18 Ocak 2011 Salı

Ortadoğu Üzerine

Bu yazı Tayfun İşçi’nin “Tarih bizde gizlidir” adlı kitabından yararlanılarak “Demokratik Dönüşüm Dergisi” 4. Sayısında yayınlanmıştır.
Tunus’ta yaşanan halk devrimi sürecinin Ortadoğu gerçeğinde daha iyi anlaşılması için bu yazı Ortadoğu’nun kısa tarihi olarak okurlara sunulmuştur.

Ortadoğu İnsanlaşmanın Okuludur

Ortadoğu, Güney batı Asya ve Kuzey Afrika olarak bilinen Dicle –Fırat –Nil ve Kızıldeniz havzasını kapsamaktadır. Bu bölgeyi Ortadoğu olarak adlandırmak bir anlamda dünyayı Avrupa’ya göre yorumlamaktır. Kanımca batıcı bir yaklaşımla Ortadoğu’yu anlamak olanaksızdır. Buna rağmen konunun kolay anlaşılması için biz de Ortadoğu tanımını kullanacağız.
Mezopotamya’yı da büyük oranda kapsayan Ortadoğu İnsanlığın yerleşik yaşama ilk girdiği bölgelerdir. Tarih, ilk yerleşimin, toplumsallaşmanın, devletleşmenin, tarımın, tekniğin, kültürün, medeniyetin ve bilimin bu bölgede köklendiğini doğrulamaktadır.
Ortadoğu, sadece gelişmenin kaynağı değil aynı zamanda ideolojinin de merkezidir. Ortadoğu tarihin derinliklerinde insanlığın karşılaştığı bütün çelişkilere karşı bir mücadele anlayışı içinde din temelinde ideolojik bir zeminde mücadele etmiştir.
Din sadece bir üst yapı kurumu bir kültür olarak değil iktisadi siyasi, sosyal ve kültürel bütün alanları kapsamaktadır. Doğa insan çelişkisinde insana katkı sunan doğa güçlerini tanrılaştırmıştır. Güneş, yıldız, ay, ateş, su, rüzgâr basit bir korkunun nedeni olarak değil, insanlığa sunmakta oldukları katkılar nedeni ile kutsanmıştır. İnsanlığa hükmetmek isteyen zorbaların bu tanrıları kendilerine destekler biçimde sunan veya kendilerini bizzat tanrı olarak sunanlara karşı Ortadoğu insan merkezli büyük mücadeleler vermiştir.
Manihaizm, Zerdüştilik gibi dinlerle erdemli insanın özelliklerini ortaya çıkarmış, süreç içerisinde de HZ. İbrahim’in yaptığı gibi “İnsan tanrı olamaz” iddiası ile tanrı krallara karşı direnmiş, İnsan ve tanrıyı bir birinden ayırmaya çalışan Museviliği geliştirmiştir. Bununla da kalmamış HZ. İsa Hıristiyanlıkla tanrının yetkilerini “baba –oğul- kutsal ruh” üçlemesi ile sınırlandırmıştır. Hz. Muhammed İslamiyet’le tanrı ile insan arasındaki bütün aracıları ortadan kaldırmış, tanrıyı da ulaşılması imkânsız insanlık erdemleri ile tanımlamıştır.
Tanrı özü itibariyle ideal insandır. Tanrıya ulaşmak erdemli insana ulaşmak haline getirilmiştir.
Görünmez tek tanrılı dinler. İnsanın insanlık üzerindeki hâkimiyetini ortadan kaldırmış gücü bir bilinmeze bir görünmeze vermiştir. Bunu yaparken mülkiyeti de tanrıya bırakmış. Onu her şeyin sahibi ve hâkimi ilan etmiş ve insanı mülkiyetin kölesi olmaktan kurtulmaya çağırmıştır. İnsanlığa biçtiği rol ise her şeyi Allah için ve Allahın rızasıyla yapmak olarak ifade etmiştir. Allahın erdemli insan özelliklerinden oluştuğunu dikkate alırsak özünde bu çağrı İnsanın insana hizmet etmeye çağrısıdır.
Ortadoğu kuralları gerçek anlamda tanrı kurallarıdır. Bu tanrı kuralları özünde erdemli insanı merkeze alan kurallardır. Ortadoğu tanrı insan ilişkisinde hiçbir aracı kabul etmez en güçlü peygamberler bile sadece bir bildirici bir elçidir. Onları üstün tutan hiçbir ayrıcalık yoktur. Tanrı insan ilişkisi özünde insanın insanla ilişkisini düzenleyen kurallardan oluşmaktadır. Daha açık tanımlamak gerekirse toplumun kendi arasındaki ilişkisinin üzerinde hiçbir ilişki ve iktidar yoktur.
Ortadoğu kültürü iktidar eksenli bir kültür değil, aksine toplum merkezli bir kültürdür. İşte bu nedenledir ki Yahudilik, Kenan bölgesinde devletleşmesi ile dağılması bir olmuştur. Yine Hıristiyanlık Havari Pavlos’un mektubu ile Roma İmparatorluğun himayesine girmesiyle yozlaşmıştır ve yine İslamiyet HZ. Muhammed’in ölümü sonrası halifelik ve iktidar kavgası sonrası yozlaşmış ve parçalanmıştır. İktidarı tanrıya bırakarak insana ve topluma yönelen Ortadoğu kültürü dünyevi iktidara ve devlete yöneldikçe batmıştır.
Ortadoğu kültürü insan- insan ilişkisi temelinde bir toplumu hedef almaktadır. Bu ilişki sistematiğinde İnsanın hakları tanrı tarafından belirlenmiş (erdemli insan özelliklerine) yükümlülükleri tanrı şahsındadır. İnsanın hak ve yükümlülüklerini devlet belirlemez. İnsan –insan ilişkileri belirler.
Ortadoğu da devlet, kapitalist ülkelerdeki gibi belirleyici değildir. Devlet özü itibariyle oturtulamamıştır Kurulmuş devletler ya yabancı kültürlerin müdahalesiyle ya da Ortadoğu kültüründen bir sapma olarak kurulmuştur. Bu nedenle de Ortadoğu da devletler toplumda temel belirleyen değildir. Ortadoğu kapitalist toplum anlayışına her zaman direnmiştir. Kapitalizm insani değerler üzerinden işleyen bir sistem değildir. Kapitalizmin temeli mülkiyet ilişkileridir. Kapitalizm bu mülkiyet ilişkileri üzerinden ve pazar esasına dayalı bir toplum ve devlet yaratmıştır. Mülkiyeti tanrıya bırakmış bir kültürde pazar ilişkileri üzerinden toplum yaratılamamıştır. Ortadoğu da Kapitalist ulus ve devlet bir avuç işbirlikçi üzerinde etkilidir. Ortadoğu kültürü milliyetten çok ümmetçidir. Zaman zaman iktidara yönelip sapma içerisine giren Ortadoğu toplumlarında Milliyetçilik baş göstermişse de bu toplumu şekillendiren bir özellik değildir.
Ortadoğu ulus ve ulus devletler anlayışı ile değerlendirilemez. Ortadoğu, kapitalizmin oturtulamadığı bir bölgedir. Ortadoğu’da kavmiyet aşiret ve tarikat ilişkileri elbette vardır. Özünde bu ilişkiler feodalizmin bir özelliği olarak görülse de bu yapılanmada da dinin etkisi kendisini göstermektedir. Tarikat, mezhep ve soy ilişkileri yine din temelinde şekillenmelerdir. Bu ilişkilerde toplum insan ilişkilerinin bir sonucudur. Bu ilişkiler devlet yapılanmasının bir sonucu değildir. Aksine kurulan devletler bu farklılıklar gözetilerek kurulmuş ama oda toplumda etkileyici bir rol oynamamıştır.
Ortadoğu, kapitalist materyalist anlayışının karşıtıdır. Ortadoğu din toplumları Duygu merkezli toplumlardır. İnsan ilişkilerinde duygu bağı esastır. Kapitalist ilişkilerde ise mantık esastır. Kapitalizm bütün ilişkilerin merkezine maddiyatı koyarken, Ortadoğu, İnsanı koymaktadır. Kapitalizm insani ilişkileri maddi çıkarlara göre şekillendirip insanı metalaştırırken Ortadoğu da insan maddiyatından çok erdemliliğine uygun olarak değerlendirilmektedir. Kapitalizm insanı ruhsuz bir meta haline getirip yalnızlaştırırken Ortadoğu da insan, diğer insanlarla birlikte bir değerdir.
Ortadoğu insanı merkeze aldığı ve iktidarı tanrıya bıraktığı için değişime kapalı bir özellik göstermektedir. Refahı insani erdemlerde bulan bir anlayış dünyevi teknik ve bilime kapalıdır. Bu nedenle de Ortadoğu teknik ve bilimde giderek geri kalmaktadır. Bunun nedeni İslamiyet’in insanlığı gelişmeye kapatan Son peygamber tanımlamasıdır. Kuran’nın ilk ve son kitap kabul edilişi aslında din sel ideolojinin gelişmeye kapatılmasıdır. Bu nedenle Ortadoğu’da gelişme durmuştur. Ortadoğu’nun duygu temelindeki ilişki anlayışının mutlaka Analitik bilimle beslenmesi gerekmektedir. Bu bir anlamda Mantık ve duygunun sentezi olarak tanımlanabilir.
Çoğu kez bilim sözü geçtiğinde Batının bilim anlayışı akla gelmektedir. Bilimin kaynağı da insandır İnsan ihtiyaçlarına dayanmayan bir bilim insanlık için bir yüktür. Kapitalist bilim insanlığı mülkiyetin ve gücün kölesi yapan bir bilimdir. Unutulmamalıdır ki insan için bir bilimin kaynağı da Ortadoğu dur. Bilimselleşmek Batının peşine takılmak değildir. Aksine kendi gerçeğinde kendin için bilim üretmektir.
Ortadoğu bütün bu özellikleri ile kapitalist dünya sistemine henüz kazanılamamıştır. Ortadoğu da bir avuç işbirlikçi üzerinden şekillendirilmiş devletler veya sistem toplum tarafından henüz kabul görmemiştir. Bu nedenle de Uluslararası kapitalizm Ortadoğu’yu “Boş alanlar” olarak değerlendirmektedir. Buraları emperyalist dünyaya kazanmak için hiçbir müdahaleden kaçınmamaktadır.

