6 Aralık 2011 Salı

Bask Halkı Var mı?

Giovanni GIACOPUZZI / Çeviren: Zekine Türkeri

İspanya Başbakanlığı’na aday, ikisi de eski içişleri bakanı olan Rajoy ve Rubalcaba(1) arasındaki seçim propagandaları tartışmaları bu seçimlerin iki ana temasını es geçti: Finansal piyasalara tam itaat ve Bask meselesi, yani ‘omurgasız İspanya’ göstergesi... Kabul etmek gerekir ki, kapitalizmin genetik bir hastalığı olan finansal piyasalara siyasi destek sorunu bir İspanyol sorunu değildir. Bu, daha ziyade, Avrupa yönetici sınıfının tamamına ait bir sorundur. Onlar ki onlarca yıl boyunca, bu durumu destekledi, besledi ve tıpkı kölenin sahibine yaptıği gibi itaat ettiler (itaat, ikinci durumda bir  zorunluluk iken,  bunlardaki itaatte büyük bir arzu, iştah mevzu bahisti).

Bask meselesi üzerindeki sessizlik belki de senaryoda yazılı idi. New York’tan Berlin’e, oradan Roma’ya kadar seçim kampanyalarında liderler arasındaki bütün tartışmalarında olduğu gibi, bir demokratik diyalektik pandomiminde, en önemli temanın es geçildiği görünüyordu: Bir Devlet sorunu. Bu ‘genel mutabakat’ diyalektik çatışmalara götürse de uygulamada mutabakatlarla vardırıyor; ‘ulusal kurtuluş’ amaçlı otonomi hükümetlerinden tutun; 2003’te olduğu gibi, seçimlere ortak listelerle gitme planlarına kadar. ‘Kirli partiler’ yasalarından hiç söz etmeyeyim. Sözkonusu genel mutabakat, bu imaj devrinde, İspanyol siyaset diyalektiğinin kırılmasına müsaade etmiyor, 2011’de diyalog yoluyla da olsa... Her ne kadar bu son haftalarda siyasi tartışmaların ana teması ETA ve Bask Ülkesi olsa da vaziyet böyle.


Bu öyle karmaşık bir durum ki, meseleye yaklaşan biri, konunun gidişatı hakkında ‘en ufak bir fikri’ olmasa da, içinde kaybolup gidecektir. Meselenin bir boyutu mesela: Pek çok Basklının ısrarla talep ettiği karar verme hakkı. ‘Bayat’, ‘arkaik’, ‘realiteye uzak’, hatta ‘kriminal ve terörist’ Kral Midas(2) yasası gereğince... Bunlar, İspanyol siyasi parti karargahlarının İspanya ve Euskal Herria arasındaki çoğulculuk fikri temasına doğru savurdukları yapıcı izahlardan bazıları oluyor.


Ortada bir siyasi sorun değil, sadece bir terör sorunu olduğu tekrarlana tekrarlana dillerde tüy bırakmadı. Öyleyse, ETA da silahları bir kenara koyduğuna göre artık her şey yoluna girmiş oldu. Hem, karar vermek isteyen özne, İspanya için yok zaten. Yani, iki fikir arasında herhangi bir ihtilaf yok, çünkü yalnızca bir fikir var, o da İspanyol olandır. Doğru, şiddetin sustuğu bir ortamda her şey konuşulabilir dendi, hatta bu da söylene söylene dillerde tüy bırakmadı. Ama tabii ya, konuşmuş olmak için konuşmak günümüz demokrasisinin paradigmasıdır, çünkü her şey yerli yerinde, yerinden oynatılamaz tarzda, anayasa ve piyasalar tarafından çoktan yazıya dökülmüş bile.


Bask Halkı diye bir halkın olmadığı anayasalcılarca(3) beyan edilmiş bir kez, ama geleceğin ne göstereceğini kim bilebilir. Çünkü bir ‘İspanyol halkı var (İspanyol Anayasası mad. 1.2), sımsıkı hukuki terimlerle, ve O’nun yönetme hakkının yasal yegane sahibi öznesi olma vasfına başkaca hiçbir halk karşı koyamaz; yani, O ki, aynı zamanda ‘şu Bask Halkı’nın da sahibi, hani şu olmayan halkın... Olmayan, çünkü ‘kurumsal nitelik ve yetkilerle donatılmış bir öznenin kimliğini tanıma işi mevcut Anayasa’da reform yapmaksızın imkansız gibi’... Yani, eğer Anayasa değişecek olursa, Bask Halkı da doğabilir, oluşturulabilir, İspanyol optiğinde...


