21 Ağustos 2011 Pazar

Türkiye Savaşa Nasıl Çekildi?

 
Bir süredir yaşananlar, Türkiye’nin savaşa sürüklendiğini gösteriyordu. Bu konuda çoğumuz gidişatın iyi olmadığını, hükümetin kamuoyuna tatmin edici bazı taahhütlerde bulunması gerektiğini belirtiyorduk. Özellikle İmralı’da yürütülen görüşmeler konusunda Sayın Öcalan ısrarla uyarılarda bulundu. ‘Konuşulacak her şeyin konuşulduğunu artık pratik adımların atılması gerektiğini’ belirtiyordu. Hazırlanan protokollerin hükümete sunulduğunu Başbakanın onayının beklendiği vurgulanıyordu. 
 
Hükümet ise seçimlerden öncesinden başlayarak Kürt siyasal cephesine karşı giderek sertleşen ve suçlayan bir üslup kullanmaya başladı. Seçimlerden sonra ise Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, tutuklu olanların tahliye edilmesi konusunda herhangi bir girişimde bulunulmadı. KCK davasından tutuklananların açıkça bir rehin almaya dönüştüğü gözler önünde iken çözümleyici bir girişimde bulunulmadı. Sadece Kürtçe savunma hakkı gerekçesiyle mahkemeler bloke edildi. 

 
Seçim öncesinden başlayarak askeri operasyonlar arttırıldı. Birkaç gerilla grubu imha edildi. Seçim sonrasında da askeri hareketlilik azaltılmadı. Tersine yaygınlaştırılıp arttırıldı. Bölgeye daha fazla asker ve polis gücü kaydırıldı. Ev baskınları ve tutuklanma furyası hiç durmadı. Kürt hareketinin temsilcileri tüm bunlara dikkat çekerek gidişatın çatışmaya doğru evrildiğini, hükümetin tek yanlı süren çatışmazlık ortamını ortadan kaldırmaması uyarısında bulundu. 

 
Hükümet ise kamuoyuna herhangi bir çözüm programı sunmadı. Kürt tarafına güven verecek ve rahatlatacak ilişkiler geliştirmedi. Pratik adımlar atmadı. Özellikle Fethullahçı çevreler ve yandaş basın-yayın organları demokratikleşme ve Kürt sorununu tartışmak yerine, giderek artan bir dozda Kürt hareketlerine karşı sistematik bir karalama ve psikolojik savaşa yöneldiler. Barış ve demokrasi isteyen bir hükümet, onun partisi ve basın-yayın organları ülkedeki önemli güçlere karşı böyle dışlayıcı, suçlayıcı bir dil kullanmamalıydı. Tümüyle devleti ele geçirdiğinin verdiği güvenle AKP ve yandaşları Kürt hareketlerini daha rahat hedeflediler. Çünkü önlerinde Kürtlerden başka da bir engel kalmamıştı. Oldukça yanılgılı bir anlayışla tarihsel süreci ele aldılar. 

 
Halbuki Kürt hareketlerinin otuz yıllık bir direniş gücü ve birikimi vardı. Silahlı mücadeleyi yürütenler dahi, bütün çevreler Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde demokrasiyi geliştirerek Kürt sorununun çözümünü savunuyorlardı. Çözüm modeli olarak da, “Demokratik Özerklik” formüle edildi. Bağımsız demokratik birleşik bir Kürdistan’dan demokratik özerk bir Kürdistan temelinde strateji değiştirildi. Tüm bunlar büyük ve ciddi gelişmelerdi. Hükümet bu otuz yıllık birikimi ciddiye alıp Türkiye’yi Kürt sorununun çözümüne hazırlama ve Kürt hareketlerini de dahil ederek güven arttırıcı önlemleri alsaydı, çatışma ihmali giderek gündemden çıkacaktı. 