Ortadoğu’da Güçsüz Devletler Güçlü Örgütler

Ortadoğu tarih boyunca saldırılara uğramıştır. Makedonyalı Büyük İskender, Romalılar, Hunlar, Bizanslılar, Selçuklular, Moğollar, Haçlılar, Osmanlılar, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Amerika vb. İlk akla gelenlerdir. Kuşkusuz bu saldırı ve işgallerin Ortadoğu’da derin etkileri olmuştur. Ancak Biz daha çok yakın tarihin bu güne derin izler bırakan olguları üzerinde duracağız.
Ortadoğu esas olarak 1830’lara kadar Osmanlının himayesinde kalmıştır. 1872 de İran’da ilk petrol çıkarılmıştı. Ancak İngiltere’nin sıvı yakıtla işleyen gemileri bulması ile petrol önem kazandı. 1908’de Mescid-i Süleyman’da İlk petrolün çıkarılması Emperyalist ülkeleri bu alana yöneltmişti. İngiltere daha 1839 da Arap Yarımadasında Aden’i bir koloni haline getirmiş 1904’te Yemeni bir bölümü Osmanlıda kalmak üzere kendisine bağlamış, Kızıl Deniz uluslar arası suyolu haline getirilmişti. Fransa Tunus’u, İngiltere 1883 ‘ten beri bir çeşit protektorası olan Mısır’ı işgal etmişti. İtalya da1911’de Libya’yı işgal etti.
Dönem ulus devletlerin öne çıktığı bir dönemdi. Artık İmparatorluklar parçalanmalıydı. Gerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gerekse Osmanlı imparatorluğu daha fazla uluslararası dengeler adına korunamazdı. Üstüne üstlük dünya pazarına hızla giren Almanya sofradaki yerini almak istiyordu. Uluslararası bir savaş kapıdaydı. İngiltere, Fıransa, Rusya gibi büyük devletler dünyanın haritasını çizmeye başlamışlardı. Ancak dünya Yahudi sermayesinin devletleri kuşattığı bir dünya haline gelmekteydi. Museviler Birçok devlette etkiliydiler. Dünyanın birçok ülkesine dağılmış Musevilere bir yurt bulunmalıydı. Musevilerin kutsal topraklar olarak tanımladıkları vaat edilmiş topraklar Ortadoğu’nun kalbinde yer alıyordu. Bu konuda İngiltere Fransa ve Rusya anlaşmıştı. 2 Kasım 1917 de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour imzasın taşıyan bildiri hazırlanmıştı. Balfour Deklarasyonu olarak bilinen mektup diğer devletlerinde oluru alınarak İngiltere kabinesinde onaylanarak Yahudilerin yeniden doğumuna yurtluk edecek olan Filistin uluslararası topraklar olarak statü verilmişti.
1916 Sykes-Picot Anlaşmasıyla da bu durum resmiyet kazandı. 1919’daki Versailles Galipler Konferansında Ortadoğu’nun geleceği konusunda aşağı yukarı bir anlaşma sağlanmıştı. Britanya, Irak ve Filistin’i yönetip Mısırı da denetleyecekti. Buna karşılık Fransa Suriye ve Lübnan’ı yönetecekti İtalya Trablusgarp’ı işgal etmişti. Osmanlı iki cephede birden savaşı kaldıracak güçte değildi Uşi anlaşması ile Trablusgarp, Bingazi ve adalar geçici olarak İtalyanlara bırakıldı. Savaş sonrası İtalyanlar adaları geri vermedi
Böylece Ortadoğu’nun bu devletleri Bir anlamda manda altına alınmış olacaklardı Aradaki anlaşmazlıkları da Cemiyet-i Akvam çözecekti.
Aradan 30 yıl geçmiş II. Dünya savaşı sonrası bu düzenleme daha bir detaylandırılmıştı. Özellikle İsrail Ortadoğu da seçkin bir ulus olarak sunuluyordu.
1937 tarihinde Winston Churchill Peel Araştırma Komisyonuna verdiği ifadede bütün çıplaklığı ile açıklıyordu.
“Yemlikteki köpeğin, orada uzun süreden beri çörekleniyor olsa da, yemlik üzerinde ilelebet hak sahibi olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir hakkı tanımam. Örneğin; Amerika’nın Kızılderililerine ya da Avustralya’nın siyah insanlarına büyük bir yanlışlık yapıldığını da kabul etmiyorum. Daha güçlü bir ırk, daha üstün bir ırk, dünyamıza daha layık bir ırk diyelim. geldi ve yerini aldı diye öteki insanlara karşı yanlış yapılmış olduğunu kabul etmem”
Churchill, Yahudilerin nasıl üstün bir ırk olduğunu ve Arap dünyasının ise yal yalayan bir köpek gibi değersiz olduğunu, bunların kendi ülkelerinde hak talep etmelerinin olamayacağını vurguluyordu.
Bu anlayış içerisinde Birleşmiş Milletler 29 Kasım 1947 de Filistin topraklarında önce İsrail ve Filistin Devleti olmak üzere iki devlet kurulmasını kararlaştırdı. Nisan 1948 de Der Yaşin’e saldıran Siyonistler 254 Filistinli Arap’ı katledip daha sonra da Kudüs şehrinin Kuzeyini işgal etti. 14 Mayıs 1948 yılında da İsrail devletinin kurulduğu ilan edilmişti. İsrail devletini ilk tanıyan kurulduğu günden beri Yahudilerin devletleşmesi hedefi olan ABD’ydi. Ama SSCB’de farklı bir yaklaşım içinde değildi ve en az ABD kadar İsrail devletinin kuruluşunu teşvik etti.
Kuşkusuz bu yaşananlara karşı Ortadoğu halkları hiçte sessiz kalmadılar.
Örneğin Arap Yarım adasında 1703 te doğmuş olan Muhammed bin Abdulvahab Osmanlı zulmüne ve yozlaşmasına karşı İslamiyet’e yeniden dönüş çağrıları yaparak Vahabilik Mezhebini oluşturuyordu.1902’lerde Vahabiliğin lideri konumundaki İbn_i Suud Arap yarım adasında Arap Milliyetçiliğinin temellerini atarak oldukça etkili olmuştu.
Yine Mısır’da Mısırlı bir öğretmen olan Hasan el- Banna(1906-1949) nın kurduğu (Cemiyet-ül İhvan Müslümin) Müslüman Kardeşler Örgütü önemi açısından ele alınmalıdır. Müslüman Kardeşler Örgütü Türkiye Cumhuriyetinin Hilafeti kaldırması ile bir tepki olarak Mısır’da 1924 ‘te kurulan bir örgüttür. Kuruluş Manifestosunda İslamiyet’in kuruluş yıllarına geri dönüşü önerip” Allah maksadımız, Peygamber liderimiz, Kuran anayasamız, Cihat yolumuz ve Allah yolunda ölmek en yüce ülkümüzdür” belirlemelerini yapıyordu. Hasan el-Banna daha sonra 12 Şubat 1949 tarihinde öldürüldü. Örgütün başına ünlü İslam bilginlerinden Seyit Kutup geldi. Müslüman Kardeşler Örgütü, bu güne kadar varlığını güçlendirerek devam ettirdi.
Mısır da bir diğer etkili olan çevre de Müslüman kardeşler örgütüne yakın olan Özgür Subaylar Örgütüydü. Bunlar Yahudilerin Filistin’de yaptıklarına karşı ordu içerisinde darbeci bir anlayışla gizli olarak örgütlendiler 25 Ocak 1952 yılında Mısır polisi ile İngiltere savaşa girişti. Bunun üzerine hükümet olağan üstü hal ilan edip İngiltere ile bağları kesti. Altı ay sonra da “Özgür Subaylar” iktidara el koydu
Bu sırada darbeciler içerisinde tek general olan Muhammed Nakib’in başkan olacağı düşünülüyordu. Bir Komployla Nakib görevden alındı. Üniversite Tarih profesörü Cemal Abdul Nasır lider oldu.
Mısır’da ise Nasır öncülüğünde ciddi anlamda bir bağımsızlık hareketi gelişti. O güne kadar Müslüman Kardeşler Örgütü’ne yakınlığı ile bilinen Abdul Nasır iktidar olunca Müslüman kardeşler Örgütü’ne tavır aldı. Bu örgütün ideologlarından Hasın el Banna’dan sonra örgütün lideri olan Seyid Kutub ile araları açıldı. Seyid Kutup Pan Arap birliğini savunuyordu Özellikle “Köşe Taşları” adlı eseri İslam-i Cihat örgütünün bu günde temel eğitim kitabı olarak okutulmaktadır. Nasır, Müslüman Kardeşler Örgütü’nü yasakladı. Bunun üzerine 23 Ekim 1954’de Nasır’a suikast düzenlediler. Nasır kurtuldu.
Nasır, Dünya çapında bağımsızlıkçı bir lider olarak tanınmaya başladı. Nasır, gerek sosyalist bloğa gerekse emperyalist bloğa karşı tarafsızlığı esas almıştı. 1955 yılında Bandung Konferansında Nehru, Mao ve Tito dan etkilenmiş ve bloksuzluk hareketinin liderlerinden biriydi.
Irak’ta ve Suriye’de ise Baas Partisi dış müdehalelere karşı etkili çabalar harcadı. ideolojik lideri 1910’da Şam’da doğmuş Yunanlı Ortadoks Hıristiyan kökenli Mişel Eflak’tı. (1910-1989) Mişel Paris’te okumuş Sosyalizmi bilen biriydi. Suriye’ye döndüğünde sosyalistlerle ilişki geliştirmişti fakat sosyalistlerin yerel özgürlük talebinden çok, SSCB’nin politikaları gereği savaş yıllarında sömürgecilere karşı mücadele etmeyişleri onu değişik bir arayışa itmişti. Mişel’in savaş sonrasında “Tek Arap Ulusu, Tek Arap Cumhuriyeti” fikirleri hızla yayıldı. 1942’de Baas Partisinin kuruluşu ile somutluk kazandı.
İran’da ise Şii kökenli bir örgüt Ortadoğu’ya damgasını vuruyordu. Ayetullah Mahmud Gaffari tarafından temeli atılan dini bir hareket olarak doğmuştur.1978-1979 yıllarında Humeyni’nin İran a iktidara gelmesiyle güç kazanan Hizbullah, 25 farklı örgütü de kendisinde buluşturdu. Bu gün liderliğini Seyit Abbas Musavi ‘nin ölümünden sonra Seyit Hasan Nasrallah yapmaktadır. Amacı tüm dünyada Şeriat düzenini kurmaktır. Hemen hemen tüm Ortadoğu ülkelerinde örgütlüdür.
Toprakları işgal edilen Filistin de bu gelişmelere seyirci kalmamıştır. Filistinliler de direnişlerini geliştirdiler I. Dünya savaşından beri değişik direniş örgütleri zaten oluşturulmuştu (El Cihad El mukaddes) Kutsal Savaş (Abdal El Auda) Dönüş Kahramanları kurulmuş ve mücadele etmekteydiler 1930’larda kurdukları (Fedanın Örgütü)
Fedai Örgütü ve (Fettah) Zafer Örgütleri bu katliama karşı savaştılar. Fakat güçlü bir engelleme gerçekleştiremediler.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 13-16 Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesi'nde temelleri atılan, Arap devletlerinin çabası ile kurulmuş bir örgüttür. Yaser Arafat, FKÖ’nün 1969 yılında yapılan kongresinde başkan seçildi. Gazze'nin İsrail tarafından işgali sırasında kurulan örgüt, önceleri basın yayın yoluyla mücadele ederken 1965'te silahlı eylem kararı almıştır. 1974 yılında BM Filistin halkının temsilcisi olarak FKÖ’yü resmen tanıdı. Arafat 1977'de Kahire'deki FKÖ toplantısında ilk kez örgütün İsrail'i bir devlet olarak tanıdığını açıkladı. 1978'de imzalanan Camp David anlaşmasında, Bu durum resmiyet kazandı.1993'te Bu süreçten sonrada gerek dünyada ki gerekse kendi halkının desteğini giderek yitirdi.
İşgal altındaki topraklarda 1981'den itibaren yeni bir hareket gelişmeye başladı. Şeyh Ahmet Yasin öncülüğünde gelişen " İslâmi Cihad Ailesi" hareketi 1984’te Gazze bölgesinde etkin oldu. 14 Aralık 1987 tarihinde, Filistin halkının baskıcı siyonist işgalciler karşısındaki cihadında yeni bir dönemin başladığı duyuruldu. Bu da intifada olarak adlandırılan kutsal halk hareketi dönemiydi. 1989'da başlatıldı. Bu kampanyada Hareketin kurucu önderi ve sembolü durumundaki Şeyh Ahmed Yâsin de tutuklandı. HAMAS, 1991 sonunda İzzettin Kassam Birlikleri adıyla askeri kanadını kurduğunu açıklamasıyla birlikte yeni bir tutum içine girdi.Bu gün Filistin İslami Direniş Hareketi( Hamas)’ın liderliğini Halid el meşal, Musa Ebu Merzuk, İbrahim Goşe, Muhammed Nezzal yapmaktadır.
Görüldüğü gibi Ortadoğu’da etkili olan iki İslami akım süreci büyük oranda belirlemişti. Bunlar Müslüman Kardeşler Örgütü ve devamı örgütler bir diğeri Şii hareketi olarak gelişen Hizbullah örgütü. Kuşkusuz Ortadoğuda Sosyalizme yakın hareketlerde yok değildi. Gerek Irak Kökenli Baas partisi gerekse İran Tudeh Partisi zaman zaman etkili olmuştu Ama dönemin sosyalist ana vatanı SSCB bu örgütlerden çok devletler üzerinden ilişki geliştirmeyi tercih etmişti.

Ortadoğu Süveyş’te El değiştirdi
 
Dünya da dengeler her gün yeniden değişmekte Ortadoğu bu dengelere bağlı olarak yeniden karılmaktadır. Örneğin II.Dünya savaşı sonrası İngiltere ve Fransa, güçten düşmüş bunun yerini ABD ve SSCB almıştır. 1956 ‘da Mısır SSCB’ye güvenerek Süveyş Kanalını Millileştirdi. Buna karşı İngiltere Fransa Karşı çıktı. İngiltere İsrail’e destek verip Mısır’a saldırmasını istedi İsrail Sina Yarımadası, Gazze Şeridi, Batı Şeriay’ı ve Golon Tepelerini işgal etti. İngiltere ve Fransa’da Kahire, İskenderiye ve İsmailiye’yi bombaladılar. ABD, II. Dünya savaşında büyük güç kaybına uğramış bu iki devletin birer süper güç gibi davranmalarını kendi çıkarlarına uygun bulmadı. Gizlice İsrail ile anlaştı. SSCB Mısırla anlaşınca İngiltere ve Fransa Ortadoğu’daki gücünü bu iki ülkeye kaptırmış oldu.

1967 İsrail Arap Savaşı

Arap dünyası 1956 yenilgisin asla hazmedemedi.1966 Şubatında Suriyede Baas Partinsin sol kanadı iktidara geldi Suriye İsrail sınırında olaylar başladı. Baasçılar Mısırı İsrail’e karşı uzlaşmacı olarak eleştirmeye başladı Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir "savunma" antlaşması imzalandı. Çatışmalar bir yandan İsrail Suriye diğer taraftan Ürdün İsrail arasında hızlandı.7 Nisan 1967 de İsrail uçakları Suriye’yi bombaladı.16 Mayıs1967 de Mısır, Sina ve Gazze’den BM gücünün çekilmesini istedi. Mısır askerleri buralara girdi. Akabe Körfezini kapattı. Ürdün’le anlaşma yaptı. ABD İsrail’in yanındaydı SSCB ise Mısır ve Suriye’den yana görünüyordu.5 Haziran 1967 İsrail uçakları, Mısır, Suriye ve Ürdün ,Irak hava alanlarını bombaladı. Bu ülkelere ağır kayıplar verdirdi. Mısır 8 Haziran'da İsrail ile ateş-kes yaptı. İsrail için 1967 savaşının en çetin cephesi Ürdün cephesi ve Batı Şeria cephesi olmuştur. 7 Haziran günü Nablus muharebesini kaybedip, şehir İsrail kuvvetlerinin eline geçince, İsrail bütün Batı Şeria'yı işgal etmiş oluyordu. Bu sebeple 7 Haziran akşamı Ürdün de İsrail ile ateş-kesi kabul etti. 8 Hazirandan itibaren Suriye cephesinde Golan tepelerinde muharebeler şiddetlendi. Suriyeliler de İsrail karşısında fazla dayanamadılar. İsrail kuvvetleri Golan tepelerini aldıktan sonra, Rusya araya girip ateşkes önerdi. İsrail ile Suriye arasında ateş-kes başladı. Altı Gün Savaşı böylece sona ermiş oluyordu. Savaşın sonu Araplar için tam bir hezimetti.

