9 Kasım 1926 tarihinde faşist Mussolini, ünlü İtalyan düşünür siyasetçi
Antonio Gramsci’yi milletvekili dokunulmazlığına rağmen tutuklatır.
Yargılanmasında Antonio Gramsci’nin savcısı o meşhur sözü söyler “Bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız.”
Söylenildiği gibi Gramsci 5 yılı ıssız bir adada olmak üzere toplam 20
yıl hapse mahkûm olur. Çok kötü hücre ve hapishane koşullarında sağlığı
bozulan Gramsci 1934 yılında şartlı olarak bırakılır ama kısa sürede, 46
yaşında ölür. Gramsci’yi fiziki olarak yok eden faşist Mussolini onu
beyin olarak da yok ettiğini zanneder. Hâlbuki Gramsci’nin hapishanede
kaleme aldığı “notlar” ölümünden 70 yıl sonra halen günümüzde
okuyanlara ışık tutuyorsa, o beyin durmamış ve yok edilmemiştir.
Mussolini de seçimlerle iktidara geliyor, ilk işi seçim yasasını
değiştiriyor, 1924 yılında tekrar seçime gidiyor. Partisi ancak yüzde 30
dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde,
milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazanıyor. O çoğunluğun
kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapatarak yasama yetkisini kendi
eline alıyor.
Konu Mussolini’den açılmışken kısa bir hafıza tazelemek, faşizmden bahsetmek isterim. Çünkü faşizmin varlığını, kaynağını, koşullarını anlamadan faşizmle savaşılmaz. Türkiye gibi dışa bağımlı, yeni sömürge ülkelerde faşizm öyle zaman zaman ortaya çıkan değil; sürekli var olan bir olgudur. Durum ve şartlara göre kuzu veya kurt postuna bürünür ama burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır. Burjuva devletin devamı sadece baskı rejimiyle mümkündür. Emekçi sınıfın hak hukuk, özgürlük insanca yaşam talepleri her zaman egemen sınıf tarafından faşizan yöntemlerle bastırılır. Yani faşizm sınıfsal bir olgudur, ezen ve ezilen sınıfların olduğu her toplumda faşizm sürekli vardır. Faşizmde insan değeri, sevgi vicdan yoktur. Dünya Savaşlarında olduğu gibi gözünü kırpmadan yüz milyona yakın insanı ölüme göndermiştir. Aradan geçen yıllar ne çehresini ne de içeriğini değiştirmiş, günümüzde 4 milyon nüfuslu Bosna’da sınırların değişimi 300 bin insanın yaşamına, Irak’ta ABD’nin petrol aşkı bir milyon insanın hayatına mal olmuştur.
Bu kadar giriş ve tanımlamanın ardından yüzümüzü ülkemize elimizdeki ampulü de AKP’nin üstüne tutalım ve AKP’nin gerçek yüzünü görelim. İstesek de istemesek de AKP son seçimlerde aldığı oy oranı, yasama, yürütme ve yargı dâhil, devletin üst bürokrasisinden orduya, emniyetinden, üniversitelerine kadar her alanda amaçladığı değişimi gerçekleştirdi. Yani şimdiye kadar hükümet olup da iktidar olamayanların tersine AKP bugün hem hükümet hem devlet oldu. Davul da tokmak da elinde. Bu kadar gücü elinde toplayan bir hükümet, ileri demokrasi, açılım, özgürlük gibi kelimeleri en çok kullanarak geldiği iktidarda adeta bir infaz ekibi gibi çalışmaya başladı.
AKP ekip olarak ve gücün verdiği cesaretle ilk iş olarak bir ben kaynaklı sert üslup yaratırken kendilerine yönelik her türlü haklı eleştiriye büyük bir hazımsızlık göstermeye başladılar. İçerde dışarda, mecliste sokakta her türlü hak arayışını, düşünce beyanını, muhalif sesleri diktatöryal yöntemlerle bastırmaya başladılar. Bu cüret tehlikeli boyutlara ulaştı. Bırakın kırık dökük demokrasileri faşist cuntalarda bile dile getirilen insani talepler, AKP iktidarı ile konuşulmaz bir hale geldi. Sokakta dayağa alışmıştık, kitap yazanın düşüncesini söyleyenin bölücü, provokatör veya örgüt üyesi olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dayak meclise sıçrarken, “provokatör” unvanı da ekmek isteyen, çadır isteyen, karda kışta durumundan hoşnut olmayan depremzedeye yakıştırıldı.
Kapitalist sömürüyü gizlemek, sınıf çelişkilerinin üstünü örtmek için cemaat eksenli bir yapılaşmaya önem verildi. Eğitimde şükür kültürü pompalanırken, din tarikat ulvi değerler öne sürülerek bu dünyayı değil öte dünyayı düşünen, öte dünyanın sorunlarını çözmeye çalışan bir gençlik, bir toplum yaratılmaya başlandı. Nasıl bir hipodromda koşan atlara koşu esnasında gözlerini iki yandan kapatarak sadece önünü görmesini için “at gözlüğü” takılırsa, AKP bugün Türkiye’nin gözüne at gözlüğü takmaya çalışıyor. Yazan, çizen, düşünen, eleştiren itiraz eden etrafını gören bir toplum değil, doğadaki bütün renkleri “haki” olarak gören bir cemaat istiyor.
Bunun için de ferman yazıyor. İsterseniz bu konuda Gramsci’nin teorisine başvuralım. “Egemen sınıflar her zaman ve durmaksızın zor kullanarak egemenliklerini sürdürmeyip bunun yanında ve ağırlıklı olarak sivil toplum üzerinde elde ettikleri entelektüel ve moral yönetimle egemenliklerini sürdürmektedirler” der. AKP ve Başbakanı, sivil toplum örgütlerini, cemaatleri, gazetecileri, yazarları, sanatçıları toplantıya çağırıyor. Nasıl düşünmeleri, neleri yazmaları gerektiğini, nelerin sakıncalı olduğunu dikte ediyor. Uymayanları boy hedefi gösteriyor, bedelleri açıklıyor. Ertesi günü polis insan avına çıkıyor, işaret edilenler toplanıyor. Darbe dönemi ve bugünün farkı, darbe döneminde kurban listeleri infaz ediliyordu. Bugün bu listeler öldürülmüyor sürünmeye bırakılıyor.
Yeni hukuk ve yargı sistemiyle “Terörle Mücadele” adı altında insanlar sorgusuz sualsiz toplanıyor. Bunun için bir suç işlemeniz veya saldırıda bulunmanız gerekmiyor. Bu iş her an evde, okulda, işte veya üniversite kürsüsünde sizi bulabilir. Düşünüyor olmanız tehdit potansiyel olmanız için yeterlidir. Neden nasıl diye sormayın çünkü AKP’nin yeni sistemi tepeden tırnağa böyle donanmıştır. Telefon dinlemeleri, gizli tanıklar, aslı astarı olmayan suçlamalar bu iş için yeter de artar bile. Hiç haberiniz olmadan adını bile ilk defa duyduğunuz bir örgüt üyesi olabilirsiniz. Hadi bakalım ispat et, olmayan bir örgütün üyesi olmadığını…
Açılım muamması, Hopa’da yaşananlar, KCK operasyonu adı altında yapılan baskın, gözaltı ve tutuklama dalgası, Hopa sonrası Ankara tutuklamaları, halen içerde olup da suçunu bilmeyen yazarların durumu AKP’nin içini okumak için somut örneklerdir. Açılım dediler, ortaya bir şey koymazken ağızlarındaki baklayı düşürdüler. Açılımın hedefi bütün Kürtlerin kayıtsız şartsız gelip teslim olmaları idi. Onlar teslim olmayınca AKP ileri demokrasi adına sorgusuz sualsiz toplamaya başladı.
Dahası var, Marx şöyle diyor: “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.” Aynen öyle oluyor. AKP halkına kömür dağıttı, iftar sofraları açtı, aynı bağın gülleriyiz türküsünü söyledi, şükretmesini öğretti. Halkın düşünmesine müsaade etmedi, halkı aptallaştırdı, en önemlisi halkın elini eteğini bu dünyadan çekip öteki dünyaya güdüledi. Bu dünyanın nimetleri de kendilerine kaldı. İktidar olduğu süre boyunca toplumsal bencillik, toplumsal çürüme ve köşe dönmecilik yeşerdi. Popüler ve yoz kültür moda haline gelirken kişisel kurtuluş her türlü değerin önüne geçti.
Tarihe asrın soygunu olarak geçen Deniz Feneri hırsızlığı aydınlatılmadı. Aydınlatılamazdı, çünkü başta Başbakan ve AKP’nin birçok milletvekili, bürokratı çok iyi biliyorlar ki, Deniz Feneri Davası hakkıyla soruşturulursa Türk Siyaset Tarihinde büyük bir deprem olacak, kimse koltuğunda kalamayacaktı. Aydınlatılamaz, hırsızlık paralarının nerelere akıtıldığı gün ışığı gibi ortada ve Alman makamlarınca açıklanmıştı. Bu dava aydınlatılmadığı gibi tutuklular askeri harekât ve deprem kargaşasında serbest bırakıldı. Çünkü uzun tutukluluk süresinde çıkabilecek çatlak sesler hepsini fazlasıyla korkuttu. Bu vesileyle bütün Türkiye AKP’nin adaletini ve yargısını daha net görmüş oldu. Parasız eğitim isteyen öğrencileri 19 ay hapis yatıran, kitabı yayımlanmamış yazarı tutan, seçilmiş milletvekillerinin 2 yıldır iddianamesini bitiremeyen yargı, 6 bin sayfalık delilleri olan hırsızlık davasını 4 ay içinde inceledi.
Mussolini’nin nasıl öldürüldüğünü Roma meydanında ayaklarından iple asılarak halk önünde nasıl teşhir edildiğini dünya biliyor. Çok uzağa gitmeyelim, halen hayatta olan darbecilerimiz, darbeleri birebir yaşayan halkımız var. Cuntanın paşası yüzde 92 oyla Cumhurbaşkanı oldu ve bugün düştüğü durumu kendi gözleri ile görüyor. Ne diyelim, Gün Gelir Devran Dönermiş AKP ve yargısının da halka bir hesap vereceği günler mutlaka gelecektir.
Konu Mussolini’den açılmışken kısa bir hafıza tazelemek, faşizmden bahsetmek isterim. Çünkü faşizmin varlığını, kaynağını, koşullarını anlamadan faşizmle savaşılmaz. Türkiye gibi dışa bağımlı, yeni sömürge ülkelerde faşizm öyle zaman zaman ortaya çıkan değil; sürekli var olan bir olgudur. Durum ve şartlara göre kuzu veya kurt postuna bürünür ama burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır. Burjuva devletin devamı sadece baskı rejimiyle mümkündür. Emekçi sınıfın hak hukuk, özgürlük insanca yaşam talepleri her zaman egemen sınıf tarafından faşizan yöntemlerle bastırılır. Yani faşizm sınıfsal bir olgudur, ezen ve ezilen sınıfların olduğu her toplumda faşizm sürekli vardır. Faşizmde insan değeri, sevgi vicdan yoktur. Dünya Savaşlarında olduğu gibi gözünü kırpmadan yüz milyona yakın insanı ölüme göndermiştir. Aradan geçen yıllar ne çehresini ne de içeriğini değiştirmiş, günümüzde 4 milyon nüfuslu Bosna’da sınırların değişimi 300 bin insanın yaşamına, Irak’ta ABD’nin petrol aşkı bir milyon insanın hayatına mal olmuştur.
Bu kadar giriş ve tanımlamanın ardından yüzümüzü ülkemize elimizdeki ampulü de AKP’nin üstüne tutalım ve AKP’nin gerçek yüzünü görelim. İstesek de istemesek de AKP son seçimlerde aldığı oy oranı, yasama, yürütme ve yargı dâhil, devletin üst bürokrasisinden orduya, emniyetinden, üniversitelerine kadar her alanda amaçladığı değişimi gerçekleştirdi. Yani şimdiye kadar hükümet olup da iktidar olamayanların tersine AKP bugün hem hükümet hem devlet oldu. Davul da tokmak da elinde. Bu kadar gücü elinde toplayan bir hükümet, ileri demokrasi, açılım, özgürlük gibi kelimeleri en çok kullanarak geldiği iktidarda adeta bir infaz ekibi gibi çalışmaya başladı.
AKP ekip olarak ve gücün verdiği cesaretle ilk iş olarak bir ben kaynaklı sert üslup yaratırken kendilerine yönelik her türlü haklı eleştiriye büyük bir hazımsızlık göstermeye başladılar. İçerde dışarda, mecliste sokakta her türlü hak arayışını, düşünce beyanını, muhalif sesleri diktatöryal yöntemlerle bastırmaya başladılar. Bu cüret tehlikeli boyutlara ulaştı. Bırakın kırık dökük demokrasileri faşist cuntalarda bile dile getirilen insani talepler, AKP iktidarı ile konuşulmaz bir hale geldi. Sokakta dayağa alışmıştık, kitap yazanın düşüncesini söyleyenin bölücü, provokatör veya örgüt üyesi olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dayak meclise sıçrarken, “provokatör” unvanı da ekmek isteyen, çadır isteyen, karda kışta durumundan hoşnut olmayan depremzedeye yakıştırıldı.
Kapitalist sömürüyü gizlemek, sınıf çelişkilerinin üstünü örtmek için cemaat eksenli bir yapılaşmaya önem verildi. Eğitimde şükür kültürü pompalanırken, din tarikat ulvi değerler öne sürülerek bu dünyayı değil öte dünyayı düşünen, öte dünyanın sorunlarını çözmeye çalışan bir gençlik, bir toplum yaratılmaya başlandı. Nasıl bir hipodromda koşan atlara koşu esnasında gözlerini iki yandan kapatarak sadece önünü görmesini için “at gözlüğü” takılırsa, AKP bugün Türkiye’nin gözüne at gözlüğü takmaya çalışıyor. Yazan, çizen, düşünen, eleştiren itiraz eden etrafını gören bir toplum değil, doğadaki bütün renkleri “haki” olarak gören bir cemaat istiyor.
Bunun için de ferman yazıyor. İsterseniz bu konuda Gramsci’nin teorisine başvuralım. “Egemen sınıflar her zaman ve durmaksızın zor kullanarak egemenliklerini sürdürmeyip bunun yanında ve ağırlıklı olarak sivil toplum üzerinde elde ettikleri entelektüel ve moral yönetimle egemenliklerini sürdürmektedirler” der. AKP ve Başbakanı, sivil toplum örgütlerini, cemaatleri, gazetecileri, yazarları, sanatçıları toplantıya çağırıyor. Nasıl düşünmeleri, neleri yazmaları gerektiğini, nelerin sakıncalı olduğunu dikte ediyor. Uymayanları boy hedefi gösteriyor, bedelleri açıklıyor. Ertesi günü polis insan avına çıkıyor, işaret edilenler toplanıyor. Darbe dönemi ve bugünün farkı, darbe döneminde kurban listeleri infaz ediliyordu. Bugün bu listeler öldürülmüyor sürünmeye bırakılıyor.
Yeni hukuk ve yargı sistemiyle “Terörle Mücadele” adı altında insanlar sorgusuz sualsiz toplanıyor. Bunun için bir suç işlemeniz veya saldırıda bulunmanız gerekmiyor. Bu iş her an evde, okulda, işte veya üniversite kürsüsünde sizi bulabilir. Düşünüyor olmanız tehdit potansiyel olmanız için yeterlidir. Neden nasıl diye sormayın çünkü AKP’nin yeni sistemi tepeden tırnağa böyle donanmıştır. Telefon dinlemeleri, gizli tanıklar, aslı astarı olmayan suçlamalar bu iş için yeter de artar bile. Hiç haberiniz olmadan adını bile ilk defa duyduğunuz bir örgüt üyesi olabilirsiniz. Hadi bakalım ispat et, olmayan bir örgütün üyesi olmadığını…
Açılım muamması, Hopa’da yaşananlar, KCK operasyonu adı altında yapılan baskın, gözaltı ve tutuklama dalgası, Hopa sonrası Ankara tutuklamaları, halen içerde olup da suçunu bilmeyen yazarların durumu AKP’nin içini okumak için somut örneklerdir. Açılım dediler, ortaya bir şey koymazken ağızlarındaki baklayı düşürdüler. Açılımın hedefi bütün Kürtlerin kayıtsız şartsız gelip teslim olmaları idi. Onlar teslim olmayınca AKP ileri demokrasi adına sorgusuz sualsiz toplamaya başladı.
Dahası var, Marx şöyle diyor: “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.” Aynen öyle oluyor. AKP halkına kömür dağıttı, iftar sofraları açtı, aynı bağın gülleriyiz türküsünü söyledi, şükretmesini öğretti. Halkın düşünmesine müsaade etmedi, halkı aptallaştırdı, en önemlisi halkın elini eteğini bu dünyadan çekip öteki dünyaya güdüledi. Bu dünyanın nimetleri de kendilerine kaldı. İktidar olduğu süre boyunca toplumsal bencillik, toplumsal çürüme ve köşe dönmecilik yeşerdi. Popüler ve yoz kültür moda haline gelirken kişisel kurtuluş her türlü değerin önüne geçti.
Tarihe asrın soygunu olarak geçen Deniz Feneri hırsızlığı aydınlatılmadı. Aydınlatılamazdı, çünkü başta Başbakan ve AKP’nin birçok milletvekili, bürokratı çok iyi biliyorlar ki, Deniz Feneri Davası hakkıyla soruşturulursa Türk Siyaset Tarihinde büyük bir deprem olacak, kimse koltuğunda kalamayacaktı. Aydınlatılamaz, hırsızlık paralarının nerelere akıtıldığı gün ışığı gibi ortada ve Alman makamlarınca açıklanmıştı. Bu dava aydınlatılmadığı gibi tutuklular askeri harekât ve deprem kargaşasında serbest bırakıldı. Çünkü uzun tutukluluk süresinde çıkabilecek çatlak sesler hepsini fazlasıyla korkuttu. Bu vesileyle bütün Türkiye AKP’nin adaletini ve yargısını daha net görmüş oldu. Parasız eğitim isteyen öğrencileri 19 ay hapis yatıran, kitabı yayımlanmamış yazarı tutan, seçilmiş milletvekillerinin 2 yıldır iddianamesini bitiremeyen yargı, 6 bin sayfalık delilleri olan hırsızlık davasını 4 ay içinde inceledi.
Mussolini’nin nasıl öldürüldüğünü Roma meydanında ayaklarından iple asılarak halk önünde nasıl teşhir edildiğini dünya biliyor. Çok uzağa gitmeyelim, halen hayatta olan darbecilerimiz, darbeleri birebir yaşayan halkımız var. Cuntanın paşası yüzde 92 oyla Cumhurbaşkanı oldu ve bugün düştüğü durumu kendi gözleri ile görüyor. Ne diyelim, Gün Gelir Devran Dönermiş AKP ve yargısının da halka bir hesap vereceği günler mutlaka gelecektir.
Mustafa Tokdede
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder