1 Şubat 2011 Salı

Olivier Roy, Tunus, Mısır ve Türkiye

 
Siyasi İslam üzerindeki araştırmalarıyla bilinen ve (sanırım) altı yapıtı da Türkçeye çevrilmiş olan Fransa’dan bir sosyal bilimcinin, Olivier Roy’un 21 Ocak tarihli New York Times’ta “Tunus’lu İslâmcılar Neredeydi?” başlıklı bir yazısı yayımlandı.

Başlıktaki soru, yazının ilk cümlesinde kısaca yanıtlanıyor: “Arap dünyasında bir diktatörlüğü deviren bu ilk barışçı halk devriminin İslâmcılıkla ilgisi yoktur.”


Roy, bu saptamasını gözlemlerle destekliyor: Bin Ali’yi iktidardan uzaklaştıran “sokak gösterilerinde, İslamcı bir devlet kurma çağrısı; ‘kahrolsun ABD emperyalizmi’ sloganı yoktu. Nefret edilen rejim yerli bir olgu olarak algılanıyordu; Fransız veya Amerikan neo-kolonyalizminin bir kuklası olarak değil. Nümayişçiler, özgürlük, demokrasi ve çok-partili seçim çağrıları yapıyorlardı. Daha basitçesi, kendilerini yöneten soyguncu aileden kurtulmak istiyorlardı.”


Roy, bu saptamalarıyla, Tunus’taki halk ayaklanmasını, Batılı güçler tarafından desteklenip, yönlendirilen “turuncu renkli demokrasi devrimleri” ile benzeştirme eğilimi gösteriyor. Öte yandan ayaklanma için “İslâmcı bir devlet kurma çağrısı yoktu” saptamasının doğru olduğunu düşünüyorum. Geçen hafta bu köşede de belirttiğim gibi, Tunus’ta kurulu düzene karşı bir halk kalkışması söz konusudur. Tunus’un baskıcı ve laik rejimi, sosyalist ve İslamcı muhalefeti etkisiz kılmış olduğu için bu ayaklanma bir programdan yoksundur; ülkeyi hangi güzergâha yönlendireceği de belli değildir.


Ayaklanmanın Tunus’ta önemli başarılar kazandığı ortadadır. Başkan ailesiyle birlikte ülkeyi terketmiş; Başbakan Gannuşi eski rejimin kadrolarından oluşturduğu geçici hükümeti sürdürememiş; kısa zamanda tamamen değiştirmek zorunda kalmış; Bin Ali’nin, karısının ve damadının ailelerinden 33 kişi gözaltına alınmış; on gün önce başbakanın ve ordunun gözetimi altında ülkeden kaçan Başkan için “kamu varlıklarına yasa-dışı yollarla el koymak ve ülke dışına kaçırmak” suçlamalarıyla uluslararası tutuklama kararı çıkartılmış; İsviçre bankalarındaki hesapların dondurulması sağlanmıştır. Ne var ki, Wall Street Journal’ın belirlediği gibi, bu ailelerin varlıklarının önemli bölümleri çokuluslu ortaklıklar biçiminde olduğu için işler karışmaktadır. Bu tür olgular, emperyalizmin suç ortaklığını ortaya çıkardıkça, halk muhalefeti Olivier Roy’un pek istemediği yönlere de kayabilecektir.


Halk ayaklanmasının ortak platformu olan düzen karşıtlığı, sonraki güzergâhı kendiliğinden belirlemiyor. Egemen sınıflar, eski siyaset kadrolarında geniş bir tasfiyeyi gerçekleştirerek ve ılımlı muhalefeti yönetime katarak “düzen değişti” görüntüsünü oluşturmayı hedefliyorlar. “Düzen”in laik öğeleriyle kavgalı olan İslamci akım ile kapitalizmden, emperyalizmden kaynaklanan sömürü ilişkilerini hedefleyen sosyalistler, halk muhalefetinin düzen karşıtı özlemlerini kendi programları doğrultusunda yönlendirebilecekler mi? “Arap dünyasının en ılımlı İslamcı Partisi” olarak nitelendirilen El Nahda ile eski rejimle uzlaşmayı reddeden sosyalistleri temsil eden Tunus İşçilerinin Komünist Partisi’nin yeni ortamdaki çalışma biçimleri önem taşıyor. Tunus’un güçlü sendika hareketinin de sol seçenekleri güçlendirebileceğinden söz ediliyor.


***


Otuz küsur yıl boyunca neoliberal “reformlar”ın cenderesinde yaşayan Mısır halkı da Hüsnü Mübarek’in temsil ettiği “düzene karşı” ayaklanmıştır. Mısır’daki olayları mümkün mertebe yakından izlemeye çalıştım ve öyle sanıyorum ki Olivier Roy’un Tunus’taki ayaklanma için ileri sürdüğü “İslâmcılıkla ilgisi yoktur” saptaması büyük ölçüde Mısır’daki kalkışma için de geçerlidir.


Mısır’daki yasa-dışı Müslüman Kardeşler örgütlerinin ayaklanmada ön-planda rol oynamadıkları izlenimi oluşuyor. BBC’ye göre, Müslüman Kardeşler örgütü, protestoları bir hayli gecikerek, Perşembe gecesi desteklemeye başlamıştır. Cuma namazları, İslamcı talepleri vurgulamak için değil, bir toplanma merkezi olarak önem taşımıştır. Ve kısa bir süre önce İslamcı şiddete kurban vermiş olan (ve nüfusun yüzde 10’unu oluşturan) Hıristiyan Kopt’ların da ayaklanmaya yaygın boyutlarda katıldıkları bildirilmektedir.


Bu satırlar kaleme alındığında, Mısır ayaklanmasının kısa vadedeki sonuçları belirsizdir. Ancak, Hüsnü Mübarek “saltanatı”nın (“yumuşak” veya “sert” biçimlerde) son bulması kesinleşmiş görünmektedir. Ve Tunus’la karşılaştırılırsa, geçiş sürecinde siyasi İslam’ın daha fazla; “sol-laik muhalefet”in ise çok daha sınırlı rol oynayacağı; ABD-AB hegemonyasını Mısır’a taşıyacak El-Baredei gibi “ılımlı ve saygın” kişilerin ön plana çıkacağı beklenebilir.


***


Olivier Roy, yazısında, Tunus’un ötesinde genellemelere gidiyor: “Arapların Orta-Doğusu’nda diktatörlüğe karşı mücadelenin öncülüğünü yapan kuşak, İslamcı bir nitelik taşımıyor. İslamcılar ortadan kalktılar mı? Hayır. Küresel cihat yolunu izleyen marjinal gruplar var; ama bunlar halk nezdinde gerçek bir destekten yoksundurlar. Son yılların İslamcı terörizmi, ülkelerinden çok, Batı’da yerleşmiş insanlardan kaynaklanıyor. En azından Kuzey Afrika’da eski İslamcıların çoğu demokrat oldu. Türkiye’de AKP’nin ulaştığı sonuçlara onlar da katıldılar: Demokrasi ile diktatörlük arasında üçüncü bir yol yoktur.”


Fransız sosyal bilim geleneğinde aşırı genelleme, zaman zaman “desteksiz atış” eğilimleri vardır. Olivier Roy da, Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarının İslamcı olmayan, “düzen karşıtı” niteliğini saptarken “tam isabet” kaydetmiş olabilir. Ne var ki, düzen kavramını siyasi rejime, demokrasi / diktatörlük ikilisine indirgediği için; üretimi biçimini, azgelişmiş-bağımlı kapitalizmi dışladığı; halk sınıflarının bu anlamdaki bozuk düzenden çektiklerini kavrayamadığı için yanılıyor.


Dahası, Türkiye’yi, AKP’yi yakından izlemediği için de yanılıyor. Sekiz yıl önce Enis Tayman’la yaptığı bir röportajda AKP üzerindeki hayırhah yorumlarını, bugün de aynen koruyor. Ve örneğin, bu partinin maksimum programı, taktik ve güncel uygulamaları ile Müslüman Kardeşler-Hamas çizgisindeki siyasi İslam arasındaki (ve ülkelere özgü koşulların, kısıtların farklılaştırdığı) paralellikleri inceleme gereksinimi Roy’un gündemi içinde yer almıyor.

PROF. DR. KORKUT BORATAV

Mısır'daki Ayaklanmanın Beş Öncüsü ve Ordu


Mısır'da geçtiğimiz salı için muhalif örgütler, topluluklar, sendikalar ve bazı siyasi partiler eylem çağrısında bulundu. Halk sokaklarda ve İçişleri Bakanlığı önünde iktidara karşı durmak için  'devrim'e davet edildi.
200'ü aşkın kişinin ölümüne 2 binden fazlasının da yaralanmasına neden olan bir haftalık kitlesel eylemlerden sonra, bugün de "Milyonların Protestosu" için halka çağrıl yapıldı.
Sesi bir türlü bastırılamayan bu muhalif kadronun başrol oyuncuları arasında 6 Nisan Hareketi, WAFD (İttifak) Partisi, El GHAD (Yarın) Partisi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı eski başkanı Muhammed El Baradey'in kurucusu olduğu Ulusal Değişim Partisi ve Müslüman Kardeşler sayılabilir.

Mısır'daki eylemlerin başrol oyuncuları:

6 Nisan Hareketi
* Derneğin kuruluş amacı sanayi yerleşkesi olan Kübra Mahallesindeki işçilerle dayanışma içerisinde olmak ve 6 Nisan'da grev ilanı idi
* Muhalif lider Ulusal Atom Ajansı'nın Başkanı Muhammed El Baradey yanlısı gösteriler düzenliyorlar
* Üyelerinin çoğunun eğitim düzeyi ortalamanın üzerinde
* Talepleri arasında olağanüstü hal yasasının kalkması, asgari ücretin yükseltilmesi ile İçişleri Bakanının istifası var. Nitekim ülke genelindeki protestoları durdurma çabasına giren hükümetin attığı adımlar doğrultusunda içişleri bakanlığı görevine emekli polis Mahmud Vagdi'i göreve getirmek de dâhil oldu.
* Hareket'in örgütlenirken sıklıkla kullandığı araçlar ise Facebook ve Twitter gibi sosyal medya tabanları.
Müslüman Kardeşler
* Ülkedeki en büyük muhalif topluluk ancak resmi arenada yasaklılar.
* Eylemlerin destekçisi olduklarını 27 Ocak'ta açıkladılar.
* Örgütün önde gelen isimlerinden Assam El Aryan aracılığı ile yaptığı açıklamada ise Muhammed El Baradey'i arabulucu olarak bulduğunu ifade ettiler
WAFD Partisi
*Halk tabanında geniş bir desteğe sahip değil
*Parti bir haftasını sekizinci güne gelen eylemlere alenen destek vermedi ancak üyesi olan gençleri protestolara davet etti
* Parti Başkanı Sayid el Badavi ise meclisin feshi , yeni bir ulusal birlik hükümetinin kurulması ve seçimlerin adil bir temsil sistemi ile sağlanması yönündeki taleplerini belirtti
EL GHAD Partisi
* Parti liberal tandansı ile biliniyor.
* Kurucusu Ayman Nur bir önceki devle başkanlığı seçimlerinde Mübarek'ten sonra geldi ve hemen ardından yolsuzluk iddiası ile 3 yıl hapis yattı.
* Ve şimdi Nur eylemin ilk günlerinden beri sokaklarda.
Ulusal Değişim Derneği
* El Baradey  tarafından kurulmuş bir 'çatı örgütü'. El Ghad gibi liberal hareket ile Müslüman Kardeşler gibi İslamcı toplulukların temsilcileri birlikte yer alıyorlar. Ayrıca entelektüeller ve kıdemli eylemciler ile Mısır Demokratik Değişim Hareketi'nin üyeleri  de derneğin çatısı altında buluşanlar arasında.
*Talepleri arasında olağanüstü halin kaldırılması ve anayasal reformlar var. Ayrıca geçtiğimiz Salı yayımladıkları bildiride iktidarın Mübarek'in oğlu Cemal'in eline geçmesine ve yeni seçilen meclise karşı olduklarını belirttiler.
* Derneğin bazı üyeleri gösterileri organize etmek suçu ile tutuklandı.
*Kurucusu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed El Baradey Mübarek'e karşı en güçlü muhalif lider olarak gösteriliyor.

