PERWER YAŞ -ANF
Onunki aslında Türkiyeli bir Almanın hikayesi. Ya da sayıları
milyonları bulan ‘misafir işçiler’ ile siyasi mültecilerin bir Alman’ın
hayatını nasıl değiştirebileceğinin en çarpıcı örneği. Onları fabrikada
tanıdı. Doktor sırası beklerken ve mahkemelerde ‘Tarzanca’ başladığı
Türkçe tercümanlık, onu Af Örgütü’nün Türkiye temsilciliğine kadar
götürdü. Fakat belki o sabah, o telefon gelmeseydi, Helmut Oberdiek’in
hayatı çok farklı olacaktı.
“Asıl sorun, gece saat 10'da
karanlıkta, son derece yorgun bir vaziyette eve nasıl yürüyeceğim idi.
Kafamda çok güzel tasarlamıştım ve onun için evden bisikletle
çıkmamıştım: Sıska boylu, başının ortasından saçları hafif dökülmüş,
yuvarlak yüzlü ve bıyıklı bir Türk arkadaşa soracaktım. Daha önceden
belirli bir yakınlık göstermişti. Almanya'ya yeni gelmişti. Külüstür bir
arabası vardı ve bildiğim kadar ile o hafta akşam vardiyasında
çalışıyordu.
Ne var ki, arkadaşı görünce hiç cesaretim
kalmamıştı. Pek tanımadığım, salt işyerimde gördüğüm, dil bakımdan doğru
dürüst anlaşamadığım birinden böyle bir iyiliği nasıl isteyebilirdim?
Sonuçta eve yaya dönmeye, ertesi gün ise bisikletle işe gelmeye
hazırlanıyordum ki Türk arkadaş durumumu fark etti ve kendiliğinden
yanıma gelerek Tarzanca ile "sen iş arkadaş ne yapmak?" diye sordu. Ben
"arkadaşın nerede?" diye anladım ve "eve gitti" dedim.
Fakat
külüstür araba sahibinin sohbeti henüz bitmemişti. Devamla "sen ne
yapmak?" diye sordu. İçimden acaba beni eve götürme teklifi yapar mı
diye geçirdiysem de kendisine yanıt vermekte epey zorlandım. "Ben yaya
gideceğim" diyorum, fakat adam Almanca "zu Fuss" sözcüğünü duymamış
olacak ki bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Kolum üzerine parmaklarımla yürüme
işaretini yapıp "ben yaya gideceğim" diye tekrar ediyorum, ama adam
gene anlamıyordu. Çaresiz olarak ayağımı göstererek, parmaklarımla gezme
işaretini tekrar edip "zu Fuss" deyince artık adam anladı.
Bu
kez açıktan önerisini yaptı: ‘Sen arabam eve gitmek’ gibi bir şey
söyledi. Şaşırmıştım. Adam sıkılıp da soramadığımı kendisi teklif
ediyordu. Ama ben iyice utanarak ‘olmaz’ dedim, ‘çok uzak; 6-7
kilometre’. Fakat o ısrarla "egal" (fark etmez) diye üstelemeye devam
etti. Gizli bir sevinç içinde sonunda ‘tamam’ dedim. Ondan sonra bir
hafta boyunca arkadaş beni her akşam evime kadar götürdü.
Salt o
değil, onu birahaneye ya da diskoteğe davet ettiğim zaman da bana hiç
masraf yaptırmıyordu. Ben ne kadar ‘benzin senden, içki benden’ dediysem
de bir türlü ikna edemiyordum. Böyle bir davranış çok garibime
gidiyordu. Çünkü Almanya'da buna benzer bir insana ve davranışa
rastlamak çok zordur. Söz dağarcığımda o zamana dek "konukseverlik" diye
bir sözcük yoktu diyebilirim.”