1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşı Arapların yenilgisi ile sonuçlanmıştı. İsrail Gazze’yi, Sina Yarım adası’nı, Şeria Nehri’nin batısını, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’ün elindeki Doğu Kudüs’ü işgal etmişti. Bu savaş sonucunda Filistinli gerillalar Ürdün’e geçmişti. Mısır, Suriye ve Irak İsrail savaşının zorluğunu görmüş, Filistinlilerin yurt sorunlarını gidermenin bir yolu olarak Ürdün’ün olabileceği kanısına varmıştı. Bu açıdan Filistin gerillalarının Kral Hüseyin’i devirmelerine yeşil ışık yakmaya başlamışlardı. Hatta bu amaçla Kral Hüseyin’e iki kez suikast de düzenlemiş ama başarılı olamamışlardı.
7 Haziran 1970 tarihinde Ürdün’deki Zerka Mülteci Kampında, Filistinlilerle Ürdün askerleri arasında çatışmalar çıkmaya başladı. George Habbash’ın Marksist-Leninist Filistin Kurtuluşu İçin Halk Cephesi Amman’a saldırdı. Bunun üzerine El Fetih ve Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yasser Arafat arabulucu oldu. Habbaş buna itiraz etti. Ancak daha sonra Arafat’a karşı gelemedi. Bu durum Lübnan’da Arafat ve Kral Hüseyin otoritesinin birlikte oluşmasını getirdi. Bu durumda Filistinli gerilla örgütleri birleşti, Filistinliler de artık Ürdün‘de bir güçtü.
1970’te bir anlaşma yapıldı Filistin gerillaları bir anlamda özerklik elde ettiler. Daha sonra da çatışmalar sürdü. Bunun üzerine Kral Hüseyin İngiltere ve ABD’den yardım istedi. Amerika Adana’daki İncirlik üslerinden kaldırdığı uçaklarla, Ürdün’e müdahale etti. Buna karşılık Rusya da Suriye aracılığı ile Ürdün’e müdahalede bulundu Ancak daha sonra anlaşma sağlandı. Bu dengeler gözetildiğinde Ürdün Ortadoğu da bir kilit bölge ve bir Arap devleti olmakla birlikte ABD’nin Ortadoğu bölgesinde önem verdiği bir üssü konumuna gelmiş oldu.

1973 Arap- İsrail Savaşı
 
Ortadoğu’1967 deki yenilgide kaybettiklerini geri istiyordu.6 Ekim 1973'de başlayan bu savaşa, Müslüman dünyasının Ramazan ayına rastlaması dolayısıyla Ramazan Savaşı ve İsraillilerin çok kutsal bir ayı olan Yom Kippur'a rastlaması dolayısıyla, Yom Kippur Savaşı adı verilmiştir. Fakat esas itibariyle Yom Kippur Savaşı diye adlandırılmaktadır.
Mısır, SSCB’den silah istedi bir yandan da Süveyş kanalındaki İsrail mevzilerini 1969 ‘da bombalamaya başladı. İsrail’de buna uçaklarıyla cevap veriyordu 1970’te Nasır öldü. Enver Sedat başa geçti ABD araya girip, Mısır ve İsrail arasında ateşkes yapıldı. Aynı tarihlerde Suriye’de de Hafız Esat yönetime geldi. Enver Sedat İsrail’den El ariş’ten çekilmesini istedi. ,İsrail çekilmeyince savaş yine gündeme geldi. Bu sırada ABD ve SSCB arasında yumuşama politikaları başlamıştı. SSCB Mısıra vaat ettiği silahları vermedi. Oda SSCB uzmanlarını Mısır’dan uzaklaştırdı. Ancak SSCB Mısır’ı kaybetmeyi göze alamadı. Silah vermeyi vaad etti. Mısır, Suriye ve Ürdün aralarında anlaşıp, Savaşın sadece Sina ve Suriye (yani Golan) cephesinde yapılması kararlaştırıldı. 6 Ekim 1973 günü Mısır ve Suriye kuvvetleri aniden İsrail'e karşı saldırıya geçtiler. Suriye Golan tepelerini geri aldı. Ancak İsrail, Golan tepelerini geri almayı başardı. Mısır Sina cephesinde önce başarılı oldu. Ancak İsrail ile yenişemiyordu iki tarafta zayiat vermeye başlamıştı. 22 Ekim 1973 İsrail Mısır arasında Ateşkes yapıldı. Ancak taraflar ateşkesi dinlememişti, çatışmalar devam etti. Bu dönemde ABD ve SSCB dolaylı olarak savaşa katıldı savaş tehlikeli bir hal aldı. Daha sonra sınır bölgelerine Birleşmiş Milletler gücünün görevlendirilmesi ile 25 Ekim 1973 anlaşma yapıldı. Böylece Arap-İsrail savaşı bir kez daha sonlandırılmış oldu.
Savaş Ortadoğu ülkelerini hayli yıpratmıştı. Bu açıdan endüstrinin temel ham maddelerinden olan petrolde ambargo kararı almak oldukça zorlaşmıştı. Zira bu ülkelerin tek geliri denilebilir ki petroldü Onda da üretimi durdurmak gerçekten bu devletlerin ekonomik iflası demekti. Dünya gelişmiş ve sanayileşmiş ülkeleri açısından da petrol kuyularını imha edebilecek bir savaş ölüm demekti. Artık savaş kararı almanın koşulları ortadan kalkmıştı.
Ama petrol üreten ülkeler mücadelelerine başka bir yoldan devam ettiler Fiyatları arttırma. 1973 Ocak ayında varili 2.59 Dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekim’inde 5 Kasım 1974 Ocak ayında 11. 65 Dolara çıktı. Fiyatlar bir yıl içerisinde 4 katına çıkarıldı. Bu Petrol fiyat artışları bile dünya çapında sanayileşmiş ülkelerin belini bükmeye yetti.
Dünyadaki Kapitalizmin genel bunalımı şimdi “Petrol Bunalımı “ olarak tanımlanıyordu. Petrol Avrupa ve Japonya’yı derinden sarsmıştı O güne kadar Ortadoğuda ki çatışmalara hep yerli halkın karşısından bakanlar şimdi daha ılımlı bakmaya başlamışlardı. Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı 6 Kasım 1973 ‘de yayınladığı bir bildiride Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini “kuvvet yoluyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrail’in 1967 de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla birlikte her devletin egemenlik ve toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığı ile ‘güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde’ barış içinde bir arada yaşama hakkına saygı gösterilmesi gerektiğini” ilan ettiler. İngiltere ise başta İsrail olmak üzere Ortadoğu’ya silah ambargosu kararı aldı. Her türlü varlığını ekonomik kalkınmaya bağlamış Japonya ise İsrail’e çok daha sert bir tavır aldı. Amerika ise petrol ambargosuna karşı tedbirlerini almaya başlamıştı. Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OECD) çerçevesinde 1974’te Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç’in katılımıyla Milletler arası Enerji Ajansı’nı kurdurdu.
Petrol Birçok Avrupa devletinde Arap dünyasının önemini artırmıştı. O halde Ortadoğu yeni çatışmaların merkezi olmaya devam edecekti. Dünyanın paylaşamadığı petrol Ortadoğu’nun da huzur bulmasını engelleyecekti. Kuşkusuz Ortadoğu’nun çatışmaların merkezinde olması sadece ekonomik veya petrol sorunu değildi. Dünyanın küreselleşme eğiliminin başladığı ve devletlerden çok farklı kültürlerin önem kazandığı bir süreçte kültür çatışmalarından da kaynaklanıyordu. Dünya sosyalisti ile kapitalisti ile bir yaşam kültüründe buluşmuş, ama Ortadoğu kültürü hala evrensel maddi değerlere dayalı dünya kültürüne meydan okuyordu. Dünyanın Batı değerlerinde buluşturulması Ortadoğu çıkmazını da yoğun müdahalelere açıyordu.
Dinlerin ve kültürlerin çıkış ve gelişim merkezi Ortadoğu da her geçen gün giderek gelişen İslamî akımlar Amerikan politikasının ilgi odağı olmaya başlamıştı. Gücünü ve etkinliğini Ortadoğu’da giderek yitiren Reel sosyalizmin yerini şimdi yeni bir güç almaktaydı. İslam’i akımlar...
Tarih Beyrut’u adeta kasırganın ortasında yaratmıştı. Farklı inançlar, farklı mezhepler, farklı kültürler ve farklı etkilenmeler Lübnan’ı dünya güçlerinin entrika merkezi yapmıştı. Ortadoğu’da yapılacak her girişim önce Beyrut’a ayak basardı. Ama şimdi yerinden yurdundan edilen Filistinliler Lübnan ‘da da mülteci konumundaydılar. Her farklılık ise kendi milislerini yaratmış ve küçük odacıklar oluşturmuştu. Kemal Canbulat’ın Dürzi’lere dayanan İlerici Sosyalist Partisi, Nasırcı Sosyalistler, Suriyeci ve Irakçı Baasçılar, Suriye Halkçı Partisi, Lübnan Komünist Partisi, solcu gurupları oluşturuyorlardı ve çoğunluk Müslümanlara dayanıyordu. Yine ılımlı Müslümanlardan Raşid Keramiye bağlı Arap Kurtuluş partisi, Saip Salam’a bağlı Reformun öncüleri Kemal Esat’a bağlı Sosyal Demokrat Parti, Suriye taraftarı Alevi Gençlik Teşkilatı. Sağ kesimde ise Hıristiyanlara dayanan Pierre Cemayel’in sağcı Falanjist Partisi ve Comille Chamoun’un Milli Liberal Partisi yer almaktaydı.
Lübnan ordusu ise ağırlıklı olarak Maruni Hıristiyanlara dayanıyordu. Ordunun aşağı kademelerinde ise Şiiler vardı. Fransızlardan bu yana Lübnan’da başbakanlık Hıristiyan Marunilere, Meclis Başkanlığı ise Sünni Müslümanlara veriliyordu. Yetkiler bir anlamda mezheplerin ve farklılıkların gücüne göre dağılıyordu. 1975 Şubatında balık avı izninin Hıristiyan şirketine verilmesi sonucu Sidon şehrinde Müslüman- Hıristiyan çatışması baş gösterdi. Filistinli 300. 000 mülteci Müslümanları desteklerken Sağcı falanjistler Filistinlilere saldırdı. Çatışmalar dört ay sürdü. Çatışmalarda 2300 kişi öldü. Suriye FKÖ ‘nü desteklemek amacıyla Lübnan’a asker gönderdi. Mısır ve Irak karşı çıktı. Ancak yapılan bölge ülkeleri toplantıları ile Suriyeli güçler Arap Barış Gücü adı altında Lübnan’da arabulucu olmaya başladı. Bu durum Lübnan’da Filistin gerilla güçlerinin etkinliğini arttırdı. Böylece İsrail’e karşı Filistin güçlü bir üs daha edinmiş oldu. Ancak Bu durum Arap ülkeleri arasında özellikle Mısır üzerinde giderek içe dönmeyi getirmeye başladı.
Bu arada ABD ‘nin “Mekik Diplomasisi” devam ediyordu 18 Ocak 1974’te Mısır-İsrail arasında yapılan Sina Anlaşması ABD ‘nin Arap dünyasında yeniden rol alabilecek bir konuma yükseldiğini kanıtlıyordu. 31 Mayıs 1974 Suriye-İsrail anlaşması yapıldı. Ardından da Nixon, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün, ve İsrail’i ziyaret etti. Bu ziyaret özellikle SSCB den soğumuş olan Mısır üzerinde etkili oldu. Enver Sedat, 29 Mart 1975’te Batı Almanya, Fransa, İtalya, Yogoslavya ve Avusturya’yı ziyaret etti. Mısır’ın batıya yaklaşımı Libya ile ilişkilerinin bozulmasına yol açtı. Mısır, Libya’nın arkasındaki SSCB’nin dolaylı desteğini gördü. 14 Mart 1976 günü Mısır-Sovyet dostluk ve işbirliği anlaşmasını feshetti. Karşılıklı olarak sınırlara asker gönderildi. 1977’lere kadar süren gerginlik savaşa yol açtı. 17 Temmuz da taraflar tank ve uçakları ile çatıştılar Diğer ülkeler araya girdi ve ateşkes sağlandı.
Görüldüğü gibi Mısır, hızla Arap dünyasından uzaklaşıyordu. Nitekim 19-21 Kasım 1977 tarihinde Enver Sedat İsrail’i ziyaret etti İsrail Parlamentosundaki yaptığı konuşmada Barış istediğini belirtti. Mısır’ın İsrail Devletini tanıması tüm Arap dünyasını karşısına almasına yol açtı. Mısır yönünü artık iyice ABD ‘ye dönmüştü 5-17 Eylül 1978 tarihinde Camp David’de ABD tanıklığında Mısır- İsrail Anlaşması yapıldı. Arap dünyası yeniden bölünmüştü. İsrail artık Ortadoğu da Mısır tarafından meşruiyeti kabul edilmiş bir devletti.
Arapların ABD ‘ye tepkisi Rusya tarafından iyi değerlendirilmiş, başta Suriye olmak üzere Arap dünyasında gerileyen prestijini sağlamlaştırmıştı. Irak ve Suriye yeni bir birlik kurmak üzereyken Irak’ta Hasan El- Bekr devrilmiş Saddam Hüseyin başa geçmiş, birlik gerçekleşmeden yarım kalmıştı. Kısaca üçüncü dünyacı yaklaşım artık son bulmuş, Ortadoğu yeniden büyük devletlere sığınmak zorunda bırakılmıştı. 

