7 Aralık 2011 Çarşamba

Hukuki otoriteryanizm: Neoliberal "Demokratik" Zamanlarda İktidar


Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni toplumsal formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim sınıfların ve yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk operasyonelleştirilmektedir




Hukuk mu?

12 Eylül Referandumu veya yargı kurumlarıyla ilgili düzenlemeler esnasında devletin ideolojik aygıtlarından olan hukuk kurumları üzerinde tartışma yürütüldüğü süreçte, kapitalist sistemdeki bilumum adalet mekanizmalarının özü itibariyle emekçi sınıfların karşısında konumlandığı görüşü Sosyalistler arasında dillendiriliyordu. Ki, bu yorumlar tarihsel-toplumsal ölçekte doğrudur: Anayasalar, yasalar, haklar uzun vadede özel mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin dönemsel biçimlenmelerini korumak amacıyla tasarlanmış metinlerdir. Sadece birer yazılı doküman olmanın ötesinde hâkim üretim ilişkilerinin sürdürülebilirliğini sağlamak için kendi içinde belirli rıza ve zor varyantlarına da sahiptir. İlk anayasadan bugünün anayasalarına, ilk kanundan bugünün kanunlarına genel olarak hukuk, devlet aygıtlarının ve egemen sınıfların hem türeticisi, hem de sağaltıcısıdır. Ancak hukuk ve egemenler arasındaki ilişki tek satırda basit bir “yansıma ilişkisi” olarak veya basitçe namluya sürülmüş mermi gibi değerlendirilecek içeriğe sahip değildir. Yeri geldiğinde silah ters de tepebilir. Ne var ki, devlet aygıtı içinde siyasi iktidar yapılanmaları olan hükümetler, bürokratlar, teknokratlar ve çıkar ilişkileri aracılığıyla parti-devlet bütünleşmesini sağladığı oranda hukuk da asli özelliklerini yitirmeye, “hukuk-ideolojisi” formuna kavuşmaya başlar.

Hukukun bu süreçte kaybettiği asli özellikler biçimsellik ve sistematikliktir. Normal şartlar altında hukuk sistemi iç tutarlılığa sahip olduğunda sistematiktir. Kısacası, aynı vakaya aynı koşullar altında aynı tepkiyi, hükmü verir. Bu durum hukuk sisteminin iç çelişkilerini minimum seviyeye indirmesine yarar. Bu durumda hukuk sistemi toplumda kabul görür ve kitleler, hukukun istikrarının farkındalığıyla hareket eder. Kitleler açısından hukuka sunulan rızada, hukuk sisteminin tüm bileşenlerinin herkese aynı davranacağı güvenilirliği önemli bir faktördür. Althusser’in tabiriyle: “Hukuk, tüzel kişilik olarak hukuki anlamda tanımlanan ve kabul gören herkes için geçerlidir -ve herkes hukuka başvurabilir”. Kişiler (burjuva) hukuk sistemi içerisinde liberal eşitlik (soyut insan) anlayışına uygun olarak kendilerine “yasalar tarafından tanınan her hakkın haizidir.” Haiziydi!


Hukukun krizi

Unutmamız gereken ilk şey hukuk dediğimiz “mükemmel” iç tutarlılığa veya “kusursuz” biçimselliğe sahip olan bir sistemin, diğer toplumsal ilişki biçimleri gibi sınıf mücadelelerinin bir sonucu olduğudur. Burada önemli ve belirleyici olan, “etken-edilgen”, “güçlü-güçsüz” veya “emreden-buyuran” gibi karşıtlıklardan ziyade “ilişki-süreç” ikiliği içinde hukuk sisteminin işlemesidir. Nitekim bu işleyiş, yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi parti-devlet bütünleşmesi gerçekleştiği oranda işlerliğini yitirmektedir. Hukuk tüm içsel çelişkileri ile birlikte hukuk-ideolojisi formunda devlet aygıtının bir tür rıza/zor uzvu haline bürünür. Devletlerin otoriterleşmesine paralel hukuk-ideolojisi, rızanın ve (toplumsal) korkunun, (siyasal) sindirilmişliğin ve (kitlesel) pasifizmin tedarikçisi haline gelir. Dikkat edersek, son birkaç yıldır dava ve duruşma haberlerinden başımız döndü, dönmeye de devam ediyor. Her tür kurumsal muhalefet odağına ya ilgili mevzuatlar aracılığıyla ceza kesilmesi ya da denetlemelerle baskı altına alınmaya çalışılması; muhaliflere mahkeme celpleriyle, gözaltlarıyla ve idari soruşturmalarla siyasetin alanlarından uzaklaştırılmaya çalışılması, hukuk-ideolojisinin güncel güdümlü siyasi biçimlenmesidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin krize girdiği dönemlerde sınıfsal güç ilişkilerinde taraflar arasında çekişme açığa çıkar. Sınıf iktidarı çatlamaya ve kaymaya başladığında ve yeni bir hâkimiyet tarzı belirdiğinde hukuk da dönüşüme uğrar. İlgili kriz dönemlerinde ortaya çıkmakta olan sınıf hâkimiyetinin yeni “düzenleme”leri belirmeye başlar. Hukuki “düzenlemeler” bu “yenilik”in hedeflerinden biri olur. Ama bazen hukuki “düzenlemeler” zorunlu olmamakla birlikte yeni sınıf hâkimiyetinin tesisinde başı çekebilir. Yeni sınıf hâkimiyeti, kendini egemen kılabilmek için eski hâkim sınıfa “hukuk” silahını çevirebilir (Ergenekon vb. davalar), yasalar üzerinden bazı sınıflara tavizler verip yeni hareket alanları açabilir (HES’lerle ilgili yasalar ve yeni iş yasaları), muhalif sesleri bastırabilmek için hukuku (KCK davaları ve sol örgütlere yönelik suçlamalar ve tutuklamalar) araçsallaştırma çabasına yönelebilir. Ancak hukuk kendine özgü olma durumunu yani özerkliğini, sistematikliğini, biçimselliğini ve iç tutarlılığını kaybettiğinde ortada kendisine itaat edilecek bir düzen kalmaz. Elbette yeni hâkim sınıf hukukun sınırlarını zorlayabilir, hukuku diğer ilişkilerden ayırt edici kılan ilkeleri çiğnemeye yönelebilir ama bu kendi hâkimiyetinin dayandığı dallardan birini kesmek olacaktır.


Masum aranıyor!

Hükümetin tüm karşıtlarını hukuk mekanizmaları yoluyla zorlaması, hukuk-ideolojisi dolayımıyla muhalefet zeminini düzlemeye çalışması başka süreçlerle tamamlanmaktadır. Bilindiği üzere gece yarısı çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yasama atlanılarak yürütme tarafından topal demokrasiye kontratak uygulamıştır. KHK ismini verdiğimiz belirli çıkarlara hizmet eden yasal teknik, yine hukuk mekanizmaları vasıtasıyla hayata geçirilmektedir. Güncel olandan bahsedersek, 2 Kasım tarihli Resmi Gazete’deki dört KHK, yürütmenin politik manevralarının açık-kolay erişilebilir itiraz kabul etmeyen hukuk mekanizmaları aracılığıyla gerçekleştirildiğinin bir ifadesidir. Bu süreçteki kritik nokta, anaakım siyaset dâhil olmak üzere işyerlerindeki, resmi kurumlardaki, üniversitelerdeki ve sokaktaki halkın sesine tahammülsüz bir şekilde yangından mal kaçırılırcasına düzenlemelerin yürürlüğe konmasıdır. Sermaye lehine olan bu gelişmeleri besleyen en büyük operasyon, emek piyasasının disiplini ve kitlelerdeki kıpırdanmaları engellemek için farklı toplumsal sınıflardan kişi ve kurumları cezalandırmaktır. Bu klasik ceza sisteminin egemen sınıflar için artıları ve eksileri vardır. Kısa vadede artısı, ilk etapta doğrudan caydırıcılık sağlamasıdır. Uzun vadede eksisi, istem-dışı daha fazla tepkisellik doğmasıdır.

Hükümetin yeni dönemindeki “demokratikleşme” söylemlerini destekleyen başat stratejisi ve taktiği ise, devletin ideolojik aygıtlarını özellikle de hukuki araçlar yardımıyla yeni toplumsal normatif değerlerin inşasını -bunların kontrol yöntemlerini de uygulanabilir kılacak biçimde- yine toplumsallığın merkezine oturtmasıdır. Hükümet ve yörüngesindeki organik maymuncuklar, “söylemsel mücadele” formunda bir savaşa girişirler. Fredric Jameson’a ait olan bu kavramda, “mücadele”, tahlillerin özünden çok tahlillerde kullanılan terimlerin meşruiyetinin sorgulanması etrafında döner ve rakip düşünceleri itibarsızlaştırmak için bayağı ve derin zihinsel işlem gerektirmeyen cümleler revaçtadır. Siyasal söylemde itibarsızlaştırılamayan ve marjinalleştirilemeyen karşıt görüşlerse, bu sefer bir tür soyutluk kisvesi altında hukuk-ideoloji vasıtasıyla hedefe yerleştirilir. Hükümetin “demokratik” dış görünümünden ötürü doğrudan muhatap alamadığı muhalefet odaklarını başka bir kurumsallığa ve başka bir özerk-işleyişe sahip havasındaki mekanizmalara havale edilir. Bu da sıklıkla gözaltılar ve tutuklamalar şeklinde cisimleşir.


Acil demokrasi!

Ampirik düzeyde kronolojik ispatını yapalım. 1999 yılında toplam 594 işkence ve kötü muamele vakası yaşandı, 50 bin 318 kişi gözaltına alındı ve bunların 2105’i tutuklandı. Toplatılan yayın sayısı 283 ve düşünce mahkûmlarının sayısı 122’ydi. 2001 krizi sonrası neoliberal restorasyonu gerçekleştirmek üzere -kimileri tarafından Mesiyanik bir aktör olarak- sahneye çıkan AKP’nin ilk yılında 21 bin 612 kişi gözaltına alındı. 200’ü gazeteci olmak üzere 1148 kişi tutuklandı. 900 kişi işkence bildiriminde bulundu. 2002 yılı içinde 169 kitap, dergi ve afiş yasaklandı. 83 kitle örgütü, siyasi kuruluş, yayın organı polis tarafından basıldı. 108 radyo ve televizyonun yayını durduruldu. Toplam da 3220 gün kapatma cezaları verildi. Düşünce suçlusu sayısı ise 105 idi. 2006 yılına geldiğimizde çeşitli raporlara göre 5560 kişi gözaltına alındı, bunların 1545’i tutuklandı. Çarpıcı başka bir rakam, 44 kişi yargısız infaz edildi. Çeşitli miting ve gösterilerde orantısız güç nedeniyle 12 kişi öldü, 869 kişi yaralandı. “Dur ihtarı”na uymama ve silah kullanma yetkisinin ihlali nedeniyle 32 yaşamını yitirdi, 45 kişi yaralandı. 708 kişi işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını bildirdi. 2007 yılında 7197 kişi gözaltına alındı, 1440 kişi tutuklandı. 13 internet sitesi engellendi. Düşünce ve ifade özgürlüğüne uydukları için 138 kişi hakkında soruşturma açıldı. Aynı sebepten yargılanan kişi sayısı ise 558 idi. 2009’da 1835 işkence, kötü muamele ve onur kırıcı davranış yaşandı, 7718 kişi gözaltına alındı, 1923 kişi tutuklandı. 2009, medya ve internete karşı yoğun sansürün ve yasaklamanın yaşandığı yıl oldu. Çoğunluğu Kürt orijinli 10 gazete toplam 27 kez, 7 dergi ise toplam 15 kez toplatıldı. 11 gazete bürosu, 3 televizyon kanalı ve 2 radyo binası baskına uğrarken, 2 bin 601 internet sitesi kapatıldı. İHD’nin raporuna göre 2010 yılı içerisinde 23 bin 573 ihlal yaşandı. Aynı bölgede 3 bin 706 kişi gözaltına alındı, 987 kişi tutuklandı, 741 işkence ve kötü muamele vakası tespit edildi, toplumsal olaylara 221 müdahale gerçekleşti, 222 kişi yaralandı. İHD İstanbul Şubesi’nin yıllın raporuna göre İstanbul’da 924 kişi gözaltına alındı, 99 kişi tutuklandı, 560 kişi işkence ve kötü muamele mağduru oldu. ANF, DİHA ve Özgür Gündem’in gözaltı ve tutuklama haberlerinden ulaşılan rakama göre 5 bin dolayında kişi gözaltı yapıldı. 3 Mayıs 2011 tarihli İHD açıklamasında 57 ile 67 arasında gazetecinin tutuklu olduğuna dikkat çekildi.

Son birkaç aydır süren KCK davaları, durumun vahametini daha da göstermektedir. Ekim ayı içinde BDP’den yapılan açıklamada KCK operasyonları başladığı tarihten itibaren 7748 gözaltı, 3895 tutuklama yapıldığı söylenmişti. Bu açıklama İçişleri Bakanı tarafından yalanlanmış, tutuklu sayısının 485 olduğu belirtilmişti. Gözaltı ve tutuklama dalgası sonlanmayarak kümülatif biçimde artmaya devam etti. Zarakolu ve Ersanlı’nın aralarında olduğu çoğu entelektüel KCK’nın kadroları içerisinde sayılarak tutuklanmıştı. Kasım ayı içerisinde 23 kişinin “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçunun niteliği, “mevcut delil durumu ve kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması” gerekçesiyle tutuklanmasına karar verilmişti. Özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından yürütülen KCK'ya yönelik operasyon kapsamında 22 Kasım’da, 47 avukatın da aralarında bulunduğu 51 kişiye gözaltı yapıldı. Farklı illerde sosyalistlerin de aralarında olduğu 80’e yakın gözaltı gerçekleştirildi.


Faili meçhul duruşmalar

Bu kadar tutuklamanın kitleler üzerinde yarattığı doğrudan ve dolaylı etkiler de bulunmaktadır. Bunlardan en önce geleni, tutuklamalar ile sürecin merkezinde yer alan tüm kişi ve kurumları topluma “düşman” olarak sunmaktır. Bu arkaik taktiğin hükümetin özgün olarak yarattığı rıza teknikleri ile kazandığı veçhe, toplumun başlı başına bir siyasi kurumun denetleme aracı haline gelmesidir. Zygmunt Bauman, Thomas Mathiesen’den alıntıyla “sinoptikon” kavramına dikkat çeker. Buna göre toplumsal kontrol artık sadece belirli kurumlarla ve yüksek teknolojik teçhizatlarla, yöntemlerle yapılmaz. Doğrudan çoğunluklar seyirci pozisyonunda “azınlıkları” ve hedef olarak önüne konulan kişi/kurumları seyretmeye, denetlemeye başlar. Seyretme süreci kişilerin sınırlarını ve değişik aidiyet bağlarını törpüler. Böylelikle, her kişi diğer kişinin jurnalliğini yapma yoluna dolaylı olarak girmiş olur. Toplumun kendisinin doğrudan bir denetleme aracı haline gelmesi, daha özelinde egemen sınıfların siyasetinin ve ideolojisinin taşıyıcısı haline gelmesidir.

Yeni sınıf hâkimiyeti, ideolojik meşruiyetini ve diğer sınıflarla ilişkilerini hukuk üzerinden tanımlamaktadır. Bu noktada “Neoliberal demokratik zamanlarda iktidarın sözü neden hukuk olmaktadır?” sorusu önem kazanmaktadır. Sermaye birikim stratejilerinin ve buna uygun yeni toplumsal formasyonun inşasında engel teşkil edebilecek eski hâkim sınıfların ve yeni muhalefet biçimlerinin tasfiyesi için hukuk operasyonelleştirilmektedir. Aynı zamanda hukuk, özel ve kamusal alanlara ulaşabilen, rıza kadar zoru da içeren, taraflı olduğu halde “tarafsız” gibi de algılanmaya müsait bir ideolojik pratiktir. Eski hâkim sınıfın piyasa ilişkilerindeki ve devlet bürokrasisi içindeki katılaşmış formlarına karşı yürütülen alan kapma savaşında yeni dönemin politikasının temel bileşeni, bu yüzden hukuktur. Tam da bu nedenle yukarıda güncel olan üzerinden ana hatlarını koymaya çalıştığımız Andreas Kalyvas’ın kavramsallaştırması olan “hukuki otoriteryanizm” açıklayıcılık taşımaktadır. Ancak daha sorulması, cevaplanması ve detaylandırılması gereken pek çok nokta bulunmaktadır.


Sonuç yerine

Pastor Nie Moeller Nazi tutuklamaları sırasında demişti ki,

Önce Yahudiler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler,
Sesimi çıkarmadım çünkü komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için yine sesimi çıkarmadım.

Sonra benim için geldiler
Benim için ses çıkaracak kimse kalmamıştı…
” 

Kansu Yıldırım & Ebubekir Aykut

Hiç yorum yok: