8 Ağustos 2011 Pazartesi

AKP’nin Tek Parti Dönemi

AKP hükümetinin bir tasfiye ve savaş hükümeti olduğunu ilk önce de basına bakarak anlayabiliriz. Bugünkü basın 1990’lı yılların basını gibi bir psikolojik savaş yürütüyor.

AKP hükümetinin bir tasfiye ve savaş hükümeti olduğunu ilk önce de basına bakarak anlayabiliriz. Bugünkü basın 1990’lı yılların basını gibi bir psikolojik savaş yürütüyor. AKP hükümetinin her türlü saldırısını meşrulaştıran bir yayıncılık yapıyor. Boynuz kulağı geçermiş misali bugünkü yandaş basın o günkü Mehmetçik basını aratıyor. 

1990’lı yıllarda Mehmetçik basın devletin kirli uygulamalarını görmezlikten gelirdi. PKK'nin nasıl kötü olduğu propagandasını yapardı. Şimdi yandaş basın AKP hükümetinin tüm baskısını ve kirli uygulamalarını görmezlikten geliyor. 9 yıllık AKP hükümeti zamanında polis sokaklarda başta Kürtler olmak üzere devrimci demokrat muhalefete karşı her zaman faşist terör uyguladı. Onlarcası çocuk birçok insan öldüğü halde yandaş basın bunları görmedi.
Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye'de olduğu kadar siyasetçi tutuklanıp da demokrasiden söz eden başka bir ülke yoktur. BDP Türkiye'nin en temel muhalif gücüdür. Bu muhalif gücün yöneticilerini, kadrolarını ve üyelerini tutuklatıp ondan sonra kendisine demokrat diyen bir parti dünyada görülmemiştir. Böyle bir devlet, hükümet ve hükümet partisi demokrat oluyor, ama ona karşı ağır bedeller ödeyerek demokrasi mücadelesi veren bir parti demokratikleşme önünde engel görülüyor. Bir ülkede gerçekler ancak bu kadar tersyüz edilebilir.

Bir halk üzerinde en büyük baskıyı yapar, o halkı yok etmek ister; bunun adı medeniyet götürme olur. 20. Yüzyıl Kürt isyanlarının, özellikle Dersim isyanının bastırılması ve devletin Dersim’de kurduğu soykırımcı hâkimiyeti böyle tanımlanmıştır. Çünkü bu zihniyete göre Türkleşme medenileşmedir. Kıbrıs işgal edilir, buna barış harekâtı denilir. Kürtlerin onlarca yıl ağır bedeller ödeyerek ortaya çıkardığı demokratik hareket ve bunun yarattığı siyasi kadrolar zindana atılır, buna demokratik siyasetin önünü açma denir. Kürt halkının ilan ettiği Demokratik Özerkliğe karşı çıkılır, “uygularsanız bedelini de ödersiniz” diye tehdit edilir, bunu da Kürtler üzerinde baskıcı bir rejimin kurulmasını önlemek için yaptıklarını söylerler.
 
Türkiye'de gerçekleri tersyüz eden böyle yüzlerce örnek verilebilir.

Şimdi de Türk basınında gazeteciler üzerinde yürütülen yoğun baskı yürütülüyor. Ruhunu satmayan birkaç gazeteciye yapılanlar gerçekten de dünyanın başka yerinde görülmemiştir. Yüzlerce yandaş gazeteci varken birkaç farklı sese tahammül edilemiyor. Peki, yandaş basın tekeli ve gazeteci ordusu yanında bu birkaç gazeteciden neden korkuluyor? Bu kadar acımasızca üzerlerine neden gidiliyor? Nedeni açıktır. Yandaş basının savunduğu görüşler ve politikalar çürüktür. Ancak psikolojik savaşla bu politikanın çirkin yüzü örtülüyor. Birkaç doğru sesin bu örtüyü kaldırıp gerçekleri ortaya koymasından korkuyorlar. 

Psikolojik savaş her zaman gerçeklerden korkar. Gerçekler karşısında tuzla buz olabilir. Bu nedenle kara propagandaya dayalı psikolojik savaşın tek taraflı olması istenir. Zaten Türkiye Kürtlere karşı bu savaşı hep tek taraflı yürütmüştür. Bu nedenle demokrat kişiler ve özgür düşünceli basın üzerinde her zaman terör estirmiştir. Türkiye'de şimdi de bunu yaşıyoruz. 
 
Kürt basını üzerinde terör estiriliyor. Azadiya Welat gazetesi sık sık kapatılıyor. İki yazı işleri müdürü 150’şer yıl ceza aldılar. Birçok Kürt gazeteci cezaevinde, birçoğu da yargılanıyor. Bazıları da cezaevine girmemek için ceza alacağını anladığı an dağlara gidiyor, gerillacılık yapıyor. Bugün birçok gazeteci bu nedenle dağlardadır.
Kürt basını üzerindeki baskıları anlıyoruz. Kürt sorununda çözüm zihniyeti hâkim olmadığı müddetçe bunlar olacaktır. Yüz yıllık politikalar bunu gösteriyor. Ancak bir zamanlar AKP hükümetinden beklentileri olduğundan sıcak yaklaşan ama şimdi eleştiren bazı yazarlar bile propaganda linçiyle karşılaşıyorlar. Şu anda yandaş basın bir zamanların ordu Andıç’ının görevini üstlenmiş bulunuyor. AKP'yi eleştiren yazarları acımasızca linç ediyorlar. Ya teslim olur, AKP'nin kalemşoru olursunuz ya da aforoz edilirsiniz, linç edilirsiniz deniyor.
 
Dikkat edilirse linç edilenler AKP'nin Kürt politikalarını eleştiren CHP ve MHP yandaşı gazeteciler değildir. Linç edilenler, AKP'nin Kürt politikasını eleştiren demokrat yazarlardır. Eğer demokrat ve tarafsız kimliğiyle bilinenler AKP'nin Kürt politikasını eleştiriyorlarsa vay onların haline! Haklarında söylenmeyen şey kalmıyor. AKP'nin “hık deyicisi” Mustafa Karaalioğlu amiyane deyimle bu gazetecilere “siz bittiniz” diyor.

Bugün AKP hükümeti iç politikada da dış politikada da tamamen devletleşmiştir. AKP bugün yeni oligarşik devlettir. AKP bugün 1920’li yıllardaki tek partili dönem gibi Türkiye'yi yönetiyor. Tek parti dönemiyle Türkiye'yi şekillendiriyor. Nasıl ki CHP 10 yılda Türk devletini kendi zihniyetine göre şekillendirdiyse, şimdi AKP de tek parti yönetimiyle Türkiye'yi işbirlikçi, ılımlı, Türkçü İslam’la şekillendiriyor. CHP ve MHP şu anda AKP'nin ayıplarını örten asma yaprağıdır. Yani AKP'nin demokrasicilik oyununu tamamlayan sözde muhalefet olan partilerdir.
 
Hâlbuki Türkiye'de tek muhalif parti vardır; o da BDP’dir. Onun da başına ne getirildiği bilinmektedir. Binlerce yöneticisi ve üyesi tutuklu olan bir partinin muhalif rolünü oynaması kolay değildir. Zaten Kürt demokratik hareketi ne zaman kendisini biraz toparlarsa ve etkili muhalefet yapmaya kalkarsa bir süre sonra tırpanlanmaktadır.

Bazı eski siyasetçilerin alternatif gibi sunulmaya çalışıldığı bu süreçte BDP ve DTK aleyhine kara propaganda yapılması, yeni bir siyasi soykırım saldırısının yapılacağını göstermektedir.

Cuma Ronahi

AB-ABD’nin Türkiye’yi Yeniden Yapılandırma Süreci Başlıyor

Obama yönetimindeki ABD’nin bölgesel politikalarında Türkiye’nin önemi arttı. Kimilerinin ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkaracağı beklentisi hep boşa çıktı. Clinton’ın ziyaretinin arka planı da Türkiye’nin iç politik dengelerinin yeniden dizayn edilerek, ABD’nin istediği daha istikrarlı politik bir yönetimin sağlanmasına yöneliktir

Türkiye’nin iç politik dengelerinin yeniden dizayn edilmesine ihtiyaç olduğu hemen herkesin fark ettiği bir durum. Hem uluslararası güçlerin hem de Türkiye’nin politik kuvvetleri, ‘Nasıl bir Türkiye’ sorusunun karşılığını arıyorlar. Bu soruya verilecek yanıt hiç şüphesiz ki önemlidir.


Uluslararası güçler bunu birkaç kolda yürütüyor. Birincisi küresel sermaye doğrudan kendi gücünü ve ilişkilerini kullanıyor. Bunun ilk mesajını ekonomiden sorumlu Bakan Ali Babacan verdi. Türkiye’nin cari açıklarına vurgu yaptı, özellikle kritik bir süreçten geçtiklerini ve gerekli önlemler alınmadığı takdirde ekonominin ciddi bir riskle karşı karşıya olduğunu vurguladı. Cilonton’ın da “Cari açık rakamları, işsizlik oranı çok yüksek. Türkiye ekonomisi üretimden dolayı değil, tüketimden dolayı büyüyor” değerlendirmesi de çok açık bir uyarıdır.


Türk ekonomisinde görünen büyüme oranı esasen sıcak para yani spekülatif sermaye hareketlerine dayanmaktadır. Ülke ekonomisinin temel dinamiklerine dayanan bir gelişme değildir. Bu nedenle hareket halindeki küresel sermayenin birkaç dakika içinde çekilmesi olasıdır. Bu da Türkiye’nin cari hesaplarını bir anda alt-üst edebilir. Merkez Bankası rezervlerinin erimesi birkaç günlük iştir. Babacan’ın yapmış olduğu değerlendirme aslında küresel sermayenin bir uyarısıdır. Türkiye’nin iç politik yapısının yeniden şekillendirilmesi için yapılan uyarıların mutlak olarak dikkate alınması amacına dayanmaktadır.


Emperyalizmin Türkiye’ye verdiği önem biliniyor. Ortadoğu’da bir güç olmasını istemektedir ancak bunun başarılı bir şekilde yeniden yerine getirilmesi için Türkiye’nin iç politik istikrarının sağlanması gerektiğini de sıklıkla vurgulamaktadır. Aksi takdirde sermayenin güvenilir olmayan yerde kalmayacağı uyarısını, dahası tehdidini yapıyor. Küresel sermayenin açıklaması Babacan tarafından iyi okundu ve gerekli mesajı da verdi.


İkincisi ise AB-ABD eksenli geliştirilen süreçtir. AB, Türkiye’nin nerdeyse durgunlaşan reformları yeniden başlatması ve daha güçlü somut adımların atılmasını istedi. AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle, Türkiye’yi ziyaret ederek, sürecin hızlandırılması için çok açık uyarılar yaptı. Hükümetin özel olarak AB Bakanlığı kurmuş olması, politik yönelimin AB’ye doğru evirileceğinin ilk işareti olarak algılandı. Kıbrıs meselesinde müzakerelerin hızlanması, BM’nin devreye girmesi ve yılsonuna kadar ‘iki toplumlu tek federasyon’ sürecinin yaşama geçirilmesine karar verildi. Kıbrıs sorunun çözümü esasen Türkiye-AB ilişkilerinde çok önemli bir engelin kalkması anlamına geldiği gibi aynı zamanda AB politikalarının Ortadoğu’da daha etkin olmasının önünün açılması demektir.


Bu bakımdan AB için Türkiye stratejik öneme sahiptir. İki tarafın da birbirine ihtiyacı var. Birbirlerinden vazgeçmek gibi bir lüksleri bulunmuyor. Karşılıklı denge politikası içerisinde birlikte yürümeyi esas almış bulunuyorlar.


Üçüncüsü ABD’nin izlediği politikadır. ABD ile Türkiye ilişkilerinin derinliği biliniyor. Obama yönetimli ABD’nin bölgesel politikalarında Türkiye’nin önemi arttı. Kimilerinin ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkaracağı beklentisi hep boşa çıktı. Tersine Türkiye bölgesel stratejik dengelerde yerini giderek sağlamlaştırdı. Özellikle İslamcı AKP iktidarı izlemiş olduğu politikalarla küresel sistemin ihtiyaçlarına önemli oranda yanıt verdi.


Bugün, Ortadoğu’nun küresel sisteme dâhil edilmesi için özellikle ABD-AB çok ciddi bir çaba içerisindedir. Bölgenin tamamen yeniden dizayn edilmesi için atılan somut adımlarda Türkiye’ye mutlak ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyaç, geçmişte Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi şimdi Libya ve Suriye’de somutlaşmaktadır. Yarın İran da gündeme gelecektir.


Türkiye’nin özellikle Libya ve Suriye politikasında belirgin bir değişiklik yapması, NATO eksenli, esasen ABD-AB politikalarına dümen kırması, küresel gücün beklentilerine yanıt vermesidir. Bu yönelim aynı zamanda, İslamcı AKP hükümetine uluslararası desteğin devam etmesi anlamına gelmektedir.


