1 Şubat 2011 Salı

Ne kadar Muhafaza, o kadar Kâr

İnsanlar ‘muhafazakâr’ ve ‘muhafazakâr-olmayan’ şeklinde ikiye ayrılabilir mi?

Belki... Ama tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak okuyup yazan, yaşayan, yani ezen-ezilen ayrımında sınıfsal zemini esas alanlar, sermaye ve emek siyasetleri arasındaki farkı altını çizerek ‘sağ’ ve ‘sol’ olarak diye adlandırırlar...


Muhafazakârlık genelinde sağ siyasetler için bir meziyettir... Bir sol partiye muhafazakâr dersen onu yermiş olursun. Oysa bir sağ partiye muhafazakâr dersen onu övmüş olursun.


Şimdi burada bir çırpıda evrensel ideolojik kurgusuyla muhafazakârlığı ele almak, Edmund Burke ve bu kavramı politik bağlamında ilk kez kullanan François-René de Chateaubriand’dan başlayıp yeni muhafazakârlara (neo-con’lara) dek uzanmak elbette mümkün değil. Ama Burke ve Chateaubriand’ın dahi muhafazakârlık kavramını burjuvazinin kendi devriminden, yani Fransız ihtilalinden de korkması nedeniyle formüle ettiklerini hatırlatmak gerekli. Kaldı ki, bizim kitabımızda emperyalizm çağında burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği, tamamen muhafazakâr bir sınıfsal konuma yerleştiği de yazıyor.


Evrensel düzlemde ele alınca muhafazakârlığı sağcılık akımlarının bir niteleme sıfatı olarak kullanmak yeterli... Ama muhafazakârlık din, gelenek, kültür bağlamlarında kavramsallaştırıldığından ve üzerinde yükseldiği her dinin, her geleneğin ve her kültürün özgün taraflarıyla somutlaştığından, özellikle yerel / ülkesel bazda değerlendirilmek zorunda...


Elbette ülkesel bazdaki muhafazakârlık tarzları da farklılaşıyor; bu farklılaşmada en önemli faktör ise dayandıkları sınıfsal temel...


Hepsi de sırılsıklam birer sağ parti olan Menderes’in başını çektiği DP, Demirel’in başını çektiği AP, Özal’ın başını çektiği ANAP ile Erbakan’ın başını çektiği MNP, MSP, RP, FP ve şimdi Erdoğan’ın başını çektiği AKP arasında, hâkim sınıflar ittifakındaki konumları bakımından, farklı kıvamda muhafazakârlıklar söz konusu. Hatta Erbakan muhafazakârlığı ile Erdoğan muhafazakârlığı bile kendi aralarında farklılaştı... Mesela ANAP’lılar “rakımı da içerim, Cuma’ma da giderim” diyebilirken AKP’liler böyle demiyor. Dedirtmiyorlar.


Burada iki husus önemli: Birincisi, muhafazakârlık her türden sağcılığın sosudur... İkincisi muhafazakârlık tartışmasında anılması, en başta AKP’nin çok hoşuna gider, çünkü bu tartışmayla elinin güçleneceğini bilir...


Nedeni basit! “Muhafazakârım” diye övünenler sürekli oy kazanıyorsa, demek ki bu işte bir iş var... Yani bu şekilde “ben dindarım, ben namusluyum, ecdadıma laf ettirmem” demiş olunuyor otomatikman...  Çünkü muhafazakârlık, hem dindarlığın hem milliyetçiliğin kardeşidir...


AKP sağcılığının en önemli dayanağı geçmişteki DP, AP gibi partilerden daha fazla İslamcı olmasıdır elbette. Artık herkes görüyor ki, İslami ahlak, İslami aile yapısı (yani İslami kadın) unsurlarını öne çıkarması sayesinde alkış ve oy topluyor... Şimdi devlete de ‘namus ve ahlak bekçisi’ olma görevini vermekten geri durmuyorlar. İşte en son alkol yasağı tartışmaları, Muhteşem Yüzyıl TV dizisi nedeniyle RTÜK’ün göreve çağrılması...


AKP’nin milliyetçiliği öncelikle “ecdadımız Osmanlı” ile kavramlaştırılıyor. Üstelik bu dayanak politik olarak bölgesel konjonktüre uygun... Ancak Cumhuriyetçilik karşısında Osmanlıcı olan AKP, Kürt meselesi kendisini dayattığında Türk milliyetçisi kesilmiyor mu? Bundan da önemlisi küresel muhafazakâr kulübün üyesi olan AKP’nin milliyetçiliği bu kez de hazreti ABD huzurunda derhal iptal oluyor. Ve yerini yeni-muhafazakârlık (neo-conservatism) tercihi alıyor. Özellikle Bush döneminde revaçta olan bu yeni muhafazakârlık, neo-liberalizmi küreselleştiren emperyalist müdahalecilik güzergâhında şekillenmişti. Ortadoğu’da olup bitenleri biliyoruz. Şimdi de Obama ABD’si benzer politikaları farklı tarzlarla yeniden üretiyor ve AKP de aynı misyonu neo-Osmanlıcılık hevesiyle sürdürüyor. (Sürdürebilecek mi acaba? Tunus, Yemen ve illa ki Mısır’da olup bitenlerden sonra... Haydi hayırlısı, diyelim.)


Muhafazakârlık her sağ ideoloji gibi kendisini meşrulaştıran yalanlar üzerine kurulu. Ayrıca sadece siyasetçiler değil bireyler de bu üsluba teşnedir. Muhafazakâr yalanlar gündelik hayatta her an karşımızda. Tek bir örnek yeterli: Toplumun kahir bir bölümü televole türünden programlara karşıyım derken, bu programlar reyting rekoru kırmıyor mu? Konya Türkiye’nin en fazla içki satılan vilayeti, internette google aracılığıyla ‘sex’ sitelerinin en fazla arandığı şehir de Erzurum. Varın gerisini düşünün...


