5 Nisan 2016 Salı

AKP İçin Bir Dönemin Sonuna Doğru mu?

AKP, Türkiye toplumunun tarihsel-politik dinamiklerinden ortaya çıkıp gelişen ve iktidar gücü olan bir parti olmadı. Tersine küresel kapitalist dünyanın bölgesel stratejisinin bir figüranı olarak desteklenip ön plana çıkartıldı. Küresel sermayenin aktif desteğiyle iktidar gücü olan Erdoğan merkezli AKP, iç politikada ciddi bir başarı göstermesine rağmen bölgesel stratejilere uyumlu bir politika izleyemedi. Değişen güç dengelerine uyum sağlamakta zorlanan ve aşamalı olarak kendi planlarını uygulamak isteyen AKP’nin geliştirmek istediği politikalar bütünüyle çöktü. Bölgesel politikalardaki başarısızlık, AKP’nin uluslararası ve bölgesel ilişkilerdeki rolünü/etkinliğini de önemli oranda kırdı.

Uluslararası alanda sıradanlaşmaya başlayan AKP, iç politikada gücünü korumak için toplumun farklı toplumsal dinamiklerine yönelik baskıları yoğunlaştırdı. Böylelikle uluslararası ve bölgesel politikalarda izole edilen Erdoğan ve ekibi, iç politikadaki varlığını korumak için saldırılarını artırdı.

Küresel dünyada uluslararası gelişmelerle iç politik ilişkiler belirli bir denge içerisinde yürütülmediği sürece iktidar gücünü korumanın oldukça zor olduğu hemen herkesin bildiği bir realitedir. Bu bakımdan Türkiye geleceğini belirleyen AKP iktidarı yeni bir sürece doğru evriliyor. AKP’yi bekleyen süreç tahmin edilenden çok daha karmaşık ve zorlu olacak. İç politik dengelerde güçlü görünmek için bütün olanaklarını kullanan iktidarın zayıf halkaları hızla gelişiyor.

Rejimin bütün dinamiklerinin alt üst edildiği, fiilen tek parti iktidarına dayanan başkanlık isteminin uygulandığı Türkiye’de sadece dış politikanın bütünüyle çökmedi, aynı zamanda iç politikada çözülme sürecine girmeye başladı. Erdoğan merkezli AKP’nin dış politikadaki başarısızlığının iç politikaya yansıması önümüzdeki süreçte çok daha belirgin hale gelecektir.

Reza Zarrab’ın ABD tarafından tutuklanmasının politik yansımaları çok daha ağır olacaktır:

Zarrab, ABD’ye giderken tutuklanacağını biliyordu. Peki, buna rağmen neden ABD’ye gitti? Bu sorunun birkaç yönü bulunuyor. Bu operasyonun bir yönü İran’ı ilgilendiriyor. Uluslararası ambargonun kalkmasıyla İran’ın bölgesel bir güç olması için yeni bir süreç başlatıldı. İran, küresel sisteme dahil olurken bir kısım önemli adımlar atacaktır. İran adına kara para operasyonların önemli bir örgütleyici elemanlarından birini olan Babek Zencani’nin tutuklanması ve idam kararı verilmesi, hem uluslararası güçlere bir mesajdır hem de kendi iç dinamiklerini yeniden re-organize etmeye karar vermesidir. Bir başka anlamı da, kirli ilişkilerden arınacağını ve küresel sistemin oyununa dahil olacağının mesajını veriyor. Diğer bir yönü de İran’daki operasyonun bir ayağını da Türkiye’de kara paraların aklandığı bazı önemli bankaları oluşturuyor. ABD, başından beri Türkiye’nin uluslararası ambargoyu delmek için İran ile kirli ilişkiler içerisinde olduğunu biliyordu. Washington, İran politikası nedeniyle Türkiye’nin izlediği politikayı geçici olarak görmezlikten geldi ve doğrudan müdahale etmedi. Ancak İran ile küresel güçler arasında yapılan anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarını yeniden güncelleştirmesine yol açtı ve esasen AKP ve Erdoğan’a yönelik yeni bir süreç başlatmış bulunuyor. ABD’ye anlaşmalı olarak giden Zarrab’ın ABD’de mahkeme tarafından tutuklanmasının esası, AKP ve Erdoğan’a yönelik belirlenen stratejinin bir halkasıdır. Mesele Zarrab’ın kara para ilişki ağı içinde olması değil, esasen İran’a yönelik ambargonun delinmesinde Türkiye’nin üstlendiği rolü belgelerle ortaya çıkartmaktır. Bu bakımdan Zarrab’ın tutuklanmış olması, operasyonun merkezinde İran değil Türkiye’nin, dahası Erdoğan’ın olduğunu gösteriyor. Zarrab’ın vereceği bilgiler ekseninde bir bakıma 17-25 Aralık Operasyonu uluslararası boyutu da olacak şekilde yeniden başlamış olacaktır.