 
Ancak Türkiye’yi yönetenler, başta da AKP Hükümeti ciddi elle tutulur somut bir demokratikleşme ve çözüm projesine sahip değildi. Yakaladığı her fırsatta ‘PKK ve BDP’nin Kürtleri temsil etmediğini, dolayısıyla onları muhatap almayacağını’ hep vurguladı. Bu güçleri çözümde bir partner olarak görme yerine, etkisizleştirilmesi ve devreden çıkarılması gereken bir güç olarak ele aldı. Son haftalarda da bunun dozunu iyice kaçırdı. Sınır özel birlikleri, özel polis güçleri ve benzeri oluşturup Kürt hareketini yine teröre indirgeyerek onları nasıl ezeceklerini, legal alandaki güçlerin ya da örgütlenmelerin nasıl bertaraf edileceğini işlemeye başladılar. Yaygınlaşan operasyonlar sonrası Silvan’da operasyona çıkan bir birliğe yapılan saldırıda bir grup asker ölünce de, bunu bir milat ve savaş, saldırı gerekçesi olarak ilan ettiler. En başta da Fethullahçıların temsilcileri savaş stratejilerini kamuoyuna deklere ettiler. Bu stratejiye göre “Kürtler gününü görecek, hükümetin koordinesinde devlet güçleri harekete geçirilecek, PKK’nin beli kırılıp kökü kazılacaktı.” Samanyolu gibi TV kanalları Güntaç Aktan’nın 1990’lardaki kirli savaşın yüzünü yansıtan Anadolu’dan Görünüm programı esprisiyle yayın yapmaktadır. Bu yayın politikası ve tutumlar sıradan bir karşıtlığı ve çatışmayı ifade etmemektedir. Devlet son MGK’de Hüseyin Gülerce’nin ve benzer çevrelerin zihniyetini yansıtmıştır. Devletin sivil, asker bütün unsurlarıyla Kürt hareketlerine karşı topyekûn harekete geçeceği “tek devlet, tek millet, tek bayrak” gibi klasik devlet zihniyetinden herhangi bir değişiklik yapmadığını ilan etmiştir. 

 
Türkiye’de Taraf gazetesi dahil birçok gazete ve aydının ise hem kafası karışık hem de Türkiye’nin kanlı bir savaşa sürüklenmesinde Kürtleri sorumlu tutup suçlamaktadırlar. Son dönemde artan asker ölümlerini gerekçe göstererek Kürtlerin barış sürecini sabote ettiğini ve çözüme giden sürecin değerini bilmediğini, hükümetin de adeta sabrını tüketerek tekrar askeri yöntemlere başvurmak zorunda kaldığını belirtmektedirler. Yani hükümet ve devlet işi çözüm yoluna koymuş iken, Kürtler akılsızlıklarından ya da şiddete fazla bel bağlamasından Türkiye devleti yine demir yumruğunu kafalarına yemek için davetiye çıkardılar. 

 
Türkiye’de basının başından beri ırkçılığın ve kirli savaşın bu kadar olağanlaşmasında önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Şimdi de aynı uğursuz rolünü oynamayı sürdürüyor. Son günlerde ölen askerlere ilişkin kopardıkları gürültünün ve tepkilerin çeyreğini devlet operasyonlarında yaşamını yitiren gerillalarda gösterselerdi, Türkiye bugün kanlı bir çatışmaya sürüklenmezdi. Gerillaların ölümlerini ya övünerek verirler ya da şu kadar terörist öldü diye rakamlandırarak verirler. Halbuki ölen askerler de, gerillalar da bu ülkenin gençleridir. İnsanlık ve insanların ölmesine tepki ise en azından bu halka ve onların ölülerine saygının gereği bu kadar kesin dışlayıcı ve arada uçurumlar açıcı olunmamalıdır. Anlamsız bir biçimde hala devleti kutsallaştırarak vatandaşların öldürülmelerini ve tutuklanmalarını sıradanlaştırmamak gerekir.
Türkiye’de gerçekten Kürt sorununun çözümü için koşullar olgunlaşmıştı. Genelde toplumda bir iyimserlik gelişmişti. Basın ve siyasi çevreler biraz da sorumlu davranıp sorunu sahiplenseydi; bu iş sadece hükümetin ve ırkçı kesimlerin elinde kalmazdı. 

 
Gelinen nokta hiç de iyi bir nokta değildir. Başta hükümet olmak üzere imha konseptleri yapmak, devletin tüm güçlerini Kürtlerin üzerine salmak yerine, frene basıp bu kanlı girdaba gidişi dur denilmelidir. Devlet, Kürtlerin direnişini kırmak için bütün güçlerini, maddi-manevi gücünü harcıyor. Kürtler de, devletin bu saldırılarını kırmak için bütün güçlerini birleştirip direnişe geçiyor. Bu ülkenin güçlerini birbirine karşı kullanmak yerine, ortaklaştırmak daha büyük bir sinerji yaratacak ve Türkiye halklarının selameti, kalkınması ve demokratikleşmesi için muazzam bir sıçramaya yol açacaktır. Seksen yıldır Kürtlere hep ırkçılığı, şiddeti ve sopayı reva gördünüz. Ama bütün bunların sorunun çözümüne yetmediği gün gibi ortadadır. Kürtler bundan sonra da bütün güç ve enerjilerini kullanarak direneceklerdir. Kendi ülkelerinde kendi kimlik ve onurlarıyla yaşamak istiyorlar. Bu da onların en doğal haklarıdır. Bunu düşmanlık nedeni olarak görmek, boyun eğdirmek için seferler düzenlemek hiç de uygar, adil ve insani bir davranış değildir.

Belgelerle Deniz Feneri Soygunu III: Z.Karaman'ın Oğlunun Ortak Olduğu Rapidway ve Quick Taxi Şirketi


Deniz Feneri soygununda, yoksullara yardım için toplanan paraların iç edilmesinde kullanılan üç yöntem dikkat çekiyor. Sahte yardım makbuzları, sahte alım-satım belgeleri ve Deniz Feneri ile bağlantılı olarak kullanılan şirketler. Sahte yardım makbuzları nasıl hazırlandı? Yardım için toplanan paraların şirket alım satım işleriyle iç edilmesi nasıl gerçekleşti? Zekeriya Karaman'ın oğullarının taksi şirketi nasıl kullanıldı? Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın bacanağı Habib Karaman soygunun neresinde?

Deniz Feneri’nin paralarının önemli bir bölümü paravan şirketler kanalıyla aktarılmaktadır. Bunun için birçok yöntem kullanılmış. Öncelikli olarak paralar Kanal 7’ye götürülüp oradan Zekeriya KARAMAN’a teslim ediliyor, sonra yeniden Frankfurt’ta kurulan şirkete havale çıkartılıyor. Böylece sanki Türkiye’den şirketlerin hisse payları gönderiliyor gibi gösteriliyor. Bir başka yöntem de, Deniz Feneri hesabından kredi almış gibi yaparak paraları şirket hesaplarına aktarmak.


Deniz Feneri Derneği, daha çok bir yardım kuruluşu olarak faaliyet yürüttüğü için, Zekeriya KARAMAN, Zahit AKMAN gibi birçok insanın ortak olduğu paravan şirketler kuruluyor. Bütün bunları daha sonraki yazılarda tek tek şirketleri ele alırken inceleyeceğiz.


Ancak sorunun anlaşılması için kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Kurulan ve aslında pek de işlevi olmayan her şirketin hesabına, Deniz Feneri hesabından para aktarılıyor. Örneğin Deniz Feneri sanki bunlardan yiyecek, içecek, giyim gibi tonlarca mal almış gibi gösterip, düzenlenen sahte faturalar karşılığından bu şirketlere para aktarmaktadırlar. Dahası hayâli alım-satım işleri yapılmakta ve milyon Euro olarak ifade edilen paralar, Almanya Deniz Feneri hesaplarından bu şirketlere aktarılıp zimmete geçirilmektedir. Dosyada buna ilişkin çok sayıda belge ve doküman bulunuyor.


“Yardım aldım” imzaları sahte

Ele geçen farklı belgelerin Hessen Eyaleti Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ‘Kriminal Teknik Araştırması’ servisinde incelenmesinden sonra söz konusu ‘Alındı’ belgelerinin üzerindeki imzaların tek kişiye ait olduğu anlaşıldı. İddianame de şunlar belirtilmiş: “03.05. 2007 tarihli talimat yazısıyla birlikte, on adet makbuz belgesine yer verildi. Bu Alındı belgeleri üzerinde isimleri yazılı olan ve yardım almış şahıslar tamamen ayrı kişiler olmasına rağmen, alındı belgelerinin üzerindeki imzalar birbirine çok benzemektedir. Konu ile yapılan analiz neticesi verilen bilirkişi raporuna göre, bütün alındı belgelerinin üzerindeki imzalar, çok büyük bir ihtimalle, aynı kişi tarafından atılmış. Gene daha sonra tespit edilen gerçeğe göre, gene çok büyük bir ihtimalle imzalar, belgelere iliştirilen ve ‘yardıma muhtaçtır’ belgelerini de imzalayan Muhtar tarafından imzalanmış.” Yapılan bütün işlemler sahte olduğu için tıpkı şirket ortaklarının kodlanması gibi gizli muhasebe kayıtlarında şirketler kotlanmış ve her şirkete bir harf veya rumuz verilmiş. Diğer şirketleri incelediğimizde bunu çok daha net olarak göreceğiz.




Paravan taksi şirketi

Tamamı Deniz Feneri’nin parasıyla alınan ve farklı bir isimle halen faaliyete devam RAPİDWAY ve TAXİ QUİCK’in kuruluşu tam bir dolandırıcılık örneğidir. Frankfurt Deniz Feneri iddianamesinde buna ilişkin önemli bir bölüm bulunuyor. Ayrıca dosya genelinde oldukça geniş bilgi ve belgeler bulunuyor. Almanya Deniz Feneri Derneği adına toplanan paralarla kurulan bir şirket. Soruşturmadan kurtulmak için sürekli isim değiştirilmiş.
İddianamede ERMİŞ’in ifadeleri esas alınarak şunlar belirtilmiş: “GÜRHAN’ın TAXİ QUICK şirketini kuran kişi olduğunu ve GÜRHAN’ın isteği üzerine kendisinin formalite-geçici olarak, Taxi Quick şirketinin Genel Müdürlüğünü (Geschaeftsführer) yaptığını belirtmiş. İfadesinde “Hukuken kendisi, taxicilik yapacak şirketin genel müdürlüğünü yapamayacak durumdaymış. Çünkü IHK’da (Ticaret Odasında) bunun için gereken imtihanı bilerek ve isteyerek başaramamış. Onun için GÜLMEZ adında birisi ikinci genel müdür yapılmış. Aslında PRESTIGE TAXI GmbH şirketi, altı arabasını, bu şirketin halefi olacak TAXI QUICK şirketine resmi olarak satmış. Arabalar ve çalıştırma lisansı taksitler halinde, yekün olarak Deniz Fenerinin yardım parasından, GÜRHAN’ın teslim tesellüm hesabından 400.000,00 € ödenmiş. Şirketin resmi sermayesi 427.000,00 € idi. GÜRHAN’ın hissesi 135.000,00 € idi. GÜRHAN, bu büyüklükte bir parayı Deniz Feneri’nden kredi olarak almış. Geri kalan meblağ ise muhasebede önce, AK HOLDİNG’in (Almancası Weiss Handels-gesellschaft) hesabına daha sonra da Deniz Feneri’nin hesabına geçirilmiş. 01.03.2006 tarihine kadar ERMİŞ, şirketin ortağı değilmiş. ERMİŞ, GÜRHAN’a ortak olmak istemediğini, aslında Türkiye’ye dönüp orada KANAL 7 veya bir başka yerde çalışmak istediğini söylemiş. ERMİŞ en sonunda, 10.000,00 € keş para ile ortak olmuş, 12.000,00 €’luk hissesinin geri kalanını şirkete borçlanmış. Aylık borcu 500,00 € idi. Böylelikle hissesi 22.000, 00 €’luk idi. TAŞKAN da ortak olmuştu ve IHK’da (Ticaret Odasında) yapmış olduğu imtihana istinaden de Quick Taxi şirketinin resmi Genel Müdürlüğünü üstlenmişti. Gayri resmi genel müdürlüğü gene GÜRHAN yürütmüş.”





Deniz Feneri’nde çekilen paraların izinin kaybedilmesi için sürekli yeni şirketler kuran soygun şebekesi, özellikle taksi şirketinde bunu çok bariz bir tarzda yapmaktadırlar. TAXI QUICK, PRESTIGE TAXI, RAPİDWAY, ASS TAXİ gibi isimlerle kurulan taksi şirketindeki bu isim değişiklikleri ile Deniz Feneri’nden aktarılan paraların izi kaybediliyor. Taksi şirketi ticari bakımdan da karlı olduğu için Zekeriya KARAMAN oğlunu buraya ortak ediyor. Ömer KARAMAN ve Mehmet GÜRHAN taksi şirketinin ortakları oluyor.


Ermiş’in konu ile ilgili açıklamaları şu şekilde kayda geçmiş: “Durum aynı şekilde RAPİDWAY GmbH şirketinde de olmuş. Bunun selefi ASS TAXİ idi. Quick Tax GmbH şirketinin selefi Prestige Taxi’de olduğu gibi burada da şirketin genel müdürlüğünü Recep KURUM yapmış. RAPİDWAY şirketi arabaları, çalışma ruhsatını ve şoförleri de almış. RAPİDWAY ve TAXİ QUİCK şirketlerinin yeri Lahnstrasse’de imiş ve Ümit SİNCANOĞLU tarafından idare ediliyorlarmış. Sanık GÜRHAN da onun (Ümit Sincanoğlu’nun) şefiymiş. Sanık ERMİŞ ASS TAXİ şirketi için muhasebe yapmamış. Deniz Feneri şirketi 20.000,00 € karşılığında satın almış.
Şirketin sahipleri de hakkında ayrıca soruşturma yapılan KARAMAN’ın oğlu Ömer Karaman ve GÜHAN imişler. 30.12.2006 tarihinde, Maliye Dairesinin soruları üzerine, hisselerini Deniz Feneri’ne ve İzzet KURUM’a devretmişler.”

Zekeriya KARAMAN akıllı adam, ne kendisini ne de oğlu Ömer KARAMAN’ı riske atıyor. Alman Vergi Dairesinin başlatmış olduğu soruşturmanın hemen ardından, şirketin hisselerini tekrar Deniz Feneri’ne ve İzzet KURUM’a satmış gibi yapıyor.







Birçok kez isim değiştiren TAXİ şirketi, kar getiren şirketlerden biridir. Para kokusunu iyi alan KARAMAN, oğlu Ömer’i şirkete yüzde 20 hisseyle ortak ediyor. Elle yapılan hesaplarda Ömer KARAMAN’ın şirketin ortağı olduğu anlaşıldığı gibi, KARAMAN dönemsel kardan kendi payına düşeni almayı da ihmal etmiyor.





Almanya Deniz Feneri ile Zekeriya KARAMAN’ın şirketleri öyle iç içe geçiyor ki, kimin eli kimin cebinde belli değil. Deniz Feneri’nin paralarıyla şirketleri kuruyorlar, sonra tekrar hisselerini Deniz Feneri’ne satarak iki kez dolandırıcılık yapıyorlar. Bunun en somut örneklerinden biri de TAXI QUICK, PRESTIGE TAXI, RAPİDWAY, ASS TAXİ isimleriyle kurulan taksi şirketidir. Sürekli isim değiştirilen şirket aslında aynı şirkettir. Alman Vergi Dairesinin başlattığı soruşturmadan sonra şirketin ismi birkaç kez değiştirilmiş. Bu sahte işlem yapmanın bir boyutunu oluştururken, esas mesele, Deniz Feneri ile taksi şirketi arasındaki ilişkidir. Deniz Feneri, tüzüksel olarak kamu yararına çalışan bir dernektir. Şirket kurma hakkı yoktur. Hesaplarındaki paraların da yardım amacı dışında kullanılmayacağı belirtiliyor. Ama işin içine Zekeriya KARAMAN giriyor ve bunların hiçbir anlamı kalmıyor. Deniz Feneri, taksi şirketinin ortaklarından biriymiş gibi gösterilerek, şirkete para aktarılıyor. Ayrıca sanki Deniz Feneri’nden kredi alıyorlarmış gibi bir yönteme başvuruyorlar. Dosyada çok sayıda belge bulunuyor. El yazmalarıyla yapılmış hesaplar da, Deniz Feneri-taksi şirketi arasındaki ilişkiyi çok bariz bir şekilde ortaya koyuyor.