Mümkün olanla imkansız arasındaki sınırı belirleyen öğe, İspanyol kanunları kitabının hayranlık uyandıran bu mucizevi, hırslı, hatta biraz da aşırı bencil  rolü ise eğer; hayat, bazı şeylerin aslında var olduğunu dayatır, her ne kadar olmadıkları söylense de... Zapatero ETA’yı yenenin Bask Halkı olduğunu söyledi, ve Rubalcaba da ‘ETA üstündeki zaferin büyük aktörü’ olarak Bask Halkı’na teşekkür etti. Yani, bir halk olmayan Bask Halkı aynı zamanda ETA’yı yenecek kadar da güçlü, halkçı (4) Basagoiti’nin ‘1998’de devletle başabaş olmak üzereydi’ dediği ETA’yı. Aynı partiden Santiago Abascal’ın dediği gibi: ‘Bask halkının otodeterminasyon hakkı demokratik bir anlamda var, ve onu da her seçim döneminde kullanıyor’; o Bask Halkı ki yalnız ‘ulusal egemenliğin yegane sahibi, Anayasa’nın dayanağı ve her tür siyasi gücün kaynağı olan İspanyol Halkı’nın iradesi’ işlevsel olduğu zaman beliriyor.


Hal böyle iken, egemenlikçi Basklıların (5) hak talebi, yalnız Euskal Herria için değil, aynı zamanda İspanyol Devleti için de bir demokratik yenilenme teşebüssü olamaz mı acaba diye soruyor insan kendi kendine. Keza, yüz binlerin oylarıyla tescil edilmiş olan bu talep, İberik Yarımadası’nda eşitler arasında gerçek anlamda demokratik bir diyalektiğin temellerini oluşturma anlamına da gelmiş olamaz mı? Ki bu, nihayetinde, devletsel egemenlik, düzmece bir toplumsallık savunmasında demir atmış bulunan ve antidemokratik finansal piyasaların hizmetinde bir Avrupa’ya, kültürel olarak çoğulcu ve toplumsal bir Avrupa’ya, doğru bir adım anlamına da gelir.


Çevirmenin notları:

 
1- Rajoy y Rubalcaba: Rajoy, 20 Kasım 2011’de yapılan genel seçimlerde Halkçı Parti’nin (PP) Başbakan adayı idi. Mariano Rajoy şimdi İspanya Başbakanı’dır. Alfredo Perez Rubalcaba, aynı seçimlerde İspanyol Sosyalist İşçi Partisi’nin (PSOE) adayı idi. Şimdi anamuhalefet lideridir.

2- Kral Midas: Bir Yunan mitolojik figürdür. Midas, Tanrı Baco’dan dokunduğu her şeyi altına çevirmesini isteyecek kadar bencil, hırslı bir kraldır. Dileği gerçekleşir, dokunduğu her şey altın olmuştur olmasına ama artık yiyecek ve içecekten de yoksun kalmıştır, zira onlara dokunduğunda altın olurlar. Artık altın içinde yüzer, ama ayranı yoktur içmeye... 

3- Anayasalcılarca: Pek çok değişim ya da talebin karşısına ‘anayasa izin vermiyor’ argümanı ile karşı çıkan, mevcut İspanyol Anayasası’nın sıkı savunucularını kastediyor.  

4- Halkçı: Halkçı Parti’yi (PP) kastediyor.

5- Egemenlikçi Basklılar: Otodeterminasyon hakkının tanınmasını isteyenleri kastediyor.

Tarikat ve Cemaat Sermayesinin Yükselişi-1

Türkiye’de sermayenin örgütlü olduğu temel iki işveren kurumu vardır bunlardan biri TÜSİAD diğeri ise MÜSİAD’dir. 1971 yılında kurulan TÜSİAD’ın 600 üyesi vardır. Buna karşın 1990’da kurulan MÜSİAD’ın üye sayısı 5150’dir.

Türkiye’de yüksek ekonomik büyümeden kimler faydalanıyor? - I

Türkiye’de bugünki ekonomik ilişkileri anlayabilmek ve siyasi durumu analiz edebilmek için Türkiye’nin 1980 yılına kadar uzanan ekonomik gelişim sürecine kısaca bir gözatmak gerekir.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yapılan ilk serbest genel seçimde Turgut Özal’ın genel başkanlığını yaptığı Anavatan Partisi (ANAP) tek başına iktidar oldu. Başbakan Özal (ki kendisi Nakşibendi Tarikat’ının bir üyesiydi) İslami sermayenin gelişmesi için kanunlarda gerekli değişiklikleri yaptı. Yeni kanunlar ve yönetmeliklerle, çeşitli teşvik kredileriyle daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerin gelişim yolunu açtı. Bu devlet teşvikleriyle büyüyen işletmelerin çoğu daha sonra 1990’da kurulacak olan MÜSİAD’a üye oldular. Bu işletmelerin büyük kısmının dış ticarette yöneldiği ülkeler İran, Irak, Suudi Arabistan ve Orta Asya’daki müslüman ülkeler oldu. Özal Hükümeti bu yönelimi bizat teşvik etti. Yılda 5 bin Orta Asyalı Türk öğrencinin Türkiye’deki üniversitelerde burslu okuması için Türki ülkelerle çeşitli eğitim ve kültür anlaşmaları imzalandı. 

Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlerle ticaretin geliştirilmesi için devlet, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) adı altında başta Orta Asya’daki Türki cumhuriyetler olmak üzere şimdilerde 37’i bulan ülkeyle ticari, sosyal, kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için girişimlerde bulundu, organizasyonlar oluşturdu.

Arap sermayesi ve ‘Konya Modeli’


TİKA’ya paralel olarak Fethullah Gülen Cemaati’nin „Türk-İslam Sentezi“ ideolojisi ile donanmış kadroları, Türk dil ve kültürünün militan akıncıları olarak okul açma faaliyetleri ile işe koyuldular. Gülen misyonerleri, birçok defalar, TİKA’ya gittiği ülkelerde çalışma zemini hazırladı. TİKA da girdiği her ülkede Gülen Misionerleri’ne çalışma ve misyonlarını yayma olanakları sundu. TİKA devletin resmi kurumu olarak, Gülen Misyonerleri de sivil yardım organizasyonu görümünde uyum ve koordinasyon içinde çalıştılar. Dil ve kültür alanındaki bu girişimler sonraki yıllarda Türk dış ticareti için uygun bir zemin hazırladı.

1985’te Sudi Arabistan İslam Kalkınma Bankası ve Türk ortak sermayesi ile Albaraka Türk kuruldu. Faiz yerine kar payı dağıtmak iddasıyla ortaya çıkan bu İslami finas kurumunu, Faisal Finans Kurumu takip etti. Bu finans kurumları ile birlikte önemli bir miktar Arap semayesi de Türkiye’ye akmaya başladı. Daha sonraları KOMBASSAN Holding gibi Milli Görüş Dernekleri’ne bağlı İşletmeler kar payı dağıtmak vaadiyle başta Konya olmak üzere Kayseri, Antep gibi şehirlerde dindar kesimlerin küçük tassaruflarını bir tür kıymetli evrak aracılığıyla toplamaya başladılar. 

Türkiye Gazetesi etrafında odaklaşan İHLAS Finans gibi kurumlar ortaya çıktı. Bu finans kurumları kar payı senetleriyle topladıkları sermayeyi küçük ve orta ölçekli, İslami kurallara uymayı kabul eden işletmelere piyasa kredi faiz oranının altında ve uygun vadelerle kredi olarak verdiler. Bir tür „faizsiz bankacılık“ olarak adlandırılabilecek bu para toplama işlemleri, büyük bir sermayenin biraraya getirilmesini sağladı. „İslami“ kredilerden faydalanan işletmeler kredi geri ödemelerini yine kar payı geri ödemesi şeklinde yapıyordu. Bu „kar payı dağıtma modeli“ daha çok Konya merkezli gerçekleştiği için model „Konya Modeli“ olarak anılmaya başladı. Bu modelle gelişen sermaye hatırı sayılacak bir ihracatı da gerçekleştirebildi. Sadece Konya’da kayıtlı firmalar dünyanın 164 ülkesine ihracat yapıyor ve yıllık ortalama 1,5 milyar dolar gelir elde ediyorlar. İslami sermayenin uluslararası etkinliğinin artması onlara uluslararası itibar sağlayan ‘Anadolu Kaplanları’ isminin yakıştırılmasını da beraberinde getirdi.

İslamcı sermayenin temel kaynaklarından bir diğeri ise Avrupa ülkelerindeki, özellikle Almanya’daki Türk işçilerin tassarufları oldu. Türk işçilerin tassarufları camilerde faaliyet gösteren Türkiye’deki çeşitli tarikatların temsilcileri tarafından toplanıp Türkiye’ye aktarılıyordu.

MÜSİAD, Türkçü-İslamcı basın ve iktidar

Türkiye’de sermayenin örgütlü olduğu temel iki İşveren kurumu vardır bunlardan biri Türkıye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) diğeri ise Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’dir. Bu iki kuruluş haricinde Türk sermayedarlarının kurduğu başka organizasyonlar (TÜGİK, TÜSKON, ASKON, TÜRKONFED) olsa da gerek sermaye miktarları gerekse ekonomik faaliyetleri açısından önemli bir yere sahip değildirler. Bu sebeple burada temel iki büyük sermaye organizasyonu TÜSİAD ve MÜSİAD ele alınacaktır.

MÜSİAD: organizasionun kısaltılmış isminin ilk iki harfi her ne kadar „Müstakil“e atıfta bulunuyorsa da daha çok „Müslüman“ olarak algılanıyor ve yorumlanıyor. Bunun sebebi bu organiyasyona üye olan işadamlarının kendilerini daha çok dini bir kimlikle ifade etmeleridir. Nitekim MÜSİAD’in kurucu başkanı Erol Yarar kendisiyle yapılan bir röportajda kısaltmanın „Mü“ kısmıyla ilgili yapılan „Müslüman“ yorumun doğru bir yorum olduğunu söylüyor. Aynı röportajda Yarar, MÜSİAD’ı bir „dini milli misyon“ olarak değerlendiriyor.

Türkiye’de İslami sermayenin ortaya çıkması ve yükselmesi sürecinde dikkat çeken bir diğer nokta ise İslamcı basının rolüdür. 12 Eylül Askeri darbesi sonrasında piyasaya çıkan Türkiye Gazetesi İslamcı ve milliyetçi bir gazeteydi. Daha sonra yine Fethullah Gülen’in çizgisinde İslamcı milliyetçi Zaman Gazetesi, yine İslamcı ırkçı doğrultuda yayın yapan Vakit ve Anadolu’da Vakit Gazeteleri bunlar haricinde de daha birçok küçük büyük İslamcı milliyetçi gazete ve dergiler çıkmaya başladı. Bu gazete ve dergilerin her biri beli bir tarikata ve bu tarikatların sermayelerine dayanıyordu. Kendi aralarında İslamın yorumu konusunda bazı farklılıkları olsa da temel olarak sağlam bir itifakları vardı(dır).

İhlas Holding ve Zaman’ın palazlanması

İslami basının gelişip palazlanması Özal hükümetinden başlayarak sonraki Türkiye hükümeterinin de kesintisiz devam ettirdikleri cömert teşvik ve sübvansiyon politikalarıyla sağlandı. Bugünkü İslami sermayenin hareket biçiminin belirlenmesi ve çoğalmasının teorik altyapısını bu gazeteler oluşturdu. Bunların arasında özellikle Türkiye Gazetesi’nin, İHLAS Holding’in oluşmasındaki rolü çok önemlidir. İHLAS Finans, TGRT televizyonu, İHLAS Sigorta, Haberajansı İHA İHLAS Holding’i oluşturan ön önemli yavru şirketlerdir. Bütün bu İHLAS serisi işletmelerin ortaya çıkmasında Türkiye Gazetesi’nin sermayesi ve onun organize ettiği küçük tassarufların kar payı senetleri satışı metodu belirleyicidir. Fethullah Gülen’in Türkçü-Nurcu İslam yorumu düşüncesinin takipçisi olan Zaman Gazetesi de İslami sermaye hareketinin başarılı olmasında yol gösterici bir rol oynadı.