Türkiye güvenlik sorunu olan bir ülke olarak ön plana çıkıyor:

Terör gerekçesiyle Adana, Muğla ve İzmir’de bulunan ve özellikle korunan askeri personelin ailelerinin güvenlik nedeniyle Amerika’ya götürülmesi kararı, önümüzdeki süreçte Ankara’ya yönelik politikanın ipuçlarını veriyor. İsrail hükümetinin ABD’nin açıklamasına eş zamanlı bir şekilde İsrail vatandaşlarının acilen Türkiye’ye terk etme çağrısı yapmış olması da bir tesadüf olmayıp bilinçli bir politikadır. Washington’da verilen mesaj şunları içeriyor; Erdoğan merkezli AKP iktidarının Ortadoğu’da kaos yaratmak için sürdürdüğü politikalara destek verilmeyecek. Türkiye güvenli bir ülke olmadığı için iç politik kriz/istikrarsızlık çok daha fazla derinleşecek. Yabancı turistlerin gelmemesi için yapılan ciddi bir uyarı olduğu gibi küresel sermayenin akışı bakımından da önemli bir mesaj içeriyor. Bir başka ifadeyle Türkiye’ye yapılan küresel yatırımların hızla düşmesi ya da düşürülmesi anlamına gelir.

Erdoğan’ın varlığı Türkiye için uluslararası alanda bir kriz haline gelmeye başlandı:

Bir ülkenin cumhurbaşkanının pozisyonu o devletin uluslararası alandaki vizyonunu yansıtır. Erdoğan cumhurbaşkanı olduğundan bu yana, küresel güç merkezlerinden hiçbiri ülkeyi ziyaret edemedi ve davet edilmedi. Erdoğan’ın, uluslararası ölçekteki toplantılarda, küresel güç merkezleri olan devletlerin başkanlarıyla veya başbakanlarıyla görüşmek için çok büyük bir çaba içerisinde olması, diplomatik ve politik ağırlığının ne kadar zayıfladığını gösteriyor. Paris’te gerçekleştirilen İklim Zirvesi’nde Putin ile görüşebilmek için bütün diplomatik ilişkileri alt üst eden Erdoğan, Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde ise Obama ile resmi düzeyde bir görüşme yapabilmek için diplomatik sınırları sonuna kadar zorladı. Beyaz Saray’ın bu önerinin uygun görülmediğini, ama bunun Erdoğan’ı ‘horlama’ anlamına gelmeyeceği, yemek arası bir görüşmenin mümkün olacağını, Başkan Yardımcısı Biden ile görüşebileceğine dair açıklama Erdoğan’ın vizyonuna ilişkin bir fikir verebilir. Ayrıca Brookings Enstitü’sünde konuşan Erdoğan’ın yapmış olduğu toplantının katılımcıları dikkate alındığında Türkiye’ye verilen önemi ortaya koyuyor. Obama yönetiminden kimsenin bulunmaması, katılanların da üçüncü ve dördüncü derecede bürokratlardan olması, birçoğunun Obama yönetiminin eski çalışanları olması dikkate alındığında Erdoğan’a biçilen rol bakımından bize bir fikir veriyor.

Erdoğan’ın diplomatik sınırları aşarak ülkelerin içişlerine müdahaleye kalkışması uluslararası ilişkilerde kaybetmenin tipik bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Almanya’daki bir televizyon kanalında yayınlanan mizah içerikli ‘talk show’ programında Erdoğan’a hakaret edildiği iddiasıyla Almanya Büyükelçisi’nin Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıp nota verilmesi, uluslararası ilişkilerde nadiren görülen bir diplomatik tarzdır. Avrupa ülkelerinde bu tür programlarda kendi ülkelerinin politikacılarına yönelik mizah tarzı eleştiriler sıkça yapılır ve devlet politikası olarak ele alınamaz. Devlet politikasıyla doğrudan bir ilişkisi olmayan bu tür programlar nedeniyle bir ülkeye nota verilmeye kalkışması, Türkiye’nin uluslararası ve diplomatik ilişkilerdeki dengesinin bütünüyle dağıldığını gösteren küçük ama önemli bir veriyi ortaya koyuyor. Aynı şekilde, AB üyelik kriterlerine göre, AB ülkelerinin konsoloslarının Can Dündar-Erdem Gül Davası’nı izlemeye gelmeleri hem bir hak hem de bir görevdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konsoloslara “Siz kimsiniz” cümlesiyle tehdit eder gibi karşılık vermesi, diplomatik kurallarının bütünüyle rafa kaldırıldığını gösteriyor.

Çözülmenin bir başta boyutu; devletin Kürtlerle savaşı

Devletin geleceğiyle Kürtlerin bölgesel tasfiyesi arasında stratejik bir bağ kuran AKP ve Genelkurmay, savaşı çok yönlü boyutlandırma kararı aldılar. IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlerin desteklenmesinin politik arka planında Kürtlerin bölgesel bir güç olmasını ve dengelerde aktif bir rol üstlenmesini engellemek var. Bu bakımdan kapsamı genişleyerek yürütülen savaşta esas sorumluluk Milli Güvenlik Kurulu’nda olmasına rağmen olası bir yenilginin faturası doğrudan Erdoğan’a ve AKP iktidarına kesilecektir.

