10 Ocak 2010 Pazar

İstatistiklerle Kürdler...

Türk devletinin sınırötesi operasyona ilişkin tezkeresinden sonra Kürt sorunu yeniden uluslar arası alana taşındı. BM’nin devleti olmayan en büyük halk olarak tanımladığı Kürtlerin yaklaşık 40 milyon olduğu tahmin ediliyor. Dört parçaya bölünen Kürtlerin ülkesi Kürdistan’da temel gelir kaynağı ise petrol. Kürtler dünya kamuoyuna yeniden taşınırken, istatistiksel olarak bazı bilgileri hatırlamakta fayda var. Kürtlerin ülkesi olarak tüm dünyada Kürdistan olarak bilinmesine ve ifade edilmesine rağmen, devleti olmayan en büyük halk olarak bu sorun varlığını en yakıcı bir şekilde sürdürüyor. 

İsim olarak Kürdistan, Kürtler tarafından bu bölgeye verildi. Tanım olarak literatürde Merkez Asya’da Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı kültürel ve coğrafik bölge şeklinde yer alıyor. Milattan Önce 2000’li yıllara doğru Sümer ve Asuri yazıtlarına göre ‘’Kardaka’’, ‘’Kurti’’ veya ‘’Guti’’ isimleri ile tanınan Kürtler Milattan Önce (M.Ö) ikinci binyılın sonunda Medler olarak ortaya çıktı. Med İmparatorluğu M.Ö. 612’de kuruldu ve M.Ö. 550’de yıkıldı. XII. yüzyılda Moğolların ortaya çıkması ile birlikte Kürtler dağlara çekildi. 

XVI-XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürdü. 08.10.1920’de Sevr Anlaşması Kürt devletini öngörüyordu ancak uygulanmadı. 1923’de Lozan anlaşması ile Irak, Türkiye, İran ve Suriye arasında bölündü. Günümüzde kadar sayısız isyan gerçekleşti. Kürdistan’ın coğrafik olarak durumu resmi kayıtlarda, Asya’nın güneybatı dağlık alanı olarak belirtilirken, bu bölgeyi işgalci ülkelere göre şöyle ifade ediliyor: İran’ın kuzeybatısı, Irak’ın kuzeydoğusu, Türkiye’nin doğusu. Ayrıca Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan’da kalabalık Kürt toplulukları bulunuyor. Yüzölçümü: 503 000 km2 (Kaynak: Laval Üniversitesi) Türkiye: 210 000 km2 (Kürdistan’ın yüzde 41,75’i, Türkiye’nin yüzde 26,9’u) İran: 195 000 km2 (Kürdistan’ın yüzde 38,77’si, İran’ın yüzde 11,83’ü) Irak: 83 000 km2 (Kürdistan’ın yüzde 16,5’i, Irak’ın yüzde 18,86’sı) Suriye: 15 000 km2 (Kürdistan’ın yüzde 2,98’si, Suriye’nin yüzde 8,10’u) Nüfus (milyon olarak) 1990: 22,85 ila 29,7 1999 (Tarihçi Hamit Bozarslan’a göre) : 29,011 Türkiye : 13,15 İran : 9,26 Irak : 4,76 Suriye : 1,24 Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan: 0,301 Lübnan: 0,3 2000 (M. Izady, 2000; Laval Üniverstiesi) : 35,1 Türkiye : 19 İran : 8,4 Irak : 5,6 Suriye : 1,6 Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan: 0,5 2006 : 27 ila 32 Türkiye: 13 ila 18 İran: 5 ila 8 Irak: 4 ila 6 Suriye: 2 Avrupa’ya göç edenler: 0,7 Kafkasya ve Asya kolonilerindeki Kürt nüfusu (kaynak: Paris Kürt Enstitüsü) Afganistan : 200 000 Azerbaycan : 150 000 Lübnan : 80 000 Gürcistan : 60 000 Ermenistan : 45 000 Türkmenistan : 40 000 Diaspora nüfusu (kaynak: Paris Kürt Enstitüsü) Almanya : 600 000 ila 650 000 Fransa : 130 000 ila 150 000 Hollanda : 80 000 ila 90 000 İsviçre : 70 000 ila 80 000 Avusturya : 60 000 ila 70 000 Belçika : 50 000 ila 60 000 İsveç : 40 000 ila 50 000 İngiltere : 30 000 ila 40 000 ABD : 30 000 Yunanistan : 20 000 ila 25 000 Danimarka : 10 000 ila 15 000 Kanada : En az 10 000 Norveç : 4 000 ila 20 000 İtalya : 8 000 ila 10 000 Finlandiya : 4 000 ila 6 000 Dil: Kürtçe (Hint Avrupa dil grubu) Diyalekt Kurmancî : yüzde 60 (Türkiye’deki Kürtlerin yüzde 90’ı ile İran, Suriye ve Irak’ın bir bölümü tarafından bu diyalekt kullanılıyor) Soranî : İran ve Irak’ta Kürdistan’ın merkez bölgelerinde konuşuluyor Zazakî : Türkiye Kürdistan’ının bazı bölgelerinde Goranî : Kürdistan’ın güneyinde Alfabe Türkiye Kürtleri: Latin İran, Irak ve Suriye Kürtleri: Arapça ve Fars-Arap alfabesi Gürcistan Kürtleri: Kiril Din (yüzdelik olarak) Sünni Müslümanlar yüzde 80 Şii ve Aleviler yüzde 12 Ezidiler yüzde 5 Hristiyan Ortodoks ve Yahudiler yüzde 3 Temel gelir: Petrol 

ANF NEWS AGENCY

CHP'nin Kısa Politik Tarihi

CHP içerisinde yaşanan hatta politik kriz olarak adlandıracağımız gelişmelerin kavranması CHP’nin tarihsel evriminin kavranmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bugünku iç siyasal çatışmanın gerçekliği CHP’nin politik tarihinde gizlidir. Bu bakımdan CHP’nin geçmişten bugüne gelen tarihsel evriminin özetini yaparak, bütünlüklü bir analiz yapmak gerekir. Çünkü cumhuriyet ile eş zamanlı kurulan ve devletle tamamen iç içe geçen/bütünleşen CHP’nin siyasal gerçeğinin kavranması aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin politik yapısının kavranması demektir. 27 yıl tek başına iktidarda olan CHP, aynı zamanda devleti yöneten ve oluşturan tek siyasal güçtü. 

M. Kemalin ve daha sonra İ. İnönü’nün hem Cumhurbaşkanı hem CHP Genel Başkanı olması dahi devletle iç içe geçen bir siyasal mekanizma olması bakımından son derece önemlidir. Türkiye’deki bütün siyasal gelişmelere doğrudan müdahalede bulunan, politika oluşturan, kararlar alan, siyasal rakiplerinin en ufak bir gelişmesine dahi izin vermeden ezen, devletin bütün kadrolarının CHP’li olması zorunluluğu getiren bir siyasal örgütlenmenin analizi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal tarihinin analizi anlamına gelmektedir. Çünkü devletin savuna geldiği bütün ideolojik görüşler, içe ve dışa yönelik oluşturulan temel politikalar CHP merkezi/kadroları tarafından oluşturulmuş görüşlerdir. Genel bir doğru olarak, tek tek siyasal partilerle devlet eşitlenemez. Hatta, siyasal partiler devletin birer aracıdırlar. Ancak, genç cumhuriyetle birlikte kurulan ve tek parti ‘diktatörlüğü’ne dayanan CHP’nin gerçek durumu farklıdır. 

Cumhuriyetin özgünlüğü dikkatte alındığında devletle iç içe geçmiş CHP’nin siyasal sürecinin objektif olarak değerlendirilmesi, hem devletin siyasal karekterinin belirlenmesi hem de CHP’nin siyasal kimliğinin analiz edilmesi bakımından önemlidir. CHP’nin programatik görüşlerinin beslendiği ideolojik gıda aynı zamanda devletin temel politikalarının ve stratejik görüşlerinin dayanaklarını oluşturmaktadır. 

Bu nedenle CHP’nin ideolojik politik olarak üzerinde yükseldiği temel unsular olarak : 

1- Yayılmacı- ilhakcı politikaları esas alan ‘Pan-Türkizm/Turancılık, İttihat ve Terakki Geleneği, 

2- Ülkede kapitalizmin gelişmesinin ekonomik politik temellerini oluşturan İzmir İktisat Kongresi, 

3- Irkçılığı ve milliyetçiliği ideolojileştiren Türk Tarhi Tezi ve Güneş Dil Teorisi, 

4- Avrupada gelişen faşizmin CHP’deki ideolojik etkilenmeleri, 

5- CHP’nin ideolojik politik stratejisini oluşturan Anti-komüninizm. Bu olgular CHP ve CHP’lileşen devletin üzerinde şekillendiği, ekonomik, ideolojik, politik ve tarihsel gerçeğini ortaya koyar.

Politika yaşamda hemen hergün karşılaştığımız ve halen tartışmalara konu olan, bir dönem anayasanın temel ilkeleri haline getirilen bildiğimiz ‘Altı OK’un ideolojik ve politik dayanaklarının kavranması da oldukca önemlidir. Devletin temel yapısı oluşturan 6 ilkeden, milliyetçilik, halkçılık ve devletçilik maddeleri özellikle ön plana çıkar. CHP’nin ideolojik politik şekillenmesini ve CHP’lileşen bir devletin oluşumunda bu üç maddenin çok önemli bir etkisi vardır. 

Anadolu’da bulunan bütün ulus ve ulusal azınlıkların inkarı temeli üzerinde geliştirilen Türk Milliyetçiliği, Türklerin ‘en üstün ırkı temsil ettiği’ görüşünü esas alyordu. Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı yapmış Şükrü Saraçoğlu Türk milliyetçiliği üzerine şunları belirtir; “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir...” 

Bu değerlendirme sadece CHP adına değil aynı zamanda devlet adına yapılmaktadır. İlk kez Z. Gökalp’ın savunduğu ve sonra CHP tarafından devlet politikası haline getirilen ‘imtiyazsiz-sınıfsız bir kitleyiz’ mantığına dayanan‘halkçılık’ kavramı, Kemalistlerin ve CHP’nin ideolojik gıdasını oluşturdu; “Bir cemiyet dahilinde bir takım tabakalar yahut sınıfların bulunması, dahili musavatın bulunmadığını gösterir. Binaenalehy, halkçılığın gayesi, tabaka ve sınıf farklarını kaldırarak, cemiyetin birbirinden farklı zümrelerini, yanlız işbölümünün doğurduğu meslek zümrelerine hasretmektir. Yani halkçılık, felsefesini bu düsturda icmal eder. Sınıf yok, meslek var.” ‘Sınıf yoktur, meslek zümreleri vardır’ görüş açısı, faşizmin iktidarda olduğu bütün ülkelerde, temel ideolojik bir argümen olarak savunulmuştur. Çünkü bu aynı zamanda, ‘komünizme karşı’ sınıfların inkarına dayanan, karşıt sınıf güçleri arasındaki çelişki ve çatışmayı inkar eden bir politikanın temellerini oluşturmaktadır. Türkiye’de bunun adı ‘Halkçılık’ olmuştur. Diğer temel bir ilke olarak şekillenen ‘devletçilik’de diktatörlüğün güçlendirilmesi, demokrasiye ait ne varsa hepsinin ortadan kaldırılmasının ve devletle bütünleşen bir parti diktatörlüğünün oluşmasının ideolojik politik dayanaklarını yaratmıştır. 

