
Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni toplumsal
formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim sınıfların ve
yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk
operasyonelleştirilmektedir
Hukuk mu?
12 Eylül Referandumu veya yargı kurumlarıyla ilgili düzenlemeler
esnasında devletin ideolojik aygıtlarından olan hukuk kurumları üzerinde
tartışma yürütüldüğü süreçte, kapitalist sistemdeki bilumum adalet
mekanizmalarının özü itibariyle emekçi sınıfların karşısında
konumlandığı görüşü Sosyalistler arasında dillendiriliyordu. Ki, bu
yorumlar tarihsel-toplumsal ölçekte doğrudur: Anayasalar, yasalar,
haklar uzun vadede özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin dönemsel
biçimlenmelerini korumak amacıyla tasarlanmış metinlerdir. Sadece birer
yazılı doküman olmanın ötesinde hâkim üretim ilişkilerinin
sürdürülebilirliğini sağlamak için kendi içinde belirli rıza ve zor
varyantlarına da sahiptir. İlk anayasadan bugünün anayasalarına, ilk
kanundan bugünün kanunlarına genel olarak hukuk, devlet aygıtlarının ve
egemen sınıfların hem türeticisi, hem de sağaltıcısıdır. Ancak hukuk ve
egemenler arasındaki ilişki tek satırda basit bir “yansıma ilişkisi”
olarak veya basitçe namluya sürülmüş mermi gibi değerlendirilecek
içeriğe sahip değildir. Yeri geldiğinde silah ters de tepebilir. Ne var
ki, devlet aygıtı içinde siyasi iktidar yapılanmaları olan hükümetler,
bürokratlar, teknokratlar ve çıkar ilişkileri aracılığıyla parti-devlet
bütünleşmesini sağladığı oranda hukuk da asli özelliklerini yitirmeye,
“hukuk-ideolojisi” formuna kavuşmaya başlar.
Hukukun bu süreçte kaybettiği asli özellikler biçimsellik ve
sistematikliktir. Normal şartlar altında hukuk sistemi iç tutarlılığa
sahip olduğunda sistematiktir. Kısacası, aynı vakaya aynı koşullar
altında aynı tepkiyi, hükmü verir. Bu durum hukuk sisteminin iç
çelişkilerini minimum seviyeye indirmesine yarar. Bu durumda hukuk
sistemi toplumda kabul görür ve kitleler, hukukun istikrarının
farkındalığıyla hareket eder. Kitleler açısından hukuka sunulan rızada,
hukuk sisteminin tüm bileşenlerinin herkese aynı davranacağı
güvenilirliği önemli bir faktördür. Althusser’in tabiriyle: “Hukuk,
tüzel kişilik olarak hukuki anlamda tanımlanan ve kabul gören herkes
için geçerlidir -ve herkes hukuka başvurabilir”. Kişiler (burjuva) hukuk
sistemi içerisinde liberal eşitlik (soyut insan) anlayışına uygun
olarak kendilerine “yasalar tarafından tanınan her hakkın haizidir.”
Haiziydi!
Hukukun krizi
Unutmamız gereken ilk şey hukuk dediğimiz “mükemmel” iç tutarlılığa
veya “kusursuz” biçimselliğe sahip olan bir sistemin, diğer toplumsal
ilişki biçimleri gibi sınıf mücadelelerinin bir sonucu olduğudur. Burada
önemli ve belirleyici olan, “etken-edilgen”, “güçlü-güçsüz” veya
“emreden-buyuran” gibi karşıtlıklardan ziyade “ilişki-süreç” ikiliği
içinde hukuk sisteminin işlemesidir. Nitekim bu işleyiş, yukarıda kısaca
belirttiğimiz gibi parti-devlet bütünleşmesi gerçekleştiği oranda
işlerliğini yitirmektedir. Hukuk tüm içsel çelişkileri ile birlikte
hukuk-ideolojisi formunda devlet aygıtının bir tür rıza/zor uzvu haline
bürünür. Devletlerin otoriterleşmesine paralel hukuk-ideolojisi, rızanın
ve (toplumsal) korkunun, (siyasal) sindirilmişliğin ve (kitlesel)
pasifizmin tedarikçisi haline gelir. Dikkat edersek, son birkaç yıldır
dava ve duruşma haberlerinden başımız döndü, dönmeye de devam ediyor.
Her tür kurumsal muhalefet odağına ya ilgili mevzuatlar aracılığıyla
ceza kesilmesi ya da denetlemelerle baskı altına alınmaya çalışılması;
muhaliflere mahkeme celpleriyle, gözaltlarıyla ve idari soruşturmalarla
siyasetin alanlarından uzaklaştırılmaya çalışılması, hukuk-ideolojisinin
güncel güdümlü siyasi biçimlenmesidir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin krize girdiği dönemlerde sınıfsal
güç ilişkilerinde taraflar arasında çekişme açığa çıkar. Sınıf iktidarı
çatlamaya ve kaymaya başladığında ve yeni bir hâkimiyet tarzı
belirdiğinde hukuk da dönüşüme uğrar. İlgili kriz dönemlerinde ortaya
çıkmakta olan sınıf hâkimiyetinin yeni “düzenleme”leri belirmeye başlar.
Hukuki “düzenlemeler” bu “yenilik”in hedeflerinden biri olur. Ama bazen
hukuki “düzenlemeler” zorunlu olmamakla birlikte yeni sınıf
hâkimiyetinin tesisinde başı çekebilir. Yeni sınıf hâkimiyeti, kendini
egemen kılabilmek için eski hâkim sınıfa “hukuk” silahını çevirebilir
(Ergenekon vb. davalar), yasalar üzerinden bazı sınıflara tavizler verip
yeni hareket alanları açabilir (HES’lerle ilgili yasalar ve yeni iş
yasaları), muhalif sesleri bastırabilmek için hukuku (KCK davaları ve
sol örgütlere yönelik suçlamalar ve tutuklamalar) araçsallaştırma
çabasına yönelebilir. Ancak hukuk kendine özgü olma durumunu yani
özerkliğini, sistematikliğini, biçimselliğini ve iç tutarlılığını
kaybettiğinde ortada kendisine itaat edilecek bir düzen kalmaz. Elbette
yeni hâkim sınıf hukukun sınırlarını zorlayabilir, hukuku diğer
ilişkilerden ayırt edici kılan ilkeleri çiğnemeye yönelebilir ama bu
kendi hâkimiyetinin dayandığı dallardan birini kesmek olacaktır.
Masum aranıyor!
Hükümetin tüm karşıtlarını hukuk mekanizmaları yoluyla zorlaması,
hukuk-ideolojisi dolayımıyla muhalefet zeminini düzlemeye çalışması
başka süreçlerle tamamlanmaktadır. Bilindiği üzere gece yarısı
çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yasama atlanılarak yürütme
tarafından topal demokrasiye kontratak uygulamıştır. KHK ismini
verdiğimiz belirli çıkarlara hizmet eden yasal teknik, yine hukuk
mekanizmaları vasıtasıyla hayata geçirilmektedir. Güncel olandan
bahsedersek, 2 Kasım tarihli Resmi Gazete’deki dört KHK, yürütmenin
politik manevralarının açık-kolay erişilebilir itiraz kabul etmeyen
hukuk mekanizmaları aracılığıyla gerçekleştirildiğinin bir ifadesidir.
Bu süreçteki kritik nokta, anaakım siyaset dâhil olmak üzere
işyerlerindeki, resmi kurumlardaki, üniversitelerdeki ve sokaktaki
halkın sesine tahammülsüz bir şekilde yangından mal kaçırılırcasına
düzenlemelerin yürürlüğe konmasıdır. Sermaye lehine olan bu gelişmeleri
besleyen en büyük operasyon, emek piyasasının disiplini ve kitlelerdeki
kıpırdanmaları engellemek için farklı toplumsal sınıflardan kişi ve
kurumları cezalandırmaktır. Bu klasik ceza sisteminin egemen sınıflar
için artıları ve eksileri vardır. Kısa vadede artısı, ilk etapta
doğrudan caydırıcılık sağlamasıdır. Uzun vadede eksisi, istem-dışı daha
fazla tepkisellik doğmasıdır.