Genelkurmay-AKP iktidarı ittifakına dayanan Kürtleri tasfiye savaşı, cumhurbaşkanı tarafından ABD’de meşrulaştırılmak istendi. Erdoğan’ın gerek Biden ile yaptığı görüşmenin gerekse Brookings Enstitüsü’nde yapmış olduğu konuşmanın esasını yine PKK ve PYD oluşturdu. Devletin bilinen klasik Kürt politikasını tekrarladı. Biden’den Rojava’da ilan edilen ‘Kürt Federasyonu’nun tanınmaması ve kurulmaması garantisini istedi. Buna karşılık Ankara’nın Washington’un emrinde olacağına vurgu yaptı. Ancak ABD’nin bugünkü Kürt politikasının değişmeyeceğini bir kez daha görmüş oldu. Böylelikle Suriye ve Rojava’daki kırmızı çizgileri hem Rusya, hem de ABD karşısında anlamsızlaştığı gibi PYD’nin politik gücü bir kez daha tescil edildi. Cenevre’deki görüşmelere Kürtlerin dahil olmasıyla Suriye’de oluşan veya oluşacak olan yeni politik dengeler içerisinde çözüm çok daha fazla ön plana çıkacaktır. Kürtler bu sürecin kazananları olarak Suriye’nin geleceğini belirleyici önemli bir gücü olacaktır.

Devletin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı kazanma şansı bulunmuyor;

Kürt illerinde yürütülen savaşla bölge coğrafyasının bütününün Suriyeleştirilmesi, Türkiye’nin çözülme sürecinin önemli bir halkasını oluşturacaktır. Savaşın Kürt illeriyle sınırlı olmayacağı bunun yayılarak batı illerini kapsayacağı gerçeğini gören uluslararası güçler, Türkiye’nin güvenlikli ülke statüsünden çıkartıldığını açıkladılar. Bu bakımdan Kürt hareketinin toplumsal gücünü bastırmak için başlatılan savaşın politik sonuçları tahmin edilenden çok daha kapsamlı olacaktır. Kürt illerini yıkım merkezi haline getiren devletin, bu savaşı kazanması ve politik sonuçlar elde etmesi oldukça zordur. Kürt illerinde adı konulmuş bir savaş var. Nasıl ki Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de bir savaştan bahsediliyorsa artık Kürt illerinde de yürütülen bir savaştan bahsediliyor. Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Türkiye’de de devlet bu savaşın adını “terörizmle mücadele” olarak tanımlasa da uluslararası kriterlere göre bu bir savaştır.

Bu savaşın bir tarafında devlet, karşı tarafından Kürtler adına PKK bulunuyor. Bu savaşın çatışma alanı genişledikçe uluslararası alandaki tanımlanması çok daha netleşecektir.

Devletin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı kazanma şansının olmadığını savaş uzmanı haline gelen Genelkurmay da çok iyi biliyor. Suriye’de savaşın durdurulması ve politik çözümün ön plana çıkmasının koşulları yaratılırken, tersine Türkiye’nin kendi içinde başlattığı savaşın askeri sonuçları bakımından hiçbir kazanımının olmayacağı açıktır. Tersine savaşın özellikle Türkiye’nin büyük mega kentlerini kapsayarak ilerlemesi toplumsal, politik ve ekonomik kaosun derinleşmesi olarak karşımıza çıkacaktır.

Kürtlerle yürütülen savaş, Türkiye’nin bütününü Suriyelileştirecektir ve bunun bir başka anlamı da uluslararası müdahaleye nesnel zemin hazırlanmış olacaktır. Kürtlerle barışarak sorunu demokratik yollarla çözümü esas almayan devletin karşısına uluslararası çözüm gelecektir. Bu bakımdan kendi iç dinamikleriyle çözme becerisini göstermeyenler, dış dinamiklerin çözümünü kabul etmek zorunda kalacaklardır.

İç politik dengelerde kriz ve çözülme:

Türkiye’nin dış politik ilişkileri ve diplomatik kurallarının sıfırlanmasının iç politikadaki yansımaları çok daha belirgin olarak ön plana çıkıyor. Bugünkü politikanın esası, toplumsal ilişkilerdeki kutuplaşmayı derinleştirmenin ötesinde birbirine düşman grupları haline getirmektir. Bir başka ifadeyle bir taraftan AKP iktidarının desteklediği, karşıda ise buna karşıda muhalif duruma gelen farklı sosyal grupların var olmasıdır. Güncel tehlike ise bu farklı sosyal gruplar arasında çatışmanın aşamalı olarak gelişme ve yaygınlaşma eğilimini taşımasıdır.