Bütün bunlar bölgesel ilişkilerde küresel sistem ile Türk devleti arasındaki ilişkilerin stratejik önemini ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak, Türkiye’nin bölgesel ilişkilerde rolünü uzun vadeli oynayabilmesi için iç politikasında çok daha güçlü bir istikrarı sağlaması gerekiyor. Buna çok özel bir vurgu yapılmaktadır.


AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle’nin Türkiye yaptığı ziyaretin anlamı budur. Ayrıca ABD Dış İşleri Bakanı Clinton’un yapmış olduğu kapsamlı ziyaretin arka planı da Türkiye’nin iç politik dengelerinin yeniden dizayn edilerek, daha istikrarlı politik bir yönetimin sağlanmasına yöneliktir.


Clinton’ın başta hükümet olmak üzere, bütün partilerle görüşmesi, esasen izlenmesi gereken yol haritasının netleştirilmesidir. CHP, BDP ve MHP ile yapmış olduğu görüşme bu bakımdan önemlidir. CHP, ABD’nin orta veya uzun vadede değerlendireceği bir güçtür. Bu bakımdan CHP’nin bakış açısını ciddi oranda önemsemektedir. Statükodan kopmuş bir CHP’ye ABD’nin gerçekten çok ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu da, değişen ve küresel sistemin ihtiyaçlarına yanıt veren bir CHP’nin var olduğu mesajını, Clinton’a verdi.


BDP ile görüşmesi, Türkiye’nin bir Kürt sorunu olduğunu ve bunun çözümü için Kürtleri temsil eden bir partinin sürece mutlak olarak dâhil edilmesi gerektiğini vurgulamaktır. Türkiye’nin politik krizinin merkezinde Kürt realitesini olduğunu bilen ABD, Kürtleri dışlamanın bir yararı olmadığını ve sistem içerisine çekilmesi için bazı adımların atılması gerektiğini belirtmiş oldu. Bir başka ifadeyle AKP’ye Anayasa yapımı sürecinde BDP’yi dışlamama uyarısını yaptı.


Clinton’ın görüşme isteğini MHP Genel Başkanı reddetti. Ancak Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener ile görüşmesi bir bakıma MHP’nin dışta kalmasını istemediğini gösteriyor. Ayrıca gelecekte MHP içindeki bir liderlik arayışında Akşener’in Bahçeli’nin yerine getirilmesi için yeni bir süreç başlayabilir. Kamuoyu yoklamalarında da Akşener’in isminin ön plana çıkartılması sanırım bir tesadüf değil. Clinton’ın Akşener ile görüşmesi de bunun bir yansıması olarak okunabilir.


Clinton’ın Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmede “yeni Anayasa’nın geniş katılımla yapılmasının önemli olduğunu” söylemesi ve “Nasıl bir Anayasa bekliyorsunuz?” sorusunu sorması, doğrudan Türkiye’nin iç politikasını dizayn etmek için inisiyatif aldığını gösteriyor. Ayrıca bunu çok açık olarak tanımladı ve “Türkiye’nin iyi bir örnek olması için, öncelikle kendisinin demokrasi alanındaki sıkıntılarını ortadan kaldırması gerekir.” Ayrıca Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yaptığı ortak basın açıklamasında, “Türkiye’nin içinde bulunduğu anayasa reform sürecine sivil toplum ve bütün siyasi partileri dâhil edeceğini umduklarını” vurgulayarak gerekli mesajı vermiş oldu.


Türkiye kaçınılmaz olarak bir değişik sürecine girecektir. Küresel güçlerin istediği bu zorunlu değişim aynı zamanda iç politik dengelerin yeniden oluşturulması bakımından kaçınılmazdır. Yeni bir anayasanın hazırlanması artık bir zorunluluktur. Hem küresel sistemin ihtiyaçlarına yanıt veren ve bölge ülkelerine model olabilecek hem de Türkiye’nin iç politik sorunlarına yanıt verebilecek bir anayasa olması isteniyor.


ABD adına Clinton, AB adın Füle, nasıl bir anayasa istediklerini çok açık olarak belirttiler ve gerekli uyarılarını yaptılar. Parlamento, görevden vazife çıkararak, sistemin yeniden yapılandırılması için ‘yeni’ bir anayasa üzerinde hızla çalışacaktır. 
 
Mustafa Peköz