MUSTAFA PEKÖZ 
Gokyuzu9@aol.com

Kürdistan Haritaları(Tarihten Günümüze)






Kürd'lerin Kısa Tarihi

KISA KURT TARIHI Evrensel tarih, Kürtlerin kökenini ve insanlık sahnesine çıkış dönemini milattan binlerce yıl öncesine dayandırıyor. Rus tarihçi Lazarev; Kürtlerin etnik ataları olan halkları 3–4 bin yıllarının sonlarında ön Asya da tarih sahnesine çıktıklarını belirtir. Bunlar Huriler, Lulubalar, Kassiler, Karduklar ve bazı boylardır. Yazara göre Kürt adı 3–4 bin yıllarında ortaya çıkmıştır. M.Ö 1. bin yılın Ortalarından itibaren Kürtlerin dolaysız atalarından söz edebiliriz. Kürt etnik sentezinin ilk kaynağı Kuzey Mezopotamya da yani çağdaş Kürdistanın tam merkezinde bulunmaktadır.8 bin yıl önce varlığını 600 yıl sürdüren Halaf kültürü bu topraklarda çağdaş Kürdistanın Suriye’de kalan toprakları üzerinde ortaya çıkmıştır. Yunanlı komutan Ksenefonda M.Ö 5. yüzyılda yazdığı “Anabasis” kitabında Kürtlerin varlığından yaşam biçimlerinden söz eder. Bu saptamaya göre Kürtler sayısız soykırıma, tehcire ve savrulmalara rağmen direnerek etnik yüzünü koruyup günümüze kadar gelen nadir halklardan biriydi. Başka bir anlatımla Ortadoğu’nun “Otoktan”(yerli) halklarından kendi topraklarında hayat bulan bir halk olarak tanımlanır. Sümer tabletleri incelendiğinde Kürtlerin Mezopotamya’nın yerli halklarından olduğu tezi daha ağırlık kazanmaktadır. Bu temelde neolitik toplumu üzerinde durmak daha çözümleyici olacaktır. Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır. Kavram olarak neolitik toplumun çözümlenmesi ve bu çağda yaşayan Kürtlerin prototiplerinin belirlenmesi tarihin aydınlanmasında kilit rol oynayacaktır. Bugün dahi neolitik toplum özelliklerini Kürtlerde görmek mümkündür. Neolitik toplum tarihte ilk defa yaklaşık olarak M.Ö 12 bin den beri, Toros-Zagros dağ sisteminin iç ve dış çeperlerinde ovayla dağlık alanların birleştiği ve su kaynaklarına yakın tepelik bölgelerde gelişim gösterdiği kanıtlanmaktadır. Bu bölge aynı zamanda buzul dönemi boyunca üç kıtanın birleştiği bir alan olup Afrika’nın doğusundan çıkan insan türünün tüm dünyaya en güvenilir yayılma alanı olarak burayı seçtiğini göstermektedir. Buda Mezopotamya’nın coğrafik ve iklim şartlarıyla yakından bağlantılıdır. Uygun beslenme, iklim ve güvenlik bunda temel rolü oynar. Tarihin en büyük devrimi M.Ö.11 bin yıllarında Batmanın Çeme Hallone, Ergani’nin Çeme koteber ve Urfanın birçok toprak tepesinde yerleşime tarım ve hayvancılık devrimi, tarihin çarklarını olabildiğince hızlandırmıştır. M.Ö 6 bin yıllarına doğru neolitik kültür bu bölgede yaygın olarak kurumlaşmaktadır. İlk başarılı örnekleri Tel Khalet yerleşim yerinden ötürü bu döneme Tel Khalat kültürü denilmektedir. Bu kültür M.Ö 4 binlere kadar başat rolü oynamaktadır. İnsanlığın en köklü adımının uygarlığı doğuracak tüm icatların bu alandaki kültür tarafından yaratıldığı gözlenmektedir. Neolitik çağ, süre ve kapsayan itibariyle insanlığın ruh ve zihniyet yapısını oluşturan en temel dönemidir. İlk düşünce kalıpları ruhsal yüceliş, bilgilenme, yönetme, toplum olma bilinci, Tanrı kavramına ulaşma gibi temel ideolojik unsurlar bu dönemde büyük gelişme sağlar. Din ve mitoloji bütün temel kavramların kaynağını bu dönemin koşulları oluşturmaktadır. Din ve mitoloji, aslında toplumun bu büyük devrimsel gelişen zihniyet yansımaları olarak kimlik kazanmaktadır. Güçlü ana kültürü bu dönemin diğer bir özelliğidir. Tarihe damgasını vuran neolitik toplum kültürü orijinalini bu bölgede bulunmaktadır. Daha sonra ise diğer bölgelere yayılmaktadır. Yayılma ise fizik göçlerden ziyade kültürel olmaktadır. Bu kültürel yayılma daha sonra yayıldığı bölgelerdeki kültürlerle de büyük benzerlikler taşıdığı kanıtlanmaktadır. Kültürel yayılma sadece maddi üretim tekniğiyle sınırlı değildir. Özellikle Hint-Avrupa dil grubunun esas kaynağının, bu büyük devriminin gerçekleştiği Dicle-Fırat havzasının yukarı kısımları olduğu kanıtlanan diğer bir gerçekliktir. Aryan dil ve kültür grubu M.Ö 11.bin yıllarında şekillenmeye başladığı ve bu kültür oluşumuna kaynaklık eden ise tarım ve hayvancılık devrimidir. Bu bölgede Kürtçe lehçelerinde kullanılan birçok kelime kaynağını bu dönemde ve bu zamanda oluştuğunu göstermektedir. Aynı zamanda belirtilmesi gereken diğer husus ise Neolitik toplumu yaratan, dıştan gelen bir kültür veya fiziki topluluk olmayıp, bölgede en eski dönemlerden beri yerleşik olan kültür ve yaratıcı olan yerli gruplardır. Ortaya çıkan gerçeklik, bugünkü Kürtlerin atalarına ve analarının, tüm bu tarihi dönemlerinde bölgenin asıl kültür ve dil yaratıcıları olduğu gösterilmektedir. Sümerlere kadar ki bölgede yaşayan tüm topluluklara Proto- Kürtler demekte mümkündür. Diğer birçok dil devletin resmi dili haline gelmesine rağmen lehçeler arasındaki farklılık oldukça derindir. Ama aynı durum Kürtler için söz konusu değildir. Tüm istilalara rağmen, bu kadar uzun süreden beri lehçe yakınlıklarını sürdürmeleri Kürtçe ve Kürtler açısından önemli bir başarıdır. Burada belirleyici etken, neolitik devriminin uzun süreli dil ve kültür gücünden ileri gelmektedir. Diğer yandan bu devrim Proto-Kürtlerin ve Kürtlerin fazla yer değiştirmedikleri, yerleşik kaldıkları böylelikle kültürel ve dilsel saflığını uzun süre korudukları anlamına gelmektedir. Belirtilmesi gereken bu anlamdaki diğer bir husus ise kültürel veya dilsel aktarımın nesilden nesile aktaran ananın belirleyici rolü olmasında ileri gelmektedir. Kürtlerde de bu durum fazlasıyla yaşanmaktadır. Dört bin yıl önceki ezginin içeriği ve melodisi bile söylenmesi bu dil ve kültürün gücünü ifade etmektedir. Gerek Gılgameş Destanı, gerek meçhul kızın Gıro adlı ezgisi bu gerçeği doğrulamaktadır. Yine Sümer inanna ve Akadrası olan aynı tanrıça İştarın kaynağının, bugün bile Kürt kültüründe tanrı daha sonrası “en yüce ve büyük” anlamına gelen Star, Sterk sözcüğünden türediği açıktır. Ayrıca tüm araştırmalar neolitik dönemde tanrı veya tanrıçaların yıldızlarla simgeleştirdiğini göstermektedir. Kürtçe de Sterk hem yıldız anlamına gelmektedir, hem de kültürel olarak en büyük anlamında tanrı veya tanrıçanın kendisi olmaktadır. Tanrıların ilk ortaya çıktıklarında yıldızlarla simgeleştirilmesi Kürt kültür kaynaklı olup, daha sonraki tüm göksel dinlerin temelini teşkil etmektedir. Neolitik topluma Kürtlerin başat rolü ortadadır. Ama tüm halkların emek tarihi hakkıyla yazılmamıştır. Egemen sömürücü güçler tarafından yok sayılmış veya çarpık yansıtılmıştır. Kürtlerde bundan nasibini fazlasıyla almıştır. Tarihi siz yaratacaksınız, uygarlığın başlatıcısı olacaksınız ve yok sayılacaksınız inanılmaz bir çelişki. Sanırım Kürtlerin eğer suç sayılacaksa tek sucu uygarlığa olan bu katkısının tarihe yazdırmamasıdır. Tarihin yazılı olarak başladığı MÖ yaklaşık 3 binli yıllar döneminde, tarih sahnesinde başta gelen bir rolü Kürt asıllı topluluklarının oynadığı, Sümer yazılı belgelerinde güçlü bir biçimde anlatılmaktadır. Sümerlerde bu topluluklara Horrit, Guti, Kassit, Mitaniler gibi adlar takmışlardır. Etimolojik olarak incelendiğinde bugünkü Kürtlerin atalarından bahsedildiği çok açıktır. Kısaca bu Kürt asıllı topluluklara bakmak yerinde olacaktır. Çünkü Sümer dil ve kültür yapısına bakıldığında, bütün teknik donanımını yukarı Dicle, Zap ve Fırat havzasındaki neolitik çağ yaratıcı Horritlerden aldıkları rahatlıkla görülmektedir. Temel bilgi ve mitolojik kavramları da daha fazla bu kültürden alınmıştır. Sümer dil yapısındaki bir çok ön ek ve dişil öğede bu kültürden alınmadır. Birçok Sümer destan ve şiiri, içerik ve biçim olarak, bugün bile Kürt aşiret kültüründe varlığını sürdürmektedir. Bir Dervişe Abdi destanı uyarlaması, kaynağını MÖ 2.bin yıllarda yazılan Sümer tabletlerinde bulmaktadır. Aynı Sincar bölgesinde meçhul bir kız tarafından Gıro olarak adlandırılan anonim bir halk kahramanı adına seslendirilmektedir.MÖ 2000 ‘lerde yazılan Gıro şiiriyle, bugünkü Dervişe Abdi Destanı, söz ve biçim olarak çarpıcı bir benzerlik arz etmektedir.Dolayısıyla bu toplulukları incelediğimizde Sümerlerle bu topluluklar arasındaki ilişkiyi daha net bir biçimde görebiliriz. Anadolu Hitit İmparatorluğu ile Sümer ardılı Babil-Asur İmparatorluğu arasındaki Yukarı ve Orta Mezopotamya ‘nın (Luwice Gondwana,Sümerce Hurrit=yüksek memleket) zengin maden yatakları ve doğu-batı geçiş noktasında yer alması,ayrıca tarım ve hayvancılığın en verimli sahalarına ve doğal sulama gibi bir iklime sahip olması,onun adeta tarihin “doğuran anası”,büyüten beşiği rolünü kaçınılmaz kılmıştır.Bu özelliği aynı zamanda dört taraftan ve sürekli istila ve talan alanına dönmesine yol açmıştır.Uygarlık doğuran temel alan olmasına rağmen ,merkezi yapılar ve kurumlara kalıcı olarak sahip olmaması da bu özellikleriyle yakından bağlantılıdır.Tampon bir geçiş bölgesi olmaktan kurtulamamaktadır.Halbuki günümüze kadar buradan beslenmeyen uygarlık yok gibidir.Bu özelliği ,onun günümüzde dilini bile hayvan sesi kadar özgürce kullanamamasının nedenini de izah etmektedir. Bu alandaki etnik yapılar M.Ö 6000’den beri bilinmektedir. Tarım devrimini merkezleri,Dicle ve Fırat’ın kollarıyla birlikte çıktığı dağların ova kesimleriyle birleştiği noktalarda ortaya çıkmışlardır.Yüzlerce tümsekte yapılan kazılar bunu kesinlikle doğrulamaktadır.Hint-Avrupa dil grubunun temellerinin de bu tarım devriminin merkezlerinde oluştuğu hem etimolojik hem de arkeolojik kazılarla doğrulanmaktadır.Gelişim merkezleri olması alanın temel özellikleriyle birleşince, bu durum kabile ve aşiret düzenlerinin çok güçlü yapılar olarak şekillenmelerini beraberinde getirmiştir.Bu etnik yapısal özellikler etraftaki merkezileşmiş uygarlık güçlerinin istila ve işgal hareketleriyle birleştiğinde ,bir uygarlık alanı olarak merkezileşmeye kolay kolay fırsat tanımamaktadır. Bu genel yaklaşımın ışığında Hurri adlı benzer ve akraba bağları olan aşiretlerin M.Ö 2000–1500 yılları arasında bir konfederasyon teşkil ettiği, ama merkezileşerek Hititler kadar bir gelişmeyi sağlayamadıkları anlaşılmaktadır. Hurriler, Hititlerle ve toplumsal temellerini oluşturan Luwi ve Khaldi etnik gruplarıyla sürekli ilişki halinde olmuştur. Ticaret yoluyla Sümer, Babil ve Asur etkilerinin kuzey ve doğuya taşınmasında ilk halka rolünü oynamaktadır. Sümer uygarlığıyla komşulukları ve neolitiğin sahibi olmaları nedeniyle çok yakın akrabalıkları mevcuttur. Dil yapılarında ve birçok kelimede ortaklık söz konusudur. Bunun çok erken dönemde, daha sonra Sümerler kuruluş aşamasındayken geliştiği de kabul gören bir görüştür. Bir anlamda Sümer şehir alanlarıyla Hurri tarımsal alanları doğal bir ittifak durumunu yaşamaktadır. Tanrıça inanna mitolojisinde ve Gılgameş Destanında bu gerçeğin izlerine güçlü bir biçimde rastlanmaktadır. Yani Hurrilerin merkezi uygarlığa bir nevi Sümer’dir.Ayrı bir merkez kurma ihtiyacını güçlü bir biçimde duymamaktadır.Çünkü yanı başında bu ihtiyacı gören merkez dururken, yeni bir tane kurmanın gereği yoktur anlayışı oldukça güçlüdür.Günümüze kadar bu anlayışın izlerini güçlü bir biçimde yaşamaktayız.Oynayan rol,yanı başındaki merkezileşmiş siyasi güçlerin eyaleti,otonomisi,federesi olma biçimindedir.Bugün bu alanda yaşanan bu gerçekliğin daha tarihin başlangıç yıllarında bir temele dayandığı anlaşılmak durumundadır. Gutiler daha çok da Sümerlerin doğusunda Zagros eteklerinde yaşayan diğer Aryen kökenli bir etnik gruptur. Sümer şehir devletlerinin iki başlı oldukları dönemde bir tarafın müttefiki olarak hareket etmektedirler. Semitik Akad Hanedanlığı’nın yıkılmasında bir kısım Sümer şehir devler yöneticileriyle yapılan işbirliği sonucunda kurulan ittifak temel rol oynamıştır. Burada tarih günümüze kadar bu tip ittifaklara sürekli tanık olacaktır. Guti’nin kelime manası da (Gud=öküz, sığır ) bugünkü Kürtçe’de yer alan “öküz, sığır sahibi halk” anlamına gelmektedir. Sümerlerin sürekli bu tarz bir kavramlaştırma dil yapıları mevcuttur. Guti Hanedanı yaklaşık M.Ö 2250-2150 yılları arasında yüz yıllık bir hanedanlık kurmuştur.Bu hanedan Sümer toprağında hüküm sürmüştür.Daha sonra yine bu sefer Semitik kökenli Amorit (Sümerce bu kelime ‘Batılılar’ demektir) gruplarla ittifak kuran bir kısım Sümer şehir yöneticileri bu hanedanlığı yıkmış ve sürmüşlerdir. Kassitler, daha çok kuzey ve doğu dağlık alanlarından gelen bir nevi yoksul kır emekçileri olarak Sümer kentlerinde yaşayan bir kesimdir. Zaman zaman güçlerini birleştirerek hanedan değişikliğinde önemli rol oynamışlardır. M.Ö 1595’te Mitaniler ve Hititlerin Babil’i istilalarında Kassitlerin rolünden de bahsetmek mümkündür. Bürokrasi ve kültür alanlarında kendilerine göre bir ekol yaratmışlardır. Bunun izlerine İran kökenli vezirler olarak Abbasi İmparatorluğu’nda Barmekiler, Selçuklu İmparatorluğu’nda Nizam-ül Mülk’ün vezirliğinde tanık olmaktayız. Bu tip bürokrasi Kassitlere kadar gitmektedir. Mittaniler, Hurri konfederasyon denemesinden sonra kurulan daha güçlü bir federasyon konumundadır.Habur çayının doğduğu yerde Wajukani adlı bir kent merkezine sahip olduğu, buradan çıkan tabletlerden anlaşılmaktadır.Hurri dil grubu konuşulmakta, ağırlıklı olarak orta Mezopotamya da ,bugünkü Urfa, Mardin ve Şırnak bölgelerinde hüküm sürmektedir.M.Ö 1500-1250 yılları arasında yaşamıştır.Demiri kendi tekelinde tutmuştur.At yetiştiriciliğinde meşhurdur..Asur ve Hititlerle sürekli ve şiddetli bir çatışma ortamını yaşamıştır.En son Asur İmparatoru Salmanassar tarafından varlığına geçici olarak son verilmiştir. Urartu (Sümerce, yüksek yerler memleketi) Van kıyısında merkezileşen önemli bir uygarlık parçasıdır. Khaldi ve Hurri etnik gruplarına dayanmaktadır. Khaldilerin giderek ağırlık kazandıkları anlaşılmaktadır ve Ermenilerin ataları olmaları yüksek bir ihtimaldir. Devletin daha çok kuzey bölgelerinde yaşamaktadırlar. Yüzlerce Hurrit kökenli aşiretlere dayandıkları, başlangıçtaki gevşek federasyonlaşmayı giderek merkezi bir devlete dönüştürdükleri görülmektedir. M.Ö 1000–700 yılları arasında yaşamışlardır. Maden yataklarına, at yetiştirme merkezlerine ve orman kerestesine sahip olduklarından, Asurların korkunç saldırılarına maruz kalmışlardır. Bu dönemde savaş teknolojisi güçlü Asur kralları hiçbir halka aman vermedikleri gibi, karşılarında direnen tek güç olmaları nedeniyle Khaldilerin böylesine boy hedefi olmaları anlaşılır bir husustur. Tarihte ilk defa en uzun sulama kanalı (56 km uzunluğu) ve barajları kurma ustalığını göstermişlerdir. Elit tabakanın dili karışıktır. Sümer kutsal metinlerini okul sisteminde okutmaktadırlar. Asurca devlet dili arasında yer almaktadır. Her tarafta olduğu gibi Sümer uygarlığının ağır dil ve kültür yapısı etkinliğini sürdürmektedir. Aşiretlerin dili farklıdır ve yazıya konu olmamaktadır. Bu husus da günümüze kadar varlığını sürdüren bir bölge gerçekliğidir. Egemen ve işbirlikçi yöneticiler hakim dil ve kültürün taşıyıcıları iken, aşiretler daha çok yerel halk dil ve kültürünün taşıyıcıları konumundadırlar. Urartulardan az sonra, bu sefer daha doğuda Gutilerin bir devamı gibi Babillilerle ittifak halinde hareket eden Aryen kökenli Med aşiretler federasyonu, M.Ö 625’lerde Asur İmparatorluğunu yıkar. Babil bir kez daha ve son olarak üstünlük kazanır. Medlerin gevşek federasyonu, yükselen Aryen-Pers kökenli Akhamenit Hanedanlığı için bir geçiş rolünü oynar. Med kralı Astiyag ‘ın yeğeni Kiros’un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa Güneybatı İran’da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö 550 yıllarında güçlü ve merkezi Pers İmparatorluğu’nun kuruluşuyla sonuçlanır. Kürtler kendi yurtlarının yerlisi olup, ekip biçmeyi, hayvanları evcileştirip, kendi medeniyetlerin ürünü olan köy ve şehirleri inşa ettiler. Kürtler İslamiyet’ten önce Zerdüşt dinine tapıyor hayatı var eden aydınlığı, ayı, güneşi kutsal biliyorlardı. Kürtler Müslümanlığı gönüllü olarak kabul etmediler. Müslümanlığı aynı zamanda Arap egemenliği kabul, ona biat ve teslimiyet olarak algıladıkları için direndiler. Araplar dini yayma adı altında Kürdistan şehirlerini işgal ve talan ediyor, ki bu savaşların en önemlisi de 642 yılındaki Nahavend Savaşı ve onu izleyen Musul, Tikrit ve Cezire direnişleri Arapları geriletmiştir. Bu savaşlarda ve Kürt tarihi açısından dönüm noktası olan Şorezor savaşında Araplar Şorezor şehrini ele geçirmekle birlikte Kürtler halife yönetimini kabul etmiyordu ve daha sonra birbirini izleyen isyanlar başlıyordu. Bu isyanlarda Cafer Faracis liderliğindeki Musul Kürtleri 830 yılında Azarbeycan ve Ermenistan arasında kalan toprakları büyük bölümünü ele geçiriyor ve halifenin orduları Dasin dağlarında bozguna uğratıyordu. Araplar savaşta yetersiz kalınca Selçuklulardan oluşan “Hassa ordusu” ki günümüzde kiralık asker olarak bilinir. Kürtlerin üzerine sürer ve çocuk, yaşlı, kadın demeden kılıçtan geçirilir. Kürtler İsfahan, Cebel ve Farsta yenilgiye uğratılır. Fakat bu yenilgi Kürt-Arap savaşların sonuncusu olmuyor ve 10–11. yüzyıllara sarkıyordu. Tüm bu çabalara rağmen Kürtler Araplaşmıyor ama Selçuklu akınları ve kanlı baskınlarda devam ediyordu. Ta ki, Kürt Usıf e Selahaddin e Eyyup bütün Müslümanları Sultanı olana kadar. Selahaddin Eyyubi Kürtler açısından kötü gidişin sonun oldu. Selahaddin, varlıklı, bilim ve kültürel alanda tanınmış bir aileden geliyordu. Nitekim kendiside İslam âleminin Sultanı olduktan sonra kültür ve bilime büyük önem vermiş, çevresine dönemin bilginlerini toplamış, daha sonra Moğollar tarafından yakılıp yıkılacak olan dünyanın en zengin kütüphanesini kurmuştu. Yusuf Selahaddinin kökleri TC. Tarafından Hasankeyf diye değiştirilen Hınsı Keyfliydi. Selahaddinin amcası Şekux (Dağ aslanı) büyük bir askeri komutan, babası Eyyub ise Saddam Hüseyinin doğum yeri olan Tikrit’in valisiydi. Selahaddin Tikrit’te doğdu. Selahaddin Eyyubi, Kürtlerinde içinde bulunduğu Arap ordularını yönetiyordu.1169’da Arap dünyasının hükümdarı oldu. Selahaddin Eyyubi İslamın iktidarını ele geçirince Kürtler rahat bir nefes aldı. Barbar Selçuklu baskınlarına son verdi. Fakat Kürtler dönemin nesnel koşulları gereği bu gücü ulusal amaçlar için kullanmıyordu. Döneme hâkim olan “Ümmetçi kalıplar” içinde kalınıyordu. Bu dönemde ümmetçiliğin evrensel açılımı bütün değerlerin önüne geçiyordu. Nitekim Avrupa’da, ekonomik ve siyasal amaçlarını “Din mihveri” etrafında birleştirmiş ve Haçlı seferlerini başlatmıştı. Kavmiyet yerine Din savaşlarının verildiği böyle bir dönemde Kürtlük bilincini üste çıkması dönemin genel örgüsüne aykırıydı. Selahaddin Eyyubi adaletli ve savaşçı kişiliğiyle dönemin haçlı komutanlarını yenilgiye uğratmasına rağmen Karizmatik kişiliğiyle birçok haçlı komutanını derinden etkilemiş ve daha sonra filmlere konu olmuştur.Değinilmesi gerek önemli bir diğer nokta ise Selahaddin İmparatorluğu bir Kürt devleti olmamakla beraber birçok ordunun komutanı ve şehirlerin valisi Kürtlerdendi. Selahaddin en seçkin ordusunu Kürtlerden oluşturmuştu. Selahaddin Eyyubi’den sonra, Selçukluların Kürtlerin üzerindeki baskısı artıyordu. Uzun savaşlardan sonra saldırmazlık anlaşmasıyla uzlaşmaya varılıyordu. Kürdistan Mirlikleri tam barış ve sükûna kavuştuk derken çok geçmeden sıra Kürtler üzerindeki Moğol istilası gelecekti. Moğollar 1219 yılında Harzanşeh devletine saldırıyor, Sultan Celaleddin kaçıp Kürdistan’a sığınınca Moğollar bunu bahane edip Kürdistan’a yöneliyor. Cengiz ve komutanları yıkıp yakmaya, katliamları sıradan bir uğraş haline getiriyorlardı.1231 yılında Amedi, Cizre, Mardin ele geçirdiler. Ahlat, Şorezore, Kirmeşah, Erbil, Musul, Hakkari de taş üstünde taş bırakmadılar, eşi benzeri olmayan katliamlar gerçekleştirdiler. Kürtlerin yaşamlarının her döneminde Kendilerini katliamdan kurtaran ve özgürleştiren dağlara sığınarak bu istilada en iyi bir şekilde kurtulmaya çalıştılar. Bu istilalar içinde yine Kürtlerin kaderini önemli oranda değiştiren Erbil kalesinin direnişi ve ihaneti önemli bir diğer noktadır. Erbil valisi Kırmenşah’ın kaderinin yaşamamak için kaleden çıkıp teslim olmasına rağmen Kürt savaşçıları kaleyi terk etmiyor gece baskınlarıyla Moğolların ordusunun büyük kayıplar verdiriyordu. Fakat Musul’daki komutanın işbirlikçileriyle Erbil kalesi Moğollar tarafından ele geçiriliyordu. Musul istilalarından büyük kayıplara uğrayan Kürtler Timur’a karşı hazırlıklı davranıyor. Timur’un saldırısını beklemeden ondan önce harekete geçiyor ordusunu yol boylarında “vur kaç” yöntemiyle büyük kayıplar verdirtiyordu. Fakat bazı işbirlikçi Kürtlerin saf değiştirip kendi halkına hançer çekmesi üzerine savaşın seyri değişiyordu. Timur 1400 yılında Bağdat’tan Azerbeycan’a dönüşü sırasında Kürtlerden ağır darbeler alıyordu. Timur’dan sonra Kürt beylikleri Akkoyunlu ve Karakoyunlulara karşı‘da bağımsızlıklarını koruyarak Roma-Bizans topraklarında oluşan Osmanlı devleti ile yüz yüze geliyordu. Şerefnameye göre Kürt mirlikleri 15.yy ‘da iç açıcı bir durumdaydı. Mirlikler diğer halklarla komşuluk ediyor ve refah düzeyi yüksek bir hayat sürdüyorlardı. Kürt mirlikleri arasında en gözdesi Evdalan hanedanıydı. Egemenlik sınırları İran Kürdistan’ını batı bölgelerinde içine alan bugünkü güney Kürdistan’ının tümünü kapsıyordu. Diğer büyük mirliklerde Hakkari, behdinan, bahti, hısnıkeyf,erbil,sorandı.Beylikler halinde yaşayan Kürtler 16.yy’ da kendilerini İran ile Osmanlı imparatorluklarının dişlileri arasında buluyordu.Afganistan’ın göçmen bir aşiret olan Osmanlı yönetimi ile Kürtlerin siyasal ve sosyal ilişkileri 15.yy’da başlıyordu.Kürtler Osmanlılara romi yerleştikleri topraklarda Romalıların ülkesi anlamına gelen ‘ diyare rome’ diyorlardı.Bizanslılarla kurdukları iyi komşuluk ilişkilerini osmanlılarlada yürütmeye çalışıyorlardı.Fakat Kürtler 1500 yılların başında Osmanlılarla İran arasında baş kösteren çekişmelerin ortasında kalıyordu. İki büyük imparatorluk Kürdistan’ı stratejik olarak önemli buluyorlardı. Bu dönemde Kürtler bu imparatorlukları güçlerinin farkında olup emperyal niyetlerini tahmin edebiliyorlardı. Çok geçmeden Kürtler Amed mirliği önderliğinde merkezleşmeye gitti. 1501’de Şah İsmail tahta geçti. Kürtler iki imparoturluklada iyi geçinmeye çalışıyor, dengeli bir siyaset yürütüyordu. Bu bağlamda iyi dileklerini bildirmek üzere birkaç Kürt emirliği Şah İsmailli ziyarette bulundular. Şah İsmail dengesizliği ile önce Kürt valilerini zindana atıp sorguluyor ve daha sonra serbest bırakıp Hasankeyf valisi Melik Halid’i görkemli bir düğünle kız kardeşiyle evlendiriyordu. Bu arada Osmanlıda boş duracak değildi. Kürt birliklerini hoşnut tutan jestlerde bulunuyor, hediyeler gönderiyordu. Şah İsmail Kürtler üzerine sefer düzenlemeye başladı. Hazırlıksız yakalanan Kürt mirlikleri, Şah İsmaillin karşısında varlık göstermediler. Kimi teslim olup yanına geçiyor, kimside savaşarak direnmeye çalışıyordu. Şah İsmail Siirt’ten, Çapakçur(Bingöl), Palu’dan Maraşa kadar bütün Kürt illerine kendi adamlarını vali olarak atıyordu. Şah İsmail’le Kürt savaşı birkaç yıl sürdü. Bu sırada Osmanlı başında korkunç lakabıyla bilinen Yavuz selim Kürdistan’dan sonra sıra kendisine geleceğini biliyor ve İran imparatorluğuna karşı savaş ilan ediyor. İki ordu 1514 tarihinde Van gölünün kuzeydoğusunu çaldıran vadisinde karşılaşıyordu. Şah İsmaillin daha önce savaş açtıkları Kürt mirliklerinin bir kısmı ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla Osmanlı tarafına geçiyor. Bir kısım mirliklerde şah İsmail’den yana tavır koyuyor ve yavuz selim Şah İsmaili çaldıranda yeniyordu. Tarihçilere göre Kürdistan yöneticileri Şah İsmail ile Yavuz Selim arasındaki çelişkiden yararlanmayı bilemediler. Ulusal birliklerini pekiştirme yerine ikiye bölündüler bu yüzden bir birine kılıç çekecek duruma geldiler. Bu dönemde Kürdistan’da İdrisi Bitlisi kişiliği Kürt tarihine damgasını vuruyor. Yavuz Selim Kürt vali ve mirliklerini yanına çekmek için kimilerine baskı kimilerine karşıda yoğun bir diplomasi yürütmüştür. Kürtlere karşı diplomasi ayağını yürüten yavuzun kadim hizmetkârı heybeler dolu altın karşısında kendisini satan İdrisi Bitlisidir. İdrisi Bitlisi Bitlisli bir Kürttür. Çok iyi bir eğitim görmüş din adamı, Melleydi. Kimi çevrelere göre sofi diye de bilinir. Farsçayı çok iyi biliyordu. İlk Osmanlı sultanlarının tarihini anlatan “heşt be heşt” adındaki kitabının Farsça şiir dille yazılmıştı. Hayatını bölge sultanlarına hizmetle kazanıyordu. Bazı tarihçilere göre her şeye rağmen ikili görüşmelerde Kürtleri gözettiğini belirtilir. Osmanlılarla Kürt mirleri arasındaki anlaşmalara Kürtlerin bağımsız ve özgür kalacağına ilişkin maddeyi o koydu. Ama tarihçilerin genel bir kabul ile Kürt beyliklerini Osmanlıya bağlayan Kürtlerin kaderini satan kişi olarak nitelendiriliyorlar. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen Osmanlının Kürdistan mirleri ile imzalanan anlaşma gereğince savaşlarda Osmanlının yanında yer alıp yardım ediyor. Ama iç işlerinde bağımsız özgür ve özerk kalıyorlardı. 18000’lere kadar Kürdistan’ın özerkliğine el uzatılmıyordu. 1800 de Osmanlı müdahalesi başlayınca tümü ile kopma bağımsızlaşma yolunda isyanlar sürecine giriyordu. 18–19 y.y dünyanın sarsılarak değiştiği dönemdir. Halkların ulusal bilincini ateşleyen Fransız ihtilalinin etkileri evrensel devrimlerle yayılıyordu. Batı Asya ve Kürdistan’da etkilenme alanındaydı. Fransız devrimi ile beraber Osmanlı İmparatorluğu içende yaşayan halklar yavaş yavaş bağımsızlaşma sürecine girdiler. Çürümüş Osmanlı İmparatorluğu güçsüzleşmesinden kaynaklı Fransız ve İngiltere’nin himayesine girmeyi kabul etmişti. Osmanlı İmparatorluğu bu dönemde batılı devletler tarafından içten paylaşılmıştı. Tabi ki bu paylaşımda Rusyada pay koparma peşindeydi. Kürdistan’ın bağımsızlaşması bu emperyal devletlerin zararınaydı. Kürtlerin bağımsızlaşma sürecinde Osmanlıdan ziyade engel teşkil eden Fransa, Almanya ve Rusya’ydı. Özellikle Rusya’nın bölge devleti olması ayrı bir öneme sahipti.Kürdistan’ın bağımsızlaşması Rusya’nın alacağı payı küçülteceğinden Osmanlıyla savaşta dahi olsa bile Kürtlerin karşısında dururdu. Kürtler Osmanlıya karşı isyanda öteki halklara öncülük etmişlerdi. Mora, Girit isyanları Kürtlerden 20 yıl sonra baş gösterdi. Bulgarlar, Sırp, Arnavut ve Araplar Kürtlerden çok sonra isyan edecekti. Fakat Kürtler onlardan farklı şartların kurbanıydı. Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan’a destek veren batı devletler Kürtlerin karşısında Osmanlının yanında yer alıyorlardı. Öte yandan çekememezliklerin yarattığı iç bölünmeler ve kardeş kavgaları yüzünden Kürtler birlik kuramıyordu. Düşmanların körüklediği din mezhep gibi ayrılıklar kavga nedeni yapabiliyorlardı. Mirler, şeyh, bey ve aşiret reisleri bir biri ile üstünlük kavgasındaydı. Ulusal kurtuluş hareketi sırasında bir kardeş ötekinin yenilgisinden mutluluk arıyordu. Bu şekilde de bağımsızlaşma mümkün görünmüyordu ve olmadı zaten. İlk Kürt bağımsızlık hareketi 1800 başında behdinan soran ve babanların bulunduğu güney Kürdistan’da doğdu. Bu dönemde Osmanlı ve Ruslar arsında da savaş vardı. Bu fırsatı iyi değerlendiren Abdulrahman paşa merkezi Süleymaniye olan baban mirliğinin başına geçince bağımsızlıkçı siyaset izleyip bundan da başarılı olmuştur. İngilizler duruma el koyunca isyan bastırıldı. Fakat bu isyanların başlangıcıydı. İngilizlerden destek alan Osmanlı Kürdistan şehirlerinde yaptığı kıyım Kürdistan’ı ayağa kaldırıyor ve her yerde isyan ateşleri yanıyordu, daha sonra baban isyanının mirasını Behdinan, Soran, Botan, Hakkari ve merkezi Mardin de bulunan milli aşireti isyanı izledi. Bu isyanların en etkilisi 1813 yılında soran birliğinin başında bulunan mir Muhammed önderliğindeki isyandır. Mir Muhammed bağımsızlığını ilan edip adına para bastırdı. Mir Muhammed 1833 yılında Mardin ve Diyarbakır da Osmanlı egemenliğine son verdi. Bu dönemde Osmanlı ordularının başında Kürtlere özel bir kini olan Reşit Paşa bulunuyordu. Reşit Paşa 1836 yılına kadar çocuk yaşlı kadın demeden büyük çapta katliamlar yaşatıyordu. Bu isyanın diğer bir özelliği ise Ermeni ve Yezidilerinde Kürtlere destek vermesidir. Bu öfke karşısında Kürt aşiretleri ilk defa topyekûn ulusal bilinçle hareket etmeye başladı. Ta ki Reşit Paşa İngiliz ajanları ile ittifak yapıp bazı Kürt aşiretlerini satın alıp ümmetçilik fikrini atıncaya kadar. Durum böyle olunca bazı aşiretler Osmanlı tarafına geçer ve Mir Muhammed bunu üzerine halka zarar verilmemesi koşulu ile teslim olur. Daha sonra İstanbul’a götürülüp belli bir süre bekletildikten sonra ülkesine geri gönderme sözü verirler. Tabi ki bu tuzak olup mir Muhammed yolda şehit edilir. Kürt atasözü “bexte Rome tuneye” Osmanlıya atfen söylenmiştir. Mısır Paşası Mehmet Ali kavalalı Mısır Suriye, Filistin ve Lübnan üzerinde hak iddia edince Osmanlı ordusu ile çatışır ve Osmanlı ordusunu dağıtıyordu. Bu durumda Kürtler rahat bir nefes almaya başladılar. Kürt tarihini önemli bir dönüm noktası da 1840’larda Bedirhan Bey ile başlar. 1840 ‘da Kürt sorunu dünyanın gündemi halinde gelmişti. Bu dönemde Osmanlı barbarının öne sürdüğü görüş ise aslında günümüzdeki anlayıştan çokta farklı değildi. Rus tarihçinin anlatımına göre Kürdistan’da inanılmaz boyutlara varan katliamları feodal Kürtleri modernleştirmek adına yapılıyor ve dünyaya bu şekilde lanse ediliyordu. Botan mirliğinin önderi Bedirhan Bey Kürdistan’da genel ayaklanma başlattı. Kürtler arasında geniş bir ittifak kurdu. Osmanlı durumu iktisadi ve siyasi açıdan da iyi durumda değildi. Bedirhan bey Kürdistan’da siyasi ve iktisadi alanda gelişmeler ve yenilikler getirmiştir. Kürt gençlerini silâhaltına alıyor ve eğitiyordu. Kürdistan bağımsızlaşmaya doğru önemli adımlar atmıştı. Fakat Kürdistan’ın bağımsızlaşması sadece Osmanlı sultanını rahatsız etmiyor İngilizleride ciddi boyutlarda rahatsız etmeye başlamıştı. Bu durum karşısında İngilizler 99 komplosundaki gibi planlar üretmeye başlamıştı. O dönemde Kürdistan’da yaşayan Hıristiyan halkalar “ Süryani ve Ermenileri” kışkırtmaya başlamıştı. Bunda Kürt din adamlarıda nasibini alınca Bedirhan beyin bin bir çapa ile kurduğu ittifak yine boşa çıkartılmıştı. Osmanlı ordusu Bedirhan beyle hareket eden diğer Kürt mirliklerine de saldırdı. Bu arda da Bedirhan beyin yeğeni Yezidi Şer Osmanlının kendisine verilen vaatlere kanınca cepheden çekildi ve 1847 ‘de Bedirhan Bey Osmanlıya teslim oldu. Bedirhan bey İstanbula götürülüp Girite sürgüne gönderildi. Ordanda Halepe 1868 ‘de yaşamını yitirdi. Bedirhan Bey teslim olmuştu ama direniş Mehmet ve Muhammed Beyler tarafından devam ettiriliyordu. Bu dönemde Osmanlı Kırım savaşı başlamıştı. Osmanlı Kürtlere din kardeşi adı altında yanaşmaya çalışıyor ve Kürtleri orduya çağırıyordu. Osmanlıya destek vermeyen Kürtler dağlara sığınıyordu. Zorla askere alınan Zilan, Sıpki ve Hayderan aşiretleri daha sonra ordudan firar ediyorlardı. Osmanlı Yezidi Şer’e verdiği sözü tutmamıştı. Bunun üzerine İstanbul’dan ülkesine geri dönüyor ve buna isyanla karşılık vermeyi düşünüyordu. 1854 ‘de isyan başladı ve şaşırtıcı bir şekilde büyüdü bunun üzerine İngilizler araya girip barış görüşmeleri başlattı. Dengesiz olan Yezidi Şer barış görüşmeleri kabul etti ve tutuklandı. Bu arada da önemli bir noktada Dersimin durumuydu. Dersim bu isyanlara sesiz kalıyor ve kendisini ayrı bir ada olarak görüyordu. Fakat Osmanlı bu şekilde düşünmüyor. 1877’de Erzurum valisi Semih paşa Dersim üzerine 4000 kişilik bir ordu ile yürüyor. Ve büyük bir katliam yaşatıyordu. Küçük çaplı isyanlar 1877 Osmanlı Rus savaşlarına kadar devam etti. Osmanlı kırım savaşıyla iktisadi anlamda çöküşe uğradı. Osmanlının efendisi İngilizler Osmanlı ekonomisine tamamen el koymuştu. Abdulhamidin yeni dönem için keşfettiği din kardeşliği propagandasına son hızla devam edip yeşil bayrak açmıştı. Fakat Kürtler buna inanmıyor ve sessizce Kırım savaşını sonuçlarını bekliyordu. Osmanlı ekonomik anlamda iflas edince Kürtler Özgürlük koşusuna devam edecekti. 1878 ilkbaharında Muş ve Bitlis bölgesinde aynı anda isyan patlak verdi. Ayaklanma kısa bir süre sonra Botan ve Hakkâri yöresine yayıldı. Başlangıçta kendiliğinde oluşan bu isyan Bedirhan beyin oğulları ile nitelik kazandı. Birçok Kürt illi ele geçirildi. Sultan isyanı bastırmaya çalışsada başarılı olamadı. Durum iyiye gitmeyince topyekûn savaşla Kürdistan üzerine gidildi ve sonuç kan gölü. Ama özgürlüğe aç susuz Kürtler boş durmayacak isyan ateşini söndürmeyecekti. 1879 yılında Şemdinan da Şeyh Ubeydullah önderliğinde sönmeyen isyan ateşi tekrar alevlendi. Şeyh Ubeydullah Kürdistan’da yaşayan tüm halkalar arasında sevilen sayılan bir isimdi. Şeyh 1879 yılında İran ve batıdaki Kürtlerle geniş çaplı isyan için temasa geçti. Ermeni ve Süryanilerle ilişkiye girip ittifak yapıldı. Kürdistan’da ilk genel birlik ve dayanışma kurultayı 1880 yılında şeyh Ubeydullah önderliğinde Şemdinan da toplandı. Toplantıya Kürdistan’ın dört bir yanında liderler katıldı. İsyan 1880 yılında Mahabat tearuzu ile başladı ve İran içlerine kadar ilerledi. İran, Rusya, Osmanlı ve İngiltere Kürtlere karşı dörtlü ittifak kurdu. Kürtler geriledi fakat sorun dörtlü ittifak değildi. Yine Kürtler arasında oluşan çatlaklar ve işbirlikçilerdi. Şeyh Übeydullah durumu görünce 1881 yılında geri çekildi ve tutuklanıp İstanbul’a götürüldü. Şeyhin oğulları 5000 kişilik bir güçle tekrar isyan başlatsalar da başarılı olamadılar. Kürdistan’da sönmüş kül olmuş her ateş adeta yeni alevlenmelerinin habercisiydi. Ulusal ruh bütünlüğünden yoksun kılan iç çelişkilere rağmen ataklar durmuyordu. 1800’lerin sonlarında kızıl sultan adıyla bilinen ikinci Abdülhamit vardı. Abdülhamit kurnazlığıyla biliniyordu. Kürt aşiretleri arasında dayanışmayı kırmak ve birbirine düşürmekle ünlenmişti. Kimi Kürt ağalarını İstanbul’a çağırıp ağırlıyor hediyelere boğuyordu. Kızıl Abdülhamit tıpkı bir zamanlar Hıristiyan çocuklarını devşirdiği gibi Kürt ve Arap çocuklarını da devşirmek için aşiret mektepleri kurdu. Bu mektepte yetişen çocuklar kendi halklarına karşı silah çektiği gibi aydınlanıp ulusal mücadeleye verenlerde oluyordu. Kürt tarihinde çokça tartışılan Hamidiye alayları bu mektebin ürünüydü. Ermeni sorunu 1878 yılında yapılan Berlin konferansıyla evrensel boyut kazandı. Abdülhamit. Oluşturduğu Hamidiye alaylarıyla bugün ki koruculuk sistemine benzer bu güçle Kürtleri kendi yanına çekmekle gönül olamasana zor kullanarak diğer yanda da Rus sınır bölgesindeki Ermenileri katletmekti. Resmi gücüne güvenmeyen Abdülhamit oluşturduğu hafif süvari hamidiye alaylarıyla bu amacını gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Ama yıllarca birlikte yaşamış aralarında derin kültürel ve iktisadi ilişki olan iki halkı bir birine düşmeyecekti. Yanı plan tutmayacaktı. Hamidiye alayları beklenen etkiyi gösteremedi. 53 büyük Kürt aşireti arasında sadece 13 tane destek vermişti. Bunların karşısında hem Kürt cephesinde hem de Ermeniler tarafında tepkiyle karşılandı. Osmanlının Kürtleri ve Ermenileri bir birine kırdırma çapalarına rağmen Kürtler 1903–1904 yılarında Sason’da yapılan Ermeni katliamına katılmıyor. Ermenilere destek veriyordu. Rus tarihçi Lazerev bu olay için Kürtler dostlarını ve düşmanlarını ayırt edebilmişti diye yazar. Abdülhamit bir yandan din kardeşliği naraları atarken diğer yanda Kürt kıyımı da son hızla devam ediyordu. Bunun üzerine Dersim Bitlis ve Beyazıt’ta Kürtler Ermenilerle birleşerek “ tedip ve tekmil” birliklerini püskürülüyorlardı. 1906 yılında Erzurum’da isyan başladı Bişare Çetonun 1906 yılında Siirt’de başlattığı isyan Diyarbakır kadar yayılıyordu 1907–1908 kadar çatışmalar sürüyordu Abdülhamit kürdü kürde kırdırtma adına hamiye alaylarını İran Kürdistan’ına sürüyor fakat Kürtler birbirine silah çekmiyor ve Hamidiye alayları geri çekiliyorlardı Abdülhamit’in tüm çabalarına rağmen sindirilmiyordu tersine kendisinin sonu yaklaşmıştı. 23 Temmuz 1908 ittihat ve terakki partisinin düzenlendiği jön Türk darbesiyle sultan etkisizleşiyordu. Başlangıçta Kürtler ittihat ve terakkiye destek veriyordu. Seyit Abdulkadir, Emin Ali Bedirhan, Kürt önderlerinden şerif paşa Kürtlerin haklarına kavuşacağı umuduyla ittihatcilere destek vermişleri. Bu devirde Kürt dernekleri kültür kurumları kurulmuş gazeteler yayınlanmaya başlanmıştı fakat 1909 yılında ittihatcilerin ırkçı yüzü ortaya çıkmış Kürdistan gönderilen birçok ajan kürdü kürde ve Ermenilere karşı kışkırtmaya başlamışlardı. 1911 yılında ise Kürt kurum ve dernekleri kapatılmıştır. İsyanlar gene sürüyordu. İbrahim paşa artan baskılar nedeniyle isyan başlatmıştı. Erzincan’dan halepe kadar egemenliğini kurmuştu. Paşa kendi halkına zulüm edince hak desteğine yoksun kaldı ve Arap takviyeli Osmanlı ordusu paşayı Sincan dağında öldürüyordu. İbrahim ayaklaması sürerken dersim ayaklandı. Bunu güney Kürdistan’da Barzan ve Zibar aşireti destek verdi. Bunu hamawendi isyanı izledi. 1909 yılında Süleymaniye Kürt ulusal kurtuluş merkezi haline geldi. İsyanı başlatan Süleymaniyeli Şeyh Sait ölünce ayaklama ile tarih sahnesine çıkan oğlu şeyh Muhammet Barzenci devam ettirdi. Aynı yıl kör Hüseyin paşa Bitlis’te ve Beyazıt yönetimlerini elle geçiriyordu. Müdahalelerini kuşaktan kuşağa aktararak günümüze ulaştıran Barzani ailesi bu süreçte tarih sahnesine çıkıyordu. Şeyh Abdulselam Barzani 1910 yılında Osmanlılara karşı isyan başlatıyordu. Bütün Kürdistan’da isyan baş göstermiş ve ittihatçılar çılgına dönmüştü. 1913 yılında ittihatçılar yönetimi bir iç darbeyle ele geçirdiler. 1912 de Kürt önderlerinden Abdulrezzak Bey Kürdistan’da genel ayaklama çağrısı yaptı bunun üzerine ittihatçılar tüm Kürdistan’a askeri sevkıyat yaptılar. Dünya savaşı ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. “ İslam uğruna cihatla Kürtlere gidenler elleri boş dönüyorlardı. Baskı ile silaha altına alanlarda firar ediyorlardı. Abdulrezzak Bey e Yusuf Kâmil ve Bedirhan katılıyor. Bir yanda da Ermenilerle ittifak çabaları sürüyordu. İttihatçılar birinci tehlike olarak Ermenileri görüyordu. Ermeliyi kürde kırdırma politikası tutmayınca iş kendilerine düşüyor ve 1915’te günümüzde de hala tartışan 1,5 milyon ermeni katlediyordu bunun diğer tanımı ise etnik arındırma hareketidir. Yalnız bu 1,5 milyon topluca sürgünler ve kaçarak canını kurtaranlar dışındadır. Kimi Rus kaynaklarına göre aynı süreçte katledilen Kürtlerin dışında 700 bin Kürtleri batıya sürmüştü. Resmi tarihe göre 1803’te 1914 yılına kadar 12 defa ayaklanmışlardır. Bu dönemde isyanı bastırmaya çalışan paşalar kendi yok etme yöntemleri keşfetmişlerdi. Kuyucu lakabıyla anılan murat paşa kurbanlarının başını kesit kuyuya atıyordu. Mısır valisi kavalı Mehmet ali paşa sorunu kökten çözmek için Nizip ve Urfa çevresinde 60 bin kürdü kılıçtan geçiriyordu. Osmanlı ordusunun başına getirilmiş Alman ve Avusturyalı generaller “ Gotz paşa “ ve “ General Moltke” anılarında yaşlı çocuk kadın demeden Kürtleri nasıl yok etmeye çalıştıklarını anlatır. Kürtleri katlederek büyük tecrübe eden Osmanlı daha sonra bu yok etme yöntemlerini 1915 Ermenilere uygulayacaklardı. Anadolu coğrafyasını işgal eden emperyal güçlere karşı Kürtler Fransız ve Ruslardan kendi topraklarını kurtarmaya çalışıyordu. Bu mücadele Antep’te bir Kürt aşireti olan karayılan yine Urfa Maraş’ta verilmeye çalışılmıştır. Birinci dünya savaşında Osmanlı toprakları üzerinde 24 ayrı devlet kurulmuştu bunlardan biriside tarihin hiçbir döneminde herhangi bir coğrafyanın ismi olarak geçmemiş Türkiye cumhuriyeti kurulacaktı. Yeni Ortadoğu coğrafyası değişmişti ama Kürtlere gene yer verilmiyordu. Bu süreçte şeyh Übeydullah’ın oğlu Seyit Abdulkadir’in başında bulunduğu Kürt teali cemiyeti Kürdistan temsilciliği olarak ortaya çıkmıştır. Kürdistanın özerkliği için Avrupa nezlinde girişimlerde bulunuyordu. Bu cemiyet bir yandan da Ermeni Dışnak partisiyle işbirliği içindeydi. 10 Ağustos 1920 tarihinde Paris yakınındaki Serv kasabasında yapılan 13 bölüm ve 433 maddeden oluşan Serv anlaşmasıyla Kürdistan ilk kez uluslar arası arenaya oturan, onu tanıyan hukuksal bir belge olması nedeniyle Kürtler açısında önemlidir. Antlaşma her ulusun kendi kederi tahin etme çerçevesinde 62 madde de Kürdistan özerkliği güvence altına alınıyordu. Antlaşmaya rağmen savaşın galipleri Kürtlerinin hakları konusunda ısrarcı olmuyor 1922 yılında ise Kürt sorunu dillerine bile almıyorlardı 1919 yılında yapılan Sivas Erzurum ve Amasya toplantılarında Kürtler Mustafa kemale destek sözü vermişti. Bu toplantıların ardında yayımlanan bildirilerde Kürtlerin hakları teslim edileceği yazılıyordu. 1920 parlamentoda Kürtler kendi kimlikleriyle yer alıyordu. Milletvekillerine Kürdistan mebusu diye adlandırıyordu. Bu deyim tutanaklarda geçiyordu. Yeniden yapılanma aşamasında Atatürk dâhil yeni sözcüler Kürtlerin hak ile özgürlüklerine kavuşacaklarını namus sözü olarak sık sık tekrarlıyorlardı. Yeni yapılanmanın tek söz ve karar merci Atatürk 16 ve 17 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te gazetecilere yaptığı uzun görüşmede Kürtlerin bölgelerinde özerk yönetimler kurabileceklerini açıklayarak umut veriyordu. Lozan görüşmeleri sırasında Türk heyeti başkanı ismet paşa aynen şöyle diyordu. “ devlet hükümet nezlinde eşit haklara sahip ve ulusal haklardan yaralanan iki halka Kürt ve Türk halkına aittir.”fakat 1923 yılında Lozanda imzalanan anlaşmalarda TC. Sınırları belirlenip devletin varlığı tescil edildikten sonra söylem ve tutumlar aniden değişiyor her şey tersine dönüyordu. 1924 yılında yürürlüğe konulan anayasa ile Kürtler dili kültürü kişiliği ve bütün varlığıyla artık yoktu. Bir sabah aniden Kürtlerin var olmadığına karar verilmiştir. Kürdistan adı Kürtlerin dili insan isimleri yasaklandı

Ömer Muhtar ve Libya Özgürlük Savaşı

Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı sadece Kürdistanda gelişmedi,Libyada da halk sömürgeci İtalyan güçlerine karşı ayaklandı.Bizim nasıl Şeyh Saidlerimiz,Seyid Rızalarımız,Mahsum Korkmazlarımız varsa onlarında kahramanları vardı.Bunlardan biri de Ömer Muhtar. Libya’daki direnişin öncüsü ve sembolü Ömer Muhtar, 1862 yılında Libya’nın Defne bölgesinin Batnan kasabasında doğdu. Annesinin ismi Aişe binti Muharib’tir. Ömer Muhtar ilk öğrenimini babası Muhtar’dan aldı. Babası 1878 yılında Hac vazifesini yerine getirirken vefat edince onun ve kardeşi Muhammed’in yetiştirilmesini babasının yakın arkadaşı Seyyid El Giryani üstlendi. Giryani, Ömer Muhtar’ı ve kardeşini Cağbub’taki İslâmi Bilimler Akademisi’ne yazdırdı ve Ömer Muhtar burada sekiz yıl köklü bir din eğitimi aldı. Öğrenim görürken bir yandan da kendisini sanat dallarında yetiştirdi ve marangozluk, ziraatçılık, demircilik ve duvar ustalığı gibi el becerilerini elde etti.

Muhtar’ın liderlik vasfı ve saygın kişiliği kendisine önemli görevler verilmesini sağladı. Cağbub Üniversitesi’nin temsilcisi olarak Sudan ve Mısır’a gönderildi. Çeşitli heyetlere başkanlık da yapan Ömer Muhtar, kabilelerin arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu olarak görev aldı. Çağbub Üniversitesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Kasur zaviyesinin başına getirildi. Daha sonra güneydeki Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğine atandı. Gayretleri ile bu bölgeye Fransız işgal güçlerinin girmesini engelledi. Daha sonra tekrar Kasur zaviyesi imamlığına getirildi ve bu görevini İtalya’nın Libya’ya saldırdığı 1911 yılına kadar sürdürdü. 

SENUSİ HAREKETİ

Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslüman gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19.yy’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolu kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile Sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanların soluğunu daima diri ve taze tutmuştur. Bir tasavvuf ekolünden ziyade bir ıslahat hareketi olarak görülebilecek Senusi hareketi, tarikat ve tasavvufu asli güzelliğine döndürmeyi, onu bir miskinler ocağı olmaktan çıkarıp, hayatın her yönünü kucaklayan bir hizmet kurumuna dönüştürmeyi hedef almıştı. Merhum allame Üstad Ebul hasen en Nedvi “Hakiki tasavvuf” adlı eserinde Senusiliğin tasavvufla cihadı, mücahedeyle mücadeleyi birleştirmenin en parlak örneği olduğunu dile getirmekdir. İslâmi diriliş hareketleri adlı eserinde Mustafa İslamoğlu'nun tespiti de aynı istikamettedir: "Mücadele ve mücahede alanlarının hepsinde birden seferberlik ilan edip iki kanatla birlikte uçabilme iftiharı son iki yüzyıllık İslami diriliş tarihinde sadece Senusilere aittir.”

İTALYA’NIN LİBYA’YA SALDIRMASI 

Batılı devletlerinin sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya uzun zamandır Libya topraklarına göz dikmiş, fakat Abdülhamit'in dirayetli idaresi sayesinde buna fırsat bulamamıştı. İtalyanlar, Abdülhamid’in tahttan düşürülmesinden sonra bu fırsatı bulabilmişti. Mısır’ın İngiliz işgalinde olması, Osmanlı devletinin deniz gücünün neredeyse olmaması vs. gibi sebeblerden dolayı, İtalyanlar, 27 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar.

İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergiledi. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldı. Savaş çıkmaza girdi. Balkan harbinin başlaması ile İtalya ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı devleti’nin zaten az sayıda olan kuvvetlerinin çekilmesi ile Libya halkı İtalyan güçleri ile başbaşa kaldı. Bu sırada umum Senusi mücahidinin başı Seyyid Ahmed eş Şerif es Senusi idi. Senusi hareketi ilgili bir çalışma hazırlayan Kadir Özköse bey, Seyyid Ahmed için şunları söylemektedir: “Kuzey Afrika’nın sömürgeci yöneticilerine, hiçbir isim, onun ki kadar uykusuz geceler geçirtmedi. Hatta 19. yüzyılda Cezayirli kahraman Emir Abdülkadir’in veya Fransız yönetiminin başına büyük belalar açan Faslı Abdülkerim’in ismi bile.” İtalyan güçlerini kıyıya sıkıştıran mücahidler, son darbe için hazırlık yapıyorlardı.

Kendisine yapılan barış tekliflerini elinin tersi ile iten Seyyid Ahmed şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul eden bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olcaktır. Şimdiki gibi binlerce,milyonlarca sadık mücahid bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle, bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem.” Tam bu sırada Senusi hareketinin ve de Libya halkının kaderini etkileyecek bir olay gerçekleşti ve I. Dünya Savaşı patlak verdi.

Seyyid Ahmed, bu savaşa girme taraftarı değildi. Zira Libya’nın tek yardım kapısı olan Mısır’da hareketlerine göz yuman İngilizlere hücum etmek intiharla eş anlamlıydı. Osmanlı devlet erkanının planı ise, Mısır üzerine yapılacak kanal harekatında, Senusi güçlerinin Libya tarafından vurmasıyla İngilizleri Mısır’da boğmaktı. Senusi kamplarına gelen Osmanlı subayları, Seyyid Ahmed’i iknada çok zorlandılar. Almanya’nın gücünü, Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesi ile mücahidlerin Libya’da rahat bir nefes alacağını izah etmeye çalıştılar. Fransız ve İtalyanlar’la birlikte bir üçüncü cephe açmak istemeyen şeyh, sonunda gittikçe artan ısrarlar karşısında kerhen de olsa, Senusi mücahidlerine İngiliz hududuna saldırı emrini verdi. İngiliz güçlerinin şaşkınlığı sebebiyle hızlı bir ilerleme gösteren Senusi kuvvetleri, İngilizlerin karşı hücuma geçmesi ile ağır kayıplara uğrayıp, Trablus’un iç kesimlerine çekilmek zorunda kaldılar. 

Öte yandan, Süveyş kanalı civarında Cemal paşa emrindeki Osmanlı birliklerinin başarısız harekatları bütün planları suya düşürdü. Ve bu anlamsız hücum Senusilerin Mısır erzak yolunu tehlikeye düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı. Senusi şeyhi, bu ağır yenilgiden sonra bir kere daha Osmanlı devlet adamlarının iknasına boyun eğdi ve halifenin çağrısı üzerine mücadeleyi yarıda bırakarak bir denizaltı ile payitahta geldi ve 1933’te vefatına kadar bir daha Libya’yı göremedi. İstanbul’da büyük şâşâ ile karşılanan, yoğun ilgiye mazhar olan bu büyük mücahidi daha sonra Kuva-i milliyeye destek için Anadolu’yu karış karış gezerken görüyoruz. (Seyyid Ahmed’in hayatı için bkz.Muhammed Senusi-Kadir Özköse-İnsan yayınları-İstanbul-2000) Seyyid Ahmed’in ayrılması ile yerine Seyyid Muhammed İdris geçti. Bu sıralar İtalya büyük çalkantılar içindeydi. 1922’den itibaren Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İtalya’da egemenliği ele geçirmesi, Libya üzerindeki kara bulutların daha da artmasına sebeb oldu.

İtalya’yı Roma imparatorluğu devrindeki azametine döndürme hülyaları kuran İtalyan “Duçe”si, Trablusgarb’taki direnişin ezilmesini, Senusi mukavemetinin kırılmasını birinci öncelikli iş olarak görüyordu. Evvel emirde İdris Senusi ile yaptıkları tüm anlaşmaları fesheden İtalyanlar, 1923 yılında ikinci işgallerine başladılar. Merhum Muhammed Esed’in ifadesiyle “eline kılıçtan çok kalemin yakıştığı” Emir İdris ise beklenen İtalyan saldırısı öncesi Libya’yı terk ederek Mısır’a yerleşti. Yerine kardeşi Muhammed Rıza ile amcazadesi seyyid Seyfeddin’i vekil bıraktı. Fakat onlar da, kendisi gibi cihadın yükünü ve liderliğini yapabilecek şahsiyetler değillerdi. Ani İtalyan baskını ile bir an afallayan mücahidler, kısa bir süre içinde bir büyük liderin etrafında toparlandılar. Daha önceki muharebelerde askeri dehası ile dikkat çeken  bu kahraman Ömer Muhtardı. 

ÖMER MUHTAR’IN HAREKETİN LİDERLİĞİNİ ÜSTLENMESİ 

Ömer Muhtar direnişin liderliğini üstlendikten sonra, emrindeki kabileleri 100-300 silahlı atlı ya da yaya olarak küçük grublar halinde organize etti. Bu güçler birer vurucu tim şeklinde idi. Çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri ile İtalyan askeri kollarına, nakliyelerine, karakollara baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı. Ömer Muhtar, emrindeki güçler ile İtalyan kuvvetleri arasında, 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla muharebe, ikiyüzden fazla küçük ölçekli çatışma cereyan ediyordu. 

İtalyanların savaştığı sadece organize edilmiş bir kısım Senusi birlikleri değildi. Topyekün Libya halkına karşı savaşıyorlardı. Tam bir abluka ve çember içindeki halk bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi. Ömer Muhtar, hereketin merkezi olarak karargahını Calu vahasının Cebel-i Ahdar (Yeşil dağ) bölgesine kurdu. Her başarılı lider gibi Ömer Muhtar da istihbarata çok önem vermekteydi. Korkuyu kaçışı akıllarından silmiş bulunan Senusi kuvvetleri, İtalyan garnizonları arasında mekik dokumaya başladılar. Hatta bedevi çoban kılığına girerek İtalyan birliklerinin arasında dolaşmakta ve onların hareket stratejilerini daima kontrol etmekteydiler. Senusilerin giriştikleri çarpışmalar belirsiz ama yaygın bir hal arz etmekte, saldırılar akıl almaz bir halde sürmekteydi.

İtalya’nın Sireneyka valisi Teruzzi, İtalyan birliklerinin içine düştüğü çıkmazı şöyle anlatmaktaydı: “İtalyanların, Senusiler karşısındaki askeri üstünlükleri beş para etmemekteydi. Çünkü savaştığımız güçler düzenli bir ordu değildi. Karşı güçler bir insicam içerisinde hareket etmekteydi. Güçler aynı pozisyonda olsa, ayaklanmaların bastırılması sözkonusu olabilirdi. İtalyan birliklerin çoğu hep savunma durumunda kaldı. Senusilerin direnişi karşısında 5000-10.000 kişilik ordularımız başarılı olamamaktaydı. Çünki mücahidler hiçbir kayıt ve engel tanımamaktaydılar. Zaten kaybedecekleri neleri kalmıştı ki?...Onlar için, esaret ölümden daha beterdi. Yaşadıklari topraklarda boyunduruk altında bulunmayi zulüm saymaktaydılar. Bugün bir yerde ortaya çıksalar, yarın 50 km ötede, ertesi gün 100 km ötede gün yüzüne çıkarlardı. Bir ay ortadan kaybolur, bir süre sonra masum bedevi kılığına girdikleri olurdu. Ya da ormanlıklara dalarak izlerini kaybettirirlerdi. Küçük grublar halinde bulunan, yakalanması mümkün olmayan, çevik, atak, hızlı hareket eden bu ateş parçalarına karşı güçlü askeri birliklerin ne anlamı vardı ki...Gündüzleri biz İtalyanlar, geceleri Senusiler hakim oluyordu.” Mücahidlerin kesin başarısı için iyi bir teşkilatlanma gerekiyordu. Bu da bir kısım ekonomik ve askeri yardımları gerektiriyordu. Ömer Muhtar, bir ara bunu temin için gizlice Mısır’a gitti ve İdris senusi ile bir takım görüşmelerde bulundu. Ancak İdris, Mısır ve İtalyan hükümetlerinin arasını açmamak için böyle bir yardımı kabul etmedi. 

Ömer Muhtar’ın Mısır’da olduğunu öğrenen İtalyan gizli haber alma örgütü, onun barış masasına oturması için ikna etmek üzerine bazı ajanlarını Mısır’a gönderdi. Bu ajanlar Ömer Muhtar'ı Mısır’da bulup ona kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer cihad hareketinden vazgeçer ve teslim olursa kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş, ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, bu büyük dava adamından tarihi bir şamar yiyerek elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Şöyle kükremişti Çöl Arslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim...beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.” İdris es Senusi ile yaptığı görüşmelerden ümidini kesen Ömer Muhtar, Mısır’lı müslümanların kısmi yardımlarını alarak, beraberindeki heyet ile Cebelü’l-Ahdar’a döndü. Dönüş yolunda İtalyanlar tarafından planlanan bir suikast da başarısızlıkla sonuçlandı.

1 Şubat 1924 tarihinde Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta haklı olarak şunları ifade ediyordu: “Selamdan sonra...Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ıstırablı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken, İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise, kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terkedildik. Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak... Sübhanallah... Tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terkedip gidiyorsunuz? Mısır’a, İdris’in yanına vardık. Ondan yardım istedik. Fakat bize, “gidin, kendi başınızın çaresine bakın, bizim size yapabileceğimiz hiçbir yardım yoktur” diye bizi eliboş gönderdi. Yanaklarımızı sulayan acı gözyaşlarımızla, Mısır’dan cephemize döndük. Ancak, şunu iyi biliniz ki, biz Allah’a tevekkül ederek vatanımıza geri döndük ve kanımızın son damlasına kadar dinimizi, vatanımızı ve canlarımızı savunarak asla düşmana teslim olmamak üzere ahdettik. Ancak yine de bir çok şeye muhtacız. Özellikle silah, sonra para, yiyecek ve giyeceğe şiddetle muhtacız. Yardımcımız Allah’tır, Allah...Acele edin...Yardımda süratli davranın imkanınız ne elverirse, az veya çok demeyin.” 

Mücahidler binbir yokluk içinde kıvranırken, işgal güçleri, modernize olmuş birlikleri ile artık kesin bir darbe için hazırlanıyorlardı. Kuvvet dengesi olmayan bu çirkin savaşta, İtalyanlar için her şey mübahtı. Direniş güçlerinin halktan yardım görmelerini engellemek için bölgedeki hayvanlar telef edilmekte, mahsuller, ürünler zarara uğratılmakta ve ormanlar yakılmaktaydı. İtalyanlar bu ikinci işgal döneminde hava kuvvetlerini ve zırhlı araçları azami bir şekilde kullandı. Bu da mücahid kayıplarının giderek artmasına sebep oluyordu.

Ormanlıkların ateşe verilip, ortadan kaldırılması sonucu, gerilla güçlerinin seyri kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelmişti. İtalyanlar sadece 1923-1929 yıllları arasında 141.766 küçük ve büyük baş hayvanı katlettiler. Yine bu yıllar şehid edilen mücahid rakamı İtalyan verilerine göre 4329’du. Fakat bütün önlemlere rağmen Libya halkının direnişi, Senusi mukavemeti kırılamıyordu. Roma hükümeti beş sene içinde Sireneyka’ya beş vali göndermek zorunda kaldı;Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Siciliani ve son olarak meşhur Graziani. "Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız,ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım." Ömer Muhtar 

ÖLÜM KALIM SAVAŞI 

İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahidler inatçı bir direniş sergilediler. Çatışmaların dozu gün gittikçe arttı. Bazı araştırmacılar sadece 20 aylık bir zaman diliminde Senusi güçleri ile İtalyan ordusu arasında 263 çarpışma geçtiğini belirtmektedirler ki, bu da mücadelenin şiddeti konusunda bize bir fikir vermektedir. İtalyan kuvvetleri ilk yıllarda ciddi kayıplara uğradılar ve mücahidîne karşı bir üstünlük sağlayamadılar. Mesela Haziran 1923’de Sirte’de meydana gelen bir çatışmada İtalyanlar 13 subay ve 300 asker kayıp verdiler. Genel itibarıyla mücahidler karşısında perişan olan İtalyanlar hınçlarını masum halktan çıkarıyorlardı. Bu ise direnişe olan desteğin gittikçe artmasına sebep oldu ve Mussolini’nin dediği gibi “Siri, yeşil bitki örtüsüyle kan rengine bulandı.” 1927 yılı mücahidler için zaferlerle dolu olarak geçti.

Mart ayında İtalyanların 7 taburundan 50 askeri araç pusuya düşürüldü. Üç yüzden fazla İtalyan askerinin öldürüldüğü bu çatışma ile alakalı İtalyan general Mezetti şöyle demektedir: “Mart 1927’de gerillalar bize karşı önemli bir başarı kazanmıştır. Toplam 1200 piyade ve 400 süvari gücüyle, Kaulan-Gerrari-Maaua-Gerdes Abid boyunca uzanan hatlarımızı yararak Cebelü’l Ahdar’ın merkezini ele geçirdiler. Cebel’den Bir Gandula, Sira, Kasr Benigdem, Gergerumma ve sahile kadar uzanan karakollarıyla bizim işgal kuvvetimizi iki kısma böldüler. Kuf bölgelerinde 200 faal asker gerillaların emrinde bulunuyordu.”

Yine bu dönemdeki çatışmalarda mücahidler pek çok düşman uçağını düşürdüler, çok sayıda üst rütbeli subayı öldürdüler. Ve fazla miktarda cephane ve topu ganimet olarak kazandılar. Buna karşı İtalyanlar da yeni tedbirler düşünmeye başlamışlardı. Öncelikle cepheyi içten çökertmenin yollarını aradılar ve kesenin ağzını açtılar. Böylece 13 tane kabile şeyhini satın aldılar. Bu işlerin gerçekleşmesinde Ömer Muhtar’ın çocukluk arkadaşı, Senusi davasına ihanet eden Senusi şeyhi Şerif el Giryani önemli bir rol oynadı. 

CEPHEDE SARSINTI

Savaşın gittikçe uzaması, katliam ve kıtlığın insanları telef etmesi, İtalyanların bazı kabile reislerini vaatlerle kandırması mücahit cephesinde bir karışıklığa sebep oldu. Çeşitli kabile şeyhleri Ömer Muhtar’a İtalyanlara teslim olmasını ve bölgelerinden çekilip gitmesini, aksi takdirde kendisi ile savaşacaklarını ilettiler. Böyle tehlikeli bir vaziyette metanetini elden bırakmayan Ömer Muhtar bütün kabile reislerini umumi meşverete davet etti.

Kasr el Mecahir’de akdedilen geniş çaplı toplantıda herkes özgürce reyini ortaya koydu. Ortamın alabildiğine gergin ve elektrikli olduğu bir anda Ömer Muhtar sürekli cebinde taşıdığı küçük mushafını çıkararak elini onun üzerine koydu ve tarihe geçen şu mükemmel sözlerle herkesi susturdu: “Vallahi, Ya zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.” Liderin bu kesin azmi ve kararlılığı karşısında teklif sahipleri özür dilediler ve bu toplantı büyük bir vahdet havası içinde sona erdi. 

ARTAN BASKILAR

İtalyanlar bir halk hareketi karşısında olduklarının farkındaydılar. General Mezzetti bir raporunda buna şöyle değiniyor: “Direniş buralarda tarihe mal olmuştur ve kural tanımayan bu insanlara tarih boyunca silahlı kuvvet zoruyla kanun ve nizam empoze edilebilmişti. Cihad ruhuna sahip bu göçer insanları çiftlik sahalarına ve şehirlere çekmeden pek fazla bir şeyin değişmeyeceğini söyleyebiliriz.” İtalyanlar Senusi mukavemetinin kaynağını kurutmak üzere halkı sahil şehirlere yakın yerlerde kurdukları esir kamplarında toplamaya başladılar. 1929 yılına gelindiğinde durum şu vaziyette idi; sahildeki bütün şehirler ve Cebel-i Ahdar’ın kuzey tarafları İtalyanların sıkı kontrolü altındaydı. İtalyanlar bu tahkim edilmiş noktalar arasında hava filoları ile, mekanize birlikleriyle ve özellikle sömürgeleri olan Eritre’den getirdikleri zavallı insanlardan oluşturdukları piyade askerleri ile sürekli devriye geziyorlardı. Artık gerillaya karşı onun usulüyle çarpışıyorlardı. 

Senusi mukavemetinin belkemiğini oluşturan bedevilerin beklenmedik saldırılara, hava baskınlarına uğramadan bölgede dolaşmaları hemen hemen imkansız gibiydi. Bir bedevi kampını keşfeden keşif uçakları çoğu zaman telsizle durumu en yakın İtalyan birliğine haber veriyor ve uçaklardan açılan makineli tüfek ateşi kamp sakinlerinin toparlanıp bir yere sığınmalarını önlerken, nereden çıktığı belli olmayan bir kaç zırhlı araç kampı kuşatıp, namlularını dosdoğru çadırlara, develere, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı gözetmeksizin insanlara çevirerek kampları yerle bir ediyorlardı. Bu katliamdan sonra sağ kalan canlılarsa sürüler halinde zırhlı araçların önüne katılıp kuzeye doğru, İtalyanların sahil yakınlarında kurdukları müstahkem toplama kamplarına götürülüyorlardı. Buna rağmen mukavemet durmuyordu.

General Mezzetti, 1 Aralık 1928’de yazdığı raporunda şöyle diyor: “Bölgede siyasi ve askeri bir organizasyon gerçekleşmeden, Ömer Muhtar’ın siyasi ve askeri örgütünün çökertilmesi ve bölgenin kontrol altına alınması mümkün değildir.”

MÜTAREKE GÖRÜŞMELERİ 

1929’da Valiliğe atanan Badoglio, genel af ilan etti ve teslim olmayıp direnişe devam edecekleri, kötü bir şekilde bastıracağını bildirdi. Öyle ki, Badoglio, “Berka Kasabı” namıyla anılır oldu. Ama ne halka karşı savurduğu tehditler, ne de af söylentisinin çok büyük bir tesiri görülmedi. Şubat-Mart 1929’da gerilla saldırıları daha da arttı. Ömer Muhtar, İtalyan güçlerinin yoğun bombardımanları altında büyük bir direniş sergiledi. Fakat savaşa kısa bir süre ara verilmesi mücahidlerce de uygun olacaktı.

Ömer Muhtar ve arkadaşları 13 Haziran’da vali yardımcısı Sciliani, 18 Haziranda Badoglio ve 28 Haziranda tekrar Sciliani ile Cebel’in değişik yerlerinde görüşmeler yaptılar. İki aylık süren mütarekenin sadece bir oyalamadan ibaret olduğunu gören Ömer Muhtar, Ekim ayında mütarekeyi bozdu ve çatışmalar tekrar başladı. 8 Kasım 1929’da Mücahidler Bingazi’deki İtalyan karargahına saldırı düzenlediler. Buradaki İtalyan birliğini tamamen ortadan kaldırıp, karargahı havaya uçurdular. Bu ise sömürgeciler arasında büyük bir şaşkınlık doğurdu. Sonunda Mussolini duruma el attı ve harekatın başına general Rodolfo Graziani getirildi.(10 Ocak 1930)

GRAZİANİ

Graziani sömürgelerde özel olarak yetiştirilmiş, komutanların en tecrübeli ve en acımasız olanıydı. Önce bir analiz yapan General, durumu şöyle özetlemekteydi: “Savaş hali kızışmıştır. Müslümanların kayıpları cüzidir. Ömer Muhtar yaralanmasına rağmen, hala yeni taktiklerle saldırılarını düzenlemektedir. Direniş Senusi kaynaklıdır. Bu hareket, bir grup veya bir şahsa indirgenemez. Gerektiğinde yeni kitle ve dipdiri başka bir liderle hareket devam edecektir.

” Bu analizleri yapan Graziani şu tedbirleri aldı: 

1-Senusi tekkelerini kapattı, şeyhlerini yurt dışına sürdü, malvarlıklarına el koydu.

2-Halkın silahsızlandırmasına büyük ağırlık verdi, silah aramalarını arttırdı.

3-Seyyar mahkemeler kurdurup halka kan kusturdu. Bu mahkemelerin çoğu idam ile neticelendi.

4-Toplama kamplarını genişletti ve bütün bir ülkeyi abluka altına aldı. Kamplardaki yaşama koşulları tam bir vahşet örneğiydi. Bu kadar insanın dörtte birini bile doyuracak erzak yoktu. Esirler ve gasp edilen hayvanlar arasında ölüm oranı tüyler ürperticiydi.

5-Mısır hududunda 300 km’lik bir alanı dikenli tel örgülerle sardı.

6-Çöl yollarını uçak devriyeleriyle sürekli gözetim altında bulundurdu

7-İtalyan hükümetinin emrinde çalışan yerli memur ve askerleri hainlikle suçlayıp pasifize etti. 

8-Mısırla olan her türlü ticareti yasakladı, Cebel-i Ahdar halkının ekonomisini kontrol altına aldı. 

Bütün bu tedbirlerden sonra müslümanlara karşı ard arda bir çok baskınlar ve saldırılar düzenlendi. Baskınlar sürmesine rağmen Ömer Muhtar hala operasyonlarına devam ediyordu. 11 Nisan 1930’da El Faidiyye üzerinde büyük bir saldırı düzenleyen mücahidler, İtalyanları unutamayacakları bir hezimete uğrattılar. 

Graziani, bu hususta hatıralarında şunları kaydeder: “Bu hezimet bizim moralimizi bir hayli bozup kalplerimize büyük bir sıkıntı verdi. Buna karşılık bu yenilgimiz, mücahidlere büyük bir moral verip, maneviyatlarını bir hayli kuvvetlendirmişti. Bunun üzerine Ömer Muhtar, mücahidlere hitaben şöyle seslenmişti. “Şayet Bingazi’den Cebel’ül Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.” Graziani bunun üzerine, 16 Haziran 1930’da bizzat koordine ettiği birliklerle(13.000 kişi) Fayed bölgesindeki Ömer Muhtar’ın üzerine yürüdü. Başaracağından o kadar emindi ki, Vali Badoglio’yu zaferini kutlamaya davet ediyordu. Fakat çok güçlü bir istihbarata sahip Ömer Muhtar, mücahid kuvvetlerini küçük gruplara ayırarak birbirinden uzak noktalara pusuya yerleştirdi. Sonuçta müslümanlar çok az bir kayıp vererek Graziani’yi eli boş gönderdiler.

Bu şok yenilgiden sonra Badoglio, Graziani’ye gönderdiği mektupta şöyle yazmaktaydı: “Şimdiye kadar Siri’de “uzun menzilli” diye adlandırdığınız, uzak noktalardan gelip bir hedefe hareket eden harekatlarınız hep başarısız olmuştur. Ve mevcut şartlar değişmedikçe de her zaman başarısızlığa mahkum kalacaktır. Çünkü, bu son olaydaki yenilgi ilk olan yenilgi değildi. Halk ve sahradakiler, zaten güçlü bir istihbarata sahip direnişçilerle öyle bir iş birliği içindedirler ki, bizim attığımız adımdan anında haberdar olmaktadırlar. Ömer Muhtar’ın başarısını bu haber alma servisine bağlamak gerektir.” 

Badoglio, düşmanı Ömer Muhtar’ın dehası içinde şu itirafları yapmak zorunda kalmıştı: “Bu direniş bir kişinin omuzlarındadır. Ömer Muhtar, bu işi kimseye bırakmamaktadır. Bir çok başlı durumlarda kıskançlık ve iç çekişmeye imkan olsa da, Ömer Muhtar’ın disiplinli dava arkadaşları buna fırsat bırakmıyorlar. Her zaman ve durumda, sözü emir sayılmaktaydı. Savaş aleyhine geliştiğinde, güçlü haber alma servisi sayesinde, savaşa ara veriyor. Bize gelen bilgileri dahi yönlendirebiliyor.” 

HAREKATTA DÖNÜM NOKTASI:KUFRA’NIN DÜŞÜŞÜ 

Graziani, hem prestijini kurtarmak hem de mücahidlerin Mısır hududundan yardım almalarının önünü kesmek için seleflerin yapamadığı bir işe karar verdi. Libya’nın güneyinde İtalyanların ulaşamadığı tek toprak parçası olan Kufra’yı işgal etmek. 1930’un sonlarında yapılan hazırlıklardan sonra, 1931 Ocak ayında çöl aşıldı ve Kufra düştü. İtalyanların burada yaptığı katliam, işkence ve tecavüzler dillere destandır. Graziani, teslim olan halkın gözleri önünde Kur’an-ı Kerim’i paramparça edip, ayaklarının altında çiğneyerek “Haydi, çağırın da (hâşâ) bedevi peygamberiniz yardımınıza gelsin” demiş, ertesi günü şehrin ileri gelen uleması uçaklardan atılmış, vahadaki bütün hurma ağaçları kesilmiş, kuyular yakılmış, Mehdi Senusi’ye ait tarihi kütüphane alevlere teslim edilmiş ve insanların namusları kirletilmişti. Kufra’nın elden çıkmasıyla mücahidlerin elinde korunmasız Cebel’ül Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında her gün adım adım elden çıkıyor,yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember daralıyordu.Artık Cebeldeki savaşın son devresi başlamıştı... 

Ömer Muhtar, bu durumu 1931 Ocağının son günlerinde Mısır hududunu gizlice geçip, kendisiyle görüşen Muhammed Esed’e şöyle ifade etmişti: “Sen de görüyorsun ya evlat, gerçekten biz artık bize tanınan vadenin sonuna gelmişiz. Savaşıyoruz, çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve özgürlüğümüz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır’a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.” 

ESİR DÜŞMESİ VE VEFATI

Ve 11 Eylül 1931...Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım mücahidîn Sılanta mevkiinde bulunan Hz. Muhammed (S.A.V.)’ın sahabelerinden Sidi Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içersine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı onun varlığını haber almıştı. Vadiyi her yönden saran kuvvetlerin oluşturduğu çemberi yarmanın imkanı yoktu. Mücahidler son nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda Seydi Ömer’in de atı vurulup yıkıldı ve onu yere düşürdü. Ama bu yetmişini geçkin ihtiyar aslan yılmadı, kendini toparlayıp tüfeğini ateşlemeye devam etti. Elinden yaralananınca tüfeği diğer eline aldı. Artık yapacak bir şey kalmayınca, askerler üzerine çullandılar ve onu esir ettiler. 

Önce Sûse’ye sonra Bingazi’ye 60 km uzaklıktaki Suluk’a götürüldü. Burada İtalyan birliklerinin genel kumandanı Graziani’nin karşısına çıkartıldı. Bu görüşmedeki tavırlarından etkilenen general onun hakkında şunları yazacaktır: “Odama girdiği andan çıkıp gittiği ana kadar onun vakar ve haysiyetine son derece hayranlıkla bakıp durdum. Onun tavır ve davranışlarını çok beğendim ve hayran kaldım.” Graziani, hatıralarında Ömer Muhtar hakkında şunları demekten kendini alamaz. “Ömer Muhtar inancına, akidesine son derece bağlı bir adamdı. Onun bu inancına saldırmaya kalkışana kim olursa olsun büyük bir heyecan ve azimle karşı koyardı. O, vatanına saldıranlara karşı da korkusuzca savaşıyordu. Vatanına yapılacak herhangi bir saldırıyı karşılıksız bırakmayı kabullenecek bir şahsiyet değildi.” “ O karşısındakine anında cevap verecek üstün bir zekaya sahipti. Aynı zamanda Ömer Muhtar ileri seviyede dini kültüre sahipti. Onun kesin tavırlı bir huyu vardı. O, dinine ait hiçbir şeyi ihmal etmeyecek ve dinini herhangi bir maddi menfaat karşılığında satmayacak üstün bir kişiliğe sahipti. Dünyevi hiçbir çıkar peşinde olmayan bir kişiydi. Üstelik hayli fakir bir adamdı. Din ve vatan sevgisinden başka hiçbir dünyevi şeye de malik değildi.” “Ona canlı ve hazır bir zeka bahşedilmişti. Dini konularda iyi bir eğitim görmüş, hareketli,mütevazı ama tavizsiz...” 

Mücahidlerin teslim olması teklifini red eden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne şu tokadı savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun(Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona dönücüleriz)”. Aynı gün, toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinde virdi zebandı... 

Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı yeşil dağlarına son bir kere daha baktı ve bir milleti yetim bırakarak ebed alemine doğru kanatlandı. Yer Suluk çarşısı idi. Son olarak Muhammed Esed’in 1932’de Medine’de onun şehadetini haber aldığında ağzından dökülenleri nakledelim: “Ömer el Muhtar öldü ha...Şu Sireneyka aslanı, yetmiş şu kadar yaşına rağmen halkının özgürlüğü için yılmadan sonuna kadar savaşan Ömer el Muhtar öldü demek...

On uzun yıl boyunca, on uzun ve çileli yıl boyunca en modern silahlarla donatılmış mekanize birliklerle, uçaklarla, topçu bataryalarıyla takviye edilmiş düşman ordularına, kendinden en az on kat daha kalabalık İtalyan kuvvetlerine karşı halkın umutsuz direnişine bayrak olan Ömer el Muhtar...

Piyade tüfeklerinden ve birkaç attan başka bir şeyleri olmayan, yarı aç mücahidlerinin başında kocaman bir esir kampına dönüştürülen bir ülkede son kurşununu sıkıncaya kadar umutsuz bir gerilla savaşı sürdüren koca Ömer el Muhtar.