AKP iktidarı ve cumhurbaşkanının politik yönelimleri bu süreci çok daha karmaşık bir hale getirmektedir. Devleti temsil eden bir cumhurbaşkanının kendi halkıyla savaşır şekilde iç politikada hemen her gün toplumun gündelik yaşamına müdahale etmeye kalkışması iç dinamiklerin kırılmasının tipik bir özelliği olarak görülüyor. Bir cumhurbaşkanı ilk kez bu düzeyde kendi halkıyla mahkemelik olmuş bulunuyor. Bunun ne Türkiye’de ne de başka ülkelerde bir örneği var. Facebook, Twitter gibi sosyal medya üzerinde yapılan açıklamalara dahi olmak üzere sayıları binlerle ifade edilen davaların açıldığı bir cumhurbaşkanı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Öyle ki Can Dündar-Erdem Gül Davası’nda, cumhurbaşkanının baskısıyla bu kez MİT de taraflardan biri haline geldi. Dünyanın hiçbir ülkesinde devletin en stratejik kurumu olan istihbarat örgütünün bir bireyde davacı olarak mahkemeye başvurduğu görülmemiştir. Türkiye’de de böyle bir örnek bulunmuyor. Bir istihbarat örgütünün varlığı ve niteliğiyle çelişen bir durum olması yanında aynı zamanda bir mesaj içeriyor: Toplumdaki bireylerin bütün kişisel bilgelerine sahip olan istihbarat birimi olarak MİT, bundan sonra herkes hakkında dava açarak tutuklatabilir ve ceza almasını sağlayabilir. Bir başka ifadeyle MİT üzerinden korku imparatorluğunu bireylerin günlük yaşamında hissettirmektir.

AKP, küresel güçlerin desteğiyle büyüdü ve bugünkü güce ulaştı. Bugün gelinen noktada iç politikada edinmiş olduğu güce dayanarak, kendi varlığını hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde çok belirgin olarak dayatır bir noktaya geldi. Özellikle Ortadoğu’daki dengelerin değişmesini yeterince görmeyen ya da görmek istemeyen AKP, sürece uyum sağlamak yerine tersine bölgesel ilişkilerine engel olmaya başlayan bir konuma gelmiş bulunuyor.

AKP’nin uluslararası ilişkilerdeki misyonu önemli oranda tamamlanmış görünüyor. Erdoğan merkezli AKP iktidarı iç politikadaki gücünü kullanarak iktidarını süreklileştirmesinin giderek zorlaştığını görmeye başladı. Ya mevcut politikalardan kesin bir dönüşüm sağlayacaktır ya da iç politikadaki baskısını daha fazla artıracaktır. Bu durum AKP’nin ve Erdoğan’ın gücünün çok hızla tükenmesine, uluslararası ilişkilerdeki çöküşün iç politikaya yansıması çok daha hızlı olacaktır.

İçte ciddi önemli bir güç olması AKP’nin geleceği için bir güvence olmaz. Bu bakımdan uluslararası ilişkilerdeki başarısızlığın iç politikaya yansıması kaçınılmazdır. Bunun ne kadar süreceğini kestirmek mümkün değildir. Küresel güçlerin Türkiye politikasının birkaç alternatifi bulunuyor. Koşullara göre bunlardan biri uygulanmaya konulacaktır. Erdoğan’ın hizaya getirilmesi, AKP’nin yeniden dizayn edilmesi, ordunun tekrar göreve çağrılması, Türkiye için bir renkli devrimin güncelleştirmesi gibi farklı seçenekler gündeme gelebilir. Bütün bu alternatiflerin ortak özelliği, Türkiye’nin küresel sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden re-organize etmektir. Kriz yaratan değil, küresel çözümlere uyumlu bir Türkiye oluşturmaktır. Bunun çok kolay olmayacağı ve özellikle sistemin iç dinamiklerinde de çatışma olasılığının gündemde olacağı bir süreç olarak karşımıza çıkabilir.

Bu çözümlerin hiçbiri Türkiye toplumunun demokrasi mücadelesine ve ülkenin demokratikleştirilmesine stratejik bir kazanımı sunmaz ama sistem içi çelişkiler ve çatımalar yeni olanaklar yaratır. Bu bakımdan bugünkü koşullarda belki de en zor olanı halkın toplumsal gücünü örgütlemek ve demokratik mücadeleyi esas olan bir çözümü dayatmak ve geliştirmektir.

Gokyuzu9@gmail.com


http://sendika10.org/2016/04/akp-icin-bir-donemin-sonuna-dogru-mu-dr-mustafa-pekoz/

Reza'nın Miami seyahati için SEKİZ BUÇUK MİLYAR SEBEP


"Türk medyası Zencani’nin 26 duruşmalık yargı sürecini tek bir muhabirle bile izlemedi. Oysa Zencani, Türkiye'de dağıtılan ‘komisyonun’ toplam rakamını bile verdi duruşmada: 8.5 milyar dolar!.."

Bugün karar günü...


"Zindan Evin"de yani Evin Cezaevi'nde neredeyse ikinci senesini doldurmuştu. Hücresinde, on bilemedin yirmi riyallik tek tip cezaevi elbisesini giyerken Manhattan 5. Cadde'den satın aldığı 1800 dolarlık saf yün Armani takımları aklına geldi.