Belge, mevcut durumu çok net olarak ortaya koyuyor. Birincisi Deniz Feneri ile Taxi Quick arasındaki ilişki çok nettir. 320 bin Euro Deniz Feneri hesabından aktarılmış. İkincisi kişilere düşen hisselerin Euro olarak karşılığı yazılmış. Örneğin Ömer KARAMAN 112 bin Euro ile ortak oluyor. Bu parayı nerden getirdiğine dair hiçbir veri bulunmuyor. Dönem karını da alıyor. Soruşturma başlayınca tekrar şirket Deniz Feneri’ne satılıyor ve ikinci kez bir vurgun gerçekleşiyor. Sanki daha önce taksi şirketine ortak olup para koyulmuş ve sonra tüm hisseleri Deniz Feneri’ne satılmış gibi görünerek, ikinci kez Deniz Feneri hesaplarından para çekiliyor.


Deniz Feneri= Ak Holding GmbH


Ayrıca ele alacağımız gibi belgede dikkat çeken çok önemli bir nokta var.
‘Deniz Feneri= Ak (Beyaz) Holding GmbH’ yazıyor. Yani Deniz Feneri aslında yine Zekeriya KARAMAN ve Zahit AKMAN tarafından kurulan WEİSS-BEYAZ GmbH şirketi gibi faaliyet yürütüyor. Deniz Feneri’nden gelen paralar doğrudan Zekeriya KARAMAN’a ait olan şirketlere aktarıldığı için ‘Deniz Feneri= Beyaz Holding GmbH’ denilmesinde hiçbir sakınca görülmemektedir. Ayrıca dosyada Kanal 7 ile Almanya Deniz Feneri ve Taxi Quick arasındaki ilişki de çok belirgin olarak ortaya konmuş.



Soygun Şirketini kuranlar ısrarla Deniz Feneri ile Kanal 7 arasında hukuki bir ilişki olmadığı savını ileri sürmektedirler. Hukuki olarak var mı yok mu bilemeyiz, ama kendileri tarafından kaleme alınan belgelerden bu ilişkinin var olduğu görülüyor. Hem de çok açık olarak…


Dosya kapsamında Deniz Feneri Soygun Şirketi’nin organizatörü olan Zekeriya KARAMAN’ın oğlu ÖMER KARAMAN’ın da sorgulanması gerekiyor. Ömer KARAMAN hangi biçimde gelip Taxi Şirketlerine ortak oldu? Parayı nerden getirip şirketin yüzde 20’sine sahip oldu? Deniz Feneri’yle nasıl bir ilişkisi var? Daha sonra satışta ne kadar para aldı? Kendi hissesini sattığı Deniz Feneri Derneği’nin hisse satın alma yetkisi var mı? Almanya Deniz Feneri ile Ömer KARAMAN arasında herhangi bir satış sözleşmesi var mı? Ömer KARAMAN, Deniz Feneri’nin hangi banka hesabından bu paraları çekti?


Küçük oğlan Habib Karaman da soygun tezgâhının elemanı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Burak ERDOĞAN’ın bacanağı ve Deniz Feneri parasıyla iki bacanak ortak gemi alma işine kalkışan, Z. KARAMAN’ın diğer oğlu Habib KARAMAN da, gemi alımı için kurulan HALİÇ DENİZ LTŞ’nin ortaklarından biri oluyor. Gemi dosyasını açıklarken bu konuyu ileride belgelerle ele alacağız. Anlaşılan KARAMAN ailesi, Deniz Feneri’nin soyulması gereken bir merkez olarak görmüşler, hep birlikte dadanmışlar.