP’nin İsrail’le olan ilişkileri kamuoyunun gündemine taşıdı. Türk devletinin başbakanı Tayip Erdoğan, Türkiye genelinde ki AKP teşkilatlarını uyararak İsrail karşıtı gösterilerden uzak durmalarını istemişti. İsrail’in kınanması yönündeki meclisteki diğer partilerin ortak kınama metnine AKP karşı çıkmıştı.
AKP hükümetinin sözcüsü Cemil Çiçek, İsrail’le olan ilişkilerden dolayı AKP’ye yönelik tepkilere, “ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz” diyerek karşı çıktı. Ama tepkilerin artması üzerine Türk devletinin başbakanı Tayip Erdoğan ve cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’in Gazze’deki katliamlarını kınayan açıklamalarda bulunmuşlardı. Hükümet düzeyinde yapılan bütün açıklamalar İsrail’le yapılan anlaşmaları etkilemeyecek boyuttaydı. Danışıklı bir tepki gösterilmişti. MOSSAD’a yakınlığıyla bilinen Debkafile isimli internet sitesi de yayınladığı bir haberde AKP hükümetinin İsrail ile yaptığı anlaşmaları iptal etmesinin Türkiye’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına ve istihbarat alış verişine zarar verebileceği belirtiyordu.
Gazze saldırısı ardından Venezuella, Bolivya gibi Latin Amerika ülkeleri İsrail ile olan ilişkileri resmi olarak kestiler. Venezuella, İsrail büyükelçisini sınır dışı etti. Dünyanın diğer ülkelerinde de İsrail karşıtı protestolar yapılmıştı. İsrail’in katliamlarına başta sessiz kalan BM ve ABD bile ortaya çıkan tablo karşısında açıklama yapmak zorunda kaldılar. Ama hiçbir şey Türk devleti-İsrail ilişkilerinin seyrini değiştirmeye güç getirememiştir. Her kriz ardından yeni anlaşmalar için görüşmeler yapılmıştır. Türk devletinin Gazze saldırısındaki temel önceliği, İsrail bombardımanı altında katledilen Filistin halkı değil, İsrail bombardımanında tahrip olmuş Filistin’in yeniden imarında görev almak istemesiydi. AKP’ye yakınlığıyla bilinen inşaat şirketleri AKP hükümeti aracılığıyla Filistin’den inşaat ihaleleri alabilmek için sıraya girmişti. O dönemlerde uluslar arası basında, İsrail’in Gazze’nin tamamını yâda bir kısmını ele geçirmesi ardından yapılacak olan anlaşma sonrasında, İsrail uçakları ve tankları tarafından harap olmuş Gazze’nin yeniden imarı Türk inşaat şirketlerine verileceği bu temelde AKP’ye yakınlığıyla bilinen inşaat şirketlerin ihale alabilmek amacıyla hazır beklediklerine yönelik haberler yansımıştı.
Filistin’i İran Etkisinden Kurtarma Harekâtı
Görüldüğü üzere Türk devletinin İsrail karşıtlığı bir aldatmacadan ibarettir. Filistin konusunda gösterilen tepki, Filistin halkının duygularını ve tepkilerini sömürme ve yönlendirmedir. Filistin’e olan ilgi, Hamas ve diğer örgütlerin İran etkisinden kurtarma ve ABD-İngiltere ve İsrail eksenine çekme planın bir parçasıdır. Filistin halkının çektiği acılar üzerinden Türk devleti, ABD’nin istemleri doğrultusunda yeşil renkli Pan-İslaminizm ve Pan-Türkizm’i Ortadoğu ve Orta Asya’da canlandırılmaya çalışmaktadır.
Yaşanan her kriz ardından büyük ticari ve askeri anlaşmalar, stratejik ittifaklar yapılmıştır. AKP yandaşı Türk basını da kriz oluşturmada, bir bardak suda fırtına koparmada bütün yeteneklerini Türkiye-İsrail karşıtlığında göstermektedir. Göstermelik bir İsrail karşıtlığı yaratılarak, Türkiye halkları yalan-yanlış bilgilerle kandırılarak, tepkiler yönlendirilmekte, AKP’nin çıkarları için uygun ortam yaratılmaktadır.
En son İHH (İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) isimli Milli görüşçülere bağlı olan yardım örgütü aracılığıyla İsrail-Türkiye krizi tekrar piyasaya sürüldü. İHH’nın 120 ülkede büroları bulunmaktadır. İHH, Suudi sermayesi, ABD ve Türkiye’deki yeşil sermaye tarafından desteklenmektedir. Daha önce de İHH’nın Gazze’ye yardım adı altında TIR’larla yardım götürmeye çalışmasıyla sonradan icra edilecek planın bir ön hazırlığı yapılmıştı. İsrail ile Türk devleti arasında çıkartılan krizin, İHH üzerinden yapılması meşruiyet-masumiyet sağladığı için, taraf olarak Türk devleti, masumların-ezilen Müslümanların, İsrail tarafından şiddete maruz kalan Filistinlilerin yanında olduğu görüntüsü verilmiştir. İslam ülkeleri içinde yaratılmak istenen Türkiye hayranlığı bile oynan oyunun başarılı sonuçlarını göstermektedir.
Krize neden olan İHH gemilerine İsrail devletinin giriş izni vermeyeceği bilinmiş olmasına rağmen insanlar ölüme gönderilmiştir. Bundan Türk devleti ve AKP hükümeti sorumludur. İnsanların ölümünden medet uman, katliamlar üzerinden politika yapan Türk devleti, Türkiye şehirlerinde İsrail karşıtı gösteriler düzenleyerek, Gazze’de Filistin halkının yanında olunduğu mesajını vermeye çalışırken aynı devlet Kürdistan’da da İsrail’den aldığı silahlarla Kürtleri katletmektedir.
PKK’ye Karşı Türkiye-İsrail Stratejik İttifakı
Ortadoğu’da İsrail yanında olmak veya karşısında olmak her zaman sonuç vericidir. Türk devleti, İsrail karşıtlığından kısa vadede faydalanırken bir taraftan da PKK’nin İsrail tarafından desteklendiği özellikle PJAK’ın İran’a karşı İsrail tarafından destek verildiği propagandasını yaparak kamuoyunu yönlendirmeye çalışmaktadır. PKK’nin 30 yıllık mücadelesi boyunca Türk devleti, PKK aleyhinde yüzlerce karşı propaganda yaptı. PKK’nin halk desteklendiğini gizlemek amacıyla dış devletlerin, Yunanistan, Suriye ve İran’ın PKK’ye destek verdiğini iddia etti. PKK’ye destek veren Yunanistan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı bir komplo ile teslim etti. PKK’ye destek verdiği iddia edilen ülkeler, PKK’nin tasfiyesi konusunda Türk devleti ile stratejik ilişkiler kurdular. İddialar bununla da sınırlı kalmadı. PKK’nin eroin kaçakçılığı yaptığı söylendi. Şimdi de PKK’nin İsrail tarafından desteklendiği iddiaları gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. PKK’nin İsrail ile birlikte ele alınması için devletin bütün kademeleri harekete geçmiştir. AKP’nin içinde olan devşirme Kürt bakan ve milletvekilleri, AKP yandaşı Mümtaz Türköne, Metin Metiner gibi emir erleri ve CHP’nin yeni genel başkanı dönme-devşirme Kılıçdaroğlu’su, AKP yandaşı medya bu işin öncülüğünü yapmaktadır.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri İsrail ile geçmiş hükümetlere oranla iki kat daha fazla anlaşma gerçekleştirilmiştir. Kürdistan’da PKK’ye karşı kullanılan M60 tanklarının modernizasyonu İsrail’e yaptırılmıştır. Gece görüş ve lazer güdümlü vuruş sistemleriyle modernize edilen F5-F16 uçakları ve kobra helikopterlerinin donanımları yine İsrail tarafından gerçekleşmiştir. Son dönemlerde Kuzey Kürdistan üzerinde uçurulan Heron keşif uçakları da İsrail tarafından Türk devletine verilmiştir. Türkiye’de özel savaşın geliştirilmesi, milliyetçilik ve Kürt karşıtlığının yapılmasında ve savaş kışkırtıcılığında İsrail her zaman Türk devletine gereken desteği vermiştir.
Böyle bir durumda İsrail’in PKK’ye destek verdiği iddiaları ciddiyetten uzak, karşı tarafın basitliğini ve basiretsizliğini gösteren açıklamalardır. Türk devletinin yalanı yatsıya varmadan erimiş gerçekler açığa çıkmıştır.
Özel savaş basınının haziran ayının başından beri gündemde tuttuğu, İskenderun’da HPG’nin üstlendiği eylem sonrası gelişen taşeron tartışması diğer
Özel savaş basınının haziran ayının başından beri gündemde tuttuğu, İskenderun’da HPG’nin üstlendiği eylem sonrası gelişen taşeron tartışması diğer birçok konuda olduğu gibi ahlak ve basın etiği sınırlarını zorlayan tartışmalarının AKP hükümeti merkezli geliştirilmek istenen bilinçli bir politika olduğu anlaşılmıştır. AKP hükümeti, Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Mücadelesinin siyasal, demokratik ve barışçıl çözüm çerçevesinde kararlı ve ısrarlı duruşu karşısında yaşadığı tıkanmayı Kürt hareketi ile İsrail’i ilişkilendirerek aşacağını sanmaktaydı.
AKP, Uzun yıllardan beri bölgede çok yönlü çalışmalar yürüten Kürt Hareketi Ortadoğu’nun yumuşak karnı olan İsrail karşıtlığını kullanarak İslam karşıtı ve İsrail yanlısı ve taşeronu gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde hem büyük çoğunluğu Müslüman olan Kürt halkı nezdinde dışlanmasını bu olmazsa da Ortadoğu’daki halklar ve faaliyet gösteren radikal İslamcı kesimleri Kürt hareketine karşı kışkırtmayı planlamıştır.
Kürt Hareketinin İsrail Siyonist rejimine karşı kararlı ve ilkeli duruşunu, ihtiyaç olduğunda Kürt halkının özgürlük savaşçılarının aynı mevzide omuz omuza savaştığı Filistin halkı çok iyi bilmektedir. Ortadoğu’da faaliyet gösteren diğer tüm radikal İslamcı guruplarda uzun yıllardan beri İsrail ile en kapsamlı askeri ve ekonomik anlaşmaları kimin yaptığını ve bölgede İsrail politikalarını en çok destekleyenin kim olduğunu iyi bilmektedir.
Bunun yanında Ortadoğu da siyaset yapan her güç kanayan bir yara olan ABD’nin Irak’ı işgali sırasında işgal güçlerine en kapsamlı desteği veren ve işgal güçlerine fiili olarak katılmak için meclise sunduğu 3 Mart tezkeresinin geçmesi için AKP hükümetinin ne kadar ciddi bir çalışma yürüttüğünü de çok iyi bilmektedir.
İsrail devletinin kuruluş ilanının henüz 12. saati dolmadan ABD’den sonra bu ülkeyi tanıyan ikinci ülke olması bile Türk devletinin bu ülke ile arasındaki ilişkilerin ne kadar eskiye ve ne kadar derin ilişkilere dayandığının ispatıdır. İsrail devletinin kuruluşundan sonraki dönemlerde de sürekli Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkelere Türk devletini örnek göstermesi iki ülke arasındaki ilişkinin stratejik önemini açığa çıkarmaktadır.
Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında askeri olarak birçok defa ciddi zorlanmalar yaşayan Türk ordusu özellikle 90’lı yıllar sonrasında geliştirdiği özel anlaşmalarla önemli oranda İsrail silah ve mühimmatları, teknik, taktik ve istihbari alanlardaki aldıkları destekle ayakta durmayı başarabilmiştir.
İsrail ile yaşanan krizden kısa bir süre öncesinde bile Türk devleti ve İsrail arasında insansız hava araçları ve benzer birçok yeni savaş tekniğini kapsayan çok kapsamlı bir askeri anlaşma imzalanmıştı. Yaşanan kriz sonrası ilişkilerin kopma noktasına gelmesine rağmen askeri anlaşmaların iptali ya da ertelenmesine yönelik herhangi bir girişim uzun bir süre olmadı. Karşılıklı olarak krizi derinleştiren açıklamalar sonrası İsrail insansız hava araçlarına ilişkin planlamayı durdurmuştur.
Israrla gündemde tutulmaya çalışılan taşeron tartışmasına bu bilgiler ışığında bakılırsa, Türk devletinin Afganistan, Bosna, Somali, Lübnan ve daha birçok yerde taşeronluğunu yapmadığı hiçbir güç kalmamışken ve şu an gündemi işgal eden İsrail ile belirttiğimiz düzeyde stratejik ilişkileri halen devam ediyorken, ilk kurulduğu yıllardan günümüze kadar İsrail devletine karşı ilkeli ve ideolojik temeldeki karşıtlığını ısrarlı ve kararlı bir şekilde korurken Kürt Özgürlük Hareketini İsrail ile ilişkili göstermeye çalışmak Ortadoğu siyasetinden hiçbir şey anlamamış olmakla izah edilebilir.
Taşeron tartışmasına nokta koymaya yönelik söylenebilecek son şey, Türk devleti ile İsrail arasındaki birçok alandaki iş birliği ve anlaşma ortada olmasına ve Türk ordusunun halen günümüzde bile HPG gerillalarına karşı yürüttüğü operasyonlarda İsrail silah ve tekniği sayesinde savaş kabiliyetini devam ettiriyorken, İsrail devletinin Kürt Özgürlük Mücadelesine maddi veya manevi yaptığı en küçük bir yardımı duyan ya da bilen elinde bu konuyla ilgili tek bir belge olan biri varsa hiç zaman kaybetmeden kamuoyu ile paylaşmalıdır. Biz böyle bir şeyin olmadığını iyi biliyoruz ama bu yalanı sona erdirmenin gerekliliği açık ortadadır.
Gündemi işgal eden olayların gerçek yüzü böyle iken duyarlı tüm kesimlere şunu sormak istiyoruz. Kim kimin taşeronu!
Gerçek ve Adalet İnisiyatifi'nin 19-20 Haziran tarihlerinde Ankara'da düzenleyeceği "Gerçek Buluşması" adlı sempozyum hazırlıkları tamamlandı.
Gerçek ve Adalet İnisiyatifi'nin 19-20 Haziran tarihlerinde Ankara'da düzenleyeceği "Gerçek Buluşması" adlı sempozyum hazırlıkları tamamlandı. Sempozyuma, Kayıp yakınları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, cezaevi katliamları, linçler, polis kurşunuyla öldürülenler, siyasi cinayetler, TMK mağduru çocuklar, darbeler, köy boşaltmalar, 16 Mart, 1 Mayıs 77, Maraş, Çorum, Güçlükonak, Sivas ve Gazi katliamı gibi olayların tanıkları ve mağdurları katılacak.
İHD Genel Merkezi'nin 2009 yılında Ergenekon sürecine müdahil olma kapsamında, toplumsal muhalefetin ortak duruşunu belirtmek ve Fırat'ın diğer tarafında işlenen katliamların mağdurlarının sesini duyurmak için yaptığı çağrılar üzerine 21 demokratik kurum tarafından oluşturulan Gerçek ve Adalet İnisiyatifi'nin, 19-20 Haziran tarihlerinde İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Konferans Salonu'nda düzenleyeceği, "Gerçek buluşması" adlı sempozyumunun hazırlıkları tamamlandı. Aralarında Barış Meclisi, Alevi Bektaşi Federasyonu, TTB, BDP, EMEP, ESP, MAZLUMDER gibi örgütlerin yer aldığı bu 21 demokratik kurumdan KESK, İHD, ÇHD, Halkevleri ve 78'liler Birlik ve Dayanışma Derneği ise bu etkinliğin örgütleyiciliğini yapıyor. İMO Konferans Salonu'nda yapılacak olan etkinliğe, kayıp yakınları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, cezaevi katliamları, linçler, polis kurşunuyla öldürülenler, siyasi cinayetler, TMK mağduru çocuklar, darbeler, köy boşaltmalar, demokratik zemine yönelik saldırılar, tarihsel katliamlar, 16 Mart, 1 Mayıs 77, Maraş, Çorum, Güçlükonak, Sivas ve Gazi katliamı gibi olayların tanıkları ve mağdurları katılacak. Mağdur aileler etkinlik sonrasında ise taleplerini iletmek için TBMM'ye gidecek. Sempozyuma tanık ve mağdurların yanı sıra siyasi parti lideri, akademisyen, sendika genel başkanları ile çok sayıda sivil toplum örgütü temsilcisi katılacak.
'Mahkemeler ve savcılar kontrgerilla suçlarını yargılamada isteksiz'
Sempozyumun örgütleyicilerinden olan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, sempozyumu yapmak için iki amaçları olduğunu belirterek, "Bunlardan birincisinin ülke tarihindeki kanlı dönemlerin sadece yargılamalar ya da soruşturmalarla aşılamayacağını düşünüyoruz. Çünkü mahkemeler ve savcılar kontrgerilla suçlarını yargılamada isteksizler. İkincisi ise Ergenekon gibi davalarda yaratılan iki kanat bizim isteklerimizin dışındadır. Bu kanatların birisi hükümet birisi de askeri erktir. Fakat biz ezilen halkın, Kürtlerin, başka etnik grupların bu ülkede gördüğü zulmün bu ikili ayırımla aşılamayacağını düşünüyoruz" dedi. Yargılamalardan da önemli olanın toplumsal bir yüzleşmenin sağlanması olduğunu kaydeden Kozağaçlı, "Bu yüzleşmeyi sağlamak için bu sempozyumda gerçekler buluşacak" diye kaydetti.
'Türkiye kendi gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda'
KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek ise, sempozyumun örgütleyicileri arasında bulunduklarını belirterek, sempozyumla amaçlarını Türkiye'nin 25-30 yıldır yaşadığı büyük travmanın sonuçlarını ortaya koymak olduğunu kaydetti. Şimşek, Kürt sorunundan kaynaklı ortaya çıkan çatışmalı durumda sivil ve savunmasın insanların ortadan kaybedilerek katledildiğini belirterek, "Burada ciddi bir mağdur kitlesi ortaya çıktı. Türkiye kendi gerçekliğiyle yüzleşmek zorundadır. Eğer barış ortamını istiyorsak bunları üstüne sünger çekerek barış ortamı olmaz. Bunların açığa çıkarılması ile insanların çatışmalı sürecin neler getirdiğini görmeleri yönünde iyi olacağını düşünüyorum" dedi.
78'liler Birlik ve Dayanışma Derneği Genel Başkanı Hüseyin Gevher ise, 'Gerçek Buluşması'nın amacının Türkiye'de yaşanmış faili meçhul katliamlar, toplumsal katliamlar, kaybetmeler, siyasi cinayetlerde sistemin rolünü ortaya çıkarmak olduğun vurgulayarak, "Türkiye'de bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasının zamanı gelmiş ve geçmiştir. Farklılıkları yok sayan, seçilmişleri tutuklayan bu sistemin zihniyeti bu şekilde sorgulamalı ve gerçekliğini ortaya koymalıyız. Bu sistem yıllarca halkları ezen, katleden politikalardan başka bir şey üretmemiştir. İşte şimdi bunların tanıkları ve mağdurları bir araya gelerek gerçeğin buluşmasını sağlayacaklar" şeklinde konuştu.- DİHA