Nereden nereye...

Sakallı, sert bakışlı devrim polislerinin eşliğinde yargılamanın yapıldığı salona çıktı. Elinde, üç klasörden oluşan savunmasını taşıyordu. Aslında o da farkındaydı çırpınışlarının beyhude olduğunun...

Bugün 26. duruşma.


Konuştu... Konuştu... Acaba bir önceki duruşmada devrim savcısının "Fesat Fil Arz" yani yeryüzünde yolsuzluğu yaymak suçlamasıyla talep ettiği cezayı değiştirebilir miydi? İslam Devrim Mahkemesi kararını açıkladığında minicik de olsa taşıdığı o umut zifiri karanlıklara gömüldü. Karar iki kelimeden ibaretti: "Mücazati idam!" Yani ölüm cezası... Ajanslar idam kararını Zencani'nin gözyaşlarına boğulduğu o fotoğrafla dünyaya duyurdu.

26 duruşma boyunca söyledikleri ise Amerika ve Türkiye dahil pekçok ülkede yeni gelişmeleri tetikleyecek nitelikteydi. Türkiye’yle ilgili kurduğu cümlenin içinde geçen “8.5 milyar dolar” ifadesi Anadolu topraklarında duyulmadı bile. Ancak Amerikan yargısının Zencani’nin söylediklerini hayli ciddiye aldığı görülüyor.

SARIŞIN MİLYONER

Eski bir asker olan Babek Zencani, ticaret hayatına deri sektörüyle başladı. İhracat-ithalat sistematiğini bu sırada öğrendi. Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde İran Devrim Muhafızları’yla sıkı ilişkiler kurmasını sağlayan ise asker geçmişiydi.

Ahmedinejad’ın yürüttüğü siyaset ve nükleer program nedeniyle uluslararası toplumun uyguladığı ekonomik ambargonun İran’ı soktuğu darboğazı -bir şekilde- aşan becerikli Zencani, ülkesinin Bakanlar Kurulu toplantısına katılacak kadar büyük bir siyasi güce ve milyarlarca dolarları çeviren esrarengiz bir beyine dönüştü.

Para, Zencani’nin hayat standardını müthiş biçimde yükseltti. Milyon dolarlık harcamalarının basının ilgisini çekmesi uzun sürmedi. Zencani, BM tarafından İran’a ekonomik ambargo uygulandığı dönemde ambargoyu delmekle suçlanmış, ABD ve AB tarafından kara listeye alınmıştı. "Sarışın Oligark, Sarışın Milyoner" olarak anılmaya başlayan Zencani için işler, İran'da politik değişimlerle birlikte sarpa sardı. Suriye politikalarında attığı doğru hamlelerle başlayan süreçte İran, dünya siyasetiyle barışmaya başladı. Amerika’nın arkasında durduğu ambargoları gevşetmesiyle birlikte artık İran'da bir dönem kapanıyordu. Gazeteci Tolga Tanış’ın deyimiyle "Zencanilerin, Zarrabların dönemi"...

Yeni dönemde İran, kendi göbeğini kesti. "Sarışın Oligark"ına operasyonu Aralık 2013’te yaptı. Zencani, İran Petrol Bakanlığı’na ait 2.8 milyar dolarlık petrol parasını çalmakla suçlandı ve 30 Aralık 2013’te İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin talimatıyla tutuklandı. Uzun ve uluslararası dengeleri etkileyecek tam 22 aylık yargı süreci böylece başlamış oldu.

UZUN SORUŞTURMA, HIZLI YARGILAMA

Tahran Devrim Mahkemesi yargıcı Ebul Kasım Salavati’nin karşısına çıkan Babek Zencani, 26’ıncı duruşmada idam cezası aldı. Farça deyimiyle "Mücazati idam"... Duruşma süreci, Zencani'nin Türkiye’de kurduğu sistemi aydınlatması bakımından oldukça önemliydi. Ancak enterasan olan, böylesine önemli  yargı sürecini hiçbir Türk gazeteci izlememişti. Bu nedenle Zencani’nin Türkiye’de dağıtılan rüşvet ve Reza Zarrab hakkında söyledikleri yeterince yansımadı Türk medyasına...

Zarrab’ın aniden Amerika’ya gitmesini anlayabilmek için Zencani’nin yargı sürecini didik didik etmekte fayda var.

2013 yılının Aralık ayında tutuklanan Zencani’nin yargılanmaya başlaması yaklaşık iki yıl sonra; Ekim 2015’te başladı. Sürenin bu denli uzun olmasına; soruşturmanın titiz biçimde sürdürülmesi de denebilir, İran’ın uluslararası sonuçları olacak bu yargılama için uygun küresel siyasi iklimi kollaması da...

Zencani davasının ilk üç duruşmasında Tahran savcısı davanın üç sanığıyla ilgili iddianameyi okudu. Dördüncü ve 13’üncü duruşmalarda söz Babek Zencani’deydi. On duruşma boyunca 200 sayfa tutan geniş bir savunma yaptı.

Babek Zencani’nin savunması sürerken 8’inci duruşmada İran Petrol Bakanlığı, 9’uncu duruşmada ise İran Mesken Bankası araya girerek ek şikayetlerde bulundular. Bu yeni şikayetlerle ilgili Zencani’nin avukatları hazırlık yapıp, dört duruşma sürecek ek savunma yaptı. Böylece Zencani’nin savunması 14 duruşma sürmüş oldu. 


SIRLAR... SIRLAR...


Ardından savunma sırası davanın iki numaralı sanığı M.Ş.’ye geldi. Avukatlarıyla birlikte üç duruşmada savunma yaptı. Davanın üç numaralı sanığı H.F.H. Zencani’yi İran istihbaratı, İran Bankacılık sistemi yöneticileri ve Petrol Bakanı’yla nasıl tanıştırdığını ve onların bu suçların ne kadarının içinde olduğunu anlatmaya başladı. Zencani’nin daha önce talep ettiği ama mahkemenin reddettiği “gizlilik kararı” H.F.H. konuşunca kabul edildi. Üçüncü sanığın konuşmaları gizli kaldı.

Yirmi birinci duruşmaya gelindiğinde Türkiye’de "çapraz sorgu" denilen yöntem başladı. Yargı, petrol parasının kayıp kısmının nerelerde olduğuna ilişkin daha detaylı sorguya geçti. Bunaltıcı sorgunun üçüncü oturumunda, yani 23’üncü duruşmada Zencani ülkesine borcunu ödemek istediğini ancak SWIFT sistemine (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication. Tüm dünyadaki bankalar arasında elektronik fon transferi standardı sağlayan sistem...) dahil olmamaları nedeniyle parayı İran’a getirmesinin fiilen imkansız olduğunu dile getirdi.

Bu noktada kritik bir uluslararası hamle gerçekleşti ya da denk geldi. Amerika Birleşik Devletleri, ambargonun en güçlü ayağını ortadan kaldırdı ve İran’ı tekrar SWIFT sistemine dahil ediverdi. Bu hamle İran yargısı karşısında Zencani’yi köşeye sıkıştıran en güçlü darbe oldu. Zencani sözünü ettiği paraları getiremedi. Tahran yargısı bunun bir oyalama olduğuna hükmetti ve davayı karara bağlayacağını duyurdu.

Babek Zencani'nin Tahran Devrim Mahkemesi'ndeki yargılanma maratonu 5 ay sürdü. Zencani, 3 Ekim 2015’te başlayan davada, İran’da cezası idam olan “Fesat Fil Arz”, yani yeryüzünde yolsuzluğu yaymak ile suçlanıyordu. Zencani’nin birlikte yargılandığı ve eski iş ortakları olan iki kişiye de idam cezası verildi.

Zencani çıkarıldığı 26’ncı duruşmada idama mahkum edilirken gözyaşları içinde kaldığı fotoğraf ertesi gün birçok gazetenin birinci sayfasında yer alacaktı.

TÜRKİYE VE ZARRAB


Zencani’ye idam kararı verilmesi ülkede iki farklı biçimde yorumlanıyor. Bir tarafta "adalet yerini buldu!" diyenler var. Diğer tarafta ise "Zencani feda edildi. Asıl suçlular korunuyor" diyenler. Asıl suçlulardan kasıt İranlı pekçok üst düzey devlet görevlisi ve uluslararası sistemdeki bağlantıları...

Dava boyunca İran medyasında, yargılamanın Türkiye’yi de kapsayan bir süreç olduğuna ilişkin haberler çıktı. Haberler ‘ismini vermek istemeyen İranlı yetkileler’e dayandırıldı. Haberdeki yetkililer, Babek Zencani’nin İran’dan çaldığı paranın büyük bir kısmının Türkiye’de olduğunu vurguluyorlardı.

4 Nisan 2016 tarihinde Amerika’da başlayacak Zerrab davası bu iddianın doğruluğu hakkında yeni bir aşama olacak. Çünkü Zencani, Zarrab’dan Türkiye’deki kolu olarak net biçimde sözetti. Duruşmalarda ve iddianamede Türkiye’nin adı sıkça geçti. Zencani, rüşvet verdiğini inkar etmedi hiçbir zaman. Bin 500 kilo altının İstanbul’da uçakta yakalandığında rüşvet vererek uçağı nasıl havalandırdığını açık açık anlattı. İran’ın petrol paralarını Türkiye’deki ortağı Rıza Zarrab’a verdiğini de aynı açıklıkla dile getirdi.


PLAN B: "ZENCANİ ÇARKI"


Zencani ve Zarrab olayını anlayabilmek, İran’a ambargo ile birlikte oluşturulan kayıtdışı ekonominin işleyişini bilmekten geçiyor.