Hükümetin yeni dönemindeki “demokratikleşme” söylemlerini
destekleyen başat stratejisi ve taktiği ise, devletin ideolojik
aygıtlarını özellikle de hukuki araçlar yardımıyla yeni toplumsal
normatif değerlerin inşasını -bunların kontrol yöntemlerini de
uygulanabilir kılacak biçimde- yine toplumsallığın merkezine
oturtmasıdır. Hükümet ve yörüngesindeki organik maymuncuklar, “söylemsel
mücadele” formunda bir savaşa girişirler. Fredric Jameson’a ait olan bu
kavramda, “mücadele”, tahlillerin özünden çok tahlillerde kullanılan
terimlerin meşruiyetinin sorgulanması etrafında döner ve rakip
düşünceleri itibarsızlaştırmak için bayağı ve derin zihinsel işlem
gerektirmeyen cümleler revaçtadır. Siyasal söylemde
itibarsızlaştırılamayan ve marjinalleştirilemeyen karşıt görüşlerse, bu
sefer bir tür soyutluk kisvesi altında hukuk-ideoloji vasıtasıyla hedefe
yerleştirilir. Hükümetin “demokratik” dış görünümünden ötürü doğrudan
muhatap alamadığı muhalefet odaklarını başka bir kurumsallığa ve başka
bir özerk-işleyişe sahip havasındaki mekanizmalara havale edilir. Bu da
sıklıkla gözaltılar ve tutuklamalar şeklinde cisimleşir.
Acil demokrasi!
Ampirik düzeyde kronolojik ispatını yapalım. 1999 yılında toplam 594
işkence ve kötü muamele vakası yaşandı, 50 bin 318 kişi gözaltına
alındı ve bunların 2105’i tutuklandı. Toplatılan yayın sayısı 283 ve
düşünce mahkûmlarının sayısı 122’ydi. 2001 krizi sonrası neoliberal
restorasyonu gerçekleştirmek üzere -kimileri tarafından Mesiyanik bir
aktör olarak- sahneye çıkan AKP’nin ilk yılında 21 bin 612 kişi
gözaltına alındı. 200’ü gazeteci olmak üzere 1148 kişi tutuklandı. 900
kişi işkence bildiriminde bulundu. 2002 yılı içinde 169 kitap, dergi ve
afiş yasaklandı. 83 kitle örgütü, siyasi kuruluş, yayın organı polis
tarafından basıldı. 108 radyo ve televizyonun yayını durduruldu. Toplam
da 3220 gün kapatma cezaları verildi. Düşünce suçlusu sayısı ise 105
idi. 2006 yılına geldiğimizde çeşitli raporlara göre 5560 kişi gözaltına
alındı, bunların 1545’i tutuklandı. Çarpıcı başka bir rakam, 44 kişi
yargısız infaz edildi. Çeşitli miting ve gösterilerde orantısız güç
nedeniyle 12 kişi öldü, 869 kişi yaralandı. “Dur ihtarı”na uymama ve
silah kullanma yetkisinin ihlali nedeniyle 32 yaşamını yitirdi, 45 kişi
yaralandı. 708 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını bildirdi.
2007 yılında 7197 kişi gözaltına alındı, 1440 kişi tutuklandı. 13
internet sitesi engellendi. Düşünce ve ifade özgürlüğüne uydukları için
138 kişi hakkında soruşturma açıldı. Aynı sebepten yargılanan kişi
sayısı ise 558 idi. 2009’da 1835 işkence, kötü muamele ve onur kırıcı
davranış yaşandı, 7718 kişi gözaltına alındı, 1923 kişi tutuklandı.
2009, medya ve internete karşı yoğun sansürün ve yasaklamanın yaşandığı
yıl oldu. Çoğunluğu Kürt orijinli 10 gazete toplam 27 kez, 7 dergi ise
toplam 15 kez toplatıldı. 11 gazete bürosu, 3 televizyon kanalı ve 2
radyo binası baskına uğrarken, 2 bin 601 internet sitesi kapatıldı.
İHD’nin raporuna göre 2010 yılı içerisinde 23 bin 573 ihlal yaşandı.
Aynı bölgede 3 bin 706 kişi gözaltına alındı, 987 kişi tutuklandı, 741
işkence ve kötü muamele vakası tespit edildi, toplumsal olaylara 221
müdahale gerçekleşti, 222 kişi yaralandı. İHD İstanbul Şubesi’nin yıllın
raporuna göre İstanbul’da 924 kişi gözaltına alındı, 99 kişi
tutuklandı, 560 kişi işkence ve kötü muamele mağduru oldu. ANF, DİHA ve
Özgür Gündem’in gözaltı ve tutuklama haberlerinden ulaşılan rakama göre 5
bin dolayında kişi gözaltı yapıldı. 3 Mayıs 2011 tarihli İHD
açıklamasında 57 ile 67 arasında gazetecinin tutuklu olduğuna dikkat
çekildi.
