15 Aralık 2010 Çarşamba

Askeri vesayet polis vesayetine dönüşüyor

Yeni_Özgür_Politika “İnsan hakları ve özgürlüklerin güvencesi hukukun gücüdür. Hakları ve özgürlükleri güvenceye alan bir anayasa yoksa, bu haklar da korunamaz. Anayasanın 17. kez değişikliğe uğraması onun darbe anayasası niteliğini değiştirmez. Sadece AKP vesayetin niteliğini değiştiriyor. Askeri vesayet polis vesayetine dönüşüyor. Şimdi de HSYK uyum paketi hazırlıyorlar. Ve biz dahil hiçbir muhalefet partisinin önerisini dinlemiyorlar.”
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ydü. Ama birkaç istisna dışında ne, var olan hak ve özgürlük sorunlarımız, ne de olması gerekenler gündemin ilk sıralarına taşınabildi. Oysa zemin hazırdı. Günlerdir öğrenci olaylarına damgasını vuran polis şiddeti tartışılıyordu. Yine tutukluluk süresi, adil yargılanma, cezaevleri, ‘muhbir öğretmen’, ‘muhbir öğrenci’ gibi darbe döneminden tanıdığımız kavramlar gündemi işgal ediyordu. Seçim sürecine giren Türkiye’de yükselen gerilim, bu atmosferde tartışılan insan hakları ve ‘Kürt sorunu’ ile tüm bu sorunların çözümünü içinde barındıran özgürlükçü, sivil bir anayasa vaadinin gerçekleşme olasılığını BDP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal’la konuştuk. Dokuz yıl Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu Başkan Yardımcılığı, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanlığı yapan, halen TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi olan Akın Birdal’ın çizdiği tablo karamsar olsa da, bu tabloyu değiştirecek bir önerisi vardı. AKP’nin demokratik kamuoyunun beklediği anayasayı değil kendisine cumhurbaşkanlığının önünü açacak anayasayı yapacağını söyleyen Birdal, diktatöryal bir rejimi daha da derinleştirecek bu projenin önünü kesmenin tek yolunun, ‘parlamentodan daha güçlü bir temsil oluşturulması,yani emekten demokrasiden, özgürlükten, barıştan ve adaletten yana güçlerin karşı bir hegemonya yaratması’ olduğunu söyledi.

İnsan Hakları Günü, geçmiş yıllara oranla bu yıl çok fazla manşetlerde yer almadı artık böyle bir sorunu yok mu Türkiye’nin?
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin BM’de kabul edilişinin 62. yılı. Ve 30 maddelik Bildirgenin 28 maddesi, kişisel, siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal, kolektif hakları sıralar. Şimdi 28 maddeyi sırayla masanın üzerine koysak, hangileri karşılık buldu? Hiç birinin karşılığı yok. Sadece yanılsama var. Bir akvaryumun köşesinden bakıldığı zaman içindeki tek balığı iki balık gibi görebilirsiniz. Bunun gibi. Oysa kişi güvenliği, özgürlüğü, yaşam hakkı, işkence görmeme hakkı, yani bizim birinci kuşak haklar dediğimiz kişisel ve siyasal hakların karşılığı yok. Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların, kolektif dayanışma haklarının Türkiye’de hiçbir karşılığı yok.

Hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının yolu nedir?
İnsan hakları ve özgürlüklerinin güvencesi hukukun gücüdür. Hakları ve özgürlükleri güvenceye alan demokratik, sivil, çoğulcu bir anayasa yoksa, bu haklar da korunamaz. Daha önce 86 maddesi değiştirilen bir anayasanın 17. kez değişikliğe uğraması onun darbe anayasası niteliğini değiştirmez.

Sadece AKP vesayetin niteliğini değiştiriyor. Askeri vesayet polis vesayetine dönüşüyor. Şimdi de kendi yargısını oluşturmak istiyor. Mesela mecliste gece yarılarına kadar çalışıyoruz. AKP mecliste HSYK uyum paketi hazırlıyor. Ve biz dahil hiçbir muhalefet partisinin verdiği önerilerin hiç biri kabul görmüyor, tartışma konusu bile olmuyor.

Hangi noktada karşı çıkıyorsunuz?
Bir defa ilkesel olarak getirilen düzenlemeye karşıyız. Çünkü örneğin özel ceza mahkemeleri olduğu sürece adil yargılanmanın ve savunma hakkının kullanılamayacağını düşünüyoruz. Bunların uyum yasaları adı altında yaptıkları değişiklikler Avrupa Birliği müktesebatıyla ilgili yoksa içsel bir gereksinimle yapılan düzenlemeler değil. Başmüzakereci Egemen Bağış, bir ara yaptığı açıklamada Türkiye’nin gelecek yıl AB fonlarından yararlanabileceğini söyledi. Bu fonlardan yararlanabilmek için belirli bir müktesebatın yerine getirilmiş olması gerekiyor. Bence bu kamuoyunun gözünde kaçırılan bir durum.

Siz Dolmabahçe’de ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki olaylarda öğrencilerin işkence gördüğünü söylediniz? Burada hangi insan hakları ihlal edildi?
Kuşkusuz burada söz konusu olana ‘orantısız güç’ denemez. Bu apaçık işkencedir. Biz her zaman olayların sonuçları üzerinde tartışıyoruz. AKP hükümeti kimseyi dinlemediği gibi öğrencileri de dinlemiyor. Karşısında da güçlü bir ana muhalefet partisinin olmayışı, AKP’nin ‘ben yaptım oldu’ tavrını dayatmasını kolaylaştırıyor. Örneğin Kürtleri dinlemiyorlar, Kürtlersiz Kürt sorununu çözmek istiyorlar. Emekçileri dinlemiyorlar, üretim sorununu emekçisiz çözmeye çalışıyor. Alevileri dinlemiyorlar, kadınları dinlemiyorlar ve gençleri dinlemiyorlar. 12 Eylül darbesinin getirdiği en önemli yasakçı, baskıcı, daraltıcı, üniversitelerin özgürlüğünü sınırlayan kürsü özgürlüğünü, bilimsel özgürlüğü yok eden YÖK polisle işbirliği yapıyor. Şimdi giderek sivil faşistlerle işbirliği yapılıyor. Devrimci, demokrat, yurtsever öğrenci gençliği baskı ve saldırı altında tutuyorlar. Örneğin son birkaç yıldır, Kürt gençliğine sistematik bir saldırı var. Örneğin Aydın Erdem geçen yıl Dicle Üniversitesi’nde barışçıl bir etkinlikte polis ateşiyle öldürüldü. Mayıs ayında yine barışçıl bir etkinlikte Muğla’da Şerzan Kurt öldürüldü. Tıpkı Uğur Kaymaz ve babasının davasını halkın gözünden kaçırarak Eskişehir’e götürüp orada dört faili akladıkları gibi şimdi de Şerzan Kurt’un davasını Eskişehir’e götürdüler. Yine halkın gözünden kaçırarak katil polisi aklayacaklar.

Yani bu hükümet kendi hukukuna da uymuyor, tanımıyor. Örneğin 82 Anayasasının 90. maddesi, kabul edilen uluslararası hukukun iç hukuk niteliği kazandığından dolayı bir anlaşmazlık halinde uluslararası hukukun üstünlüğünü esas alır. Ama mahkemeler buna uymuyor. Oysa Paris Şartı, Moskova Belgesi, Viyana Bildirisi barışçıl toplantıların izne bağlı olmadığını kabul eder. O zaman hemen 2911 sayılı yasanın değiştirilmesi gerekiyor. Bunu yapmıyorlar çünkü her hak arayanı potansiyel düşman ve terörist olarak görüyorlar.

Polis kamuoyunun gözü önünde şiddet uygularken bu cüreti hangi yasadan ya da zihniyetten alıyor?
Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu, polisi cesaretlendiren bir yasa oldu. 300’e yakın çocuk öldü, faillerin hiçbiri cezalandırılmadı. Yani hem yasanın cesaretlendirici bir yanı var hem de siyasi zihniyetin. Örneğin Başmüzakereci Egemen Bağış ne diyor; “Polise karşı kullanılan şiddet oldukça aşırıydı.” Daha komiği; üç buçuk yıldır Meclis’teyiz, bizimle bile diyalog kurmayan Başbakan kalkıp “özgürlük mücadelesi masada yapılır” diyor.