İran, 37 yıldır ambargolarla yaşayan bir ülke. Önceki Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, nükleer programı yeniden başlattığını duyurunca Amerika halihazırdaki ambargoyu daha da ağırlaştırdı. Alınan uluslararası kararlarların yanısıra daha boğucu ekonomik ambargo yöntemleri de lobi/baskı gücüyle fiilen uygulandı. Ambargo, İran’ın petrol ihracatı yaptığı ülkelere dönük baskıya da dönüştü.

Bir enerji devi olan İran, dünya petrol rezervinde dördüncü; doğalgazda ise dünya ikincisi konumunda. Ülke ekonomisinin temeli petrol ve doğalgaz satışı üzerine kurulu. Uzun vadeli anlaşmalar nedeniyle doğalgaz, ambargo dışı tutuldu. Ancak petrol ihracatında İran neredeyse "kımıldayamaz" duruma geldi. Günlük üretilen 3 milyon varil petrol satışından gelecek gelir, İran halkının ihtiyaçlarını karşılamak için vazgeçilemez konumdaydı.

Ambargo dayanılamaz hale gelince İran "B Planlarını" devreye soktu. Ambargo sadece devletleri kapsadığı için İran, özel şirketler üzerinden bunu delme alternatifine gitti. Ahmedinejad’a yakın kişilere dünyanın çeşitli ülkelerinde onlarca ithalat/ihracat şirketi kurduruldu.

"B Planı" sistemin işleyişi özetle şöyleydi:

ADIM 1): Ulaşım sektöründen şirketler satın alındı. (Tanker filoları, havayolu şirketleri ve limanlar...)

ADIM 2): Küçük tankerler, İran’dan petrolü alıp Malezya açıklarına götürmeye başladı.

ADIM 3): Petrol burada büyük tankerlere aktarılarak; Kore-Singapur-Hindistan ve spot petrol piyasasına satıldı.

ADIM 4): Dolar olarak alınan para altına çevrildi.

ADIM 5): Altın, Malezya İslam Bankası başta olmak üzere farklı ülkelerdeki bankalar üzerinden dolaşıma sokuldu.

Peki bu tonlarca altın İran'a nasıl dönecekti? Sistemde dönen para oldukça büyüktü. Zencani’nin duruşmada verdiği bilgiye göre bazen günde 2 milyon varil (250 milyon dolar) petrol satıldığı olmuştu.

İran’ın petrol üretim kapasitesini düşündüğümüzde yıllık 80-90 milyar dolar büyüklükten sözediyoruz. Bu kadar “kara para”yı dolaşıma sokmak büyük bir zorluktu. "Zencani Çarkı" tam bu noktada devreye girdi. "Sarışın Oligark" tek başına iki yılda 170 milyar dolarlık kara parayı aklayıp dolaşıma soktu. Adımlara devam:

ADIM 6): Zencani, Uzakdoğu ülkelerinde bulunan külçe altınları ilişkide olduğu büyük finans kuruluşlarına finanslattı.

ADIM 7): Satın aldığı havayolu firmaları (İddiaya göre Türkiye’de Onur...) ya da kiraladığı uçaklarla bu altınları Türkiye’ye soktu.

ADIM 8): Altın, “değerli taş” ya da başka isimlerle gümrüklenerek Dubai’ye nakledildi.

ADIM 9): Dubaili mücevherat üreticileri bu altınları eritip ziynet eşyasına dönüştürdü.

ADIM 10): Ziynet altınları teknelerle İran’a gönderildi.

ADIM 11): Ziynet altınları İran’da tekrar eritilip külçeye dönüştürüldü.


DEV KOMİSYONLAR


Zencani’ye göre oluşturulan bu dev kayıt dışı ekonomide komisyonlar kaçınılmazdı. İfadesine göre; para trafiğinde yüzde 20-25’lik kısmı "aklanma komisyonu" olarak dağıtıldı. Kendi payı ise; yüzde 2 idi. Zencani komisyonun yüzde 5’inin Dubai’de, yüzde 5’inin ise Türkiye’de kaldığını söylüyordu.

Mahkeme bu noktada daha net sorular yöneltiyordu tabi. Zencani, kendisine ait havayolu şirketleriyle Türkiye’ye soktuğu altın/paranın çıkarılması sırasında Türkiye’deki ortağı aracılığıyla Türk yetkililere yüksek miktarda rüşvet verildiğini itiraf etti. Zencani üç Türk bakana bizzat ne kadar para verdiğini isimlerini vererek anlattı. Verdiği rakam toplamda 137 milyona denk geliyordu. Zencani, Türkiye'de dağıtılan rüşvetin toplam rakamını da verdi: 8.5 milyar dolar! İddia ettiği 8.5 milyar dolar “komisyon”un asıl büyük kısmının dağıtımını ise “Türkiye’deki kolunun” bildiğini söylüyordu.


İDAM VE ULUSLARARASI DENGELER


Zencani savunması boyunca yaptığı tüm faaliyetlerin İran’a uygulanan ambargoyu delmek, ülkesini ve halkını rahatlatmak için olduğunu söyledi. Ancak İran tüm bunlara rağmen idam kararı verdi. Zencani’nin ayaklarının altındaki sandalyeyi çeken ise ABD’nin SWIFT sistemini yeniden açması oldu. Bunun işaret ettiği anlam oldukça açıktı.

Mahkeme, Zencani’nin para akışında Petrol Bakanı ile birlikte sahte alındı makbuzlarıyla en az 14 milyar doları "iç ettiği" görüşünde. Hatta mahkemenin elinde bu çarkın içinde dönemin devlet başkanı, dini lideri ve çok sayıda devlet yetkilisinin olduğuna ilişkin deliller var.

Mahkemenin bu yetkililere doğru uzanma ihtimali Ruhani yönetiminin elindeki çok büyük bir koz. Nitekim Ruhani hükümeti idam kararının ardından “Zencani idam edilerek asıl suçlular izini kaybettirmek istiyor” açıklamasında bulundu. Karardan memnun olmadığına ilişkin bir hamleydi bu. ABD’nin mevcut reformist yönetim Ruhani’yi desteklediği düşünüldüğünde, Zencani’nin ayağının altındaki sandalyeyi tekmelemesi çok daha iyi anlaşılıyor.


ZARRAB'I YOLA ÇIKARAN AÇIKLAMA


Ruhani’nin bir kritik hamlesi de “Asıl suçluların bulunmadığı ve diğer ülkelerdeki bağlantılarının ortaya çıkarılacağı güne kadar mücadelenin devam edeceği” şeklindeki açıklamasıydı. Bu uluslararası paslaşmaların eşliğinde Rıza Zarrab, eşi ve çocuğunu yanına alarak Amerika’ya gitti ve FBI tarafından gözaltına alınıp tutuklandı.

Bu hamleyle ABD’nin Rıza Zerrab üzerinden ilk etapta kendi ulusal çıkarlarına yönelik tehditi yok etmek, ikinci etapta ise; İran iç siyasetinde Ruhani’nin yapamadığını yaparak İran ekonomisi ve siyaseti üzerinde etkin olan derin gücü çökertme peşinde olduğu belirtiliyor. İran-Batı anlaşması gün geçtikçe gelişirken masadaki Zarrab davası, ABD’nin İran karşısında elini güçlü tutacak sağlam bir koz aynı zamanda.

Birçok otoriteye göre dava, tarihte iz bırakan siyasi davalardan birine dönüşebilir. ABD tarafından ele geçirilip delil niteliği kazanan Zarrab’ın mektubundaki “ekonomik cihat” kavramı, CIA’in İran Devrimi’nden bu yana mücadele ettiği bir kavram.

Bu davada, birkaç ülkeyle birlikte Türkiye’nin de, özellikle bir kamu bankası, Hazine Müsteşarlığı ve bazı siyasiler üzerinden sıkıştırılması muhtemel. Türkiye temelde bir rüşvet soruşturması olan 17 Aralık’ı bağımsız biçimde yargılayamadı, Zarrab’a karşı hukuku işletmedi.

Cezaevinde olacak Zarrab, şimdi yaban ellerde güçlü bir koz. Türkiye ise uluslararası sistem önünde “kara para aklama” ve “bankacılık sisteminde sahtekarlık” gibi büyük suçlamalarla yüzleşme riski ile karşı karşıya... İran başta da dediğimiz gibi yeni dönemi çok iyi okudu ve kendi göbeğini kendi kesti.


KAYIP 20 MİLYAR DOLAR NEREDE?

Asreteadol ve Deutsche Welle’nin konuyla ilgili yaptıkları araştırmalarda hiçbir biçimde açıklanamayan kayıp 20 milyar dolardan sözediliyor. İddiaya göre bu paranın iki milyar doları bizzat İran tarafından Suriye’de savaşan Şii milisler ve Hizbullah’a gönderildi. Bir milyar doları ise Türkiye tarafından Suriye’de savaşan El Nursa, Ahrar’a verildi. Bir milyar dolara yakını da Dubai üstünden IŞİD’e aktarıldı. Suriye’deki savaşın tüm taraflarının aynı kayıtdışı ekonomi ile finanslandığına ilişkin iddialar oldukça ciddi.


ONUR AIR'I ALAN İŞADAMINA DA İDAM

Babek Zencani’nin Türkiye’de de şirketleri bulunuyordu. İran Petrol Bakanlığı, Onur Air’in tamamının Zencani’nin yediemini Mehdi Şems’e, dolayısıyla İran devletine ait olduğu iddiasıyla Türkiye’de dava açmıştı. Zencani ile birlikte yargılanan ve idam cezası alan diğer iki sanıktan, adının başharfleri M.S. olarak geçen kişi; Zencani adına Onur Air hisselerini satın alan Mehdi Şems'ten başkası değildi.

NOKTA |


http://www.noktadergisi.info/dosya/reza-nin-miami-seyahati-icin-sekiz-bucuk-milyar-sebep-h12272.html?mnst=234