Son birkaç aydır süren KCK davaları, durumun vahametini daha da
göstermektedir. Ekim ayı içinde BDP’den yapılan açıklamada KCK
operasyonları başladığı tarihten itibaren 7748 gözaltı, 3895 tutuklama
yapıldığı söylenmişti. Bu açıklama İçişleri Bakanı tarafından
yalanlanmış, tutuklu sayısının 485 olduğu belirtilmişti. Gözaltı ve
tutuklama dalgası sonlanmayarak kümülatif biçimde artmaya devam etti.
Zarakolu ve Ersanlı’nın aralarında olduğu çoğu entelektüel KCK’nın
kadroları içerisinde sayılarak tutuklanmıştı. Kasım ayı içerisinde 23
kişinin “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçunun niteliği, “mevcut
delil durumu ve kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması”
gerekçesiyle tutuklanmasına karar verilmişti. Özel yetkili İstanbul
Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından yürütülen KCK'ya yönelik
operasyon kapsamında 22 Kasım’da, 47 avukatın da aralarında bulunduğu 51
kişiye gözaltı yapıldı. Farklı illerde sosyalistlerin de aralarında
olduğu 80’e yakın gözaltı gerçekleştirildi.
Faili meçhul duruşmalar
Bu kadar tutuklamanın kitleler üzerinde yarattığı doğrudan ve
dolaylı etkiler de bulunmaktadır. Bunlardan en önce geleni, tutuklamalar
ile sürecin merkezinde yer alan tüm kişi ve kurumları topluma “düşman”
olarak sunmaktır. Bu arkaik taktiğin hükümetin özgün olarak yarattığı
rıza teknikleri ile kazandığı veçhe, toplumun başlı başına bir siyasi
kurumun denetleme aracı haline gelmesidir. Zygmunt Bauman, Thomas
Mathiesen’den alıntıyla “sinoptikon” kavramına dikkat çeker. Buna göre
toplumsal kontrol artık sadece belirli kurumlarla ve yüksek teknolojik
teçhizatlarla, yöntemlerle yapılmaz. Doğrudan çoğunluklar seyirci
pozisyonunda “azınlıkları” ve hedef olarak önüne konulan kişi/kurumları
seyretmeye, denetlemeye başlar. Seyretme süreci kişilerin sınırlarını ve
değişik aidiyet bağlarını törpüler. Böylelikle, her kişi diğer kişinin
jurnalliğini yapma yoluna dolaylı olarak girmiş olur. Toplumun
kendisinin doğrudan bir denetleme aracı haline gelmesi, daha özelinde
egemen sınıfların siyasetinin ve ideolojisinin taşıyıcısı haline
gelmesidir.
Yeni sınıf hâkimiyeti, ideolojik meşruiyetini ve diğer sınıflarla
ilişkilerini hukuk üzerinden tanımlamaktadır. Bu noktada “Neoliberal
demokratik zamanlarda iktidarın sözü neden hukuk olmaktadır?” sorusu
önem kazanmaktadır. Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni
toplumsal formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim
sınıfların ve yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk
operasyonelleştirilmektedir. Aynı zamanda hukuk, özel ve kamusal
alanlara ulaşabilen, rıza kadar zoru da içeren, taraflı olduğu halde
“tarafsız” gibi de algılanmaya müsait bir ideolojik pratiktir. Eski
hâkim sınıfın piyasa ilişkilerindeki ve devlet bürokrasisi içindeki
katılaşmış formlarına karşı yürütülen alan kapma savaşında yeni dönemin
politikasının temel bileşeni, bu yüzden hukuktur. Tam da bu nedenle
yukarıda güncel olan üzerinden ana hatlarını koymaya çalıştığımız
Andreas Kalyvas’ın kavramsallaştırması olan “hukuki otoriteryanizm”
açıklayıcılık taşımaktadır. Ancak daha sorulması, cevaplanması ve
detaylandırılması gereken pek çok nokta bulunmaktadır.
Sonuç yerine
Pastor Nie Moeller Nazi tutuklamaları sırasında demişti ki,
“
Önce Yahudiler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım çünkü komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım.
Sonra benim için geldiler
Benim için ses çıkaracak kimse kalmamıştı…”
Kansu Yıldırım & Ebubekir Aykut