‘12 METREKARE ALMANYA’
62
yaşında olan Helmut Oberdiek’in “Acı vatan-Almanya’daki”daki
Türkiyeliler tanışması işte böyle başlamıştı. Avrupa’yı sarsan 68
kuşağına yetişmediği için üzülmüştü, fakat Almanya’dan bir türlü gitmek
istemeyen ‘misafirlerle' macerası 68 kuşağının yaşadıklarını aratmayan
cinstendi. 3 dönümlük tarlası verim vermeyince fabrikada çalışmaya
başlayan bir babanın çocuğuydu. Hem köylü hem işçi bir aileden, yani
‘alttan’ geliyordu ve bu yüzden de “alttakilerle” dostluk kurmakta hiç
zorlanmadı.
Herford doğumlu Oberdiek, Tübingen Üniveristesi’nde
okurken okul tatillerinde çalıştığı fabrikalarda misafir işçilerin
sorunlarını hal ediyor, danışmanlık yapıyor, doktorda sıra beklerken
‘Tarzanca’ tercüman oluyor, ailesini getirmek isteyenlere ve
öğrencilerin ev ödevlerinde yardımcı oluyordu. Hatta o dönem Türkiye
hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan mahkemeler bilirkişi olması için
onun peşinden koşuyordu.
Artık zamanla bu yardım severliği onun
deyimiyle bir hak arama mücadelesine dönüştü. Bir grup arkadaşıyla
Yunan Albaylar Cuntasına karşı eylemler yaparken, yabancı işçilerin
sorunlarına da sahip çıkmaya başladı. Bildirilerde bir Alman çoban
köpeğine yasa gereğince 16 metre karelik yer zorunlu gösterilirken
dışarıdan getirtilen işçi başına 12 metre karelik bir yerin yeterli
gösterilmesi gibi konulara yer veriyorlardı.
1970 yazında ise
arabasına binerek tanıştığı ilk ‘misafir işçi’ Hulisi’ye bu kez o
misafir oldu. Suların musluklardan akmayıp kuyudan çekildiği, elektrik
olmadığı için akşamları gaz lambalarının ışığı altında topraktan
yapılmış bir evde bulmuş kendisini. 1001 gece masallarından farksızdı.
Bu dünyaya ise Alaaddin'in lambası yerine Hulusi'nin arabası ile
ulaşmıştı:
“Köyden çıkıp İstanbul, İzmir, Antalya, Denizli, Afyon
ve Akşehir gibi kentlere gittiğimde her gün benden Almanya'da iş
isteyen, "istek" yapmamı bekleyen insanlara, Almanya'nın yabancılar için
iyi bir yer olmadığını da anlatamıyordum. Hulusi gibi, bir yıl
Almanya'da çalışmakla araba sahibi olmuş kişiler varken, Almanya iyi
değil demem ne anlam taşırdı ki? Gene de kendimi zorunlu hissediyordum.
Türklerin
Almanya'da ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını, hiç mi hiç
sevilmediklerini anlatmaya kalktım. Halbuki anlatacaklarımı hemen
çürütecek olan araç içinde seyahat ediyorduk. Köylüler haftanın yedi
günü 12şer saat çalışmış olsalardı bile, ömür boyu böyle bir "eşek"
satın alamazlardı. Arabanın külüstür olması, daha yıllarca her ay maaşın
yarısının borç olarak ödenecek olmasının da o an için zerre kadar önemi
yoktu. Hulusi hemencik ‘adam’ oluvermişti, üstelik Almanlar kötü olmuş
olsalardı her halde benim gibi birisi ile de arkadaşlık kurmuş olmazdı.”
12 EYLÜL 1980, SAAT: 06.00
Helmut
Oberdiek’in Türkiyelilerle dostluğunu farklı bir bulvara sokan olaylar
dizisi ise 1980 yılının 12 Eylül sabahı, saat 06.00’da çalan telefon ile
başladı. Arayan Hamburg’tan Memet’ti. Heyecanla “Duydun mu, Türkiye'de
darbe olmuş. İlk haberi Bavyera Radyosu vermiş, NATO'nun onayı ile
olmuş" diyordu. Darbenin yumruk sesi birçok kişi gibi, 3 bin kilometre
uzaktaki Oberdiek’i de yatakta yakalamıştı.
Türkçe çevirmenlik
sınavında 100 üzerinden 91,5 puan alan, 1977 yılından itibaren
Cumhuriyet gazetesine abone olan Oberdiek, generallerin “Bayrak
Planı”ndan habersizdi. İnsan avı başlatılmış, sokağa çıkma ve yurt
dışına çıkma yasağı getirilmiş, Türkiye cezaevine dönüşmüştü.
Oberdiek,
o sabah hiçbir şey olmamış gibi geçişi öğretmenlik yaptığı okula gitti.
1977 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra hem babasının hastalığı
hem de iyi bir dost çevresi yüzünden memleketi Herford'da yerleşmiş,
lisede İngilizce ve spor dersleri veriyor, kalan zamanını ise
Türkiye'lilerin Buluşma Merkezi'nde çalışarak değerlendiriyordu. O sabah
öğrencilerine verdiği derslerde politikaya yer olmadığı için darbeden
hiç bahsetmedi.
Ancak yine de “bana özel bir görev düşer mi?”
diye kendi kendine sormaktan alıkoymamıştı. O gün için ise “Bundan sonra
yaşamımın değişeceğine ilişkin bir his içime doğdu” diyor. Zaten
Oberdiek, 1979 yılın sonunda bir grup sosyal demokrat milletvekili,
gazeteci ve yazar ile Batı’nın Türkiye'ye askeri yardım yaptığı bir
dönemde halkın yardımlardan doğrudan faydalanabileceği Türkiye'ye
Alternatif Yardım Örgütü kurmuştu:
“Avrupa’da ilk etapta Vietnam
Savaşı'na karşı gelişen enternasyonalizm anlayışı, daha sonra Şili,
Nicaragua, El Salvador ve Yunan Albaylar Cuntası'na karşı dayanışma
hareketlerinde de görüldü. Bu ülkelerin çoğu Türkiye'den daha uzakta
idi. Tageszeitung gazetesi 1980'li yılların başında kısa bir sürede "El
Salvador'a Silah" sloganı ile 2 milyon mark toplayabildi; biz
"Alternative Türkeihilfe" ile aynı dönemde "Türkiye'de işkence
kurbanlarına" 2 bin markı zor toplayabildik.”
‘DİYARBAKIR AJAN KAYNIYOR’
12
Eylül’den sonra Türkiye'ye Alternatif Yardım Örgütü darbe sonrası insan
hakları ihlallerine yoğunlaşırken, Helmut Oberdiek’in işi ise gittikçe
zorlaşıyordu. Bir yandan ağırlaşan dernekçilik çalışmaları, bir yandan
da mahkemelerin mumla aradığı tercümanlık işleri. Oberdiek çareyi
sorumlu olduğu sekizinci sınıfta okuyan öğrencilerine sormakta buldu.
Onlara doğrudan "görevimden ayrılmak istiyorum, ne diyorsunuz?" diye
soramadığı için "öğretmenliğimi nasıl buluyorsunuz?" şeklinde bir soru
yöneltti.
Sınıfın en zeki ve aynı zamanda onun kadar boyu olan
bir öğrenci "siz kötü bir eğitmensiniz, ama iyi bir arkadaşsınız" sözü
aradığı doğru cevaptı. Şubat 1981’de 4 aylık kadrolu öğretmenken
istifasını veren ‘kötü öğretmen’ Oberdiek’in böylelikle Türkiye’nin
insan hakları müfettişliğine gidecek macerası da başladı. Sırada ise
darbe sonrası kapılarını açan “apoletli Türkiye’ye” not vermek vardı.
Avrupa’dan giden heyetlere tercümanlık yapan Oberdiek’in en ilginç
macerası ise postal sesisin en iyi hissedildiği Diyarbakır’da olmuştu.
Uluslararası
Genç Avukatlar Birliği'nin Fahri Başkanı Dr. Konrad Meingast ile 13
Temmuz 1982’de Diyarbakır'a giden Oberdiek o gönü şöyle anlatacaktı:
“Uçakla Diyarbakır'a gidip daha önce yer ayırttığımız Demir oteline
yerleştik. Gitmeden önce Almanya'da konuştuğum avukat Şerafettin Kaya'ya
göre bu otel ‘ajan’ kaynıyordu. Fakat Diyarbakır'ın neresinde ajan
yoktu ki? Resepsiyonda dışarıdaki ekibine telsizle emir veren biri ile
karşılaştım. Her sokak köşesinde en az iki kişi, açıkça görülen tabanca
ve telsizlerle, nöbet tutuyordu.”
‘KÖKLÜ BİR HESAPLAŞMA YOK’
12
Eylül’den sonra onun deyimiyle artık Türkiye “onun ikinci vatanı” oldu.
4 yıllık Af Örgütü’nün Türkiye temsilciliğinden sonra 1990’da Türkiye
İnsan Hakları Vakfı için çalışmaya başlayan Oberdiek görevini ise şu
sözlerle özetliyor: “Duygusallığa pek yer bırakmadan evrensel ilkeler
temelinde ‘içeride’kilere insani yaşam koşulları aradım, işkence, kötü
muamele ve idama son verilmesi için çaba harcadım.”
O yıllara
ilişkin anılarını Belge Yayınları’ndan çıkan “Dışarıdakiler” adlı bir
kitapta toplayan Helmut Oberdiek, 12 Eylül’ün 31. yılında ise
sorularımıza şu yanıtları verdi:
* Yıllar sonra 12 Eylül nasıl görülüyor?
-
31 yıl sonra darbenin etkileri hala hissediliyor. Üç yıl kadar kısa bir
zamanda (Kasım 1983'e kadar) kabul edilen 800'den fazla yasadan
Anayasa’da dahil olmak üzere birçoğu değiştirildi gerçi, gene de yasal
düzeyde, başta gene Anayasa olmak üzere, tam demokratik bir temel
kurulduğu söylenemez. 12 Eylül döneminde insan hakları ihlaline doğrudan
ya da dolaylı olarak maruz kalanların birçoğu hala sağ ve acıları bitmedi. Bunun için de köklü bir hesaplaşma yapılmalı.
* Darbecilerin ve işkencecilerin yargılanması için neler yapılmalı? Bu konuda son dönem yapılan çalışmalar sizce yeterli mi?
-
Bazı suç duyurularla Türkiye'deki hukukçular gereğini yapma gayretini
gösterdiklerini sanıyorum. Fakat darbeciler "işkence yasalarda yasak" ve
"işkence emrini vermedik" demekle sorumluluktan kurtulabilecekler mi?
Bence hayır. 12 Eylül müdahalesi ile sadece Süleyman Demirel'in
Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alınmadı, Türkiye Büyük Millet
Meclisi lağvedilmedi, partiler ve sendikalar kapatılmadı. 13 ilde
geçerli olan sıkıyönetim tüm 67 ile genişletildi. Darbeden 5 gün sonra
17.09.1980 tarihinde sıkıyönetim ve olağanüstü halde azami olan 15
günlük gözaltı süresi 30 güne uzatıldı.
İki ay geçmeden
07.11.1980 tarihinde 30 günlük gözaltı süresi 90 güne uzatıldı. Ancak 10
ay sonra 05.09.1981 tarihinde 90 günlük gözaltı süresi 45 güne
indirildi. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan genel seçiminden sonra bu
durum Mayıs (Haziran) 1985'e kadar devam etti. Ondan sonra gözaltı
süresi olağan olarak idare edilen bölgelerde 15 güne indirildi. OHAL'de
ise 30 gün olarak devam etti. O tarihlerde gözaltı dış dünya ile tüm
bağlantıların koparıldığı (Latince'de incommunicado) bir süreçti. 90 gün
dünyadan kopuk olan insanlara akla hayala gelmeyen işkence yöntemlere
uygulamak kolaydı.
‘İŞKENCEDE ÖLDÜRÜLEN 428 KİŞİNİN İSMİ BENDE’
* Sizin bu konuda özel bir çalışmanız var mı?
-
Dünyadan kopuk gözaltı süreleri 90 güne çıkarmakla darbeciler
işkencenin artmasından sorumlu oldukları gibi işkence altında ölümlerin
çoğalmasından da sorumlu. 12 Eylül sonrası işkence sonucu ölenlerin
kesin sayısını kimse bilmiyor. Muhtemelen İHD kaynaklı 171 kişi işkence
ile öldürüldü rakamı epey yaygın. Fakat ben değişik kaynaklar kullanarak
çok farklı bir rakama ulaştım.
İşkence sonucu gözaltında ölüm
konusunda TİHV tarafından sunulan, 15 yıllık bir dönemi kapsayan ve Mart
1996'da yayınlanan "İşkence Dosyası"nda bulunan bir listeyi temel
aldım. Bu listeye göre 419 kişi gözaltında yaşamını yitirmişti. İlk işim
"kayıp" olanları bu listeden çıkarmak oldu. TİHV çalışmasında bazı alt
kategoriler de oluşturmuştu (örneğin tıbbi ihmal ya da açlık grevi
sonucunda ölenler). Ben bunları dahil etmedim. Resmi iddiaya göre
"intihar" etmiş kişiler için ölüm gözaltında gerçekleştiğinde dahil
ettim, cezaevinde olduğunda dahil etmedim.
Hastalanarak
ölenlerde hastalığının işkence sonucu oluşup oluşmadığına karar vermek
gerekirdi. Bir de gözaltından sonra ölü bulunanlar için soru "vurularak
mı öldüler" yoksa "işkence ile mi"? Dahil edilenler için işkence ile
öldürülme ihtimalini gördüğüm olaylardır. 15 yılı kapsayan rapordan
sonraki 5 yıl için TİHV'in yıllık raporlarını kullandım. Yukarıda izah
ettiğim kıstaslara göre 75 kadar olay listeden çıkardım. Fakat özel
olarak tuttuğum arşiv ve başka kaynaklardan (örneğin İHD listesi) 50
kadar "yeni" olay buldum. Bu şekilde 12 Eylül'ü takip eden 20 yıl içinde
muhtemelen işkence sonucu ölen 428 kişinin ismini buldum.
‘TÜRKİYE GERİYE GİDİYOR’
* Mağdurların rehabilitasyonu ve Diyarbakır cezaevinin müze haline gelmesi için neler yapılmalı?
-
Mağdurların rehabilitasyonu devletin maddi katkısı ile konuda Türkiye
İnsan Hakları Vakfı gibi uzman kuruluşların denetiminde yapılabilir.
Diyarbakır cezaevinin müze olması için yanılmıyorsam Ekim 2010'da
dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay söz vermiş, ancak son gelişmeleri
takip edemedim.
* Sizce Türkiye şimdi nereye gidiyor?
-
Ben iyi bir politikacı değilim. İnsan hakları alanında 2005'ten sonra
bazı konularda geriye doğru bir eğilim var. Örneğin Terörle Mücadele
Yasası'nda yapılan değişiklik. 3'üncü dönem iktidarda olan AKP
Genelkurmay'ın siyaset üzerinde olan etkisini büyük ölçüde azaltmış
görünüyor, ancak eski derin devletin bazı unsurları deşifre olmasıyla
beraber dini cemaat ve cemiyetler temelinde farklı bir arka perde
yönetimi oluşma tehlikesine yönelik işaretler de mevcut.
SON SÖZ:
Kimi
‘Alamancı’, kimi mülteci, kimisi de Almanya’ya göçün 50. yılında ‘artık
burası memleketim’ diyor. 1970’den bu yana 40 yılı aşkındır
Almanya’daki Türkiyelilerle oturup-kalkan Helmut Oberdiek ise
“Göçmenlerin Türkiye'den kopuk yaşamaları, siyasi ortamın yokluğu derin
bunalımlara girmelerine yol açtı” diyor. Ona göre buradakiler,
Avrupa'nın rahat yaşamında kişisel bataklıklarda kaybolup gitti. Yani 12
Eylül sabahı, dışarıda olmak içerde olmak kadar zordu.
ANF NEWS AGENCY