Siz aynı zamanda Meclis İnsan Hakları Komisyonu’ndasınız. Komisyon gündemine aldı mı polisin bu tavrını?
Nazım “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında/ ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” diyor. Bizim komisyon da İnsan Hakları Günü’nün bile farkında değil. 21 kişilik komisyonun zaten 12’si AKP’li. Oysa İnsan hakları kültürünün hareket noktası; çoğunluğa karşı azınlığın hak ve özgürlüğünün savunulmasıdır. Ben orda azınlığım ama dışlanıyorum.

Ne zaman insan hakları açısından ağır bir konu gündeme gelmişse, bekliyoruz komisyon başkanı bizi çağırır diye. Örneğin Hrant Dink cinayeti devlet eliyle yapılmış bir cinayet. Bir komisyonun oluşturulmasını önerdim, kabul edildi. Ama ben komisyonun dışında bırakıldım. Nitekim çıkan raporda olay sadece yaşam hakkı ihlali olarak değerlendirildi. Diğer bir örnek; barışçıl bir Newroz toplantısı kana bulandı. Bir alt komisyon oluşturuldu. Ama faillerini açığa çıkarıcı bir rolü olmadı. Yine bir örnek; cezaevlerine gidiyorlar geliyorlar; ‘her şey yolunda’ değerlendirmesi yapıyorlar. Oysa 94 mahkum hasta var. 32 kişi sağlık nedeniyle yaşamını yitirdi. Bunlar gündemine giremiyor. Komisyonların görevi gerçeği açığa çıkarmak ve hak ihlallerini önleyici tutum almaktır. Ama ‘dostlar alışverişte görsün’ mantığıyla kurulmuş. AKP iktidarı döneminde yaşanan hak ihlallerinin üstünü örtmek için kurulmuş. Bunu çoğu kez dile getirdim; bu sizin yaptığınız AKP’ye, yani mensup olduğunuz partiye zarar getirir. Gerçekleri gizleyerek hizmet etmiyorsunuz. Asıl ihlalleri tespit ederek, açığa çıkararak ve bunları önleyerek yardımcı olabilirsiniz.

Komisyonun karnesini çıkarırsanız kaç verirsiniz?
Dört yıllık çalışmayı göz önüne alınca on üzerinden bir buçuk verebilirim.

Peki iktidarın 8 yıllık insan hakları karnesi?
Yine on üzerinden üç buçuk. Niye buçuklu; çünkü her şeyi yarım bırakıyorlar. Örneğin hükümet 2009 yılı sonunda taahhüt ettiği insan haklarıyla ilgili hiçbir önlem almamış. Örneğin insan hakları kurumu yasa tasarısı. Sonra ayrımcılıkla mücadele eşitlik kurulu taslağı bir türlü tasarı haline gelmedi. Polis, jandarma denetim mekanizması yine yasallaşmamış, yine işkenceye karşı sözleşmeye ek protokol onaylanmadı. Ama bunları gündeme getirip, konuşturup, kamuoyunda bir şeyler yapılıyormuş imajı yaratıyorlar.

AKP döneminde insan hakları ihlalleri sıralarsak ilk üçünü ne oluşturur?
Önce şunu söyleyelim. AKP iktidara geldiği zaman 59 bin mahkum sayısı vardı. Şimdiyse 120 bin 394 ve bunun yüzde 47’si tutuklu. Tutukluluk süresi açısından Avrupa’da birinci, Dünya’da üçüncü sırada. Tutuklu sayısı konusunda dünyada birinci sırada. Böyle bir şey olabilir mi? Tutukluluk cezaya dönüştü.

İkinci sırada ise; korku atmosferi ve yoksulluk geliyor. Virginia Sözleşmesi’nde “korkudan ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü” en önemli maddelerden. Oysa bu hükümet her alanda korku üretiyor. Örneğin akademisyen bir arkadaşımızın öğrencilerle yaptığı telefon konuşması hükümet yanlısı bir gazetede aynen çıkıyor. Bu nasıl açıklanır.

Örneğin Konda’nın yaptığı araştırma Kürtlerin açlık sınırında olan yüzde 23’ünün açlık sınırında, yüzde 54’ünün yoksulluk sınırında olduğunu belirledi. Ama bu Türkler içinde geçerli. Açlık ve yoksulluk hızla derinleşiyor. Yarın demokrasiyi erteleyebilirsiniz. Adaleti erteleyebilirsiniz. Eşitliği ve özgürlüğü engelleyebilirsiniz ama ekmek talebini erteleyemezsiniz. Yarın bu örgütlü bir demokratik isyana dönüşecek. Ekonomik ve sosyal haklar baskı altına alınırken aynı anda kişisel ve siyasal haklar da baskı altına alınacak. Üçüncü sırada ise işkence ve kötü muamele var. Özellikle cezaevlerinde yaşam hakkı da tehdit altında.

Seçimler yaklaşırken, önümüzdeki dönemi nasıl görüyorsunuz?
Bu faşizan, baskıcı tutum önümüzdeki süreçte daha da belirginleşecek. Bakın, KCK adı altında Kürt muhalefeti tasfiye edilmek isteniyor. Devrimci Karargah adı altında da sol sosyalist muhalefet tasfiye edilmeye çalışılıyor. SDP ile TÖP’ün bir birlik projesi vardı. Bu birlik projesine ilişkin 5 sol sosyalist grup şu anda görüşmeler yapıyor. Bütün bunlar aslında iktidara ciddi bir tehditti. Şimdiden onun önünü kesmek için 21 arkadaşımızı içeri aldılar. Neyle suçlandıkları da hala bilinmiyor.

Önemli bir sorunumuz da ana muhalefetin iktidardan daha geride, muhafazakar ve ayrımcı oluşu. Hiç değilse iktidar bazı şeylerden söz ediyor, ana muhalefet ağzına bile almıyor.

Bu karamsar tabloya rağmen AKP’nin söz verdiği sivil, demokratik, özgürlükçü bir anayasayı gerçekleştirmesini bekliyor musunuz?
Şöyle bir tuzakla karşı karşıyayız. Seçime giderken bunu bir şantaj olarak kullanacak. Ama demokratik kamuoyunun beklediği anayasayı değil kendisine cumhurbaşkanlığının önünü açacak anayasayı yapacak. Yarı başkanlık sistemini getirecek ve diktatöryal bir rejimi daha da derinleştirecek. Bu nedenle bu seçim bizim gibi muhalif güçler açısından demokrasi ve emek güçleri açısından önemli bir propaganda zemini yaratıyor. AKP’yi deşifre etmek ve güçlerimizi birleştirmek için. Aksi taktirde önümüzdeki dört yıl nasıl aşabiliriz, kestirmek gerçekten güç. Bunun aşılabilmesi için parlamentodan daha güçlü bir temsil oluşturmak gerekiyor. Emekten demokrasiden, özgürlükten, barıştan ve adaletten yana güçlerin karşı bir hegemonya yaratması gerekiyor.

‘Önce Başbakan, Blair kadar cesur olsun’


Bu durumda ‘Kürt sorunu’nu nasıl bir süreç bekliyor?
Kürt sorunu konusunda, çözümün hem en yakın ama hem de en tehlikeli yerindeyiz. Bu sürecin provoke edilmesinden çok büyük kaygı duyuyorum. Seçimlerin en demokratik şekilde geçirilmesi için eylemsizlik ilan edildi. Bu çok önemli. PKK 7. kez eylemsizlik kararı alıyor. 6’sı heba edildi. Şimdi 7. kez heba edilmemeli. Önümüzde 5 aylık bir süre var. O nedenle her kurum, her birey, başta iktidar olmak üzere eylemsizliğin kalıcılığı konusunda çaba göstermeli, bir program yapmalı. İnsan hakları açısından en ağır tehdit hali savaş halidir. Şimdi insan hakları için, barış için, bir arada yaşamak için böyle önemli bir fırsat yakalanmış. Ama iktidar hala partimizin kamuoyundaki güvenilirliğini sarsmaya çalışıyor. Örneğin ‘Sin Fen gibi cesur olsunlar’ diyor. Bence önce Başbakan Tony Blair kadar cesur olsun.


Bizi mecliste bir türlü sindiremediler. Çünkü halkın temsilcileri olarak biz ordayız. Her birimiz sivil toplum hareketinden geliyoruz. Parlamento halkın parlamentosu değil. Egemen güçlerin parlamentosu. Örneğin Tuzla’daki ölümleri araştırıyoruz, bilmem hangi AKP’linin tersanesi çıkıyor. Örneğin Somalili korsanların kaçırdığı gemiler inceleniyor, AKP’lilerin çıkıyor. Sermaye adına orada varlar. Biz de ezilenler adına ordayız bunu bir türlü içlerine sindiremediler.
İNCİ HEKİMOĞLU

Fransa ve Kürtler: 30 yıllık birikim - 1


Nüfus hareketliliği, diğer adıyla göç, Kürdistanlıların yaşamının bir parçası olarak on yıllardır yaşanan bir gerçeklik. Özellikle 1980’li yıllarda başlayan ve azalsa da günümüze kadar devam eden zorunlu Kürt göçünün, gayri resmi rakamlara göre 4,5 milyonu bulduğu belirtiliyor. Kürdistanlılar için göçün en büyük merkezlerinden biri Avrupa. Kürtlerin Avrupa’da tercih ettikleri en önemli merkezlerden biri de Fransa’dır. Bu nedenle son 30 yılda Fransa’da önemli bir Kürt nüfusu birikti. Önemli bir kısmı France bölgesinde olmak üzere Fransa’da 250 binin üzerinde bir Kürt nüfusunun bulunduğu bilinmektedir.

İlk göç darbeyle!
Fransa göç süreçleri, diğer ülkelerden farklı bir seyir izlemiştir. Avrupa’ya 1960-1970 arası işçi göçü yoğunluğu yaşanmıştır. Ama bu süreçte Fransa’ya Kürt göçü çok sınırlı olmuştur. Asıl göç dalgası özellikle 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra gerçekleşmiştir. Ekonomik nedenlerden çok; baskı, zordan kaçış ve siyasi sığınma biçiminde bir göç yaşanmıştır. 1980’den 90’ların başına kadar süren bu dalgayla gelen Kürt göçü, daha çok politize olmuş, eğitim düzeyi ve yaşam deneyim-birikimiyle aydınlanmış, kentlerden bir kesimi içeriyordu. 12 Eylül öncesi faal olan örgütlü yapılarla kurumsal, siyasal, ideolojik bağ kurmuş veya sempati duymuş bu kesimler; Fransa’daki ilk göç dalgasını oluşturuyor. 1985-90 arası süreçte, bu kuşağın aileleri, aile birleşimi nedeniyle Fransa’ya gelmeye başladı. Bu süreç aynı zamanda Kürt çocuklarının artık Fransa’da eğitim aldığı ilk dönem olarak tanımlanabilir.

Önce yalnızca erkekler, ardından aile göçü
90’lı yıllardan sonra bu göçün niteliği farklılaşmaya başlamış durumda. Kürdistan’dan Fransa’ya; köy yakmalar, koruculuk dayatması vb. ile savaşın baskı ve zorundan yılmış kırsal kesimlerden hızla kopan, büyük metropoller yerine Avrupa’ya gelmeyi tercih eden Kürdistanlı göç akını olmuştur. 2000’li yıllara kadar göçün niteliği daha çok siyasi-politik baskı ve zora dayalı, 2000’li yıllardan sonra başvurular her ne kadar siyasi içerik taşısa da, göçün niteliği azınsanmayacak ölçüde sosyo-ekonomik nedenlere kaymıştır. Her göç kuşağı beraberinde aile birleşimini getirmiştir. Kürdistanlılar, her ne nedenden dolayı gelmiş olurlarsa olsun, gelişlerinden sonra bu ülkede yerleşmeye, yaşam kurmaya başladılar. Önce ağırlıklı olarak erkeklerden oluşan Kürt göçü, aile birleşimi ile birlikte kadınlar ve çocuklarla bütünleşti. Geliş aşamasında işçileşen Kürtler, daha sonra çeşitli iş kollarında küçük işletmelerin sahibi ve giderek Fransa ekonomisinde büyük bir yere sahip oldular. 30 yıl içerisinde asıl yerleşim bölgesi olarak Paris ve çevreleyen banliyöleri tercih eden Kürtler, Fransa’nın her bölgesine yayıldı.

Meslek edinme süreçleri!
Fransa’da Kürtlerin etkin olduğu iş alanları çok çeşitli olsa da ağırlıklı olarak; tekstil (ki bu son yıllarda giderek sınırlandı), restorant ve inşaat. Bu alanda hem küçük patron hem de işçi olarak yer alan Kürtler, en ağır koşullar ve en düşük ücretlerle çalışmaktalar. Her iki iş kolunda Kürtler, kendi iş gücü ve deneyimini geldikleri Fransa’da yaratmıştır denilebilir. Ülkede her iki iş kolunda hiçbir deneyimi olmayan Kürtler, Fransa’ya geldiklerinde bir önceki gelen göç kuşaklarının deneyimlerinin üzerinden hızla bu iş kollarında çalışmaya başlamıştır. Zaten çok ağır koşullar içerisinde gelen Kürt göçmenlerin, yaşamlarını sürdürme kaygısıyla hızla işçileşmekte ve bu nedenle dil öğrenme, herhangi bir iş kolunda eğitim alma ve uzmanlaşma olanakları daha yolun başındayken ellerinden alınmış oluyor. Dile hakim, eğitim alan Kürtler ise daha çok 80 sonrası gelmiş kuşağın çocukları ve Fransa’da doğan büyüyen yeni nesiller.

Dernekler, kadın ve gençlik kurumlaşması
30 yılın biriktirerek oluşturduğu 250 bini aşkın Kürdistanlı; geldikleri süreçlerden kısa bir süre sonra gitme hayallerini büyük bir oranda kaybetmiş ve Fransa’da yerleşik yaşama geçmiştir. Ev, iş sahibi olmuş, Fransa’da yaşam kurmaya çalışırken yeni sorunlarla karşılaşmış, yeni doğan nesiller kültürler arası bocalamayı yaşamış ve yaşıyor. Daha onlarca şey sıralanabilir.

Tüm bunların içerisinde en önemli olgu ise Kürtler, 30 yılda yaşadığı göçlerle birlikte bir kurumsallaşma deneyimi ve birikimi de yaratmış durumda. İlk 1982’de Paris’te kurdukları küçük bir Kürt evine sahip olan Kürtler, şimdi Fransa çapında 15 dernek, çeşitli lokaller, futbol ligleri, kadın ve gençlik çalışmaları vb. aktiviteyi eklemiş durumda. Bu oluşumlar, on yılların deneyim ve birikimiyle tüm yetmezliklerine rağmen bugüne kadar getirilmiş.

İlk şekilleniş!
Kürtlerin Fransa’da kurumsallaşması, kendi içindeki gelişim kaynağını ülke ve ülkede süren savaşın ihtiyaçlarından almış. İlk dernekleşme; 12 Eylül darbesinin ardından zindanlarda süren direnişlerin ruhuyla ortaya çıkmış. Kurumları; Mazlumların, Hayrilerin, Diyarbakır ve diğer zindanlardaki vahşete direnenlerin mücadele azmi ve inancı şekildirmiştir. Burada en önemli noktalardan biri de, ilk gelen kuşakların politize olmuş, ülkede kurumsal deneyime sahip, aydınlanmış, belli bir ideolojik etkileşim içerisinde olmasından kaynağını alıyor. Bu ilk kurumsallaşma döneminde ülkede süren savaşa karşı mücadeleye katılım amacıyla geriye dönüşler azımsanmayacak bir oranda yaşanmıştır.

Örgütlenme devleti rahatsız etti
Kürtlerin kurumsallaşma deneyimi kendi içinde gelişim seyri de izleyerek, ilerleyen yıllarda büyümeye ve çeşitlenmeye başladı. Göçün hızlanması, Fransa’nın birçok bölgesine yayılmasıyla, Kürtler, gittikleri her bölgede kendi örgütlülüğünü belli ölçülerde yarattı. Ülkedeki gelişmelere bağlı olarak harekete geçip eylemler örgütleyen ve Fransa kamuoyunu ülkede yaşanan süreçler konusunda bilgilendirme amacıyla belli düzeylerde lobi faaliyeti yürüten Kürtler, kitleselleşerek bugün Fransa çapında aktif-örgütlülük ağına sahip tek göçmen kitle konumunda. Kürtlerin yarattığı bu birikim, Fransa devletinin de şiddet ve baskısını üzerine çekmiştir. Örgütlü ve bilinçli, kendi haklarına sahip çıkan bir toplumsal doku, kimi dönem Fransa devletinin Türkiye ile kurduğu ekonomik-politik ilişkilerin bir sonucu olarak hedef haline gelmiştir. Bütün bu zorluklara karşın Kürtlerin, Fransa’da yaratmış olduğu kurumsal kimlik sürdürülmüştür.

Dönemin ihtiyaçlarına dayalı çalışma!
Dönemin ihtiyaçları doğrultusunda faaliyet yürüten Kürt kurumları, tarihinden, toplumsal birikimden, ulusal değerlerinden yoksun bırakılmak istenen bir halkın yetmezliklerinin sonuçlarını her dönem yaşamıştır. Bunun en temel sonucu Kürt kurumları; bir savaş toplumunun kurumu olmanın ağır bedellerini ödemek durumunda kalmıştır. Toplumsal, siyasal, insani tüm ihtiyaçları gören, çok yönlü ve yönetimsel zaaflarını çözme yeteneğine sahip bir birikim oluşturma konusunda hızlı bir yol alınamadığı gibi kurumsal faaliyetlerin neredeyse yüzde 90’lık bir bölümünü ülke ihtiyaçları belirlemiştir.

Yeni nesillerin sosyal ve kültürel ihtiyaçları karşılanama
Ülkede; topluma, Kürt halkına yönelen her saldıraya yanıt olma çabası, enerjinin büyük bir bölümünü almış ve artık Fransa’da yaşayan, burada doğup büyüyen yeni nesillerin ihtiyaçlarına yanıt olmakta yetersiz kalınmıştır. Bu bir nevi süreçlerin, bir halkın ortak ihtiyaçlarının dayatması olarak da açıklanabilir. Her kurum bünyesinde sürdürülen dil, kültür, sanat, edebiyat çalışmaları kurs niteliğinde kalmış ve bir gelişim seyri izleyememiştir. Bu bir tercihten çok dönemin ihtiyaçlarının dayattığı bir süreç olarak işlemiş. Bunun en önemli sonucu da bir halkın asimilasyonuna karşı savaşım veren kurumların, bu yönlü çalışmalarda bıraktığı boşluk nedeniyle; yeni kuşaklar, kendi kültürlerini, tarihsel toplumsal birikimlerini, dillerini bilme ve öğrenme sürecinden bir bütünüyle olmasa da büyük oranda yoksun kalmıştır.

Yeni dönemin sorunları!
Özellikle Fransa’da göç ve göçmen politikasının sonuçlarını, bugün Kürt kitlesi daha yakıcı bir biçimde hissetmeye başlamıştır. Ekonomik sebepler, geniş ailelere sahip olma vb. nedenler belirleyici olsa da, Fransa’daki göçmen politikası gereği diğer göçmenler gibi Kürtlerde şehir merkezlerinden uzak banliyö denilen bölgelerde yaşamlarını sürdürmek zorunda. Bu biraradalık kurumsal ve örgütsel anlamda Kürt kurumları için bir avantajdır. Ama çalışmaların yetersizliği, Kürdistanlıların bu alanda yaşadığı sorunların giderek büyümesi karşısında çözümsüz bırakmıştır. Ülkelerini ya da bölgelerini terk etme nedenleri ne olursa olsun ya da vardıkları yerde nasıl karşılanırlarsa karşılansınlar göç edenler, göçün özelliklerine bağlı olarak (göçün şekli, zamanı, nedeni, zorunlu ya da istemli olması, göç edenlerin cinsiyetleri, yaşları, göç edilen yerin özellikleri vb.) farklı derecelerde de olsa, uyum ve entegrasyon güçlükleri yaşamaktadırlar. Göç edenlerin fiziksel ve ruhsal sağlıkları, kültürel ve psikolojik faktörlerin radikal değişiminden etkilenebildiği gibi çevrelerini meydana getiren coğrafik ve iklimsel değişikliklerden de etkilenebilmektedir. Bu temel doğrudan baktığımızda bugün Fransa’da banliyöler, suçun, uyuşturucunun merkezi haline gelmiştir.

Kurumlar yetersiz kalıyor
Eğitimin niteliğinin giderek düştüğü banliyölerdeki Kürt gençlerini, entegrasyon ve uyum sorunu yaşadıkları bu ülkede yeni sorunlar beklemekte. Kürt gençleri arasında uyuşturucu, suç oranı, banliyölerde bulunan çete örgütlenmelerinin içinde yer alma vb. artık azınsanmayacak bir oranda yükselmiştir. Aileler çocukları üzerinde artık bir kontrole sahip değiller. Klasik Kürt ailesinde otorite olan anne-baba figürü ortadan kalkmış durumda. Anne-babaların çocuklarıyla yaşadıkları problemler, kuşak çatışması, eğitim sorunları vb. başvurabilecekleri kaynaklar neredeyse yok denecek düzeyde. Başvurabilecekleri herhangi bir yol gösterici olmayan aileler, klasik olarak öğrendikleri yöntemlerle çocuklarına yaklaşmakta ve çoğu zaman istenilenin tam tersi olarak çocukların aile ile bağları kopmaktadır. Kültürlerinden kopma, kimliğini kaybetme yönündeki korkusu, aileler ve çocuklar arasında yeni bir problem kaynağı olmakta. Kürt kurumları ise, yaşanan bu sürece ve gençlere dönük sistemli projeler üretememekte ya da ürettiği projeler bu sorunları kapsamada yetersiz kalmaktadır.

Kadın kurumsallaşmanın dışında
Diğer önemli nokta ise, Kürt kadınları. Geleneksel toplumsal rollerinden kaynaklı olarak Kürt kadınları, göç bağlamında izole bir hayat sürdürüyorlar. Diğer Avrupa ülkelerine göre Fransa’da Kürt kadınının üretim içerisindeki yeri daha düşük. Bu nedenle eve kapalı, çocukların bakımıyla sınırlanan kadınlar, erkeklere göre daha geri kalmaktadır. Bu süreçte erkeğin hem eş hem de baba olarak kadını yalnız bırakması, kadın için koşulları giderek zorlaştırmaktadır. Yaşadıkları izolasyon nedeniyle; depresyon, somatizasyon bozukluklar ve benlik saygısında düşüklük gözlenebilmektedir. Bu aynı zamanda aile içerisinde uyumsuzluk ve çatışmayı derinleştirmektedir. Bu yönüyle Kürt kurumlarının kadın çalışmasında kurumsallaşmış pratiği, çok sınırlı bir düzeyde kalmıştır. Kurumlar ve aktiviteleri neredeyse yüzde 90 oranında erkeklerden oluşmaktadır. Bu yüzde 90’lık oran içerisinde Fransa’da doğup büyüyen gençlerin oranı yüzde 15 civarında. Ağırlıklı olarak Kürdistan’da daha önce politize olmuş kesimler hala kurumların ana gövdesini oluşturuyor. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde Fransa çapında Kürt kadınları ve burada doğup büyüyen gençleri için somut politikalar, kalıcı kurumsallaşmalar yaratılamamıştır.

Kurumsal, yönetsel sorunlar
Kurumsallaşma denince ilk akla gelen tanımlama: “Devamlılığı belli kişilerin varlığına bağlı olmayan bir sistem yaratmak.“ Kürtler, bugün ideolojik ve siyasal olarak bu iddianın sahibidirler. Pratikte ise özel olarak Fransa’ya baktığımızda Kürt kurumları hala „kişiler“ üzerinden ayakta durma geleneğini bütünüyle aşabilmiş durumda değil. Bunun en temel nedeni ise yönetim ile yönetişim arasındaki anlam farkı. Daha açık ifadeyle alışıla gelmiş örgütlenme modelleriyle, bugünün ihtiyaçlarına, katılımcı demokrasinin özüne, her kesimin, her rengini bir bütün içerisinde ifade etme biçimine geçişteki sancı. Birincisini sol-merkeziyetçi geleneksel kurumsallaşma mantığı, diğerinin ise günümüz ya da kapitalist modernite içerisinde Kürtlerin kendi yeni modelini yaratmak amacı olarak tanımlayabiliriz. Birincisine yönetim dersek; bir ismi ve konumu temsil ederken, diğerini yönetişim bir model ya da yaklaşımı niteler. Yönetim esas olarak tek taraflı, kimi zaman buyurgan ve yukarıdan aşağı işleyen tek merkezli bir otorite olarak algılanmakta iken, yönetişimin çok taraflı, katılımcı ve açık kanallı bir otorite kullanımı olduğu söylenebilir.

Bu iki kavramın ötesinde ihtiyaç duyulan; kurumların kitleler ve onların toplumsal ihtiyaçlarından doğru kurumsallaşması olarak tanımlanması daha doğru bir yaklaşım olur. Bugün Kürtlerin kurumsallaşmada yaşadığı en temel sorunlardan biri, bu geçiş süreci olarak tanımlanabilir: Siyasal, dönemsel genel ihtiyaçlarla, toplumsal yerel ihtiyaçların bütünlüğünden oluşan yeni kurumsal kuruculuk!