Peki, muhafazakâr AKP’ye esas olarak İslamcı mı, milliyetçi mi, sağcı mı demek lazım? Sorunun doğru cevabı “hepsi”dir. Unutulmaması gereken vasfı ise sınıfsal düzlemdeki mutlak sağcılığı elbette...


Sağcı ve muhafazakâr AKP zihniyetinde devlet-toplum ilişkisi şöyledir: Türkiye koşullarında muhafazakârlık esas olarak cemaatçi bir karakter taşıdığından, AKP de her muhafazakâr parti gibi dinsel ve geleneksel değer ve kurumları koruma davası güdüyor. Ne gibi? Mesela erkeklerin mutlak muktedir, kadınların ise Nisa suresine göre yaşayıp en az üç çocuk doğurduğu bir aile yapısı ‘geleneksel ve kutsal’dır... İşte AKP toplumu da adeta İslam normlarına uygun bir ‘aile’ gibi kurguluyor. Sadece bu hedefi nedeniyle bile ‘paternalist devlet’ (devlet baba) anlayışını savunmaya mecbur. Böyle bir toplumu yöneten devletin demokratik olmasını beklemek, en azından ‘günah’tır! Sahi, Erdoğan’ın başkanlık sistemi takıntısının böyle (paternalist!) bir ‘boyutu’ olduğu da söylenemez mi?


AKP muhafazakârlığı açısından devletle olan tek sıkıntı onun laik yapısıydı, o da yeniden yapılandı mı devletle olan sorunu bitti demektir. Yani derdi kesinlikle demokratikleşme değil ki... Çünkü toplumu hiyerarşik bir aile, devleti de bu ailenin çatısı olarak gören bir anlayış, elbette siyasi otoritenin mutlaklaşmasını, tek elde toplanmasını gerektiriyor. Üstelik dediğim gibi bunu zorunlu kılan sınıfsal ve iktisadi bir temel de var.


AKP muhafazakârlığı, zengin ile yoksul arasındaki adaletsizliği dinsel zeminlerde ve sadaka toplumu çerçevesinde çözmenin ötesinde bir ferasete sahip değil. Neo-liberalizmin can yakıcı uygulamalarını savunurken, bütün bunların memleketin ekonomik refahının yükselmesi için zorunlu olduğu, bu şekilde bir zenginleşmeyle toplumun her kesiminin bundan nasibine düşeni alacağı mazeretleri dillerinden hiç eksiliyor mu? Çalışanların ekonomik ve sosyal haklarından söz edildiğinde, geçen hafta SGK Başkanı Emin Zararsız bu tür şeylerin sosyalist devletlerde olduğunu söylememiş miydi? Velhasıl her kapitalizm yanlısı gibi bunların fıtratında da sosyal harcamalar üretim maliyetlerini artıran şeylerdir, ihracatı filan olumsuz etkileyeceğinden bunlardan zinhar uzak durmak, sermayenin çıkarlarını ‘muhafaza’ etmek gerekir.


Demek ki, kapitalizm söz konusu olduğunda: Ne kadar muhafaza, o kadar kâr!


Son birkaç söz de liberal-muhafazakâr ittifakı hakkında söylemeli. Biz vakti zamanında (1980 öncesinde) liberalliği sosyalistlikten, devrimcilikten ‘cıvıtma’ olarak görür ve dergilerimizde “saflarımızdaki liberal eğilimleri düzeltelim” gibisinden yazılar kaleme alırdık, yani düpedüz laubalilik, ahbap çavuşluk filan gibi eğilimlerin adıydı liberallik... Devrimci mücadeledeki gevşekliklere karşı bir uyarı babında... (Gerçi basındaki kimi şahsiyetleri izleyince, bu tür nitelemelerin de mesnetsiz olmadığı söylenebilir!) Türkiye’de klasik liberalizm akımının temsilcileri filan yok... Bunlar bir vakitler solcu bilindiğinden, terennüm ettikleri fikirler nedense “liberal” diye algılandı... Bu adlandırma da galat-ı meşhur haline geldi... İşte bunlardan hem ‘liberal’ hem AKP ‘ideologu’ Nabi Yağcı (kendisi AKP parti okulunda ders verdiğini yazmıştı, o yüzden “ideolog” dedim) geçen hafta Taraf’ta ‘Muhafazakâr demokratlar’ başlığıyla yazılar kaleme aldı. Adana konferansında karşılaştığı AKP Siyaset Akademisi yöneticilerinden genç bir akademisyen ikili sohbetlerinde Nabi Yağcı’ya şöyle demiş:


“Yeni bir ideoloji arayışı içindeyiz. Marksizm’den de alıyoruz ama Marksist değiliz; liberalizmden de alıyoruz ama liberal değiliz; İslâm’dan da alıyoruz ama dinci değiliz; Batılı muhafazakâr öğretilerden yararlanıyoruz ama Batıcı değiliz. Genel çerçevemiz çağdaş muhafazakârlıktır.”


Şöyle mi diyelim: AKP’nin hedefi çağdaş muhafazakârlık seviyesine erişmekmiş...


Ya da şöyle mi diyelim: Yalanın batsın!


En iyisi şöyle soralım: Mısır’dakiler de ‘çağdaş muhafazakârlar’ değil miydi?
 
 
MELİH PEKDEMİR

Hiç yorum yok: