AYDIN KARAHASAN:
BENİM EN SEVDİĞİM DİL, ANADİLİM LAZCA'DIR
Aziz Nesin § Aydın Karahasan |
AYDIN KARAHASAN
Lisede tarih öğretmenimizi hiç unutmam! Laz'ı, Kürt'ü, Türk'ü, Abaza'sı, Gürcü'sü, Çerkez'i bir avuç öğrenciydik. Kendi aramızda hiç ayrım kayrım yoktu. Güle oynaya okula gidip geliyorduk. Fakat tarih öğretmenimiz Türkçe'den başka dilleri aşağılardı. Bir gün bana "Köpekler fındık çuvalları arasında dolaşırken ses çıkarmışlar, işte senin dilin Lazca öyle doğmuştur" dedi...
Aydın Karahasan ile tanışalı 17 yıl oldu. Zamanla Aydın'ın öğretmen, yazar, araştırmacı, dil uzmanı, çevirmen, çok okuyan, derin düşünen, özlü konuşan, Ömer Hayyam aşığı bir insan olduğunu anladım. Evindeki kitap, dergi, gazete arşivlerinin sayısı yirmi bin dolayındadır.
Anadili Lazcadır. Türkçe'yi çok iyi konuşur ve yazar. Almanca ve Fransızca'yı çeviri yapacak kadar iyi bilir. Hayyam'ı çevirebilmek için altmışından sonra Arapça ve Farsça öğrendi. 70 yaşında İngilizce öğrenmeye başladı.
Geçen yıl laf lafı açtı. Konu anadiline geldi. "Aydın, yedi dil biliyorsun. En çok hangi dili seviyorsun?" dedim. Yüzüme baktı. Ak sakalını sıvazladı. Gözleri ışıldadı. Yüzünden çeşitli gülümseme dalgaları gelip geçti. "Anamdan öğrendiğim Lazca bana en güzel, en akıcı, en sıcak dil olarak geliyor. Çocukluğumda evimizde Lazca konuşulurdu. Şimdi o yıllarda öğrendiğim Lazca'yla sanki kendimi daha iyi ifade edebiliyorum!" dedi. Nevin Hanım da benzer duyguları, düşünceleri dile getirdi.
SENDİKACILIĞIN BABASI ÖMER KARAHASAN
Burada baba Ömer Karahasan'ın adını saygıyla anmak istiyorum.
Ömer Karahasan, Zonguldak Kömür İşletmeleri'nde çalışırken, 1946'da ilk olarak kurulan "Zonguldak Maden İşçileri Sendikası"nın on yıl kurucu başkanlığını yapmıştır. Daha sonra 1961 Anayasası'nı hazırlayan Kurucu Meclis'te işçiler adına, Türkiye'deki sendikaları temsilen seçilen, beş sendikacıdan biri olarak Çalışma Hayatı Komisyonu'nda çalışmıştır.
Ömer Karahasan, "Türkiye Sendikacılık Hareketi İçinde Zonguldak Maden İşçileri ve Sendikası" adlı büyük boy, 700 sayfalık bir kitap kaleme almıştır. Ömrünü sendikal mücadeleye adamış olan Ömer Karahasan, Türkiye'de, özellikle Zonguldak'ta "Sendikacılığın babası!" olarak tanınır.
HOPA'DAN ÇIKTIK YOLA...
Gelsenkirchen'de, resim atölyesinde; Aydın'ın yaptığı Nâzım Hikmet konulu tabloların önünde konuşmaya başladık. Nâzım "Karlı kayın ormanı" tablosunda yürüyor, "Hopa Cezaevi'nde" tablosunda ise demir parmaklıkları arasından bize bakıyor gibiydi...
"Hopa Ortaokulu'nda okurken, öğretmenimiz bizleri Nâzım Hikmet'in bir süre hapsedildiği cezaevine götürmüştü. Nâzım'ın kaldığı koğuşu görmüştüm. Nâzım'ın 100. doğum yılında bu tabloları yaptım."
"3 Mart 1936'da, Kilimli'de dünyaya gelmişim. Annem babam Abu İslahlı. Sonradan Zonguldak Kilimli'ye göçmüşler. Benim en eski hatıralarım içinde Abu İslah ve Kilimli geniş yer tutar.
Çocukluğumda evde Lazca konuşulurdu.
Herkesin annesinin dünyanın en güzel annesi olduğu gibi, herkesin anadili de en güzel dildir. Anamdan öğrendiğim Lazca, bildiğim diller arasında bana en sıcak gelen dildir. Ben Lazca'da anamın sütünün tadını, bağrının sıcaklığını, evimizin havasını; Abu İslah köyündeki temiz su şırıltılarını, dedelerimin, ninelerimin, soyumun sopumun sesini, sözünü buluyorum.Babam Ömer Karahasan, 1907'de Batum'da doğmuş. Babamın babası Hasan Karahasan, Batum'da büyük bir tüccarmış. Babasından kalan malları satıp satıp yemiş. Satacak malı mülkü kalmayınca seksen doksan yıl önce Zonguldak'a çalışmaya gelmiş.
Babam, Batum'da Rusça öğrenmiş. Soğuk savaş döneminde Rusça bilmek tehlikeli sayıldığından, Rusça bildiğini kimseye söylemezdi. Babam Hopa ve Rize'de okumuş, Osmanlı okullarında eğitim görmüş. Bu nedenle Arapça, Farsça bilirdi. Biraz da Fransızca bilirdi. Babam dile yatkındı. Annem'in adı Fatma. Batum'da doğmuş. Çocukluğunun büyük kısmı Batum, Poti, Sahumi, Gudauta gibi Gürcü, Laz ve Rus şehirlerinde geçmiş. Annem Lazca konuşurdu. Çocukluğumda bana hayatını uzun uzun anlatırdı. Batum, Türkiye sınırları dışında kalınca, Hopa ile Batum arasındaki sınır kapanınca Hopa taraflarında geçim şartları çok zorlaşmış. Hopalılar, Rizeliler iş bulabilmek için Zonguldak'a, İstanbul'a, İzmir'e, Batı'ya göç etmiş. Akrabalarımızdan bir kısmı Batum'da kalmış. Yıllar sonra, 2006'da Batum'a gittim. Annemin doğup büyüdüğü yerleri ve akrabalarımızı gördüm. Poti, Sahumi, Gudauta gibi şehirler günümüzde Abhazya Özerk Bölgesi içinde kalmış. Babam Anadolu Müslümanı'ydı. Namaz kılar, oruç tutar, Kuran okurdu. Annemin dinle, ibadetle pek ilgisi yoktu. Bazen babamın dini görüşlerini şaka yollu eleştirirdi. Düşün bir kere! 1940'lı yıllarda Hopa'da, bizim köyde kadın erkek mayolarla denize girerlerdi. Annem de mayo giyerdi. Babam annemin inancına, düşüncelerine, davranışlarına hiç karışmazdı. Hoş görülüydü.
OKUL HAYATI BAŞLIYOR
İlkokulu Kilimli'de okudum. Resim yapmaya ilkokul ikinci sınıfta başladım. Hâlâ aklımdadır. Başöğretmenimiz Şükrü Bey, "Düşündüğünüz cumhuriyet bayramının resmini yapınız." diye bir ödev vermişti. Yapıp getirdim. Çok beğendi. "Aferim oğlum! Resim yapmaya devam et!" dedi.
Evde boş zamanlarımda çeşitli şekiller çiziyor, insan, hayvan, ağaç, çiçek resimleri yapıyordum. Babaannem resimlerime baktı baktı:
- "Oğlum Aydın, o yaptığın insan, hayvan, çiçek resimlerine can vereceksin! Bu resimler için mahşer gününde cayır cayır yanacaksın!" dedi.
- "Niye yanayım babaanne?"
- "Günah, günah!"
- "Niye günah babaanne? Ben resim yapmayı seviyorum!"
- "Senin aklın ermez, dinimiz yasaklamış resim yapmayı!"
Bir yanda başöğretmenimiz, "Aferim, resim yap!" diyordu, bir yanda babaannem "Günah! Cayır cayır yanacaksın!" diyordu. Hangisi doğruydu? Bilmiyordum. Ben başöğretmenin dediğini yaptım.
LAZCA VE KÜRTÇE NASIL OLUŞMUŞ?
İkinci Dünya Savaşı döneminin siyasi akımları öğretmenlerimize de yansımıştı. Irkçı, turancı, milliyetçi öğretmenlerimiz vardı. Henüz tarikatçı, şeriatçı öğretmenler yoktu. Sonradan bunları daha iyi anladım. Okulda baskı vardı. Dayak vardı.
Tarih öğretmenimiz Ziya Özkaynak'ı hiç unutmam! Sınıfımızda Türkiye'nin her yöresinden öğrenciler vardı. Laz'ı, Kürt'ü, Türk'ü, Abaza'sı, Gürcü'sü, Çerkez'i bir avuç öğrenciydik. Kendi aramızda hiç ayrım kayrım yoktu. Güle oynaya okula gidip geliyorduk. Fakat tarih öğretmenimiz Lazca'yı, Kürtçe'yi, Abazaca'yı yani Türkçe'den başka dilleri aşağılardı. Bir gün bana: "Lazca nasıl doğmuştur?" diye sordu. "Bilmiyorum!" dedim.
Açtı ağzını yumdu gözünü! "Köpekler fındık çuvalları arasında dolaşırken ses çıkarmışlar, işte senin dilin Lazca öyle doğmuştur!" cevabını verdi!
Buna çok üzüldüm. Anadilinin aşağılanması insanı kalbinden vurur! İsyan ettirir! Ben de anadilimin aşağılanmasına kızıyor, üzülüyor, ama ses çıkaramıyordum. Arkadaşlarım da benim durumumdaydı. Tarih öğretmenimizin tutumunu bildiğimizden kendimizi gizlemeye başladık. Anadilim küçümsendikçe Lazlığımı daha çok düşünmeye, bu konulara kafa yormaya başladım. Okuldan, tarih dersinden soğumaya başladım. Halbuki biz mahallemizdeki Kürt, Türk, Abaza, Çerkez arkadaşlarla kaynaşmıştık. Aramızda hiç sorun yoktu. Sabutay ve Cebe benim en sevdiğim Abaza arkadaşlarımdı. Sapsarı, masmavi gözlü çocuklardı.
Bugünlerden o günlere bakınca milliyetçi, ırkçı, turancı görüşlerin farklı renkleri, kültürleri nasıl soldurduğunu; farklı etnik kökenden insanları birbirine düşman ettiğini görüyorum.
RESİM MERAKIM
Ortaokuldan sonra sanat okuluna başladım. Sevmiyordum bu okulu. Bir gün babamla konuştum:
"Baba, ben Güzel Sanatlar Akademisi'nin lise kısmına devam etmek ve sonra Akademi yüksek kısmında okumak ve ressam olmak istiyorum!" dedim.
O zamanlar Güzel Sanatlar Akademisi sadece İstanbul'da var. Babam önce düşünceme karşı çıktı:
"İyi ama oğlum, ressamlık karın doyurmaz ki! Ayağına giyecek bir çorap bile bulamazsın! Resim asılı odada namaz kılmanın günah olduğu bu memlekette kim alır senin resimlerini?"
"Baba, ben resim yapmayı seviyorum. Müsaade et, akademide okuyayım. Kim aç kalmış ki?"
Annem beni destekledi. Gidersin, gidemezsin tartışması günlerce sürdü. Hiç unutmam, bir akşam evimizde bu konuyu konuşmak için toplanıldı. Komşumuz ilkokul başöğretmeni Mubahat Bey ve sıhhiye memuru İbrahim Bey de gelmişti.
Hem Mubahat Bey, hem de İbrahim Bey beni desteklediler: "Ömer Bey, bırak çocuk sevdiği okula gitsin! Gönülsüz namaz, göklere ağmaz! Her işte bir hayır vardır! Kapama çocuğun önünü! Buradaki okulların durumu meydanda" dediler.
Babam: "Madem ki durum bu, gönlünün istediği yere git oğlum!" dedi. Akademi başka bir dünya idi...
17 yaşındaydım. Babam beni sanat okulundan aldı. İstanbul'a, teyzemin yanına gönderdi. Akademi'nin lise kısmına sınavla giriliyordu. Sınavlar desen ve mülakat olmak üzere iki bölümdü. Sınavlara hazırlandım. Akademi giriş sınavını ikinci olarak kazanmıştım. Yıl 1954... Akademideyim! Akademi benim için yeni bir dünyanın başlangıcı oldu. Akademinin lise kısmında özgür bir ortam vardı. Ne Çelikel Lisesi'ne benziyordu, ne Zonguldak Sanat Okulu'na... İstanbul Boğazı'nın kıyısında, özgür bir sanat ortamında okumanın bambaşka bir tadı, insanı mutlu eden bir onuru vardı. Hocalarımız çok kaliteliydi. Burhan Topraklar, Bedri Rahmiler, Nurullah Berkler, Cemal Tollular... Her biri Paris ekolünden ya da Alman ekolünden gelen, Türkiye'nin seçkin sanatçıları, kaliteli öğretim üyeleriydi. Her biri ciğerlerine hava alır gibi Fransızca, Almanca konuşuyorlardı. Birkaç yabancı dil bilmeyen hocamız yoktu.
PARİS'TE DÜNYA BAŞKA DÖNÜYORDU
1959'da, akademi son sınıfına geçince, hocam Nurullah Berk beni Paris'e gönderdi. Üç ay kaldım Paris'te. Paris'te dünya başka dönüyordu!
Kilimli'yi, Zonguldak'ı, İstanbul'u, Türkiye'yi, 6/7 Eylül olaylarını Paris'te gördüklerimle karşılaştırdım. Farklar, karşılaştırılamayacak kadar büyük ve derindi. Sonra kendi yerimi, düşüncelerimi, dünyaya bakışımı Paris'teki hayatla karşılaştırdım. İstanbul, Zonguldak, Kilimli, Abu İslah köyü hepsi bana dar geldi.
"İmkânım olursa Paris'e geleyim, burada sanatımı icra edeyim!" düşüncesiyle tekrar İstanbul'a döndüm. Dünya gazetesinde çalışmaya başladım. Siyasi olaylar korkunç bir hızla gelişiyordu. Paris'i görmesem, olayların gidişinden bu kadar endişe etmezdim.
Akademiyi bitirip Kilimli'ye döndüm. Amacım, Paris'te verdiğim kararı uygulamak. Pasaport alıp Paris'e gitmek. Zaten daha önce kardeşim Yılmaz Almanya'ya gitmişti. Ben de Paris'e gidecektim.
Pasaport almak için işlemlere başladım. O yıllarda pasaport kolay alınmıyor. İşlemler altı ay, bir yıl sürüyordu. Zamanımı değerlendirmek, boş durmamak için Işıkveren Ortaokulu resim öğretmenliğine başladım. O günlerde babam Kurucu Meclis'e seçilmiş, Ankara'ya gitmişti. Babamla konuştum. Paris'e gitmeden önce askerliğimi yapmamın daha doğru olacağını söyledi. Ben de bu düşüncedeydim. Askerliğimi yaptım. Terhis olduktan sonra yeniden öğretmenlik için başvurdum. Orta kısmını okuduğum Çelikel Lisesi'nde resim öğretmenine ihtiyaç varmış. Başvurum kabul edildi. Bir zamanlar bana zindan gibi gelen, ancak orta kısmında iki buçuk yıl okuyabildiğim liseye şimdi öğretmen olarak dönüyordum.
İSYANCILAR...
Tiyatro kolu olarak birinci yıl Turgut Özakman'ın "Güneşte On Kişi" adlı piyesini sahneledik. İkinci yıl Recep Bilginer'in "İsyancılar" adlı piyesini sahneye koyduk. Oyun sıradan, biraz sosyal içerikli bir oyundu. Olay Isparta'nın Senirkent ilçesinin bir köyünde geçiyordu. Aynı yıl Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmişti. Sahneledikten sonra Zonguldak'taki bazı tutucu çevreler bana saldırı kampanyası başlattılar.
Öğretmen olarak öğrencilerimi isyana teşvik ediyormuşum. Hakkımda soruşturmalar başladı. Bu dönemde müdür yardımcılığı görevini de üstlenmiştim. Okul müdürünün öğrencileri dövmesine karşı çıkıyordum. Müdür ile aramız bir dayak olayı yüzünden daha da açıldı.
Tiyatro soruşturmasını atlatmıştım. Biraz huzura kavuşayım, rahat ders yapayım diyordum. Olmadı. Sanat tarihi dersinde Tevrat ile Kuran arasındaki ilişkiyi anlatmıştım. Ertesi gün Zonguldak Müftüsü hakkımda "Katli vaciptir!" diye fetva verdi.
Soruşturmalar birbirini izliyordu. Üçüncü soruşturmanın sonucu gelmeden benim pasaportumu verdiler. Artvin Milletvekili Fehmi Alpaslan'ın araya girmesiyle alabilmiştim. Yıl 1965 olmuştu. Çelikel Lisesi ne öğrenciliğimde, ne de öğretmenliğimde bana rahat yüzü göstermedi.
ALMANYA MACERASI...
Almanya'nın Köln şehrine Ağustos 1965'te ayında ayak bastım. Niyetim Almanya üzerinden Paris'e gitmekti. Almanya ve Fransa'daki hayat şartlarını, iş imkânlarını uzun uzun değerlendirdik. Almanya'da kalmak daha uygundu. Paris hayalini bıraktım. Almanya gerçeğini yaşamaya başladım.
Önce Köln Üniversitesi'de yoğunlaştırılmış dil kursuna kaydoldum. Hızla dil öğrenmeye başladım. Kurslar biter bitmez Köln'de bir çikolata fabrikasında iş buldum. Fabrika hayatı benim Almanca öğrenmeme yardım etti.
ALMANYA'DA ÖĞRETMENLİK HAYATI...
Öğretmenlik en sevdiğim meslekti. Boş bir yer aramaya başladım. 1976'da Dortmund Heisenberg Gymnasium'da sanat tarihi öğretmenliğine başladım. Okul müdürü Herr Heger öğrencilerle beni baş başa bırakıp çıkarken, omzuma dostça dokunarak:
"Sayın Karahasan, büyük bir özgürlük içinde ders yapabilirsiniz!" dedi.
İşte bu anı hiç unutmam. İçim bir hoş olmuştu. Bir Çelikel Lisesi müdürünü düşündüm, bir de Heger'i. Öğretmenlik yanında Türkçe edebiyat, sanat dergileri çıkardık. "Dergi" dergisi bunlardan biridir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, aydınlara, düşünenlere yapılan baskıların kaldırılması amacıyla çeşitli demokratik etkinlikler yaptık.
Öğretmenlik yanında sanat çalışmalarımı aralıksız sürdürdüm.
Fransızca'dan Türkçeye kitaplar çevirdim.
Ömer Hayyam'ın rubailerini Farsça asıllarından çevirmek için Farsça öğrendim. Ömer Hayyam üzerinde 15 yıldan beri çalışıyorum.
Dinler tarihi üzerinde uzun zamandan beri çalışıyorum. İslam ülkelerine inceleme gezileri yaptım. İran, Ürdün, Tunus, Cezayir, Mısır ve Fas'ı görüp inceledim. Dünyanın birçok ülkesini gezip dolaştım. Çin'e, Rusya'ya, Afrika'ya gittim.
Henüz en iyi resmimi yapamadım. Hep öğrenmeye çalıştım. Öğrenme heyecanım sönmedi. Bilgi açlığım geçmedi. Ömer Hayyam'ın dediği gibi hâlâ işimin ustası olmuş değilim.
Dünya denilen zincire doymuş değilim
İşimi bir an bile boş koymuş değilim
Ömrümce şu dünyada hep öğrenci idim
Hâlâ işimin ustası olmuş değilim
Türkiye halkına son sözümü soracak olursan...
Şunu demek isterdim: İnancınız kadar düşünmeyi de öne çıkarın. İnanç kadar, düşünme kavramını da öne çıkarın! Son sözüm bu olacak.