İran - Irak Savaşları
 
Kuşkusuz Ortadoğu sadece bir Arap dünyası değildi. Bölgede İran Tarihin derinliklerinden beri önemli bir konum arz ediyordu.1941 yılından beri İran’ı tam bir diktatörlük altında yöneten Şah Muhammed Rıza Pehlevi Amerika’nın bölgedeki kalkanı görevini üslenmişti.
Uzun yıllar Osmanlı toprakları sayılan bu bölgede öncelikle 1638 yılında Kasr-ı Şirin Anlaşması ile İran sınırı belirlenmişti. Irak ise1916 Sykes- Picot anlaşması ile çizilmiş II.Dünya savaşı sonrası da bir devlet olarak konumlanmış, İngiliz egemenliğine geçmişti. Ortadoğu da çizilen ve hiç bir meşruiyeti olmayan bu sınırlar, her dönem komşu ülkeler arasında sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Özellikle İran, Irak, Suriye, Türkiye ve Rusya sınırları Kürtlerin, insanlığın ortaya çıkışından beri yaşadıkları bölgelerdi. Sınırlar çizilirken Kürt varlığı dikkate alınmamış, aksine Kürtler, devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerde kullanılmış, bazen bu bölgenin Kürtlere ait olduğu ileri sürülerek devletler bir birlerinin sınırlarını reddetmiş ardından da Kürt varlığı reddedilmişti.
. 1958 ‘de Irak’ta krallığın devrilmesinden sonra oluşan Irak’ta Sovyetlerin etkisi arttı. 1946 Muhabbat Kürt cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra Barzan aşireti daha fazla öne çıktı
Molla Mustafa Barzani Başkanlığında 1960 yılında Partiya Demokrasiya Kurdistan (PDK) Türkçe İsmiyle Kürdistan Demokrat Partisi(KDP) kurulmuştur. 10 Şubat 1964 ‘te Abdüsselam Arif geçici bir anayasa ile Kürtlere bir anlamda otonomi verileceğini kabul etmiştir. Ancak Anayasa yapıldığında otonomi söz konusu değildir. Mala Mustafa Barzani bu anayasayı kabul etmemiş, ancak yeni bir çatışmaya girmeyi de uygun bulmamıştır. Talabani ise Irak yönetimine karşı savaşılmasını istemiştir. Bu durum da KDP içinde Barzani ile Talabani arasındaki çelişki biraz daha derinleşmiştir.1964 ‘te yapılan KDP Kongresinde Talabani taraftarlarının Barzani’ye dönük eleştirileri sonrasında Talabani –Barzani ilişkileri kopmuş, Barzani Talabani’nin Mahvut’taki karargahını basmıştır. Talabani İran’a sığınmıştır. KDP artık fiilen ikiye bölünmüştür. Bunu fırsat bilen Irak ordusu Barzani’nin güçlerine saldırmış, Barzani dağlara sığınmak zorunda kalmıştır.
Talabani, Barzani’nin uzaklaşması ile birlikte Irak’la anlaşmış, Irak’ın Barzani’yi tasfiye etme çabalarına destek olmuştur. Talabani’nin bu davranışını gören Barzani, Talabani hakkında tutuklama kararı çıkartmış, Talabani tekrar İran’a kaçmak zorunda kalmıştır.
1966 yılında Abdüsselam Arif ölmüş yerine kardeşi Abdurrahman Arif geçmiştir. Irak, Barzani üzerindeki baskısını artırmıştır. Ancak Barzani de İran ve İsrail’le ilişkiler geliştirmeye başlamıştır. Barzani giderek güçlenmektedir. Irak’ta Baas Partisi muhalefeti de iktidarı sıkıştırmaya başlamıştır. Bu koşullarda Talabani tekrar Irak yönetimi ile ilişkiye geçmiş 29 Haziran 1966 ‘da bir anlamda otonomi de sayılabilecek bir anlaşma hazırlanmıştır. Bu anlaşmayı Barzani de kabul etmiştir.
1968 de Irak’ta iktidara gelen Sosyalist Baas Partisi ve Saddam Hüseyin Takriti, Talabani ile anlaşıp Barzani’in üzerine yürüdü. Fakat fazla başarı elde edemedi. Bunun üzerine Saddam ve Barzani ile 11 Mart 1970 tarihinde özerklik anlaşması yaptılar.
Aradan dört yıl geçmesine rağmen Kürt özerkliği konusunda anlaşmanın uygulamaya konulmadığını gören Kürtler tepkilerini göstermeye başlayınca Saddam 1974 yılında yeniden Kürtlere saldırmaya başladı. Barzani Irak’a karşı İran’la ilişkilerini iyileştirip İran’dan yardım aldı.
Irak her gün biraz daha SSCB’ye yaklaşıyordu. Irak’ın Sovyetler Birliği ile ilişkilere girmesi, Amerikanın kabul edebileceği bir şey değildi. Derhal Amerikancı İran rejimi harekete geçirildi. Zaten İran ile Irak arasında çelişki ve anlaşmazlıklar da mevcuttu. Yıllardır süren Şat-ül Arap suyolu anlaşmazlığı İran’ı Iraklı Kürtlere yaklaştırmıştır. Kürtlerle Saddam’ın arasının açılması İran için bulunmaz bir fırsattı. İran ve Irak bir bakıma bir birleri ile Kürtler üzerinden savaşıyordu. Daha doğrusu bu savaş iki devlet arasında ilan edilmemiş bir savaşı, Kürt bölgelerinde Kürt ölüleri üzerinden yapıyordu.
Bu çatışmaların Arap- İsrail savaşı döneminde gerçekleşmesi dikkate alındığında Kürtlerin Irak’la çatışması, petrol savaşının arifesinde ABD ve İsrail’in de işine gelmektedir. Böylece Kürt sorunu nedeniyle Arap dünyasının en az bir kısmı savaşın dışında, kendi derdine düşmüştür. İsrail bu durumdan yararlanmıştır. 1975 yılı 6 Mart’ında Cezayir ‘de OPEC toplantısında Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen’in aracılığı ile İran –Irak arasında anlaşmazlık giderilmiş, Şat-ül Arap sınırı yeniden düzenlenmiştir. Kürt coğrafyasındaki büyük güçler aralarında anlaşmış, yine olan olmuş Kürtler ağır darbeler yemiştir. Saddam, Kürtlere intikamcı bir ruhla saldırmıştır. Türkiye Kürtlere sınır kapısını kapatınca Saddam, Barzan aşiretine bağlı 250 000 kürdü Irak’ın güneyine sürmüştür.
Bu ağır darbeden sonra KDP’de yeniden iç çelişkiler derinleşmiş, KDP dağılmaya başlamıştır. Bu yenilgiyi Barzani’nin politikası sonucu olarak değerlendiren Celal Talabani 1 Haziran 1975 ‘te Suriye’nin de desteği ile Şam’da Yekitiya Niştimane Kurdistan (YNK) “Kürdistan Yurtseverler Birliğini (KYB)” kurmuştur. 1979 yılında Molla Mustafa Barzani ölünce Genel Başkanlığa Molla Mustafa Barzani’nin oğlu Mesut Barzani getirilmiştir. Parti Genel Sekreteri olan Sami Abdurrahman ve Mahmut Osman KDP ‘den ayrılarak kendi partilerini kurmuşlardır. 

İran'da Şah Mat
 
İran Şahı Rıza Pehlevi artık çokta rahat değildir. İran ‘da da askeri ve sivil bürokrasi esas güçtü. Köyler ise daha ziyade mollalar ve Ayetullahların etkisindeydi. Şah Rıza Pehlevi, giderek güçlenen Ayetullahların etkisini kırmak için ülkede toprak reformu kararı aldı. . Toprak reformu bu kesimlerin tepkisini çekmiş merkezi devlet ile bu kesimler arasında çelişkilerin derinleşmesine yol açmıştı.
Bu durum Müslüman ve Şii halkın tepkisini çekmekteydi. Sanayileşme kentleşmeyi de beraberinde getiriyor, köy geriliyordu. Şehirlerde gelir dağılımındaki eşitsizlik ve büyük orandaki işsizlik her geçen gün artmaktaydı. Tüketime ve dışa bağımlı sanayinin gelişmesi tarımı öldürmeye başlamıştı. Bir tarım ülkesi olan İran artık tarım ürünleri ithal eder hale gelmişti. Enflasyon her geçen gün artıyordu
. Sol akımlar Tudeh Partisi, İlerici-İslamcı Mücahidin-i Hak, Marksist-Leninist Fedayin-i Halk örgütleri eylemlere başlamıştı. Şahın yetkilerinin sınırlandırılmasını isteyen birçok reformcu hareket de kendisini örgütlemeye başladı. Liderliğini Dr. Kerim Sonjabi ve Şahbur Bahtiyar’ın yaptığı Milli Cephe ülkede önemli bir muhalif güç olmuştu.
Sağ fundamantalist cephede de durum farklı değildi. Liderliğini Ayetullah Ruhullah Humeyni ile Ayetullah Said Kasım Şeriatmedari’nin yaptığı bu kesimler özellikle şehirlere gelmiş ama bir türlü uyum sağlayamamış küçük esnaf ve işsiz kesimden oluşuyordu.
İran gerçektende tam bir polis devletiydi. Ordu en modern silahlarla donatılmışken İstihbarat örgütü SAVAK muhaliflere göz açtırmıyordu. 1978 ‘de Irak’ta yönetim değişince 1963’ten beri Irak’ta sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni Fransa’ya gönderildi. Taraftarlarını artık buradan yönetiyordu.
1978 yılında Kum şehrinde başlayan kısa zamanda birçok şehri etkisi altına alan halk ayaklanması ve Tudeh’in başlattığı işçi grevlerinde 2000 kişi öldü. Grevler, petrol gelirlerini oldukça düşürmüştü. Bir çok şehirde sıkı yönetim ilan edildi.
Başbakanlığa önce Cafer Şerif İmami getirildi. Ancak çatışmalar durmadı. Bunun üzerine Milli Cephe lideri Şahbur Bahtiyar Hükümeti kurdu. Bu hükümet bazı özgürlükleri ve hakları tanıdı. 16 Ocak 1979 da Şah Rıza geçici bir süre için ülkeden ayrıldı. 9 kişilik bir Niyabet Konseyi oluşturuldu.
Humeyni, Şahbur Bahtiyar Hükümetini ve konseyi tanımadı. 13 Ocak’ta İslam Devrim Konseyini ilan etti. 1 Şubat’ta da Paris’ten Tahran’a geldi. Humeyni’ye bağlı Devrim Muhafızları artık ordunun yerini almıştı. 31 Mart 1979’da referandum yapıldı. Halkın % 99’u İran İslam Cumhuriyeti’ni onayladı. 1980’de de Humeyni’nin yakını Bani Sadr, Cumhurbaşkanı seçildi. Yapılan seçimlerde de gerek sosyalist Tudeh gerekse diğer devrim güçleri Cumhuriyetçi İslam Partisi’ni destekledi. Büyük bir oy gücü ile seçimleri kazandı. Meclis Başkanlığına Muhammed Ali Recai seçildi.
Kısa süre sonra Bani Sadr ve Recai arasında çatışmalar başladı. Böylece iktidar için ittifak etmiş güçler şimdi çatışıyor ve güçlü olan diğerlerini tasfiye ediyordu. Bu sırada Kürtler gerek şah döneminde şahın, gerekse Humeyni’nin kararnamelerini tanımıyorlardı. Ama yine kendi aralarında bölünmüşlerdi. Abdurrahman Kasımlo önderliğindeki İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) Sünni Kürtlerin desteğini alırken, Şii Kürtler Şeyh İzzettin Hüseyni’yi desteklemişlerdi. Bani Sadr 14 Mayıs 1980 tarihinde Kürtlere Muhtariyet verileceğini ilan etmişti. Ancak İran – Irak savaşı çıkınca bu açıklamalar geçerlilik taşımadı. Kürtler yine kendilerinden güçlü devletlerin müdahalesine takılmışlardı.
İran’da Etnik ayrılıklar kuşkusuz sadece Kürtlerden ibaret değildi. Azeri Türkmenler, Lider Ayetullah Şeriatmedari öncülüğünde Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisini kurmuşlardı. Bunlar 1979 referandumunu boykot ettiler. Bunun üzerine Humeyni ile çatışmalar başladı 1982 ‘de Parti kapatıldı Şeriatmedari daha sonra Humeyni ile uzlaştı. Beluciler de bu etnik ayrılma arayışları temelinde ayaklanmalar gerçekleştirdilerse de başarılı olamadılar.
O güne kadar Şaha karşı mücadele etmiş Kürtler ve sosyalistler şimdi tasfiye ediliyordu. İdamlar bir birini izledi 5000 civarında kişi idam edildi.
İran İslam devrimi 20. yüzyıl da, herkesin batı değerlerine yöneldiği bir ortamda şimdi radikal İslam’ın bayrağını eline geçirmiş Tüm Arap âleminde Müslümanların şeriat özleminin gerçekleşebileceğini göstermişti. Bununla da yetinmemiş dünyanın en güçlü ülkesi Amerika’nın ileri karakolu durumunda olan Şahlık rejimini ve onun güçlü ve modernize olmuş ordusunu yıkmıştı. Bu durum Amerika için hazmedilmesi oldukça zor bir durumdu.
1980 li yıllara gelindiğinde körfez giderek ısınmaktadır. İran düne kadar Ortadoğu’da ABD’nin jandarmalığını yaparken şimdi mollalar, Şahlık rejimini hiçte umulmadık bir zamanda yıkmış, ABD Ortadoğu da zor durumda kalmıştı. ABD -Türkiye ilişkileri Kıbrıs meselesinden dolayı uygulanan ambargo ile kısmen yıpranmıştı. Oysa şimdi Türkiye vazgeçilemez bir stratejik üstünlük elde etmişti. Nitekim ABD Devlet Başkanı Jimmy Carter, 23 ocak 1980’de “Carter Doktrini” olarak bilinen bildiriyi kongreye sunuyordu.
“Körfez bölgesi ABD’nin yaşamsal çıkar alanıdır... Bir güç tarafından Basra körfezi bölgesinin denetimini ele geçirmeye yönelik her hangi bir girişim Birleşik Devletlerin yaşamsal çıkarlarına karşı bir saldırı olarak görülecek ve böyle bir tecavüz, askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her araç kullanılarak geri püskürtülecektir. ” Bu Proje kapsamın da Türkiye’de 12 Eylül 1980’de askeri darbe yapılıp Türkiye ABD açısından sağlama alınmıştı.
Dünyanın kalbi daha öncede belirttiğimiz gibi Ortadoğu’da atıyordu. Bir yandan giderek önem kazanan petrol sorunu, diğer yandan 1979 Şubat’ında İran’da yaşanan İslam Devrimi ve dünyadaki kültürel çatışmanın önem kazanması Körfezi adeta bir barut fıçısı haline getirmişti. Humeyni Ortadoğu’daki Şiileri de cihada çağırmış, Irak‘taki Ayetullah Muhammed Bekr El Sadr’a bağlı bir kısım Şii Humeyni'yi desteklediklerini açıklamıştı. Irak derhal Bekr El Sadr’ı tutuklamış, buna karşı gelen Şiiler Necf ‘te “İslam Kurtuluş Hareketi” adlı bir Şii örgüt kurarak Humeyni ile ilişki kurmuşlardı.
Irak, İran’daki bu rejimin daha kuruluş aşamasında yıkılmasından yanaydı. Oysa SSCB hemen yanı başında ABD’nin bir ileri karakolunun yıkılmasından mutludur. Ve İran’a tavır alınmasını kendi çıkarlarına uygun bulmamaktadır. Bu durumda Saddam’ın Sosyalist Baas Partisi kıblesini artık ABD ‘ye dönmüştür.
Saddam Hüseyin 17 Eylül 1980 günü Milli Mecliste önceki dönemde yapılmış Cezayir Anlaşmasını fes ettiğini açıklamıştı. Bütün bu gerginlikler yaşanırken KDP ve Irak arasındaki çatışmalar alabildiğine sürmektedir. İran ‘da ise Kürtler bir ölçüde Humeyni’nin Kürt talepleri doğrultusundaki vaatlerini yerine getirmesini beklemektedir. Kürtler İran‘daki iktidar değişimi sırasında doğan boşluktan da yararlanarak Irak sınırlarına yakın İran topraklarına sığınmışlardır. Irak bu bölgelerdeki Kürt ayaklanmalarını bastırabilmek için Türkiye ‘ye ihtiyaç duymaktadır 4 Haziran 1979 ‘da Türkiye ile bir anlaşma yapmıştır. İran ile Kürtler aleyhine bir anlaşma yapma koşulları yoktur. Bu nedenle Kürtlerin sığındıkları İran sınır bölgesi olan Sanandaj bölgesine uçaklarla bir bombardıman gerçekleştirdi. Bu çatışmalar daha sonra İran askerleri ile Bağdat ordusunun çatışmasına yol açtı.
Saddam Irak içinden de ciddi bir muhalefetle karşı karşıya kalmıştı. Şii‘lerin kurduğu “Dava Partisi” Saddam’a muhalefet ediyordu. Bu partiye yakın olan Iraklı “Mücahiddin Gurubu” sabotaj eylemleri düzenlemekteydi. Bu saldırılar Saddam’ın gücünü zayıflatmaktaydı.
İran ‘da da sorunlar ve çelişkiler bitmemişti. Özellikle Kuzistan Bölgesindeki Araplar Humeyni’den muhtariyet istediler. Humeyni, Kuzistan Bölgesi Araplarının lideri olan Şeyh Muhammed Tahir’in isteklerini kabul etmedi. Humeyni’nin Devrim Muhafızları(Pastaran) ile Hürremşehir’de kanlı çarpışmalar yaşandı. Irak, Kuzistan Bölgesi Araplarına silah desteği sağlıyordu. Şat-ül Arap sınırındaki bu çatışmalar savaş çıkana kadar da devam etti.
Saldırılar yoğunlaşıp savaş belirmeye başlayınca Irak Kürtleri, kendi aralarında birleşmeye başladılar. 12 Kasım1980 tarihinde KDP dışındaki Guruplar (KYB, Kürdistan Demokratik Halk Partisi, ve bazı Arap gurupları) Milli-Yurtsever Demokrasi Cephesini Kurdular. Görüldüğü gibi bu birlikte de yine Talabani çevresinde bir birlikti. Yine rakip aşiretler birleşememişti. 28 Kasım’da da KDP, Irak Sosyalist Partisi Kürdistan Bölümü, ittifak yaparak ikinci bir cephe örgütü kurdular. (Irak Milli Demokratik Cephesi)
22 Eylül 1980 Tarihinde Irak orduları İran toprakları olan Kasr-ı şirin, Mehram, Susangerd, Ahvaz ve Hürremşehir ‘e saldırdı. Artık İran –Irak Savaşı resmen başlamıştı. Irak Yıldırım Harekatı ile bu bölgeleri yani 700 km’ lik bir alanı işgal etmişti. Ama Saddam’ın sevinci uzun sürmedi. İran birlikleri 1982 de bütün bu yerlerden Irak askerlerini püskürtmeyi başardı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 12 Temmuz 1982 tarihinde taraflara ateşkes çağrısı yaptı. Bu çağrısını Ekim ayında bir kez daha yeniledi. Bu arada Türkiye Başbakanı Bülent Ulusu, Küba Devlet Başkanı Fidel Kastro ve FKF Başkanı Yaser Arafat barış girişiminde bulundularsa da başarılı olamadılar. İran 1983 te Basra’yı ele geçirmeye çalıştı fakat başarılı olamadı.
“bütün bu yerlerden Irak askerlerini püskürtmeyi başardı.
Savaş, özellikle dünyanın bir numaralı sorunu olan petrolü vuruyordu. Her gün petrol alanları bombalanıyordu. Gerek İran, gerekse Irak’ta petrol üretimi yarı yarıya düşmüştü.
Savaş süresince her ne kadar ABD ve SSCB tarafsız olduklarını ilan etseler de ABD Saddam’ın arkasındaydı. Körfez ülkeleri her iki ülkeye de açıktan taraf olmak istemiyorlardı. 26 Mayıs 1981 yılında 6 Körfez ülkesi (Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Umman, Katar, ve Suudi Arabistan) birleşerek Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurmuşlardı. Ama Suriye, Libya ve SudiArabistan Irak’a açıktan destek veriyordu. Hatta 1982 ‘de Suudi Arabistan Irak gerilediğinde, İran’a savaşı durdurmak için 50 milyar dolar vermeyi dahi önermişti. Filistin Kurtuluş Örgütü ise İran’ı destekliyordu. Savaş bütün girişimlere rağmen sonlandırılamıyordu. Savaş tam 8 yıl sürdü. 

Yeni Kürt Hareketi PKK
 
Bu dönemde 1978’de Lice’nin Fis Köyünde Türkiye sınırlarında Yeni bir Kürt sosyalist hareketi kuruluyordu. Başkanlığını Abdullah Öcalan’nın yaptığı (PKK) Partiya Karkeru Kürdistan(Kürdistan İşçi Partisi) Geleneksel Kürt hareketlerine hiç benzemiyordu. Aşiretçi veya mezhepsel farklılıklara dayalı kurulmamıştı Sosyalizmi kendine rehber edinmiş, Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan Mücadelesi vermeye başlamıştı. Türkiye’de darbe öncesi Suriye’de kendisini konumlandırmış Irakta ‘da giderek etkili olamaya başlamıştı. İran-Irak-Türkiye sınır üçlüsünde giderek güçlenmektedir Lolan Kampı adeta Türkiye’ye atlama tahtası halindedir. 20-25 Ağustos1982 tarihinde yapılan II. Kongre sonrasında PKK Türkiye’ye bazı kadrolarını ön hazırlık ve örgütlenme için göndermiştir. PKK fiilen yeniden Türkiye sınırlarından içeri girmiş, örgütlenme ve lojistik yaratma çalışmaları yapmaktadır.
Bu anlayış içerisinde Suriye’nin resmi olmamakla birlikte yerleşmesine izin verdiği PKK, Suriye İstihbaratının yardımları ile Suriye’ye karşı faaliyette bulunmamak koşulu ile Suriye’de konumlanmaya başlamıştır. Buradan
Türkiye, PKK’yi yakın takibe almıştır. Türkiye, Irak’la 1983 yılında “Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşmasını” imzalamış sınır dışı 10 Km. operasyon gerçekleştirme iznini koparmıştır. 1983 Nevrozu öncesinde Türkiye PKK’nin güçlü bir çıkış yapacağı istihbaratını almış bu nedenle 25 Nisan 1983 ‘te Türk silahlı Kuvvetleri Irak sınırlarında PKK ye karşı ilk sınır dışı operasyonunu gerçekleştirmişse de fazla bir başarı elde edememiştir.
PKK, Haziran 1984 ‘te “Hezên Rızgariya Kürdistan”(HRK Kürdistan Kurtuluş Birliği) kurmuştur. Eruh, Şemdinli ve Çatak jandarma karakolları hedeftedir. PKK tarafından ”1984 15 Ağustos Atılımı” olarak değerlendirilen karakol baskınları Çatak dışında gerçekleştirilir.
Bu baskınlar sonuçlarını verir. Olay Türkiye’de büyük bir şok yaratmıştır. Bu çalışmalar PKK’ye Kürtler arasında ilgiyi arttırmıştır. PKK hızla kitleselleşmektedir
Siyasal çalışmalar yapmak üzere bir cephe örgütü olan Enîya Rizgariya Netewa Kurdîstan (ERNK) “Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi” 21 Mart 1985 ‘te kurulmuştur. Bu dönemde KDP ile ilişkiler iyice bozulmuştur. PKK açısından daimi olarak konumlanacak kurtarılmış bölgeler yaratmak birincil önemdedir. Bu amaçla İran’da Urmiye bölgesinde bir büro açılmıştır.
PKK ‘nin siyasal faaliyetlerini yoğunlaştırması Avrupa’nın da önemini arttırmıştır. 1985 yılından itibaren ERNK Avrupa’daki çalışmalarını hızlandırmıştır. PKK 25-30 Ekim 1987 tarihinde Bekaa Vadisindeki Helve Kampında 3. Kongresini gerçekleştirmiş, HRK feshedilip (Arteşa Rızgariya Gelê Kurdîstan) ARGK “Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu “kurulmuştur. PKK İran-Irak savaşı boyunca esas olarak taraf tutmamış savaşı emperyalist savaş ilan edip tarafsızlığını korumuştur.
İran-Irak Savaşının biteceği yoktu. Savaş boyunca KDP liderliğindeki Kürtler İran’la dayanışma içerisinde olmuş, Kuzey Irak’ta kontrolü ele almıştı. 1987 yıllarında İran, KDP’den de destek alarak Hac Ümran ve Revandüz’e doğru, Erbil'e kadar geniş çaplı bir operasyon başlattı. Irak Bunun üzerine Kürt köylerine biyolojik silah kullanmak da dâhil, yoğun bir saldırı başlattı. Kürtler zor durumda kalmıştı.
İran 1988 yılında Kürtlere de destek vermek amacıyla geniş bir saldırı başlattı. Halapçe’ye kadar geldi. Halepçe’de 1500 Irak askeri esir alındı. İran askerlerini Dukan bölgesine çekip KDP’li peşmergelerin Halepçe’yi savunmasını hazırladı. Saddam’ın tehditleri karşısında Halepçe‘deki Arap ve diğer nüfus Halepçe’yi boşaltmıştı. 16-17 Mart 1988 tarihinde Saddam Hüseyin sinir gazı, hardal gazı gibi kimyasal bombalarla Halepçe’yi ve çevre köyleri bombaladı. 5000 kişi Halepçe ‘de katledildi.
Savaş tam bir çıkmaza girmişti ki İran, Birleşmiş Milletlerin 598 sayılı savaşın sonlandırılmasını öngören kararını kabul ettiğini açıkladı. 25 Ağustos 1988 tarihinde Cenevre’de İran ve Irak savaşı sonlandırdılar. Savaş İran açısından bitmişti. Ama Irak o güne kadar İran’ı desteklemiş Kürtleri cezasız bırakamazdı. Kürtlere karşı yoğun bir saldırıya girişti. Kürtler sınır ülkelere sığınmak zorunda bırakıldı.
Irak ordusu 25 Ağustos’ta İran’la barışırken Kürtlere savaş açıyordu. 30 000 kişilik Irak ordusu Kuzey Irak’taki Kürtler üzerinde tam bir kıyıma girişti. Zaten Halepçe’de biyolojik silahlarla ağır darbe yemiş Kürtler, Irak’ın İran
Irak ekonomisi savaş nedeni ile çökmek üzeredir. Bu durumda tarihi sınırları olarak gördüğü Kuveyt’i işgal etmeyi planlamıştır. Kuveyt, Amerikan çıkarları üzerinde inşa edilmiş bir devlettir ve zengin petrol yatakları Irak için rahatlatıcı bir özellik taşımaktadır. 2 Ağustos 1990 tarihinde o güne kadar Amerika’nın desteklediği Irak ani bir kararla Kuveyt’i kısa zamanda işgal etti.
Amerika bu işgale karşı Irak’ı bombalamaya başladı. Körfez Savaşı başlamıştı. Türkiye açıktan bir müdahalede bulunmamakla birlikte Körfez Savaşında Özal’ın açıkladığı gibi” bir koyup üç alma” anlayışı ile sınırlarını ve ABD üslerini kullanma iznini ABD ye tanıdı. Irak petrol Boru Hattı’nı kapattı. Özal, Musul ve Kerkük’ün işgal edilmesini istiyordu. Bu atak ve riskli politikaya zamanın Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay tarafından kabul edilmemiş ordunun, “Kuzey Irak’a girişinin çok tehlikeli bir bataklığa girmek olacağını” açıklamasını yapılmıştı. Ordu ile Özal’ın arasının açılması sonrasında Genel Kurmay Başkanı Torumtay bu nedenle istifa etmişti.
Irak ordusu Amerikan saldırılarına karşı hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde direniyordu. Ortadoğu Saddam Hüseyin şahsında ABD ‘ye karşı direnişin mümkün olabileceğini görmüş bu nedenle teslimiyetçi tutumları sorgulamaya başlamıştı. Bu Pan Arabist politikaların da gelişmesinin ip uçlarını veriyordu. Her ne kadar Saddam’ın bir diktatör olduğu biliniyorsa da Ortadoğu halkları “ Şeytan” Amerika’ya karşı bu direnişi ruhen destekliyordu. Ancak Amerika ve çok uluslu dünya gücü Irak’ın baş edebileceği bir güç değildi. Irak zorunlu olarak Kuveyt’ten çekildi. Körfez Savaşı sırasında Kürt guruplar esas olarak tarafsız kalmışlardır.
Amerika’nın planı, Kuzey Irak’ı Türkiye’nin garantörlüğünde bir federasyon biçiminde Türkiye’ye bağlamaktır. . Bu planlama hiçte yeni bir planlama değildir. Emekli Amiral Vedii Bilget daha 1965 yılında Amerika Başkanı’nın ağzını aradığını. ” İran –Irak-Türkiye Kürtlerini içeren ve Türkiye’ye bağlanacak bir federal cumhuriyetten . bahsettiğini açıklamaktadır Yine Sadi Koçaş anılarını anlatırken “ Amerika CIA’nın klasik mücadele yolları ile 1965 ‘te AP’sini ve Sayın Demirel’i iktidara getirdiği zaman, karşılık olarak yeni Türk Hükümetinden bir istekte bulunmuştur. (Irak-İran ve Türkiye Kürtlerini Federe bir Cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım, hem de büyük toprak kazanmış olursunuz. ) diyordu. Türkiye, böyle bir federasyonun kendi iç bölünmesini de getirebileceği endişesini duymaktadır. Bu sırada Özal Bir koyup üç almanın çabası içindedir.
Bu tarihlerde Özal ve Talabani görüşmelerinin sıkça yaşandığı biliniyor. Amaç Türkiye’yi Kürtlerle ortak federasyona ikna etmektir. Bu konuda Turgut Özal’ın arabulucu olarak görevlendirdiği gazeteci Cengiz Çandar Londra’da Talabani ile görüşmüştür. Ancak Durum böyle gelişmez. ABD’nin oluşturduğu çok uluslu güç 17 Nisan’dan itibaren “ Huzur Operasyonu”nu başlatmışlardır. Böylece Çok Uluslu Güç Irak ordularına karşı savaşmıştır. “Çevik Güç “olarak da tanımlanan Çok Uluslu Güç, Kuzey Irakta 32. Paralel’in kuzeyinde üslenmiştir. Daha sonrada KDP ve YNK ile anlaşarak bu bölgeye Irak’ın müdahalesi yasaklanmış. , bölge Çekiç Güç korumasında Kürtlere ait bir özerk bölge olarak tanınmıştır.
Bu olay Kürtler açısından tarihi bir kazanımdır. Kürtler yaşadıkları topraklarının küçük bir parçasında da olsa “benimdir” diyebilecekleri bir statü edinmişlerdir. Evet, bu özerk bölge başta Amerika olmak üzere emperyalist çıkarlar temelinde oluşturulmuş bir bölgedir. Tam anlamıyla Kürtlerin özgür bir iradesinden de söz edilemez ama yaşanan gelişmeler Kürt devletinin yakınlaştığının da habercisidir.

Dünyanın Tek Hâkimi ABD

1990 sonrası SSCB ‘nin dağılması ile Yeryüzünde ABD ile rekabet edecek hiçbir güç kalmamıştı. Artık ABD Başta Birleşmiş milletler olmak üzere dünyaya meydan okuyor tarihin bundan sonraki sayfalarını kendisinin yazacağını belirtiyordu. ABD Yeni bir dünya düzeni kuracağını dosta düşmana ilan ediyordu.
Her devlet gibi Amerika’da bir devlet olarak varlığını koruyabilmek için kendisine bir düşman yaratmalı ve saldırılarını meşrulaştırmalıydı. Reel sosyalizm düşman olmaktan çıkmıştı. Oysa kapitalist kültürün bir türlü oturtulamadığı Ortadoğu sorun çıkarmaya devam ediyordu. Üstelik Ortadoğu üzerinde kurulmuş dengelerin tek başına Amerikan sistemine çekilmesi aynı zamanda bütün dünya ülkelerini de hizaya çekmek olacaktı. Bu nedenle de Büyük Ortadoğu Projesi gündeme getirildi.
11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’daki İkiz Kulelerin vurulması ile ABD kendi saldırılarını meşru kılacak bir neden bulmuştu.El kaide lideri Bin Laden tarafından yapıldığı ileri sürülen fakat kuşkulu olan bu olay bahane edildi ve İslam dünyası hedef haline getirildi. Ortadoğu’da başını Irak’ın çektiği Baas Partileri İslam birliği için güçlü bir zemindi. Bu olgu uzun zamandır ABD’nin hedefiydi, Üstelik Irak Arapların en zayıf karnıydı Zira Saddam vahşice uygulamaları ile hem kendi halkından hem de Arap dünyası tarafından da fazla bir destek bulmuyordu. Özellikle Saddam’ın Halepçe katliamı Kürtlerin dinmez öfkesini çekmişti. Ortadoğu’yu dizayn etmek isteyen ABD için Irak’tan daha kolay bir üs bulunamazdı. Ancak Irakta kendileri için gerçek müttefik olarak gördükleri Kürtler içinde bir kanat bütün oyunları bozuyordu Bu PKK den başkası değildi. Bu nedenle PKK lideri Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarılması için Suriye tehdit edildi Suriye’den çıkan Öcalan, ABD tarafından Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Böylece ABD’nin kürt projesinin önündeki güçlü bir engel zayıflatıldı.
Düne kadar her türlü silahı Irak’a veren ABD Irak’ın Kitle imha silahları bulundurduğunu ileri sürerek Irak’a 2006 tarihinde savaş açtı. Irak’ta Saddam 30.Aralık 2006’da idam edildi. Ancak Saddam’ın idamı sorunu çözmedi Gerek Saddam’ın ordusundan geriye kalanlar gerekse farklı İslami örgütler direnişlerini sürdürdüler. ABD gerçek müttefik olarak gördüğü Irak Kürtleri ile bölgede stratejik ittifaka gitti KYB lideri Celal Talabani Irak devlet başkanlığına getirildi. Mesut Barzani başkanlığında Kürdistan federe hükümeti kuruldu. Böylece Irak Şii, Sünni, ve Kürt bölgeleri olarak fiili olarak üçe bölündü. Bu gün Irak’ta savaş hızından henüz hiçbir şey kaybetmemiş ama ABD büyük güç kaybetmiş olarak Iraktan Askerlerini çekmenin yollarını aramaktadır. Irak başta Petrol olmak üzere Bütün değerleri ABD’nin denetimine alınmış Bir ABD eyaleti görünümündedir. Ancak ABD askeri gücünü buralardan çektiğinde yeni bir kıyametin kopacağını bilmektedir Bu nedenle de Türkiye’yi buralarda etkin kılmaya çalışmaktadır.
Son dönemlerde ABD‘nin Ortadoğu stratejisine uygun olarak Türkiye başta Irak’taki Kürtlerle ilişkilerini normalleştirip PKK’yi tasfiye etmeye çalışırken diğer yandan Ortadoğu’nun liderliğine oynamaktadır. Gerek İsrail’e Gazze saldırısı nedeniyle kafa tutması gerekse Karikatür krizi nedeni ile Danimarka liderine sert çıkışı ABD denetiminde Türkiye’ye biçilen role uygun ortam hazırlanması içindir. Görülen o ki batı değerlerine en fazla kazanılmış Müslüman ülke Türkiye’nin kaderi, Avrupa Birliğine girip batılılaşmaktan ziyade, doğunun üzerine sürülmüş Bir Müslüman ülke olmaktadır.

Ortadoğu Halklarının Tek Şansı Demokratik Federasyon

Tarih bize şunu göstermektedir ki Ortadoğu’ya egemen olanlar sürekli olarak Ortadoğu halklarını cepheleştirerek Ortadoğu’yu kamplara ayırarak bir birlerine kırdırmışlardır. Bu nedenle zaman zaman farklı devletleri bir araya getirerek yönetmeye çalıştılar. Örneğin 2 Ekim 1935 temelleri Cenevre’de atılan Sadabat Paktı Irak-,İran-Türkiye ve Afganistan’ın sonradan katılımı ile Ekim 1935 ile Temmuz 1937’de Tahran’da imzalanmış 5 yıl için geçerli kılınmıştır. Aslında bu Ortadoğu ülkelerinin kendi aralarında birliği değil, Ortadoğu ülkelerini bir birine karşı kamplara bölen ve çatıştıran bir anlayış olarak doğmuştur. Bu anlaşama SSCB ve İngiltere’nin İran’ı işgali ile son bulmuştur.
Yine Şubat 1955 ‘te Türkiye-İran- Irak ve sonradan da Pakistan’nın katılımı ile İngiltere’nin garantörlüğünde Bağdat Paktı((CENTO) yu kurdu. Suriye ve Mısır Bu pakta karşı çıktı. 1958’de Irakta yapılan askeri darbe ile gelen Sosyalist Baas Rejimi, Nuri Said’i öldürmüştür. Pakt fiilen işlemez hale gelmiştir. Kuşkusuz bu paktların amacı saldırıya açık bölgede süper devletlerin bu alandaki kendi inisiyatiflerini korumak için kurulmaları olduğu kadarıyla Orta doğu ülkelerinin Kendi aralarında birleşme ve anlaşmalarını engellemeye dönüktür.
Başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu ve Mezopotamya halkları Dünya emperyalizminin bir uzantısı olarak emperyalizmin çıkarları uğruna yaratılan cepheleşmelerle bir birlerini boğazlamaya daha fazla müsaade etmemelidir. Ortadoğu halkları seçeneksiz değildir.

Ortadoğu halkları Sünni Şii, Arap, Fars, Kürt Türk, Ermeni Süryani, Musevi ve tüm farklılıkları ile Ortadoğu’da güçlü bir buluşmaya gidebilir. Ortadoğu Demokratik Federasyonu İle Emperyalizmin kendilerine çizdiği kaderi tersine çevirebilir. Global dünyanın yeniden şekillenmeye başladığı dünyada Kendi özgünlükleri ile bir Ortadoğu federasyonu insanın insanlıktan çıkarıldığı bu kapitalist dünyada insanın vicdanını tüm insanlığa mal edebilir.