İslami sermaye birikiminin teorik altyapısının propagandası ile hem kendi kalkınma imkanlarını geliştiren hem de kendi düşüncesi doğrultusundaki sermaye birikimine aracılık yapan Türkçü-dinci basın bugün AKP hükümetinin sadece süzcüsü değil aynı zamanda ortağıdır.

İhracatın yüzde 40’ını, ithalatın ise yüzde 25’ini...


TÜSİAD ve MÜSİAD herşeyden önce sahip oldukları sermaye büyüklükleri ile birbirinden ayrılırlar. TÜSİAD Türkiye’nin büyük sanayi sermayesinin temsilcisidir. TÜSİAD’a üye sermaye sahipleri her yıl Türk dış ticaretinin yaklaşık yüzde 40’ını ve ithalatın yüzde 25’ini gerçekleştiriyorlar. 1971 yılında kurulan TÜSİAD’ın 600 üyesi vardır. Buna karşın 1990’da kurulan MÜSİAD’ın üye sayısı 5150’dir. 

MÜSİAD kendilerini „Anadolu Kaplanları“ olarak gören „yeşil sermaye“ kesimlerinine ulaşabilmek için Türkiye’nin birçok şehirinde şubeler açmıştır. Bu şubelerin sayısı 2010 yılı itibarıyla 31’dir. TÜSİAD’ın izlediği örgütlenme stratejisi MASİAD’ın stratejisinden farklıdır. TÜSİAD üyelik konusunda seçicidir. Ancak büyük sermayeli işletmeleri üyeliğe kabul etmektedir. İstanbul’daki genel merkezinin dışında Ankara’da bir temsilciliği vardır. 

TÜSİAD temsil ettiği Türk sanayi burjuvazisinin çıkarlarına uygun olarak zaman zaman bazı açıklamalar yaparak ve öneriler sunarak politikada etkili olmaya çalışmaktadır. İlk sermaye birikimini kemalist korumacı ekonomi politikaları ve direk devlet teşvikleri, sübvansiyonlarla edinen bu sermaye kesmi, son yıllarda üzerinde yükseldiği zemini korumaya çalışıyor. Mustafa Kemal’in gösterdiği „muassır medeniyetler seviyesi“ine ulaşmak ilkesine bağlıdırlar. Bu hedeften kasıt batı toplumlarının (Avrupa ve Amerika) ulaştığı ekonomik düzey ve kültürel durumdur. Bu sebeple TÜSİAD Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını temel politikalardan biri olarak kabul etmektedir.

MÜSİAD ise Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğine temkinli yaklaşmaktadır. Prensip olarak üye olmaya karşı olmamakla birlikte „dini ve milli“ hassasiyetlere çok dikkat edilmesi gerektiğini sıkça vurgulamaktadır. MÜSİAD, Türk küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin üye olduğu orta sınıfın küçük ve orta çaplı üretim yapan ve daha çok ticaretle uğraşan sermaye sahiplerinin organizasyonudur. Kendi sınıf karekterine uygun olarak daha tutucu ve gelenekselcidir.

‘TÜSİAD geçmiş MÜSİAD ise gelecektir’

MÜSİAD’ın kurucu üyesi Erol Yarar kendisiyle yapilan röportajda MÜSİAD’ın TÜSİAD’dan farkının devlet kaynaklarından faydalanmaması olduğunu iddia ediyor. Bu sebeple MÜSİAD’ın kendi ayakları üzerinde duran ilk milli Türk burjuvazisi olduğunu belirtiyor. Aynı röportajda Yarar, TÜSİAD’ın geçmişi MÜSİAD’ın ise geleceği temsil ettiğini belirtiyor.

Serbest piyasa ekonomisinin doğal bir şartı kabul edilen işletmelerin birbiriyle rekabeti dışında TÜSİAD ve MÜSİAD arasında herhangi bir önemli çelişki ya da sorun yoktur. Daha çok uyumlu bir çalışmadan bahsetmek daha doğrudur. Gerek TÜSİAD ile Adelet ve Kalkınma Partisi (AKP) gerek se de TÜSİAD ile MÜSİAD arasında dayanışmacı bir ilişki vardır. 

TÜSİAD ve MÜSİAD arasında faaliyetlerin yöneldiği ülkeler açısından bir işbölümünün olduğunu gözlemlemek mümkündür. MÜSİAD’a üye işletmeler müslümanlık damarını kullanarak daha çok Ortadoğu, Orta Asya’daki müslüman ülkeler ile ticareti geliştirip ekonomik çıkar sağlarken, TÜSİAD üyesi büyük sermayedarların üretikleri mal ve hızmetler sanayileşmiş batılı ülkelerin tüketim alışkanlıklarına adaha uygundur. TÜSİAD üyesi işletmeler dil ve kültürlerini daha iyi bilmek gibi avantajlarını kullanarak batılı kalkınmış ülkelerle ticaret yapmakta daha başarılıdırlar. Bu iki sermaye gurubu iç piyasayı ise daha çok sanayi (TÜSİAD) ve ticaret (MÜSİAD) olarak aralarında paylaşıyorlar.

TÜSİAD ve Kürt sorunu


Yatırım yapılacak yer savaşın sürdüğü alanlar değildir. Yatırımcı güvenlikli alanlarda yatırım yapmayı ister. Uzun vadede sermaye ve mal piyasalarına güven vermeyen bir alanda yatırım yapılmaz. Bu sermayenin rasyonel hareket etme zorunluluğunun temel bir kuralıdır. Nitekim 1990’lı yıllarında Bankalar işletmelere kredi vermemek için Ağrı ve çevresindeki gayri menkul mallar üzerinde ipotek kabul etmiyorlardı. Yani devletin bankaları buraların toprak olarak elde tutulamayabileceğini düşünüyorlardı. Bu göze alınabilecek bir risk olarak kabul edilemeyeceğinden buradaki binalara, arazilere karşılık olarak bir kredi ödenmesi ekonomik anlamda rasiyonel olmazdı. Savaştan kar sağlayan sermaye haricinde; üretimi ve satılması savaştan çok barış ortamında mümkün olan mal ve hizmetleri üreten işletmelerin ihtiyaç duydukları „huzur“ ortamını savunmaları kendi çıkarlarınadır. TÜSİAD’ın zaman zaman Kürt sorunununa değinerek sorunun çözülmesini istemesi ekonomik açıdan rasiyonel bir taleptir. TÜSİAD ihtiyaç duyduğu bu barış zemininin öncü savunucusu olmaktan çok iktidar partisine uyumlu bir politika izlemektedir. 

TÜSİAD’ın Türkiye’de son iki yıldır gerekliliği sıkça tartışılan ve halihazırda hazırlanması için komisyonlar oluşturulan yeni anayasaya yaklaşımı, AKP’nin yaklaşımına parelel olarak değişmektedir. AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili söz düzeyinde gündemleştirdiği açılım söylemini MÜSİAD sessiz kalarak onaylarken, TÜSİAD kendisinin hazırlattığı özellikle Kürt sorununun çözümü için perspektivler sunan, liberal olarak nitelendirilebilecek bir anayasa taslağını kamuoyuna açıklayarak AKP’ye değişim konusunda açıktan desteğini sundu. AKP bu Anayasa önerisinden faydalanabileceğini açıkladı. 

12 Haziran 2011’de gerçekleştirilen seçimler öncesinde AKP daha çok milliyetçi oy kazanabilmek için Kürt sorununun çözümü konusunda sertlik yanlısı bir söylem ve pratiğe yöneldi. Seçimde büyük başarı elde edip tek başına iktidar olan AKP Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını tek tek Kürt vatandaşların bazı sorunlarının olabileceğini, bu sorunların da zamanla çözüleceği şeklinde bir söylem tuturdu. Bunun üzerine TÜSİAD kendi anayasa önerisini savunmaktan vazgeçti. Şimdilerde ise Kürt sorununu bireysel haklar düzeyinde ele almaktadır.  DEVAM EDECEK

HÜSEYİN DAĞDAŞ /
Türkiye’de uluslararası iktisat, İsviçre’de politik ekonomi okudu ve bu alanda master yaptı. İsviçre Federal İstatistik Dairesi’nde araştırmacı-Ekonomist olarak çalışıyor.