Ordu Eylemlere Nasıl Bakıyor?

*Mısır Ordusu halkın eylemlerini 'meşru' olarak gördüğünü ifade ederken bir haftadır süre gelen eylemlerdeki halka yakın duruşu ve sergilediği tavır ile de bunu doğruluyor.
*Ülkenin şiddete sürükleniyor olmasına karşılık Mübarek'e görev bırakma çağrısında bulundu.
*Ordu eylemlerin ilk gününden beri göstericilere karşı güç kullanmadığı gibi bugün gerçekleştirilen Milyonların Protestosu'nda herhangi bir müdahalede bulunmayacağını bildirdi.

Mısırlı Sanatçılar Eylemlerin Neresinde?

Halk Mübarek hükümetine karşı direnişe devam ederken, sanatçılar da eylemcilerden yana. 150 Mısırlı sanatçı, eylemlere destek açıklaması yapan bir bildiri yayınladılar. (ELK/EÖ)

Devrimi İslamcılar Değil, Sıradan Genç Kadın ve Erkekler Yapıyor!

Mısırlı muhalif Naval El Saadavi, ABD'den yayın yapan "Demokrasi şimdi" radyosu yayıncısı Amy Goodman'la telefon söyleşisinde ayaklanmayı özetliyor: "ABD ve İsrail bizi İslamcılarla korkutup Mübarek'e mecbur etmeye çalışıyor. Bu devrimin İslamla ilgisi yok, genç kadın ve erkeklerin yoksulluk ve yolsuzluğa karşı ayaklanması bu."
 Halk sokaklarda Mübarek'i iktidardan çekilmeye çağırıyor, katılıyor musunuz?
Hepimiz, çoluk çocuk, genç yaşlı ben de dahil bütün halk her gün sokaklardayız. Yaşım 80 ve yarım yüzyıldır bu rejiminin acısını çekiyorum. Sedat'ı hatırlıyorsunuz, ardından Mübarek geldi bildiğiniz gibi. Onların düzeni, kadın erkek bütün halka karşıydı. Ve zenginlerle fakirler arasındaki bu uçurumu yarattılar. Üstümüzde egemenlik kursun diye bu sermaye sınıfını yarattılar. Mısır bir Amerikan sömürgesi haline geldi. İsrail ve ABD'nin egemenliği altına girdik. Ve kadın ve erkek 80 milyon insan bu ülkede hiçbir söz hakkına sahip değil.
Ve altı gündür sokaklarda insanlar, ve Mübarek'e git diyorlar. Halkın iradesine saygısı olsa, çoktan çekip gitmiş olurdu. Demokrasi budur. Demokrasi nedir? Halkın iradesine saygı. Halkın kendisini yönetmesi. Gerçekten, şimdi mutluyuz.
Ama size şunu söylemek isterim. İsrail ve Suudi Arabistan, ülke dışında ve içinde bazı güçler ve ABD hükümeti bu devrimi boşa çıkartmak istiyor. "Mısır harap olacak, soyulacak" söylentileri çıkarıyor, ve bizi durdurmaya çalışıyorlar. Ekmek yok ve tüccarlar bunu fiyatları yükseltmek için istismar ediyor. Böylece bizi korkutmaya çalışıyorlar. İki stratejileri var: İnsanları korkutmak ve "Ah, güvenliğe ihtiyacımız var, bize Mübarek gerek" dedirtmek. Ama sokağa çıktığınızda bakıyorsunuz hiçbir korku yok, ama ne zaman, evde medyayı izlesem içimi "başımıza ne gelecek" duygusu kaplıyor. Ama Tahrir Meydanına gittiğimde, insanları gördüğümde, gençlere, yaşlılara, erkeklere baktığımda kendimi güvende hissediyorum ve devrimin başarılı olduğuna inanıyorum. Yani, onlar dışarıdan ve içeriden gücümüzü kırmaya çalışıyorlar. Ama biz kazanacağız.
Amerika Birleşik Devletleri'nde genellikle "Bu da İran devrimi gibi mi olacak" soruları soruluyor,  diktatörün devrilmesinden o kadar söz edilmiyor ama fundamentalist bir devrimden konuşuluyor. Buna ne dersiniz?
Onlar, bizi Muslüman Kardeşler'le korkutuyorlar. Yıllarca bize "Bizi Humeyni gibi, Irak gibi diktatörlerden kim korur Mübarek olmasa" deyip durdular. Ama bunun aslı yok. Bu devrimi başlatanlar ve koruyanlar politikacılar değil, sıradan genç kadın ve erkekler. Onlar Müslüman veya solcu ya da sağcı değiller. Sokaklarda bir tek İslami slogan atıldığını duymadık. İnsanlar özgürlük için, adalet ve eşitlik için haykırıyordu. Mübarek ve rejiminin gitmesini, sistemi değiştirmemizi ve namuslu insanların iş başına gelmesini istiyorlardı. Mısır yolsuzluk, hileli seçimler, kadınlara ve gençlere yönelik baskı, işsizlik içinde yaşıyor. Devrim bundan geldi, çok da gecikerek geldi. Geç geldi ama geldi işte.
Eski rejimler altında kaç kez tutuklandınız ?
Sedat. Yalnızca Sedat döneminde hapse girdim. Ama parmaklıkları olan bir hapisaneden parmaklıkları olmayan bir hapishaneye çıktım. Kahire'de sürgünde yaşıyorum. Sansüre tabiyim. Al-Ahram'da ya da yaygın medyada yazamam. Sadece her Salı Al-Masri Al-Yövm'de yazıyorum. .
Sadece 30 saniyemiz kaldı ama size bu isyanda kadınların rolünü sormak isterdim bitirirken.
Kadınlar ve kızlar sokaklarda erkeklerin yanındalar. Onlar ve biz adalet, özgürlük ve eşitlik, yeni bir anayasa, kadın-erkek, Müslüman-Hristiyan ayrımcılığına son, sistemi ve bizi yönetenleri değiştirmek ve gerçek demokrasi istiyoruz.. Kadınlar ve erkekler bunu haykırıyor. (AG/EK)

Arap Devrimci Ruhundan Niye Korkalım ki?


 Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda göze çarpmaması imkansız bir şey Müslüman köktenciliğin bariz bir şekilde yokluğuydu. Halk laik demokratik geleneğin en güzel örneklerinde görüldüğü gibi, yalnızca baskıcı bir rejime, onun yolsuzluklarına ve yoksulluğa karşı ayaklandı ve özgürlük ve ekonomik umut talep etti. Batılı liberallerin, Arap ülkelerinde gerçek demokratiklik anlayışının sadece dar bir liberal elit kesimle sınırlı olduğu ve büyük kitlelerin sadece dini köktencilik, ya da milliyetçilik saikleriyle harekete geçebileceği yolundaki negatif inancının yanlış olduğu kanıtlandı.

Büyük soru ise şu: Şimdi ne olacak? Bu işin içinden siyasi olarak kim kazançlı çıkacak?

Tunus’da yeni bir geçici hükümet atandığında, İslamcıları ve daha radikal solu dışladı. Bilgiç liberallerin tepkisi: “İyi, ikisi de aynı kapıya çıkar, iki totaliteryen aşırılık” şeklinde oldu. Ama işler bu kadar basit mi? Gerçek uzun dönemli çelişki tam da İslamcılar ile sol arasında değil mi? Rejime karşı bir an için birleşmiş olsalar bile zafere yaklaştıklarında bu birliktelik parçalanır, ve genellikle ortak düşmanlarına karşı verdikleri mücadeleden çok daha ölümcül bir kavgaya dönüşür.

İran’da son seçimlerden sonra tam da böyle bir mücadeleye tanık olmadık mı? Yüzbinlerce Musavi taraftarının talepleri, Humeyni devriminin devamlılığını sağlayan popüler rüyaydı: Özgürlük ve adalet. Bu düş, ütopik bile olsa, nefes kesici bir siyasi ve sosyal yaratıcılığın, örgütsel deneylerin ve öğrenciler ve sıradan halk arasında tartışmaların yolunu açmıştı. O zamana kadar duyulmamış sosyal dönüşümlere yol açan bu gerçek açılım, bu herşeyin mümkün göründüğü an, daha sonra İslami kurumların siyasi denetimi ele geçirmesiyle yavaş yavaş boğuldu.

Açıkça köktenci hareketler söz konusu olduğunda bile sosyal bileşenleri gözden kaçırmamak için dikkatli olmalıyız. Taliban devamlı olarak düzenini terörle koruyan İslami köktenci bir grup olarak sunulur. Ne var ki 2009 yılının baharında Pakistan’ın Swat Vadisini ele geçirdiklerinde New York Times, Taliban’ın “küçük bir grup toprak sahibi ile onların topraksız kiracısı köylüler arasındaki derin çatlaklardan yararlanmak suretiyle bir sınıf isyanı” yarattığını yazmıştı. Eğer Taliban, “köylülerin çektiği acılardan yararlanarak” New York Times’ın deyişiyle “çoğunlukla feodal kalan Pakistan açısından tehlike çanları” çaldırıyorduysa, acaba Pakistan ve ABD’deki liberal demokratların da aynı şekilde bu acilardan “yararlanarak” topraksız köylülere yardım etmeye çalışmasına kim engel oluyordu? Pakistan’daki feodal güçler liberal demokrasinin doğal müttefikleri miydi yoksa?

Çıkarılması kaçınılmaz olan sonuç şu ki, Müslüman ülkelerde radikal İslamcılığın yükselişi madalyonun bi yüzüyse diğer yüzü de laik solun yokoluşudur. Afganistan dünyanın en İslami köktenci ülkesi olarak tanımlanırken, bundan 40 yıl önce bu ülkede, Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak iktidarı ele geçirmiş güçlü bir komünist partinin de içinde bulunduğu kuvvetli bir laik gelenek olduğunu hatırlayan kalmış mıdır? Nereye gitti bu laik gelenek?

Ve Tunus ile Mısır (ve Yemen ve belki de hatta inşallah Suudi Arabistan’da) süregiden olayları bu arka planı gözönüne alarak okumak çok önemli. Eğer durum bir süre sonra istikrar kazanır ve eski rejim bir takim kozmetik liberal operasyonlarla ayakta kalırsa, bu başaçıkılması zor bir köktenci tepki dalgası yaratacaktır. Bu hareketten geriye temel bir liberal miras kalabilmesi için liberallerin radikal solun kardeş yardımına ihtiyacı var. Mısır’a dönersek bu konudaki en utanç verici ve çok tehlikeli bir fırsatçılık sergileyen tepki Tony Blair’in CNN’de aktarılan sözleriydi: “değişim gereklidir ama bu istikrarlı bir değişim olmalıdır” dedi.

Mısır’da bugün istikrarlı değişim yalnızca Mübarek güçleriyle yönetici çemberi hafifçe genişletmek üzere bir uzlaşma anlamına gelebilir. İşte bu yüzden şu anda Mısır’da barışçı değişimden söz etmek ayıptır: Mübarek bizzat muhalefeti ezme yoluna giderek bunu imkansız hale getirmiştir. Mübarek orduyu göstericilerin üzerine gönderdikten sonra seçenekler netleşti: Ya herşeyin aynı kalabilmesi için bir şeyin değiştirildiği kozmetik bir değişim, ya da gerçek bir kopuş.

İşte gerçeklerin anlaşılacağı an: Bundan on yıl önce Cezayir’de olduğu gibi serbest seçimlere izin verilmesinin iktidarı Müslüman köktencilere teslim etmek anlamına geleceği öne sürülemez. Bir başka liberal kaygı ise Mübarek giderse yerini alabilecek örgütlü bir siyasi gücün bulunmaması. Tabii ki yok. Mübarek bütün muhalefeti marjinalleştirmeyi başardı, öyle ki sonuç Agatha Christie’nin meşhur On Küçük Zenci romanındaki gibi sonunda geriye hiç kimsenin kalmaması oldu. Mübarek’den yana kullanılan, ya o ya da kaos olur tezi aslında tam da onun aleyhine bir tezdir.

Batılı liberallerin iki yüzlülüğü nefes kesice: Açıkça demokrasiyi savundular, ve şimdi halk din adına değil, laik bir özgürlük ve adalet talebiyle tiranlara karşı ayaklandığında, büyük bir kaygıya düştüler. Neden dertleniyorsunuz? Neden özgürlüğe bir şans verilmesine sevinmiyorsunuz? Mao Zedong’un eski bir sözü bugün her zamankinden daha fazla yerine oturuyor: “Göğün altında büyük bir kaos var-şahane bir durum.”

Mübarek nereye gidecek o zaman? Bunun cevabı da gayet net. Lahey’e. Eğer Lahey’e gitmeyi hakeden bir lider varsa o da Mübarek’tir

The Guardian, 1 Şubat 2011

Türkçesi: Kumru Başer

Arap Dünyasında Üçüncü Dalga -Çeviri


“Haydi, vatanın çocukları, kurtuluş günü geldi!” 14 Temmuz’da (Fransa ulusal bayramı), insanlar radyoda La Marseillaise (marş) sesiyle uyandı. Sokaklarda insanlar, acele ediyor ve ‘Yaşasın Cumhuriyet, krala ölüm!’ diye haykırıyordu. Hükümet ve ailesinin bir kısmının infaz edildiğini henüz bilmiyorlardı. Akşam, Amerikan büyükelçiliği önünde, büyük şair Abdulwehhab Bayati bir şiir tutturuyordu, “Kahramanlar için bando”:

“Benim vatanımda güneş doğuyor

Ve bandolar kahramanlar için çınlıyor.

Ey değerli, uyanın

Zira biz ateş gibi özgürüz işte

Özgürüz kuş gibi, gün gibi”

Bağdat, 1958. Ordu iktidarı ele geçirdi ama geleneksel bir devlet darbesinden uzak. Sokaklara dökülen kalabalıklar yeni rejime ve Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde İngiliz süngüleri tarafından yerleştirilen Batı yanlısı monarşinin izole olmasına kitlesel bir destek gösterisinde bulunuyor. O dönemde, Fransa ve Birleşik Krallık Yakın Doğu’yu paylaşmışlardı (…) Paris için manda, Lübnan ve Suriye olacak ülkelerin üzerineydi, Londra için ise Filistin’in, Ürdün’ün ve Irak’ın kontrolüydü. Sonra, yeniden, 1930’lu yıllarda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu ülkenin güçlü milliyetçi hareketleri kolonyal el koymaya karşı örgütlenirler. 1958 Irak Devrimi, Haziran 1967’de İsrail karşısında Arap yenilgisiyle yok olmadan önce Yakın Doğu ve Magreb’i (Kuzey Afrika Arap ülkeleri) sarsacak bu dalganın en yüksek noktasını işaret ediyor.

Bu birinci dalgayı, her şeyden önce askeri darbelerle ve 2011 yılının başında Tunuslular tarafından açılışı yapılan hareketle sarsılmakta olduğumuz Arap dünyasının derin bir durgunluk dönemine girişiyle karakterize olan ikinci dalga takip edecek. Birinci dalgaya 23 Temmuz 1952’de Kahire’de iktidarı Cemal Abdul Nasır’ın öncülüğündeki “özgür subaylar”ın ele geçirmesi damgasını vurdu. Birçok olay bu dönemde noktalanıyor: 1 Kasım 1954’de başlayan Cezayir Devrimi; Fas ve Tunus’un bağımsızlığa ulaşması; Ürdün’de Kral Hüseyin rejimine karşı güçlü eylemler; Suudi Arabistan’da Devlete Darbesi teşebbüsleri ve sosyal hareketler.

Kahire’den başlayarak Arapların Sesi Radyosu, 1958’de Mısır ve Suriye’yi bir araya getiren Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan hareketleri galvanize eder. Ardından 14 Temmuz’da subaylar Irak monarşisini devirir. 1962’de Irak’takiyle aynı senaryo Yemen’de yaşanır, bu arada Aden ve Güney Yemen olacak ülkenin etrafında İngilizlere karşı mücadele yoğunlaşır. Bu dalgaya yabancıların denetimindeki ulusal zenginliklerin geri alınması iradesi de eklenir. Nasır, Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirir; her ne kadar İran’da Musadaq iktidarının petrolün denetimin ele geçirme teşebbüsü Washington ve Londra tarafından 1953’te düzenlenen bir devlet darbesiyle devrilmesi sonucu başarısız olsa da, kara altını kontrole alma talepleri yayılır ve güçlenir.

Bu derinliğine milliyetçi dalga, sadece geleneksel sömürgeci güçlerin değil, aynı zamanda, Fransız ve İngilizlerin çıkardığı zorluklardan memnun olmayan ancak yeni rejimlerin bağımsızlık iradelerini ve özellikle de anti-sovyet paktına katılmayışını kabul etmeyen ABD’nin reddine çarpacaktır.

Bazı çalkantılara rağmen Washington bu isteklerle çatışır ve Moskova’ya yakınlaşan milliyetçilerin hedefi haline gelir. Tarihi araştırmalar bir yandan Yakın Doğu’nun her yanında “Moskova eli” gören Batılıların Sovyetler Birliği karşısındaki sürekli korkusunu gösterirken, diğer yandan felaket sonuçlar yaratan böyle bir korkunun ‘az gerçekliğini’ ortaya koyuyor, zira Batılıları, en reaksiyoner İslamcı hareketler de dahil olmak üzere milliyetçi hareketleri zayıflatmak için her şeyi yapmaya götürecektir.

1958 yılının olayları – Irak monarşisinin yıkılması, ABD’nin Lübnan’a askeri çıkarması, İngiliz paraşütçülerinin Ürdün’e müdahalesi – ve Batılıların kötü okuması, Wm. Roger Louis ve Owen Roger’in A Revolutionary Year : The Middle East in 1958 (I.B. Tauris, Londra, 2002) kitabında görülecektir.

Bahsettiğimiz bu dalga, Haziran 1967 savaşıyla kırılır. Bu başarısızlığın nedenleri çoktur: Batılı müdahaleler; yeni rejimlerin ülkelerini ekonomik kalkınma yoluna koymadaki kabiliyetsizliği; sendikaların paylanması, tek partili sistem, ifade özgürlüğündeki artan sınırlamanın eşlik ettiği “parlamenter demokrasiye” tepki adına büyüyen otoriterlik.

İkinci değişim dalgası 1967 yenilgisinin karşı darbesi olacak: 1968’e Baas’ın Bağdat’ta, 1970’te Hafız El Esad’ın Suriye’de, 1969’da Kaddafi’nin Libya’da ve Nemeyri’nin Sudan’da iktidarı ele geçirmesi, Kasım 1967’de bağımsız olan Güney Yemen’de Haziran 1969’ta Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin Marksist kolunun zafer kazanması.

İster Suudi Arabistan, ister Fas’ta olsun, başka yelerde, muhafazakar iktidarlar kendisini pekiştirir. Bu dönemde ekonomik infitah (açılım), kalkınmada tüm sosyalist yol arayışlarından vazgeçmenin başlangıcı olur. Buna karşın tüm ülkelerin petrol zenginliklerini, genellikle millileştirerek geri aldığı görülecektir. Suudi Arabistan, rakiplerine karşı bölgesel rolünü arttırarak bundan birinci fayda gören ülke olacaktır.

Diğer taraftan, bu geri alınan zenginlikler etkili kalkınmanın bir olanağı olmaktan çok bir uğursuzluk olarak ortaya çıkacaktır.

1967-2010 arasındaki bu dönemin karakteristiği şöyle:

*Sadece, en iyisinden, resmi bir muhalefete tahammül eden otoriter, cumhuriyetçi veya monarşik iktidarların kökleşmesi,

*Bireysel haklar, yurttaş haklarının devamlı sınırlandırılması, sadece ifade değil, aynı zamanda keyfiyet karşısındaki onurlu bir yaşamın sınırlandırılması, polisiye ve emre amade adli mekanizma,

*İktidarların gölgesinde zenginleşen küçük bir azınlığın tekelindeki bir ekonomi, eşitsizlikler ve yoksulluğun ağırlaşması;

* Özellikle gecikmeli bir demografik geçişten kaynaklı demografik zorlama ile birlikte, perspektiften yoksun milyonlarca gencin iş pazarına gelişi, ya da Körfez veya Avrupa’ya göç.

*Filistin işgalinin devam etmesi, Filistinlilere yapılan zulüm ve başta 2008 kışında Gazze’ye karşı yapılan hücum olmak üzere İsraillilerin hücumları karşısında iktidarların felç oluşu (Bu olaylar sırasında Filistin lehine tüm eylemlerin yasaklanması bu politikanın ve eylemlerin kendisine dönmesinden korkan rejimlerin korkusunun karakteristiğidir). Rejimler böylece giderek daha işbirlikçi görünen düşman İsrail’e karşı mücadelede milliyetçi nutuklarından fayda görmez.

*El Cezire gibi uydu kanalları ve ardından internet üzerinden küreselleşen bilgiye giriş.

Bir noktadan sonra devrimlerin neden patlak verdiği asla bilinmez. Altta sıralanan hammaddeler yıllardan beridir varlar ve yine de genellikle olduğu gibi bir kıvılcım geldi, “küçük” bir olay, bir gencin kendisini feda etmesi beklenmedik bir şekilde farklı sosyal ve politik kökenlerden Tunusluları birbirine bağladı. Bu olayları canlı aktaran uydu kanalları, Arap dünyasında birkaç hafta öncesine kadar imkansız görünenleri elle tutulur hale getirdi; mevut rejimler sonsuz değil, yıkılabilirler. Bundan böyle, bir özgürlük havası Arap dünyasında esiyor. Bunun nereye kadar yayılacağını ve getireceği rejimlerin hangileri olacağını söylemek için erken. Ama bunların eskiden olduğu gibi yönetilemeyeceği, ne de dünyadaki bu “Arap istisnasını” çok uzun süre tutmanın mümkün olmadığı şimdiden varsayılabilir. Ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah ya da Mahmud Abbas’ın Başkan Mubarek lehine açıklamaları hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

Ama gelecek olan sorunlar önemsiz değil: demokraside uzlaşı, kişi hakları, sosyal adalet ve ekonomik kalkınma, şüphesiz çok sayıda mücadele gerektirecek olan çetin bir iş olacak.

*Gazeteci Alain Gresh’in Le Monde Diplomatique dergisinin internet sitesinde yayınlanan yazısı (1948 yılında Mısır’da doğan Fransız gazeteci Alain Gresh, aylık Le Monde Diplomatik dergisinin müdür yardımcılığını yürütüyor.)

Kim, Neyi Muhafaza Ediyor?

 
Muhafazakârlık, genel bir tanımla değişime karşı direnç, varolanı koruma eğilimi gibi görünse de bu bakış iktidar ilişkileri ve sınıf ruhu üzerinden çok açıklayıcı değildir. Muktedirle tahakküm altında olanın muhafazakârlıkları farklıdır, çünkü korumaya çalıştıkları farklıdır. Demem o ki her sınıfın toplumsal koşulları ve iktidar matrisindeki konumu, o sınıfın ruhunun kendinde muhafaza etmek istediğini de belirler.

Bu bağlamda Bülent Arınç’ın muhafazakârlığı ile ona oy verenin muhafazakârlığı farklıdır. Bu farklılığı Arınç örtmeye çalışır, ona oy verenler ise Arınç’la aynı olduklarını yanılsamak ister. Evet, hem de sorgulamadan ister. İki tarafında işine gelir bu örtme ve “aynıyız” yalanı. Birine iktidarını koruma, sürdürme ve yeniden üretme imkânı tanırken, diğerine korku ve yalnızlıkla baş etme ve kendini güvende hissetme imkânı sağlar.


Bülent Arınç’ın “hayat alkol ve seksten ibaret değildir” vaazını çözümlemeye girişmeye banal bir fıkrayla başlamak doğru olacak. Yetmişli yılların sonunda kentlerde anlatılan bir fıkraydı. Köylünün biri hayatında ilk kez İstanbul’a gitmiş. Köyden İstanbul’a giden ilk kişi oymuş. Bir zaman sonra adam köyüne geri dönmüş. Köy kahvesinde toplanan erkekler İstanbul’u dinlemek istemişler. Denizi, otobüsü, çarşısı, pazarı ama en çok da insanları özellikle de kadınları merak ediyorlarmış. Adam İstanbul’u ballandıra ballandıra anlatıp, kadın kısmını en sona bırakmış. Israrlarla gerilimi artırıp, tadını çıkardıktan sonra da, İstanbul cennet gibi demiş. Canın kadın istediğinde herhangi bir evin kapısını çalıyorsun, kapıyı açan kadından istiyorsun o da hemen seni içeri alıp veriyor, işini görüp çıkıyorsun!


Fıkra banal olmasına banaldı ama ilginç olan kentlilerce anlatılmasıydı. Kentlilerin, köyden göçle gelenlerin kendilerini nasıl gördüklerine dair yargılarını ifade ediyordu. Göçle gelenlerin gözünde kendilerinin nasıl göründükleriyle ilgili kendi imgelemlerini aktarıyordu. Kentli, köylünün kendisini ‘iktidarsız, kadınına sahip olamayan’ ve ‘kadınını’ ise ‘ahlaksız ve her isteyene veren’ olarak gördüğünü düşünüyordu. Bu korku ve umarsızlıkla örülü imgelemin kaynağı üzerine düşünerek Arınç’ın söyleminin perdesi aralanabilir. Ama önce biraz geriye gitmek gerekiyor.


1970’lere gelindiğinde Türkiye nüfusunun yalnızca yüzde 30 kadarı kentlerde yaşıyordu. Tabii bu kent kavramı nüfusu 20.000 den büyük olan tüm yerleşimleri kapsıyordu. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve Adana dışında modern anlamıyla şehir Türkiye’de yoktu. Dahası söz konusu illeri kent nüfusuna çıkaranlar da aslında köyden göçle gelenlerdi.


Demem o ki göçle gelenlerin kendilerini fıkradaki gibi gördüğünü düşünenler aslında bir önceki kuşakta göç edenlerdi. İlk gelen, sonradan gelenin kendisini kötü yola düşmüş olarak göreceğinden korkuyordu.


Şehirleşememiş devasa konut yığınlarına gecekondularla eklemlenen ve yığının merkezine iş bulma umuduyla giden göç erkekleri, ‘kadınlarını’ şehir merkezinin dışındaki o gecekondulara bir anlamda hapsederek, denetim altında tutuyorlardı. Gecekondu bölgelerinden şehir merkezlerine ulaşımın çoğu zaman sadece dolmuşla mümkün olabilmesi, şehir merkezine kimin, hangi saatte ve kimle gittiğinin mahallenin tümü tarafından bilinmesini sağlıyordu. Gecekondularda yaşayan kadınlar, önce ev temizliği gibi işler nedeniyle şehir merkezlerine inmeye başladılar. Bu, erkek işsizliğinin artmasının ve geçimin çok zorlu hale gelmesinin dayatmasıyla oldu. Ardından kadın emeğinin ucuzluğu fabrikaların kadın işçiye yönelmesini sağladı. Seksenlere doğru televizyon gecekonduların içine girdi ve kadınlar da şehir hayatını görebilmeye başladılar.


İşte göçle gelen bu ‘yığınların’ kadınları ikili bir baskı altında kalıyorlardı. Bir yandan şehir ve iş hayatının baskısı, öte yandan erkeklerinin baskısı. Şehir karşısında ezilen, işsizlik, konut vb sorunları çözemeyen, eve ekmek getirmekte zorlanan erkekler; çalıştıkça güçlenen kadınları üzerindeki tahakkümlerinin çözüleceği ve kadınlarının ellerinden gideceği korkusuyla yoğruluyorlardı. ‘Önüne gelene veren’ kadın imgesi göçle gelen erkeklerin yetersizlik korkularının yansıtılmasından öte bir anlam taşımıyordu. Bu süreç Ö. Lütfü Akad’ın Gelin, Düğün, Diyet film üçlemesinde çok iyi verilmiştir. Kırdaki göreli huzur ve güvenin yerine geçen kentteki belirsizlik, geleceksizlik korkularıyla eşleşen parçalanma kaygısı karşısında geleneğe sığınarak kendisini korumaya çalışan göçle gelen yığınlar namus üzerinden bir korunma hattı inşa etmişlerdi. Namusun temel savunma hattı olarak öne çıkmasında kadını denetim altında tutma kaygısı rol oynuyordu.


Bu dinamiği kırabilecek en önemli değişken politik bilinçti. Birkaç yıl önce BirGün’de çok aşağılanan devrimci bacı kavramının, göç toplumunda kadının toplumsal hayata erkekle birlikte ve eşit olarak katılmasını sağlayan geçici tampon özelliğinden söz etmiştim.


12 Eylül Darbesi vurup yıktığı çok sayıda imkânın yanında özellikle çalışma hayatı, politik bilinç ve eylemle gelişen kadın kimliğini de çok zalimce parçaladı. Gözaltına alınan, tutuklanan kadınlara işkencenin özellikle cinsel saldırı temelinde yapılması bu bağlamda çok manidardı. 12 Eylül, kadının kazandığı politik kimliğe özellikle saldırmıştır. Çok açık bir örnek PKK içindeki kadınlara yönelik sistematik karalama kampanyalarıdır. PKK’ye katılan kadınların oradaki erkeklerin orta malı haline geldikleri, bekaretlerinin ya Apo ya da diğer komutanlarca bozulduğu haberleri iktidarın çok kullandığı, medyanın da üzerine balıklama atladığı iğrençliklerdi.


Seksenlerin sonundan başlayarak neoliberal politikaların ezip parçalamaya başladığı sömürülen sınıfların gelecek kaygıları daha da şiddetlendi. Sendikasızlaştırma, taşeronluk, iş güvencesizliği ve işsizlikle birlikte gelişen belirsizlik tehdidi yığınların yine ve daha koyu bir tutunma çabasına yol açtı. İnsan hayatta kalmaya çalışır, her zaman. Üretim sürecinin parçalanması hayatı parçalama tehdidini artırdıkça korku kimliğin ve ruhun korunmasına yansır. Tam da bu süreçte devreye politik alanın tek aktörü haline gelen din girer. İktidar parçalanan hayat koşullarının yıkımına karşı ahlakı din üzerinden çağırır.

İktidar yönettiğine nasıl yaşaması gerektiğini her zaman ahlak üzerinden vazeder. Ahlakı, dinle aynı şeymiş hatta ancak dinden türeyebilirmiş gibi sunmak iktidar olanın en çok kullandığı denetim aracıdır.

Neoliberalizmin parçalayıcı gücü karşısında dağılan yığınlar politik bilinçten koptukça afyona sarılır gibi dine sarılırlar. Parçalanma tehdidi dinle savuşturuldukça haz, günahla eşleştirilir. Acı dayanılması gereken, kaçınılmaz kader olarak görülmelidir. Bu ancak haz karşıtlığıyla kabul ettirilebilir. Ezilenlerin kendi acılarını sorgulamaları, “neden acı çekiyorum” sorusunu sormaları iktidar için tehlikelidir.


Bu etkileşim neoliberalizmin neden neomuhafazakârlığı şart koştuğunu açıklar. Arınç da kendi imgelemindeki haz araçlarını mahkûm eder. Alkol ve seks, haz verdikleri için günah sayılırlar. Bu bakış kadını eve kapatıp, çocuk doğuran anne kimliğine sıkıştırarak denetim altına almaya çalışır. Kadını denetleyenin dünyayı denetlemesinden yararlanır. Denetim altına alınmayı reddeden kadına ise tecavüz eder. ABD’de olduğu gibi muhafazakârlığın artışı ile cinsel suçların artışı arasında koşutluk vardır.

Arınç, iktidarını muhafaza etmek için muhafazakârdır, seslendiklerini ise ruhlarını koruyabilmek için muhafazakârlığa çağırır. Yine ve kaçınılmaz olarak haz ve kadın üzerinden.  

SELÇUK CANDANSAYAR

Mısır Devrimi: Çok İyi Bir Şey

Mısır devrimiyle ilgili haberleri naklen El Cezire televizyonundan izliyorum. Kahire, sokağa çıkma yasağına karşı koyan yüzbinlerce insanla kaynıyor; polise taş atıyorlar. Görüntüler Filistin gençlerinin İntifadalarına kalkışmasını hatırlatıyor. Ulusal Demokratik Parti karargâhı alevler içinde. Süveyş’te şehir merkezi polisin elinde, iki karakol ateşe verilmiş. Güvenlik güçlerinin gücü yerinde, kalabalıklara ateş açıyorlar. Gelin görün ki insanlar korkularını yitirmişler.

El Cezire ve başka kanallardaki muhabirlerin, yorumcuların Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten genel olarak nefret edildiğini, sokaklardaki insanların bir diktatörlükten özgürleşmeye çalıştıklarını belirtmekten başka bir şansı yok. Ama bir yandan da “Durum kötüleşiyor” deyip duruyorlar.


Kötüleşiyor mu?


Mao Zedung’un Çin’de 1927′de patlak veren köylü isyanını eleştirenlere verdiği cevabı düşünüyorum. “İlerici insanların bile” isyanları “korkunç” olarak gördüğünü söylemişti. “Ama korkunç değil,” diye eklemişti. “Korkunç olmaktan başka her şey. İyi bir şey!”


Naklen yayını izlerken ezilmekten yaka silkmiş, Tunus’taki devrimden ilham alan insanların çok çok iyi bir şey yaptığını görüyorum. İlham verici bir şey. Derinden umut vaat eden bir şey.


Obama yönetiminin çizgisiyse şöyle özetlenebilir (PBS’de Jim Lehrer’in görüştüğü Joe Biden’ın özetlediği üzere): Mısırlıların protesto hakkı vardır. Birçoğu orta sınıftan, meşru kaygıları olan insanlardır. Fakat Mübarek’e diktatör dememeliyiz. Gitmesinin zamanı değil. Kendisi “Ortadoğu barış süreci”nde ve Terör’e Karşı Savaş’ta ABD ve İsrail’in kilit müttefiki oldu. Mısır Tunus’a hiç benzemiyor, bir eğilimden bahsetmek meseleyi “zorla bir yöne çekiştirmek” olur. ABD protestocuların ve Mübarek’in görüşmesini teşvik etmelidir. Herkes şiddetten kaçınmalıdır.


Genel geçer bilgi değlendirme medyasının fırıldaklığı şöyle özetlenebilir: Mısır’daki “huzursuzluk” ABD’yi zor bir durumda bırakıyor. Bir yandan Mübarek ABD’nin “ulusal çıkarlarının” korunmasına yardım etmiş, İsrail’in tek Arap müttefiki olmuş bir lider. (Bunların ikisinin her zaman yakından bağlantılı olduğu varsayılır; bir Arap liderinin İsrail’in k..ı yaladığı ölçüde ABD’nin dostu olduğu hiç sorgulanmaz.) Öte yandan ABD yetkilileri yıllardır Ortadoğu’nun “demokratik reform”a ihtiyacı olduğunu söylüyor.


Bu durumun ABD’nin elini kolunu bağladığı söyleniyor. ABD bir “ikilem”le karşı karşıya. Konuşan kafalar ABD’yi bir şekilde bu durumun mağduru olarak resmediyor. (Mısır halkının, ABD’nin varsayılan ideallerinden yana militanlıklarıyla onun Arap dünyasındaki en iyi dostunu devirmeye çalışması ne korkunç değil mi imasında bulunuyorlar. Ah ne büyük bir başağrısı şimdi bu!)


Ama bu bana, tilkinin sonunda kürkçü dükkanını boylamasının bir başka örneği gibi görünüyor.


ABD Mübarek’i esasen İsrail’e karşı duruşu yüzünden desteklemişti. (Oysa medya ondan İsrail’in “müttefiki” olarak bahsediyor.) Aslında “barış sürecinde ortak” olduğu için değil; çünkü ortada gerçek bir barış süreci yok. İsrail yerleşimlerinin ABD’deki lobiden destek alarak Filistin toprakları üzerinde faaliyetlerini aralıksız sürdürmesi bunu garantiye aldı.


Wikileaks belgeleri Mübarek’in “sürecin” belirsiz olarak askıya alınmasından memnun olduğunu, böylece yılda iki milyar dolar ABD askeri yardımı alırken kendisini hayati önemdeki Arap arabulucu olarak takdim edebildiğini gösteriyor. Fakat Filistinliler, demokratik olarak seçilmiş Hamas’ın şeytan gibi gösterilmesi ve Gazze’ye ambargo uygulanmasında işbirliği yaptığı için ondan nefret ediyor. Başka birçok şeyin yanı sıra Filistinli kardeşlerine ihanet ettiği için Mısırlılar da ondan nefret ediyor.


ABD, Mübarek’i aslında İsrail’e yıllardır verilen apaçık desteği örtecek Arap bir incir yaprağı olduğu için destekliyordu. Wikileaks’in de ortaya koyduğu üzere ABD’li diplomatlar zaman zaman diktatörün muhaliflere karşı “demir yumruklu” muamelesinin bazı sorunlara yol açabileceğinden yana kaygılı olduklarını ifade etmişlerdi. Ama mesele, ahlaki bir kızgınlık duyulması ya da Mısırlıların hayatlarından yana kaygılanılması değil. Bu laflar, Mübarek’in faşist yönetiminin, bölgedeki ABD-İsrail politikasına yardımcı olma ve Süveyş Kanalı’nı açık tutma becerisini tehlikeye atabileceğinden yana duyulan kaygının ifadesinden başka bir şey değil.


İşte şimdi bu zalim yönetim bir infilaka neden oldu. ABD yetkilileri ve siyasi yorumcularının tepkisiyse: “Bunu hiç beklememiştik.”


Eh, sürpriz, uyanın da balığa çıkalım! (Bu tipler, 1979′daki İran Devrimi’nde de böyle sersemlemişlerdi. İnsanların nihayetinde karşı koyacağını anlamıyorlar mı nedir?)


Langston Hughes’un şu şiiri aklıma geldi:


Ne olur sonraya bırakılmış bir hayale?


Kurur mu üzüm gibi güneşte?


Yoksa azar mı bir yara gibi


İlerler mi?


Çürümüş et gibi mi kokar?


Yoksa kıtır kıtır şeker üzeri


Şuruplu bir tatlı gibi mi?


Belki de sadece


Çöker ağır bir yük gibi.


İnfilak mı eder yoksa?


Mısır infilak ediyor. Arap dünyasının ertelenmiş hayalleri infilak ediyor. Büyük medya bile insanların coştuğunu teslim ediyor (bir yandan bütün bunların “bizim çıkarımıza” olmadığı uyarısında bulunsa da). Fakat temel ahlaki değerlere sahip, genel olarak insanlığın mutluluğundan yana kaygılanan insanlar için bu olanlar tümüyle iyi değil mi?


El Cezire izleyicilere ABD yetkililerinin yorumlarının tonunu nasıl değiştirdiklerini gösteriyor; Mübarek’i desteklemekten gün be gün uzaklaştıklarını. ABD yetkilileri göstericilerin gerçekten de meşruiyeti olduğunu giderek daha fazla vurgulayarak karşılık veriyorlar. (Bu insanlar bunu şimdi mi anladılar?) Ne biçim bir oportunizm ama!


Her zaman, herkesin dostu olmayı isteyen ortayolcu oportunist Obama, Mısır halkının dostu olmak istiyor. Bunu 2009′da Kahire’de gösterdi. Müslüman dünyaya hitaben yaptığı o meşhur konuşmada, bir yandan ABD’nin İslam’ı kabul ettiğine dair yavan laflar fışkırtırken bir yandan Afganistan’ın işgaline “zorunluluk savaşı” diyerek herkesin zekasına hakaret etti. Irak’a kötücül saldırıyı (doğru olarak) “tercih edilmiş bir savaş” olarak niteledi; ama böyle bir suçun sorumlularının nasıl cezalandırılması gerektiğine dair tek bir laf etmedi. Selefinin hükümetindeki neocon Siyonistlerin yüzbinlerce Arap’ın ölmesine yol açan bir savaşı nasıl yalanlara dayandırdığını gösterecek bir soruşturmaya destek vermedi.


Asıl mesajı şu: ABD yalan söyleyebilir, öldürebilir, sonra da ahlaki örnekmiş gibi poz kesebilir (hatta suçları utanç verici bir biçimde faş edildiğinde belki hafifçe özür de dileyebilir). Hal böyleyken dünya halklarının, ABD’yle aynı çizgide olmanın, en güzel umutlarının en güzel umudu olduğunu anlamaları beklenir.


Obama şimdi her iki dünyanın da en iyisini istiyor: Mübarek’le (eğer kalırsa) devam eden bir işbirliği ve Mısır halkına uzatılmış bir el; şimdiye kadar birçok diktatörin elini birçok kez sıkmakla kirlenmiş bir el.


Kahire’deki göstericiler sokaklardaki göz yaşartıcı gaz varillerinin üstünde “ABD malı” yazdığını söylüyor. Peki buna ne buyuracaklar? Mısırlıların hayallerini aslında kim teşvik ediyor? Onları yıllardır ertelemelerine kim sebep oluyor? Bu ülkede ve dünyanın her tarafında hayallerin ertelenmesine sebep olan aynı düşman.


Kahire’de şükran demeyi öğrenmiştim. Orada olup da bu iyi savaşa girişmiş olan arkadaşlarıma söylüyorum:


Şükran; dünyaya ilham verdiğiniz, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterdiğiniz için şükran, şükran.

Gary Leupp
Sol Defter Çeviri: Ebru Kılıç


Kaynak: http://counterpunch.com/leupp01282011.html


Gary Leupp: Tufts Üniversitesi’nde Tarih Profesörü’dür ve ayrıca aynı üniversitenin Din Bölümü’nde görev yapmaktadır. Servants, Shophands and Laborers in in the Cities of Tokugawa Japan; Male Colors: The Construction of Homosexuality in Tokugawa Japan; ve Interracial Intimacy in Japan: Western Men and Japanese Women, 1543-1900 adlı kitapların yazarıdır. CounterPunch’ın Irak, Afganistan ve Yugoslavya’ya açılan savaşları konu alan Imperial Crusades başlıklı yayınına katkıda bulunmuştur. gleupp@granite.tufts.edu

Ne kadar Muhafaza, o kadar Kâr

İnsanlar ‘muhafazakâr’ ve ‘muhafazakâr-olmayan’ şeklinde ikiye ayrılabilir mi?

Belki... Ama tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak okuyup yazan, yaşayan, yani ezen-ezilen ayrımında sınıfsal zemini esas alanlar, sermaye ve emek siyasetleri arasındaki farkı altını çizerek ‘sağ’ ve ‘sol’ olarak diye adlandırırlar...


Muhafazakârlık genelinde sağ siyasetler için bir meziyettir... Bir sol partiye muhafazakâr dersen onu yermiş olursun. Oysa bir sağ partiye muhafazakâr dersen onu övmüş olursun.


Şimdi burada bir çırpıda evrensel ideolojik kurgusuyla muhafazakârlığı ele almak, Edmund Burke ve bu kavramı politik bağlamında ilk kez kullanan François-René de Chateaubriand’dan başlayıp yeni muhafazakârlara (neo-con’lara) dek uzanmak elbette mümkün değil. Ama Burke ve Chateaubriand’ın dahi muhafazakârlık kavramını burjuvazinin kendi devriminden, yani Fransız ihtilalinden de korkması nedeniyle formüle ettiklerini hatırlatmak gerekli. Kaldı ki, bizim kitabımızda emperyalizm çağında burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği, tamamen muhafazakâr bir sınıfsal konuma yerleştiği de yazıyor.


Evrensel düzlemde ele alınca muhafazakârlığı sağcılık akımlarının bir niteleme sıfatı olarak kullanmak yeterli... Ama muhafazakârlık din, gelenek, kültür bağlamlarında kavramsallaştırıldığından ve üzerinde yükseldiği her dinin, her geleneğin ve her kültürün özgün taraflarıyla somutlaştığından, özellikle yerel / ülkesel bazda değerlendirilmek zorunda...


Elbette ülkesel bazdaki muhafazakârlık tarzları da farklılaşıyor; bu farklılaşmada en önemli faktör ise dayandıkları sınıfsal temel...


Hepsi de sırılsıklam birer sağ parti olan Menderes’in başını çektiği DP, Demirel’in başını çektiği AP, Özal’ın başını çektiği ANAP ile Erbakan’ın başını çektiği MNP, MSP, RP, FP ve şimdi Erdoğan’ın başını çektiği AKP arasında, hâkim sınıflar ittifakındaki konumları bakımından, farklı kıvamda muhafazakârlıklar söz konusu. Hatta Erbakan muhafazakârlığı ile Erdoğan muhafazakârlığı bile kendi aralarında farklılaştı... Mesela ANAP’lılar “rakımı da içerim, Cuma’ma da giderim” diyebilirken AKP’liler böyle demiyor. Dedirtmiyorlar.


Burada iki husus önemli: Birincisi, muhafazakârlık her türden sağcılığın sosudur... İkincisi muhafazakârlık tartışmasında anılması, en başta AKP’nin çok hoşuna gider, çünkü bu tartışmayla elinin güçleneceğini bilir...


Nedeni basit! “Muhafazakârım” diye övünenler sürekli oy kazanıyorsa, demek ki bu işte bir iş var... Yani bu şekilde “ben dindarım, ben namusluyum, ecdadıma laf ettirmem” demiş olunuyor otomatikman...  Çünkü muhafazakârlık, hem dindarlığın hem milliyetçiliğin kardeşidir...


AKP sağcılığının en önemli dayanağı geçmişteki DP, AP gibi partilerden daha fazla İslamcı olmasıdır elbette. Artık herkes görüyor ki, İslami ahlak, İslami aile yapısı (yani İslami kadın) unsurlarını öne çıkarması sayesinde alkış ve oy topluyor... Şimdi devlete de ‘namus ve ahlak bekçisi’ olma görevini vermekten geri durmuyorlar. İşte en son alkol yasağı tartışmaları, Muhteşem Yüzyıl TV dizisi nedeniyle RTÜK’ün göreve çağrılması...


AKP’nin milliyetçiliği öncelikle “ecdadımız Osmanlı” ile kavramlaştırılıyor. Üstelik bu dayanak politik olarak bölgesel konjonktüre uygun... Ancak Cumhuriyetçilik karşısında Osmanlıcı olan AKP, Kürt meselesi kendisini dayattığında Türk milliyetçisi kesilmiyor mu? Bundan da önemlisi küresel muhafazakâr kulübün üyesi olan AKP’nin milliyetçiliği bu kez de hazreti ABD huzurunda derhal iptal oluyor. Ve yerini yeni-muhafazakârlık (neo-conservatism) tercihi alıyor. Özellikle Bush döneminde revaçta olan bu yeni muhafazakârlık, neo-liberalizmi küreselleştiren emperyalist müdahalecilik güzergâhında şekillenmişti. Ortadoğu’da olup bitenleri biliyoruz. Şimdi de Obama ABD’si benzer politikaları farklı tarzlarla yeniden üretiyor ve AKP de aynı misyonu neo-Osmanlıcılık hevesiyle sürdürüyor. (Sürdürebilecek mi acaba? Tunus, Yemen ve illa ki Mısır’da olup bitenlerden sonra... Haydi hayırlısı, diyelim.)


Muhafazakârlık her sağ ideoloji gibi kendisini meşrulaştıran yalanlar üzerine kurulu. Ayrıca sadece siyasetçiler değil bireyler de bu üsluba teşnedir. Muhafazakâr yalanlar gündelik hayatta her an karşımızda. Tek bir örnek yeterli: Toplumun kahir bir bölümü televole türünden programlara karşıyım derken, bu programlar reyting rekoru kırmıyor mu? Konya Türkiye’nin en fazla içki satılan vilayeti, internette google aracılığıyla ‘sex’ sitelerinin en fazla arandığı şehir de Erzurum. Varın gerisini düşünün...


Peki, muhafazakâr AKP’ye esas olarak İslamcı mı, milliyetçi mi, sağcı mı demek lazım? Sorunun doğru cevabı “hepsi”dir. Unutulmaması gereken vasfı ise sınıfsal düzlemdeki mutlak sağcılığı elbette...


Sağcı ve muhafazakâr AKP zihniyetinde devlet-toplum ilişkisi şöyledir: Türkiye koşullarında muhafazakârlık esas olarak cemaatçi bir karakter taşıdığından, AKP de her muhafazakâr parti gibi dinsel ve geleneksel değer ve kurumları koruma davası güdüyor. Ne gibi? Mesela erkeklerin mutlak muktedir, kadınların ise Nisa suresine göre yaşayıp en az üç çocuk doğurduğu bir aile yapısı ‘geleneksel ve kutsal’dır... İşte AKP toplumu da adeta İslam normlarına uygun bir ‘aile’ gibi kurguluyor. Sadece bu hedefi nedeniyle bile ‘paternalist devlet’ (devlet baba) anlayışını savunmaya mecbur. Böyle bir toplumu yöneten devletin demokratik olmasını beklemek, en azından ‘günah’tır! Sahi, Erdoğan’ın başkanlık sistemi takıntısının böyle (paternalist!) bir ‘boyutu’ olduğu da söylenemez mi?


AKP muhafazakârlığı açısından devletle olan tek sıkıntı onun laik yapısıydı, o da yeniden yapılandı mı devletle olan sorunu bitti demektir. Yani derdi kesinlikle demokratikleşme değil ki... Çünkü toplumu hiyerarşik bir aile, devleti de bu ailenin çatısı olarak gören bir anlayış, elbette siyasi otoritenin mutlaklaşmasını, tek elde toplanmasını gerektiriyor. Üstelik dediğim gibi bunu zorunlu kılan sınıfsal ve iktisadi bir temel de var.


AKP muhafazakârlığı, zengin ile yoksul arasındaki adaletsizliği dinsel zeminlerde ve sadaka toplumu çerçevesinde çözmenin ötesinde bir ferasete sahip değil. Neo-liberalizmin can yakıcı uygulamalarını savunurken, bütün bunların memleketin ekonomik refahının yükselmesi için zorunlu olduğu, bu şekilde bir zenginleşmeyle toplumun her kesiminin bundan nasibine düşeni alacağı mazeretleri dillerinden hiç eksiliyor mu? Çalışanların ekonomik ve sosyal haklarından söz edildiğinde, geçen hafta SGK Başkanı Emin Zararsız bu tür şeylerin sosyalist devletlerde olduğunu söylememiş miydi? Velhasıl her kapitalizm yanlısı gibi bunların fıtratında da sosyal harcamalar üretim maliyetlerini artıran şeylerdir, ihracatı filan olumsuz etkileyeceğinden bunlardan zinhar uzak durmak, sermayenin çıkarlarını ‘muhafaza’ etmek gerekir.


Demek ki, kapitalizm söz konusu olduğunda: Ne kadar muhafaza, o kadar kâr!


Son birkaç söz de liberal-muhafazakâr ittifakı hakkında söylemeli. Biz vakti zamanında (1980 öncesinde) liberalliği sosyalistlikten, devrimcilikten ‘cıvıtma’ olarak görür ve dergilerimizde “saflarımızdaki liberal eğilimleri düzeltelim” gibisinden yazılar kaleme alırdık, yani düpedüz laubalilik, ahbap çavuşluk filan gibi eğilimlerin adıydı liberallik... Devrimci mücadeledeki gevşekliklere karşı bir uyarı babında... (Gerçi basındaki kimi şahsiyetleri izleyince, bu tür nitelemelerin de mesnetsiz olmadığı söylenebilir!) Türkiye’de klasik liberalizm akımının temsilcileri filan yok... Bunlar bir vakitler solcu bilindiğinden, terennüm ettikleri fikirler nedense “liberal” diye algılandı... Bu adlandırma da galat-ı meşhur haline geldi... İşte bunlardan hem ‘liberal’ hem AKP ‘ideologu’ Nabi Yağcı (kendisi AKP parti okulunda ders verdiğini yazmıştı, o yüzden “ideolog” dedim) geçen hafta Taraf’ta ‘Muhafazakâr demokratlar’ başlığıyla yazılar kaleme aldı. Adana konferansında karşılaştığı AKP Siyaset Akademisi yöneticilerinden genç bir akademisyen ikili sohbetlerinde Nabi Yağcı’ya şöyle demiş:


“Yeni bir ideoloji arayışı içindeyiz. Marksizm’den de alıyoruz ama Marksist değiliz; liberalizmden de alıyoruz ama liberal değiliz; İslâm’dan da alıyoruz ama dinci değiliz; Batılı muhafazakâr öğretilerden yararlanıyoruz ama Batıcı değiliz. Genel çerçevemiz çağdaş muhafazakârlıktır.”


Şöyle mi diyelim: AKP’nin hedefi çağdaş muhafazakârlık seviyesine erişmekmiş...


Ya da şöyle mi diyelim: Yalanın batsın!


En iyisi şöyle soralım: Mısır’dakiler de ‘çağdaş muhafazakârlar’ değil miydi?
 
 
MELİH PEKDEMİR

'Tek'ler ya da faşizmin ithal Sloganları

Geçtiğimiz Aralık ayı sonlarına doğru Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) Diyarbakır’da düzenlediği çalıştayda demokratik özerklik taslağının tartışmaya sunulması, zaten bir hayli gergin olan devlet-i âlide infial yarattı. Çalıştay öncesi BDP’li mebusların mecliste sembolik olarak iki-üç cümle Kürtçe konuşmalarının ve iki dilli hayat tartışmalarının akabinde uzun süredir sesi soluğu çıkmayan Türk genelkurmayı nihayet teşrif buyurdu ve 17 Aralık 2010 tarihinde -alışıldığı üzere yine bir Cuma günü- 27 Nisan muhtırasında kullandığı üslubun aynısını takınarak Kürtlere haddini bildirmeye davrandı.[1] Cumhuriyet tarihi boyunca Türk ordusu tarafından verilen muhtıralardan son ikisinin (28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007) muhatabı olanların, Kürtlerin ordu tarafından tehdit edilmelerine karşı sivil bir tavır almak bir yana, yeni muktedirler olarak tabiatları icabı kraldan çok kralcı kesilecekleri dünden belliydi. Zaten TBMM’nin afili başkanı Mehmet Ali Şahin, Kürt mebusların mecliste birkaç kelime de olsa Kürtçe konuşmasını yemeden içmeden yargıya yetiştirerek Yargıtay başsavcısını göreve bile çağırmıştı.

29 Aralık günü toplanan yılın son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında ise, tabii ki gündemde demokratik özerklik ve iki dil tartışmaları vardı. Kürt halkına karşı birleşen apoletli ve “yandaş” savaş medyasının “MGK’dan bomba bildiri”, “MGK’dan tarihi karar”, “İşte milli karar”, “MGK’dan tek ses” diye sürmanşete çektikleri toplantı sonuç bildirisi, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı hükümet ve ordunun “devletin bekası” için vardıkları uzlaşmanın bir nevi izdüşümüydü. Evet, “tek ses”in çıktığı vaki idi, ancak bu meşum “tek sesin” nereye tekabül ettiğinin de adını koymak artık elzem oldu: Bahis konusu olan, bildiride Kürtlerin yüzüne höykürülen “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet” sloganının Nazi Almanyası’ndan ithal edilmiş olduğu hakikatidir.


“EIN VOLK, EIN REICH, EIN FÜHRER”

Bilindiği üzere Naziler, 1933 yılından itibaren “milli birlik ve beraberlik” idealinin propagandası için “Ein Volk, ein Reich, ein Führer” (“Bir millet, bir devlet, bir lider”) sloganını kullanmaya başladı. Söz konusu slogan, Avusturya’nın 1938 yılında “anavatana bağlanması” (“Österreichs Anschluss an das Vaterland”) sonrasında, “Führer”, devlet ve milletin tekliğinin Avusturya’ya aktarılmasını sağlamak ve ortak tarih ve istikbale sahip “tek bir millet olan” Alman ve Avusturyalıların “milli birliğinin” propagandasını yapmak amacıyla daha da yoğun bir biçimde kullanıldı. O derece ki, bu slogan Nazilerin en sık sarf ettikleri sloganlarından biri olma özelliğini kazandı.

Başbakan Erdoğan’ın, bütün dünyada Nazilerle özdeşleştirilen “Ein Volk, ein Reich, ein Führer” sloganıyla birebir örtüşen “Tek bayrak, tek millet, tek devlet” sloganını, 2007 seçimleri arifesinden bu yana -hem de dozunu gitgide artırarak- bu denli rahat kullanmasını şüphesiz AKP’nin neşet ettiği siyasal geleneğin karakteriyle açıklamak mümkün. “Milli Görüş” geleneğinden gelen AKP ve lideri Erdoğan’ın kendi geçmişiyle hesaplaşmadan ve herhangi bir sorgulama yapmadan demokrasi havarisi kesilmelerinin, taşıdıkları totaliter eğilimleri göz ardı etmeye yetmediğini görmek için allame-i cihan olmaya gerek yok. Demokrasi için tarihsel bir bilince sahip olmayan AKP’nin faşizmin fragmanlarını kullanmaya kolayca teşne olması yani söyleminin faşizan eğilimler taşıması haliyle kaçınılmaz oluyor.


Başbakan Erdoğan, dört yıldır yatıp kalktığı bu ithal slogandan vazgeçecek gibi görünmüyor. Üstelik söz konusu MGK toplantısından sonraki ilk AKP grup toplantısında (4 Ocak 2011) yaptığı konuşmada, bizi mevzu hakkında “teorik” bakımdan aydınlatıyor:


“Benim sıkça tekrarladığım, en sonda Milli Güvenlik Kurulu Bildirisinde yer alan, ki birilerini bu çok rahatsız etmiş, fakat ne kadar rahatsız ederse etsin biz inandığımızı söylemeye devam edeceğiz. (…) Biz ne dedik? Tek bayrak dedik, tek millet dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik, bugün yine aynı şeyi söylüyoruz. Kimseyi rahatsız etmemesi lazım. Ha birileri rahatsız oluyorsa, aynaya baksınlar o kadar. Ama ben inanıyorum ki milletimin kahir ekseriyeti, bu kavramdan rahatsız olmuyor. Çünkü bu kavramın kucaklayıcı manasını birileri ya anlamıyor yada işine gelmediği için anlamak istemiyor. Özellikle tek millet kavramı, millet kavramına yüklenen farklı anlamlar nedeniyle bizim ifade etmeye çalıştığımız anlamın tam tersi bir noktaya çekilmek isteniyor. Bizim AK PARTi olarak millet kavramına yüklediğimiz anlam son derece açıktır, nettir, sarihtir, hiçbir şerhe ihtiyaç duymayacak kadar da anlaşılabilir bir kavramdır.”[2] (Cümle bozuklukları ve imlâ hatalarına dokunulmamıştır.)


Başbakan Erdoğan’ın diline pelesenk ettiği ve muhtemeldir ki MGK’daki askerlerden daha bir iştiyakla MGK bildirisine girmesini istediği “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet”[3] sloganına ilişkin “itü sözlük”te yer alan aşağıdaki değerlendirme, taşı gediğine koyan cinsinden:


“Aslı ‘ein Volk, ein Reich, ein Führer’ olan slogan. Nazilere ait belli olduğu üzere. Dünyanın neresine giderseniz gidin faşizmi çağrıştıran ve nefret edilen bu slogan, ülkemde baş tacı ediliyor. İslamcı yani ümmetçi olduğu iddiasında olan bir parti bu faşist sloganı mottosu olarak anlatıyor kitlelere ve o kitleler de alkışlıyor, ‘yaşşa başbakan’ diye. Ne acayip bir siyasi yapıya sahibiz, tuhaf yani, nasıl işlemişse bu ulusalcı damar, en ümmetçisi bile çark edip ulusalcılığa sığınıyor, diğer halkların özgürlüğünden en ufak bir kırıntı halinde dahi bahsedilecek olsa, en azılı faşist kesiliyor. Yani bu lafı MHP söylemiyor arkadaş, pes yahu!” (eleanor, 05.09.2010).[4] El hak!


“TEK’LER SİYASİ AMENTÜMÜZDÜR!”

“Devlet adamı” olmasının ötesinde devletin kendisi olduğu artık ele güne aşikâr olan hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, yeni yıla Hüdai Kaplıcaları’nda girmenin verdiği relakstan olsa gerek, Sandıklı Öğretmenevi’nde yaptığı açıklamada konuya sarâhat getirdi ve “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet düşüncemiz bizim siyasi amentümüzdür. Bunun dışında olamayız” buyurdu (Vatan, 1 Ocak 2011). Nazilerin amentüsü bir sloganın Türkçe uyarlaması olan bu sloganın “siyasi amentüleri” olduğunu dile getiren Çiçek, böylece faşizm üzerine araştırmalarla iştigal edenlere oldukça değerli bir veri sunmuş oldu.

Hızını alamayan Çiçek, birkaç gün sonra Sabah gazetesine de konuşurken “Bizim siyasi amentümüz Başbakanın ağzından ifade edildi: ‘Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet.’ Siyaseti bu çerçevede yaparız. 73 milyon insanın mutabakatı budur ve biz mutabakatın arkasındayız” (Sabah, 5 Ocak 2011) dedi. “Milli mutabakatımızın” -kendisinin jargonuyla söylersek- hangi “kökü dışarıda” ideolojiyle paralellikler gösterdiğini, son 30 yılın neredeyse her hükümetinde bakanlık yapmış olan “derin” muhteremden bu suretle bir kez daha haber almış olduk.


FAŞİZMİN İTHAL SLOGANLARI

Rahmetli Ulus Baker, faşizmin ithal sloganları üzerine kafa yorarken, “Türkiye’de şu ya da bu tarihlerde, olur olmaz kişilerin ağzından hep duyduğumuz ‘sınıf mücadelesinin dışarıdan ithal edilmiş bir kuram olduğu’” cümlesine dikkat çekerek, söz konusu cümlenin diğer dillerdeki karşılıklarını ve kimler tarafından ifade edildiğini sıralıyordu:

“’Der Klassenkampf ist eine Theorie, die aus dem Ausland importiert wird’ (Krupp, 1934); ‘Las lucha des clasos son una teoría importada del extranjero’ (General Franco, 1935); ‘La lutte des classes est une théorie importée de l’étranger’ (Clemenceau, 1922); ‘Class struggles is a theory imported from abroad’ (Churchill, 1932); ‘Os esforços da classe são uma teoria importada de no exterior’ (Salazar, 1969).”[5]


Ayrıca Kürt düşmanı ırkçılığın geçtiğimiz yıllarda Kürtlerin üzerinde kara bir bela gibi dolaşan “Ya sev ya terk et” sloganı da elbette bu kategoride anılması gerekenlerden. Memleketin özgün bir slogan bile üretmekten aciz faşistleri, Amerikan faşistlerinin orijinal biçimi “Love or leave” olan sloganlarını ithal ederek “milliyetçi değerlerini” zenginleştirmişlerdi. Fransa’da ırkçı Le Pen ise, benzer anlama gelen “Aimé le France ou quitte le France” sloganını kullanıyor. Almanya’da ise bu slogana denk düşen, “Türkler dışarı” anlamına gelen “Türken raus!” sloganıdır muhtemelen.


Hakkını yemeyelim, Başbakan Erdoğan burada da her zamanki gibi “Biz ne dedik?” diye sorduktan sonra, kendi sorusunu yine kendisi cevaplayarak uluslararası “Ya sev ya terk et” korosuna -hem de Hakkâri’de!- dâhil olmuştu: “Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin. Bundan daha normal şey, ne olabilir. Dünyanın neresine gidersen git, her ülkede bu böyledir. Başka türlü olamaz.” (Milliyet, 3 Kasım 2008). Doğrudur, “dünyanın neresine gidersen git, her ülkede bu böyledir”! Aynı Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da -yukarıda alıntılanan zehir akıtan cümlelerde- olduğu gibi! Buradan kalkıp giderek Hakkâri’deki Kürdü kovmaya yeltenmek şöyle bir şey oluyor: “İleri demokrasi”.


Gel gör ki, devletin ağzından çıkan faşizmin bu ithal sloganlarına, bu fütursuzluğa şaşırmak için, ya bu memleketten bihaber olmak ya da naif olmak lazım gelir. Bunu idrak etmiş bulunuyoruz. Asıl dikkat çekici olan ve insanı şaşırtan, bu fütursuzluğa, bu nobranlığa, bu müstekbir dile hemen hemen hiçbir kesimden pes perdeden olsa bile bir itirazın gelmemiş olmamasıdır. Ülkenin başbakanı, bir Nazi sloganının Türkçeye uyarlanmış halini diline dolayarak dört yıldan bu yana her fırsatta üstüne basa basa tekrarlayıp duruyor ve bir Allah’ın kulu çıkıp da “Ne oluyoruz?” diye sormuyor. Velhasıl baştanbaşa utanç verici bir memleket manzarasıyla karşı karşıyayız. Biz de bu manzaraya inat, Nazilerin konuşmuş olduğu dilin en büyük şairlerinden Heine’nin bir dizesini “ithal” ederek noktalayalım:


“Fatal ist mir das Lumpenpack/das, um die Herzen zu rühren/den Patriotismus trägt zur Schau/mit allen seinen Geschwüren” (Heinrich Heine, Almanya. Bir Kış Masalı).[6]


[1] Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine konulan muhtıra metninin Türkçenin gramer ve imlâ kurallarını berhava eden bir dille yazılması mevzuunu Hakkı Devrim’in Radikal gazetesindeki “Dil Yâresi” köşesine havale ediyoruz.

[2] http://www.akparti.org.tr/basbakan-erdoganin-ak-parti-grup-toplantisinda-yaptigi-kon_7738.html


[3] Zat-ı devletleri görüldüğü gibi ithal ettiğiyle yetinmeyip “tek vatan”ı da ekleyerek üç olan “tek”leri dörtlüyor.


[4] http://www.itusozluk.com/goster.php/tek+millet+tek+bayrak+tek+vatan+tek+devlet/sayfa/2


[5] Ulus Baker, “Yerellik: Bir Aşındırma Denemesi”, Birikim (111-112), 1998, s. 42


[6] “İnsanları kışkırtmak için/yurtseverliği tekmil virüsleriyle/üzerlerine boca eden/şu uğursuz güruh.”


Kâzım Özdoğan

Yeni Wikileaks Belgeleri: ROJ TV Davası ABD Baskısıyla Açıldı


ABD Dışişleri Bakanlığına ait yayımlanan yeni Wikileaks belgelerine göre Danimarka hükümeti, uzun süren incelemelerden Roj TV’ye kapatma yönünde bir sonuç çıkmayınca Adalet Bakanlığı aracılığıyla savcılığa dava açılması talimatını verdi. Belgeler dava açılması için ABD ve Türkiye’nin Danimarka’ya yoğun baskı yaptığını ortaya çıkardı.

Danimarka'da Wikileaks belgelerinin ROJ TV'nin kapatılması için ABD ve Türkiye'nin diplomatik girişimlerini ortaya koymasının ardından başlayan tartışma büyüyerek devam ediyor. Son olarak Politiken gazetesi ROJ TV davasının “zayıf bir dava” olduğunu yazdı.

Ülkenin en saygın basın yayın organlarından Politiken'e konuşan Danimarka Medya ve Gazetecilik Kurumu direktörü Oluf Jorgensen Wikileaks belgelerinin açığa çıkmasının ardından ROJ TV davasının hukuki açıdan savcılığın göstermeye çalıştığından çok daha zayıf bir dava olduğunu söyledi.

Jorgensen, Wikileaks belgelerine bakıldığında ROJ TV soruşturmasını yürüten savcılığın normal bir prosedür izlemediği fikrinin oluştuğunu ifade ederek “Savcılık kendini Türkiye ve ABD'nin taleplerinin Danimarkalı yetkililer tarafından karşılanması çabaları sonucunda baskı altında hissetti” dedi.

Politiken'in dünkü sayısında yayınlanan haberde Jörgensen'in bu görüşünün ülkedeki birçok akademisyen ve hukukçu tarafından da paylaşıldığı kaydedildi.

ABD Büyükelçilikleriyle Dışişleri Bakanlığı arasında yapılan yazışmaların yer aldığı Wikileaks belgeleri içinde RojTV'nin kapatılmasına ilişkin Danimarka ile yapılan pazarlıklar da yer alıyordu.

Wikileaks belgelerine göre ABD'nin Kophenag Büyükelçiliğinden Washington'a giden bir notta eğer kısa bir süreç içerisinde ROJ TV'nin kapatılmasına yönelik bir dava açılamayacaksa Danimarkalılarla daha farklı yaklaşım sergilenmesi ve kapatma konusunda “daha yaratıcı olmalarının sağlanması” isteniyor.

Yine bir diğer yazışmada ise Danirmarka hükümetinden Thomas Ahrenkiel'in Amerikan Büyükelçisi Laurie Fulton'a davanın ROJ TV aleyhine sonuçlanmaması durumunda Danimarka ile Türkiye arasında büyük bir kriz çıkacağını söylediği yer alıyor.

Başka bir Wikileaks belgesine göre ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns, 18 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile yoğun bir görüşme gerçekleştiriyor. Bu görüşmede Sinirlioğlu Rasmussen’in adaylığı karşısında Türkiye’nin tutumunu değiştirmesi için verilen sözlerin tutulmadığını belirtiyor. Adaylık konusunun ele alındığı NATO zirvesi esnasında Rasmussen ROJ TV’nin kapatılması için hukuki yolları araştırma sözü vermiş, ayrıca Rasmussen’in yardımcılığına bir Türk yetkilinin getirileceği belirtilmişti.

ROJ TV’nin halen kapatılmadığı ve Rasmussen’in yardımcılığına bir Alman’ın getirildiği ve bunun da Rasmussen ile Angela Merkal arasında yapılan bir anlaşma gereğince gerçekleştirildiğinin adı geçen toplantıda dile getirildiği belirtiliyor.

Wikileaks belgelerinin ortaya çıkmasının ardından 2004'den bu yana uydu üzerinden 68 ülkede yayın yapan Roj TV ise "hukuksuzluğun Wikileaks belgeleriyle tescillendiğini" belirterek, Kopenhag merkezli yayın organının kapatılması için açılan davanın düşürülmesini istemişti.

Danimarka Adalet Bakanı Lars Berfoed, 5 yıllık soruşturma sonucunda 31 Ağustos'ta devlet savcısı Jörgen Steen Sörensen’in talebi üzerine Roj TV hakkında terörle mücadele yasasından dava açılmasına karar vermişti.

Danimarka’da Roj TV hakkında açılan kapatma davası 15 Ağustos 2011’de görülmeye başlanacak.

İşbirlikçilik Kıskacı


KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, Yeni Özgür Politika gazetesindeki yazısında Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarına dikkat çekerek, “Ortadoğu'da eski işbirlikçi rejimlerin yıkıldığı ve yerine yeni işbirlikçilerin getirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Görüldüğü gibi halklar işbirlikçi baskıcı bir rejimden kurtulurken, başka bir işbirlikçi baskıcı rejimin tuzağına düşmektedir” dedi.

Mustafa Karasu şu değerlendirmelerde bulundu:

Ortadoğu halkları birbiri ardına ayağa kalkıyor. Tunus’ta hükümet devrildiği gibi Mısır’da da devrildi. Mısır’dan sonra başka ülkelerde de halkların ayağa kalkışı bekleniyor.

Ortadoğu’da bu ayağa kalkış aslında gecikmiştir. Mevcut hükümetler uzun yıllardır meşruiyetini kaybetmişti. Dünyadaki gelişmeler ve Ortadoğu halklarının bilinci artık bu hükümetlerin ömrünü sonlandıracak duruma gelmişti. Bu hükümetleri destekleyen ABD ve Avrupa da kendilerine bir yük haline geldiğini görüyordu. Bunlara dayanarak Ortadoğu'da varlığını sürdürmesi riskler taşıyordu. Bu nedenle onlar için de bu hükümetlerin gitmesi yerine yeni işbirlikçilerin yaratılması zorunlu hale gelmişti. Bölge halklarının kontrol edilmesi için yeni karakterde işbirlikçi yönetimler gerekiyordu.

Kapitalist modernite ve onun yaşam tarzı, son iki yüzyılda Ortadoğu'daki sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Pozitivist kapitalist modernite daha baştan Ortadoğu’yla bir kan uyuşmazlığı yaşadı. Modernist, laikçi rejimler Batı'nın ajanı olmaktan öte bir rol oynamadılar. Sosyalist hareketler de, pozitivist kapitalist modernitenin düşünce ve yaşam ufkunu aşamadıklarından alternatif siyasi güç haline gelemediler.

Kapitalizm, endüstriyalizm, ulus-devlet kapitalist modernitenin üç ayağı olarak birçok yerde yeni ve gelişmiş yaşam olarak algılandı. Ortadoğu da bu algının esiri haline getirildi. Kapitalizm dışında kaldığını söyleyenler bile endüstriyalizm ve ulus-devleti kutsadılar. Kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet; sosyal yaşamı da, ekonomik yaşamı da, kültürel dokuyu da bozdu. Siyasal yaşam ise ulus-devletlerin, her türlü iktidar güçlerinin kanlı çatışmaları haline getirildi. İktidarlar, insanlık dışı despotik karakteriyle toplumlara nefes aldırmadı.

Topluma saldırı anlamına gelen kapitalist modernite, Ortadoğu’ya ne kadar girdiyse sorunlar o kadar ağırlaştı. Haklı olarak Ortadoğu'ya acıdan başka bir şey getirmeyen kapitalist moderniteye tepkiler gelişmeye başladı. 1990’lı yıllardan önce muhalefetin bir kısmı sosyalist akımlara eğilim gösteriyordu. Ancak reel sosyalizmin alternatif olamadığının görülmesi muhalefetin ağırlıklı olarak modernizm karşıtı olduğunu iddia eden siyasal İslam’a kaymasıyla sonuçlandı.

Biçim ve dini söylem dışında modernizmin başka bir versiyonu olan bu hareketler modernist, laikçi rejimlere karşı ciddi bir tehdit haline gelmeye başladı. Bu radikal siyasal İslamcı hareketlerin gücünden ayrı olarak modernist laikçi rejimler giderek toplumdan koptular. Ancak dış güçlerin desteğiyle ayakta kalmaya çalıştılar. Özellikle reel sosyalizmin çöküşünden sonra bu işbirlikçi hükümetler, ABD ve Batı için de bedeli ağır olan hükümetler haline geldiler.

Bir taraftan radikal İslamcı tehdidin artması, diğer taraftan modernist laikçi rejimlerin toplum tarafından benimsenmemesi Batı'nın yeni siyasal proje arayışlarına ihtiyaç duymasını beraberinde getirmiştir. Çünkü mevcut laikçi rejimlere dayandığı taktirde Ortadoğu'yu tümden kaybedeceğini görmüştür.

Batı, yaşadığı deneylerden sonra hem toplumdan destek alan rejimlere dayanmak hem de radikal siyasal İslam’ın etkisini kırmak için işbirlikçi ılımlı İslam projesine sarılmıştır. Günümüzde ABD ve Avrupa’nın Ortadoğu'da işbirlikçi ılımlı İslam’a dayanan bir sistem arzuladığı netleşmiştir. Bölgede strateji ve taktiklerini şimdi böyle işbirlikçi rejimler yaratma üzerine kurmuştur. Bu aslında Ortadoğu'yu tümden teslim almanın ilk stratejik adımı olarak görülmektedir. ABD’nin bu stratejisi dikkate alınmadan Ortadoğu'da yaşananlar tüm boyutlarıyla anlaşılamaz.

Tunus ve Mısır’da ilk başta toplum kendiliğinden harekete geçmiştir. Ancak bu olaylar geliştikten sonra bu rejimlerin arkasındaki ABD ve Avrupa’nın mevcut hükümetleri desteklemediği görülmüştür. Bu durum da bu hükümetlerin iradesinin çabuk kırılmasını sağlamıştır.

Belki kendiliğinden gelişse de, kısa sürede ABD ve Avrupa’nın devreye girdiğini görüyoruz. Dolaylı da olsa işbirlikçi ılımlı İslamcıları destekleyen bir yaklaşım göstermektedir. Böylece hem toplumsal desteği olan hükümetler ortaya çıkarılacak, hem de bunlar üzerinden Ortadoğu denetime alınacak.

Ortadoğu'da eski işbirlikçi rejimlerin yıkıldığı ve yerine yeni işbirlikçilerin getirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Görüldüğü gibi halklar işbirlikçi baskıcı bir rejimden kurtulurken, başka bir işbirlikçi baskıcı rejimin tuzağına düşmektedir. Özcesi, modernist laikçi işbirlikçiler dikiş tutturamayınca halkın dini duygularını sömüren iktidarlar aracılığıyla Ortadoğu kontrol altına alınmak istenmektedir.

Alternatif, demokratik, özgürlükçü hareketler çıkmadığı müddetçe halklar bu cendere arasında sıkışacaktır. Tahterevalli gibi bir gün biri, diğer gün başkası halkların üzerinde sömürü ve baskıcı bir düzen kuracaklardır. Bu durum da gerçek demokratik ve özgürlükçü güçleri daha da sorumlu kılmaktadır.

Klasik Marksist ve pozitivist yaklaşımlarla Ortadoğu'da alternatif olunamaz. Kapitalist modernist zihniyet ve etkisini taşıyan pratiklerden kurtulmadıkça, halkların desteğini alan bir hareket yaratılamaz. Reel sosyalizm pratiği pozitivist bilimci yaklaşımların en değme dinsel dogmalardan daha fazla toplumları anlama konusunda sorunlu olduğu ortaya çıkmıştır. Sosyalist teori ve dayandığı felsefedeki yanılgılar giderilmeden ne dünyada ne de Ortadoğu'da demokratik sosyalizmin toplumlar içinde etkili kılınması zordur. Hem toplumsallığın hem de sömürücü despot iktidarların tarihsel olarak çok köklü yaşandığı Ortadoğu'da daha da zordur.

Bu gerçeklik, PKK Önderliği'nin savunmalarında geliştirdiği teorik tezlerin önemini daha da arttırmıştır. PKK Önderliği Ortadoğu'da tarihsel toplumu çözümlediği gibi, reel sosyalizmin teori ve pratiğini de tüm boyutlarıyla çözümlemeye tabii tutmuştur. Bu temelde ahlaki-politik toplum ya da komünal demokrat toplum dediği alternatif yaşamın nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu toplumun örgütlenmesinin ve yapılanmasının da demokratik konfederalizm olması gerektiğini göstermiştir. Bu alternatif toplum hem toplumu özgür ve demokratik kılmayı, hem de tarih içinde birikmiş dogmatik düşünce, alışkanlık ve tutumları aşacak bir demokratik kurumlaşmayı öngörmektedir.

Ortadoğu'da yaşananlar PKK Önderliği'nin felsefi, ideolojik, teorik tezlerinin ve demokratik yapılanma gerçeğinin Ortadoğu halklarına gecikmeden taşınmasını gerekli kılmaktadır. Ortadoğu halkları ancak modernist, laikçi ve işbirlikçi siyasal İslamcı rejimler kıskacından böyle kurtulabilir.

PKK Önderliği'nin savunmalarında ortaya koyduğu ahlaki-politik toplum ve bunun pratik örgütlenmesi olan Demokratik Konfederalizm Ortadoğu toplumları içinde geliştirilirse, işte o zaman Ortadoğu her türlü işbirlikçi rejimden kurtularak hakların özgür ve demokratik coğrafyası haline getirilebilir.


Mustafa Karasu