Kullanım Değeri Olan Ekonomi

Demokratik özerklik tartışmalarında öyle görülüyor ki en çok tepkiyi çeken bir hususta Kürdistan’da uygulanacak olan ekonomik modele dönük olan tartışmalardır.
Ekonomi denildi mi akla ilk gelen kardır. Bu öyle içselleşmiş ve kabul görmüştür ki, bunun tersini düşünmek oldukça garipsenen ve ayıpsanan bir durumdur. Kar sağlamayan bir ekonomiden bahsedildi mi sanki dünyanın çivisini çıkarmışsın gibi bir algı oluşuveriyor.
Tuhaf, ekonomiye sadece ve sadece kar olarak gören ticaretle uğraşanları anlamak zor değildir. Yine süper kapitalistleri de anlamak zor değildir. Ancak kendilerine aydın olmanın erdemini sıfat olarak onlara vermemizi isteyenlerde ekonomiyi kar amaçlı yapılan bir iş olarak görmeleri kabul edilecek ya da normal karşılanacak bir durum olmamalıdır.
Ekonomi ya da ekonomos esasta bir evin yönetimi anlamına geliyor. Evin yürütülmesine dönük bir kavram olurken yaşadığımız şimdi ki dünya da adeta kar üzerine kurulan hırsızlık anlamına dönüştürülmüştür.
Biz biliriz ki ilk insanlarda -bunlara kimileri ilkel insan yani primitif insanlar dese de – önde olan yaşam biçimi ortaklaşmaydı. Ortakça yaşam kutsanırdı. İlk insanlarda birlikte var olanı paylaşmak kabul görendi. Birinin bir şeyi yok idiyse karşılıklı olarak takas ederek ihtiyaçlar giderilirdi. Yani ihtiyaçlara dayalı bir paylaşımcılık ya da yönetme söz konusuydu.
Ancak ne olduysa oldu bu ahlaka dayalı ortakçı yaşam yerine bireylerin çıkarlarını esas alan bir yaşam şekillenmeye başladı. Buna kimileri insanlığın ilk kırılma noktası olarak ifade ediyor. Tarih olarak 5 ya da 6 bin yıl gerilere kadar gidiyor. İnsanlığın insan olmaktan zorbacılar tarafından çıkarılması, zora dayalı olarak ta geliştiriliyor. Zoraki toplumun dar günler için biriktirdiklerine el koyma olarak ta adlandırılan bu sürece tarihin kimi sayfalarında sınıflaşma, hiyerarşikleşme ya da tahakkümleşme olarak ta biliniyor. Ancak unutulmamalıdır ki bu birkaç bin yıllık kültür, insanlık kültürü ya da tarihiyle kıyaslandığında çok mu ama çok cüzi bir tarihi kesiti oluşturuyor.
Kısa tarihi bir kesitte olsa bugüne kadar olarak gelmiş hatta başat bile olabilmiş bu hırsızlık kültürü kabul görüyor.  Bugün takas etme tek kelimeyle ayıplanır. Bugün kar amaçlı olmayan bir ticaret ayıplanır. Bugün hileye dayanmayan bir ekonomi kabul görmez. Bugün bireyin ya da bir kesimin çıkarını gözetmeyen bir ekonomi garipsenir. Hâlbuki doğru olmayan ekonomi hırsızlığa dayalı olan yönetme biçimidir. Hâlbuki doğru olmayan ekonomi birilerinin sırtında geçinmeyi hedefleyen ekonomidir.
Birde bilmeyen derki bu çalıp çırpma ekonomisi her zaman varmışta bugün birileri bunun hilelerini, kirlerini dile getirip karşı duruyormuş. Yok,  öyle bir şey…  Asıl olan ortaklaşmaya dayalı olan ekonomidir. Asıl olan kar üzerine kurulu olan değil, insanların ihtiyaçlarını karşılayan ekonomidir. Ve öyle birilerinin söylediği gibi Sovyetler’de uygulanan plan ekonomisi de değildir. Burada dile gelen kullanım değeri olan, tabiata zararı olmayan, tüm insanları hizmetine girecek olan bir ekonomidir. Sovyetler’de ya da başka yerlerde uygulanan vahşi kapitalist kültürü benimseyen yoktur. Tersine adeta emperyalizmle yarış adına tabiat ananın tahrip edilmeyen bir yanı bırakılmadı.
Evet, ekonomi evin yönetimiydi. Bu ev yönetimi kadının eliyle yapılan bir yönetim ya da evirip çevirmeydi. Şimdi bizler yeniden insana daha yakın olan bir ekonomi modelinden bahsediyoruz. Buna da kullanım değeri olan ekonomi diyoruz. Kimisi buna katılımcı ekonomi diyor. Kimisi buna kapitalizm karşıtı alternatif ekonomi diyor.
Kim ne derse desin Michael Albert’in dediği gibi: “Bence kapitalizm sadece bir çeşit hırsızlık değil. Kapitalizmin insan onurunun, insanların kendi hayatları üzerinde söz sahibi olma hakkının inkârı; büyük servet eşitsizliklerini, savaşı ve şiddeti üreten bir egemenlik biçimi olduğunu düşünüyorum” diyoruz ve alışıla gelen kapitalist ekonomiyi ret ediyoruz.
Yine Michael Albert’in dediği gibi: Bize, başkalarının gerilemesi pahasına ilerlemeyi öneren bir ekonomi istemiyoruz. Çok daha tercih edilebilir olanı ekonomimizin, bizim diğer insanlarla daha çok empati kurmamızı, onları daha çok dikkate almamızı, onları daha çok önemsememizi gerçekten hedeflemesidir” diyoruz.
Evet demokratik özerklik tartışmaları yapılırken Kürdistan’da uygulanacak ekonomik politikaların daha fazla insani olmasına esas alan politikaları üretmeyi kendimize asli görev bilmemiz her halükarda insanlığa yabancılaşmamayı getireceği kesindir.
Kasım Engin

Hizbullah Şişirmesi

Hizbullahların tahliye edilmesiyle birlikte özellikle AKP yandaşı basın bir taraftan Hizbullah’ın geçmiş cinayetlerini gerekçelendirmeye ve hafifletmeye çalışırken...
Hizbullahların tahliye edilmesiyle birlikte özellikle AKP yandaşı basın bir taraftan Hizbullah’ın geçmiş cinayetlerini gerekçelendirmeye ve hafifletmeye çalışırken, diğer taraftan Hizbullah’ı cilalayama başlamışlar. 
Sanki önceden bu örgüt yokmuş gibi birkaç yönetici kadrosu dışarı çıkınca Hizbullah’ın bölgede ne kadar güçlü olduğu propagandası yapılmaya başlanmıştır. Çok sınırlı bir çevrede etkisi olan bu grup birden bire neredeyse yüz binleri etkisine almış bir örgüt gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Tüm bunlar bırakılmalarının bir merkez tarafından kararlaştırıldığı ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı kullanılmak istendiğini kanıtlamaktadır. 
AKP yandaşı siyasal İslamcı basın, Hizbullah tahliyelerinden sonra suçüstü yakalanmıştır. Daha düne kadar Ergenekon’un şöyle üzerine gidiliyor diyenler, böylece Kürtlere sempatik gözükmeye çalışanlar 1990’lı yıllarda Ergenekon denen kirli savaşçıların kullandığı örgütün işlediği cinayetleri hafifletme gayreti içine girmişlerdir.
Birden bire devletin 1990’lı yıllarda Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaş ve kirli yöntemler unutulmuştur. Sanki Kürtlere karşı devletin desteği ve korumasında cinayetler işlenmemiş; PKK'nin tahrik ve baskısı nedeniyle bazı Müslümanlar silaha başvurmuş! Çarpıtma ancak bu kadar olur. AKP ve yandaşı basının her şeyi kendi işine nasıl geliyorsa öyle çarpıttığına en somut örnek bu konuya yaklaşımlarıdır.
PKK Hizbullahçılara saldırmış da bu nedenle bu cinayetler işlenmiş! Bu kuyruklu bir yalandır. Sadece cinayetleri meşrulaştırmak değil, Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın üstünü örtmektir. Ergenekon’u açığa çıkarıyoruz diyenlerin o dönemin kirli savaşını nasıl savunur hale geldikleri bu tahliyelerle ortaya çıkmıştır. 
Derin devlet 1990’lı yıllarda gelişen serhıldanlardan ürküntüye kapılmıştır. Kürdistan'ı kaybettiklerini düşünmektedirler. Bu nedenle 1990’lı yıllarda kirli bir savaş yürütme kararı almışlar ve Hizbullah denen bu grubu Kürt halkının üzerine sürmüşlerdir. Kürt halkının Hizbul-Kontra olarak tanımladığı bu kişiler sadece serhıldana katılan yurtseverleri katletmişlerdir. Amaç halkın serhıldana katılmasını engellemektir. Bunun devlet tarafından amaçlandığı ve bu çevrelere işletildiği açıktır. 
Şimdi bu yalın gerçeği başka türlü izah etmek ne anlama geliyor? Bu gerçeği açıkça ortaya koymayanlar kirli savaşın hangi boyutuna karşı çıkabilir? Çünkü 1990’lı yıllardaki kirli savaşın en çirkin boyutu Ergenekon denilen derin devletin Hizbullah’ı kullanma boyutudur. 
Yine PKK Hizbullah çatışması olabilirmiş! Daha önce de böyle bir çatışma olmadı, şimdi de böyle bir çatışma olmaz. Dün devletin Kürt yurtseverlerine saldırması vardı; yarın da olsa olsa devletin Kürt yurtseverlerine saldırması olabilir. Hiç kimse gerçekleri saptıramaz. Sokaklardaki yurtseverlerin kafasına devlet korumasıyla kurşun sıkmanın “PKK ile bir çatışma” olmadığı açıktır. 
Devletin Kürt halkının serhıldanlarını, ayağa kalkışını, Özgürlük Mücadelesini bastırmak için kullandığı kirli savaş yöntemlerini hiç kimse PKK ile çatışma olarak gösteremez. 1990’lı yıllarda Hizbul-Kontra Kürt halkının Özgürlük Mücadelesine arkadan saplanmış bir ihanet hançeridir. O yıllardaki olaylara bir tanım bulunacaksa böyle bir tanım bulunabilir. Hatta ihanet bile denilemez, bizzat düşmanın bir kirli savaş yöntemi olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. 
Şimdi buna alet olanlar geçmişte kullanıldıklarını anlayıp bundan vazgeçerlerse buna kimse “kötü bir şey yapıyorlar” diyemez. Ama bırakılmaları ve sonrasındaki yaklaşımları her türlü kullanıma açık olduklarını gösteriyor. Siyasal İslamcı basının olayı ele alışı bunun göstergesi olmaktadır.
Taraf gazetesinden Emre Uslu’nun değerlendirmeleri bu bırakılmaların amaçlı olduğunu gösteriyor. Bu adam ve benzerleri Hizbullah’ı Kürt halkına saldırtma gayreti içindedirler. Hizbullah’ı şişirmek için bir seferberlik ilan etmişlerdir. Anlaşılıyor ki bu ve bunun gibi yazarlığı bir örtü olarak kullananlar başka bir merkezin memurudurlar. Zaten Taraf gazetesinde yeşil Ergenekon’un birkaç üyesinin üstlendiği anlaşılmaktadır. Bunlar Taraf gazetesini yeşil Ergenekon’un psikolojik savaş aracı gibi kullanmaktadırlar.
Bir de yüksek sosyolojik değerlendirme yapıyorlar. PKK şehir hareketi değilmiş; Hizbullah şehir hareketi olarak daha avantajlıymış. PKK'nin 1980 öncesi ilk örgütlenmesini şehirlerde yaptığı ve güçlendiği biliniyor. Daha 1979 yılında Batman belediye başkanlığını kazanmıştır. PKK'nin ilk çıkışında kadro yetiştirmek ve örgütlemesini gerçekleştirmek için bilinçli olarak aydın gençliğin yoğun olduğu şehir merkezlerini esas aldığı bilinmektedir. PKK'nin tarih değerlendirmelerinde bu açıkça ortaya konulmaktadır. Bunu ilk örgütlenme stratejisi olarak uygulamışlardır. 1990’lı yıllardaki serhıldanlar da PKK'nin kitleselleşmesini sağladığı yıllardır. Bugün de mücadelesini şehirler, kasabalar metropollerdeki halka dayandırarak yapmaktadır. Zaten 1990’lı yıllarda kirli savaş stratejisinin gereği dağlık alanda tek bir köy bırakılmamıştır. Köyler sadece devletin askeri güçlerinin denetim kurabildiği ovalık alanlarda kalmıştır. 
Bunları sadece Hizbullah’ı allayıp pullamak isteyenlerin nasıl amaç güttüklerini ortaya koymak için belirtme gereği duyduk.
Hizbullah’ın öyle söylenildiği gibi bir kitlesi yoktur. Aslında belirli bir kitlesi olan AKP bile devlet desteğiyle bu kitleye ulaşmaktadır. Fetullahçılar da bizzat devlet desteği ve korumasıyla Kürdistan’da faaliyet yürütmektedir. 
Hizbullah da devlet desteğiyle varlığını sürdürüyor. 2000’li yıllarda PKK'nin tasfiye olduğu düşünülerek Hizbullah’ın üzerine gidilmiş ve cinayetleri deşifre edilmiştir. Ancak ne zamanki Kürt Halk Önderinin esaret altına alınmasının PKK'nin tasfiye edilmesi anlamına gelmediği anlaşılınca yeniden çalışmalarına göz yumulmuş ve devletin derinlikleri tarafından desteklenmiştir.

Hizbullahçılar yaptığı açıklamada, biz Kürt yurtseverlerine saldırmayı bırakınca devlet bize operasyon yaptı demiş. Asıl gerçek böyle değildir. PKK'nin tasfiye edildiği düşünülüp işleri bittiği sanılınca operasyonlar yapılmış ve liderleri vurulmuştur.  
Kürt Özgürlük Hareketinin yeniden yükselişe geçtiği süreç aynı zamanda Hizbullah’ın gelişmesine tekrar göz yumulduğu süreçtir. Bırakılmalar ise Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk devleti arasındaki hesaplaşmanın kritik bir noktaya geldiği süreçte olmuştur. Daha doğrusu Kürt Özgürlük Hareketinin çözümü dayattığı ve Türk devletinin sıkıştığı bir süreçte bırakılmışlardır. 
Hizbullah’ın öyle söylenildiği gibi ne geniş bir kitle tabanı vardır ne de devlet destek vermediği ve göz yummadığı takdirde saldırma gibi bir niyeti ve planlaması olabilir. 
Kürdistan'da kitlesi ve gücü var gibi şehir hikâyelerinin ortaya atılması devletin özel savaş merkezinin işidir. Kuşkusuz kısmi bir kitlesi vardır, ama Kürdistan'da en az kitlesi olan bir kesimdir. Zaten AKP'nin Kürdistan'da aldığı oylar bellidir. Kaldı ki AKP'ye oy verenlerin çoğunluğu da Hizbul-Kontra cinayetlerinden rahatsızdırlar. AKP demokrasi getiriyorum, Kürt sorununa el atıyorum diyerek bir kısım Kürtlerden oy almaktadır. Öte yandan Kürt halkının dini duygularını istismar etmesi de diğer bir oy alma nedenidir. 
AKP'ye oy verenlerin bile çok az bir kesiminin Hizbullahçılar olduğu düşünülürse Kürdistan'da Hizbullah’ın öyle bir toplumsal gücü olmadığı anlaşılır. Bugün bile devlet gücü ve himayesi olmazsa varlığını hissetmek mümkün olmaz. Zaten Kürt Özgürlük Hareketinin tabanıyla kıyaslanması bile abesle iştigaldir. Kaldı ki Kürt halkı içinde o kadar teşhir olmuşlardır ki belirli bir sınırın ötesinde kitleye ulaşmaları mümkün değildir.
AKP, Fetullahçılar ve Hizbullah olayını devletin Kürt Özgürlük Hareketine karşı yürüttüğü mücadeleden ayrı düşünmemek gerekir. Kürt halkının özellikle son kırk yılda yürüttüğü mücadele sonucu devletin Kürtlere karşı klasik mücadele argümanları ve araçları çökmüştür. Gelinen aşamada devletin Kürt Özgürlük Hareketine karşı mücadelede dini kullanmak dışında başka bir imkânı kalmamıştır. 
Türk devleti bu nedenle bugün Kürt Özgürlük Hareketine karşı çıplak silahlı gücü dışında siyasal İslamcıları kullanma politikasını devreye sokmuştur. 2007 yılında Dolmabahçe’de Yaşar Büyükanıt-Erdoğan görüşmesi, Kürtlere karşı yürütülen kirli savaş uzlaşmasıyla sonuçlanmıştır 
AKP tek başına yetmediği için Fetullahçılar da Kürdistan'da bu savaşın başka bir boyutunu sürdürmektedir. Derin devletle AKP uzlaşması, bunun da yetmediğini görünce Hizbullahçıları serbest bırakmışlardır. 
Kürt Halk Önderinin “solu MHP ve 12 Eylül’le bitirdiler; Kürt Özgürlük Hareketini de siyasal İslam’la tasfiye etmek istiyorlar” değerlendirmesi bu nedenle mevcut gerçeği ifade etmektedir.
AKP yaptığı anketlerde Kürdistan'da oy kaybettiğini görmüştür. Kürt kitlesinden umudunu kesmiştir. Bu nedenle bir taraftan Hizbullah’la Kürt kitlesi üzerinde yeni bir oyun oynamak istemekte; diğer taraftan da milliyetçi söylemlerle milliyetçi tabanın oyunu alarak iktidarını ayakta tutmayı düşünmektedir. 
Hizbullah’ın bırakılması, devletin, AKP ve Fetullahçılarla siyasal İslam’ı kullanma politikalarına farklı bir kesimi de katarak tamamlamak istemesi olarak görülmelidir.
Hizbullah’ın bırakılması gerçeği ve siyasal İslamcı basın tarafından şişirilmeleri bu konsept çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Mustafa Karasu

Arap Dünyası Bunalımda

Ürdün, Moritanya, Cezayir ve Yemen'de haftalardır protesto gösteriler düzenleniyor. Eylemlerde lüks içinde yaşayan Arap liderleri, yolsuzluk ve hayat pahalılığı protesto ediliyor.

Bir zamanlar refah ve zenginlikleriyle anılan Arap ülkelerinde ekonomik gerileme, siyasi yozlaşma, yolsuzluk ve kültürel kriz had safhada. 23 yıldır iktidarı elinde tutan Ben Ali ve yolsuzluklarla anılan Lady Leyla'nın altınlarla kaçmasıyla sonuçlanan Tunus’taki isyan gözleri Arap ülkelerinde halkı sömüren ailelere çevrildi.

İslam ülkesi olmakla övünüyorlar, fakat zülüm ve baskıları neredeyse yarım yüzyıldır sürüyor. Mübarek; 29, Buteflika; Cezayir’de 12, darbeyle gelen Kaddafi; Libya’da 41, Beşir; Sudan’da 17 ve kral Hüseyin’in ailesi; Ürdün’de 46 yıldır iktidarı elinde bulunduruyor.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’na göre 2050 yılında nüfusları 650 milyona çıkacak olan Arap ülkelerinin büyük bir bölümü ekonomik kriz içinde. Arap aydınlarına göre bu kriz birinci dünya savaşı ile bağımsızlıklarını elde eden Arap dünyasındaki en büyük bunalım.

DEVLETİ AİLE ŞİRKETLERİ GİBİ YÖNETİYORLAR

Arap akademisyenler tarafından BM için yapılan bir araştırmada dünyada son 20 yılda en fazla Arap devletlerinde hayat standartlarının düştüğünü gösteriyor. 1980'lerden itibaren ekonomik anlamda yerinde sayan birkaç devlet dışında Arap ülkeleri, büyüyemedi. Hızlı nüfus artışına karşın Arap ülkelerinde ekonomi gelişemedi.

Elbette kaynağın başında bulunan, ülke gelirlerini elinde bulunduran ve devleti aile şirketi gibi yöneten liderlerin büyük yolsuzlukları ekonomiye en büyük darbeyi vuruyor. Aslında pek yolsuzluk da sayılmaz, çünkü devlet zaten olanların, kimi hala resmi olarak kral, kimi de zaten koltuğunu kimseye kaptırmıyor ve Saddam gibi seçimlerde yüzde 99 oy alıyor.

500 DOLARLIK MAAŞA 8 MERCEDES

Göstermelik seçimlerin yapıldığı Suriye’de muhalefet adaylarını dahi Baas Partisi belirliyor. Esad ailesi neredeyse 40 yıldır ülkeyi elinde bulunduruyor. Yolsuzluk had safhada. Örneğin Suriye'nin ikinci büyük şehri Halep'in eski valisi 500 dolarlık maaşıyla sekiz yeni Mercedes marka arabaya sahip… ‘Bu gelir nereden’ sorusuna ise ‘maaşımla’ cevabı veriyor.

Suriye ekonomisinin en büyük sektörünün endüstriden ve turizmden önce yolsuzluk oluşturuyor demek daha doğru olur. Eğer esnaf iseniz zabıta memuruna vereceğiniz bir kasa domatesle bile işinize rahat görebilirsiniz! Çünkü rüşvetin yolsuzluğun haddi hesabı yok.

Örneğin 1980-2000 yılları arasında en büyük Arap ekonomisine sahip olan Suudi Arabistan'da kişi başına gelir reel fiyatlarla 12 bin 982 dolardan 7 bin 231 dolara indi. Yani neredeyse yarı yarıya düştü.

Cezayir’de ise yapılan tahminlere göre 2010 yılında, yalnızca doğal gaz ve petrol ihracatından 56-57 milyar ABD doları gelir elde etti. Ne var ki bu gelirler sokağa, halka yansımıyor.

2 TRİLYON DOLAR YURTDIŞI BANKALARINDA

Arap dünyasının ikinci büyük ekonomisine sahip Mısır’da ise başka bir durum yaşanıyor. 20 milyar dolar aşkın dış borcun olduğu ülkede, çalışan nüfusun yüzde 25’i işsiz. Petrol, tekstil, tütün ve fosfata dayanan ekonomi güçsüz ve gelir dağılımında adaletsizlik diz boyu. Son dönemlerde içten içe kaynayan ülkelerin başında geliyor.

Mısır'da yayımlanan El Mısri El Youm gazetesinin haberine göre, Arap Birliği Genç Araplar Forumu tarafından düzenlenen bir kamuoyu araştırmasına katılanların yüzde 65'i, işsizlik probleminin Arap gençlerin karşı karşıya kaldığı en önemli sorun olduğunu söylüyor.

310 milyon nüfusa sahip olan Arap dünyasının 115 milyonluk işgücü nüfusuna ulaştığı, 115 milyon kişiden 25 milyonun işi olmadığı, bunun da işgücü nüfusunun, 21,7'sinin işsiz olduğu anlamına geliyor.

Bu oranın genç nüfus içerisinde yüzde 53'e kadar yükselirken, işsizliğin Irak, Filistin, Yemen ve Cezayir'de yüzde 30, Tunus ve Fas'ta yüzde 17, Ürdün'de yüzde 14, Mısır, Suriye ve Lübnan'da yüzde 11, Suudi Arabistan ve Umman'da yüzde 7 oranında.

Ülkelerini despotlukla yöneten aileler paralarını Avrupa ülkelerindeki bankalara yatırılıyor. Dünya Bankası'nın tahminlerine göre 1970'lerden bu yana, 2 trilyon dolardan fazla Arap parası; Asya, Avrupa ve Amerika ülkelerine aktı.

ROMA’DAN ÖZEL UÇAKLA PİZZA SİPARİŞİ

Tunus'ta Ben Ali’nin ülkeden kaçmasıyla yıllardır iktidarı kimsiye kaptırmayan Arap liderlerini korku sardı. Hatta komşu ülkeyi yakından izleyen Cezayir basını "Tunus hepimize ders verdi. Siyasilerimiz kan ter içinde” şeklinde yorumlara yer verdi. Şimdi sıranın ise Ben Ali’nin eşi Leyla gibi lükse düşkünlüğü ile bilenen Fas’ın Prensesi Selma ve kral eşinde olduğu tartışılıyor.

İktidarı babasından devraldıktan sonra 11 yıldır Fas kralı olan Muhammed, insani gelişim endeksinde 175 ülke içinde 126. sırada yer alan bölgedeki en yoksul ülkeyi yönetiyor. Prens Selma lüks hayatı yaşıyor. Giydiğini bir daha kullanmayan Selma, ünlü modacılar tarafından hazırlanın onbinlerce dolarlık kıyafetler giyiyor. Hatta öğle yemeği için Roma’dan özel uçak ile pizza siparişi ettiğini yazan Arap gazeteleri var…

ASKERİ DARBELERİN UZANTILARI


Tunus aslında ilginç bir örnek. Kuzey Afrika ve Arap dünyasına model olarak gösteriliyordu. Anayasasında ‘laiklik’ yazan tek devlet. Ama tam bir polis devleti. 30 bin askerin olduğu ülkede 120 bin polis var. Ayrıca solcu sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin de en güçlü olduğu ülke.

Arap dünyasındaki rejimlerin çoğunluğu askeri darbelerin uzantısı. Halk baskıcı rejimlerle ve radikal İslamcılar arasında sıkışıp kaldı. Şimdi ise öncelikli olarak dört askeri darbe yemiş Moritanya’yı, Cezayir’i, Fas’ta yağmalamalardan, kanlı hesaplaşmalardan ve şiddet patlamalarından korkuluyor.

Geçen yüzyılın ikinci yarısında Batılı sömürgecilerden kurtulmalarından bu yana Kuzey Afrika ülkelerinin hiçbiri, halkın iradesini ve beklentilerini yansıtan, halkı temsil eden demokratik bir yönetime kavuşamadı.

Tunus’ta bir rejim değişikliğinden ve diğer Arap ülkeleri için bir domino etkisi yaratacağından bahsetmek için henüz erken.

Ancak buradaki isyandan cesaret alan Arap halkı isyanların dozunu artırmaya da devam ediyor. Cezayir'de Tunus'tan esinlenerek son 5 günde dört kişinin kendisini yakmasından sonra dün de Mısır’da işsiz bir adam parlamento binası önünde kendisini ateşe verdi.

50 yaşındaki adamın dört çocuğuna bakamadığı için kendini yaktığı belirtilirken hükümet Abdülmüdeyim'in akli dengesinin bozuk olduğunu söyledi. Ancak televizyonlara konuşan Mısırlılar, "Bu günlerde birçok kişi aynı şeyi yapmayı düşünüyor" diyor.