5 Nisan 2016 Salı

AKP İçin Bir Dönemin Sonuna Doğru mu?

AKP, Türkiye toplumunun tarihsel-politik dinamiklerinden ortaya çıkıp gelişen ve iktidar gücü olan bir parti olmadı. Tersine küresel kapitalist dünyanın bölgesel stratejisinin bir figüranı olarak desteklenip ön plana çıkartıldı. Küresel sermayenin aktif desteğiyle iktidar gücü olan Erdoğan merkezli AKP, iç politikada ciddi bir başarı göstermesine rağmen bölgesel stratejilere uyumlu bir politika izleyemedi. Değişen güç dengelerine uyum sağlamakta zorlanan ve aşamalı olarak kendi planlarını uygulamak isteyen AKP’nin geliştirmek istediği politikalar bütünüyle çöktü. Bölgesel politikalardaki başarısızlık, AKP’nin uluslararası ve bölgesel ilişkilerdeki rolünü/etkinliğini de önemli oranda kırdı.

Uluslararası alanda sıradanlaşmaya başlayan AKP, iç politikada gücünü korumak için toplumun farklı toplumsal dinamiklerine yönelik baskıları yoğunlaştırdı. Böylelikle uluslararası ve bölgesel politikalarda izole edilen Erdoğan ve ekibi, iç politikadaki varlığını korumak için saldırılarını artırdı.

Küresel dünyada uluslararası gelişmelerle iç politik ilişkiler belirli bir denge içerisinde yürütülmediği sürece iktidar gücünü korumanın oldukça zor olduğu hemen herkesin bildiği bir realitedir. Bu bakımdan Türkiye geleceğini belirleyen AKP iktidarı yeni bir sürece doğru evriliyor. AKP’yi bekleyen süreç tahmin edilenden çok daha karmaşık ve zorlu olacak. İç politik dengelerde güçlü görünmek için bütün olanaklarını kullanan iktidarın zayıf halkaları hızla gelişiyor.

Rejimin bütün dinamiklerinin alt üst edildiği, fiilen tek parti iktidarına dayanan başkanlık isteminin uygulandığı Türkiye’de sadece dış politikanın bütünüyle çökmedi, aynı zamanda iç politikada çözülme sürecine girmeye başladı. Erdoğan merkezli AKP’nin dış politikadaki başarısızlığının iç politikaya yansıması önümüzdeki süreçte çok daha belirgin hale gelecektir.

Reza Zarrab’ın ABD tarafından tutuklanmasının politik yansımaları çok daha ağır olacaktır:

Zarrab, ABD’ye giderken tutuklanacağını biliyordu. Peki, buna rağmen neden ABD’ye gitti? Bu sorunun birkaç yönü bulunuyor. Bu operasyonun bir yönü İran’ı ilgilendiriyor. Uluslararası ambargonun kalkmasıyla İran’ın bölgesel bir güç olması için yeni bir süreç başlatıldı. İran, küresel sisteme dahil olurken bir kısım önemli adımlar atacaktır. İran adına kara para operasyonların önemli bir örgütleyici elemanlarından birini olan Babek Zencani’nin tutuklanması ve idam kararı verilmesi, hem uluslararası güçlere bir mesajdır hem de kendi iç dinamiklerini yeniden re-organize etmeye karar vermesidir. Bir başka anlamı da, kirli ilişkilerden arınacağını ve küresel sistemin oyununa dahil olacağının mesajını veriyor. Diğer bir yönü de İran’daki operasyonun bir ayağını da Türkiye’de kara paraların aklandığı bazı önemli bankaları oluşturuyor. ABD, başından beri Türkiye’nin uluslararası ambargoyu delmek için İran ile kirli ilişkiler içerisinde olduğunu biliyordu. Washington, İran politikası nedeniyle Türkiye’nin izlediği politikayı geçici olarak görmezlikten geldi ve doğrudan müdahale etmedi. Ancak İran ile küresel güçler arasında yapılan anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarını yeniden güncelleştirmesine yol açtı ve esasen AKP ve Erdoğan’a yönelik yeni bir süreç başlatmış bulunuyor. ABD’ye anlaşmalı olarak giden Zarrab’ın ABD’de mahkeme tarafından tutuklanmasının esası, AKP ve Erdoğan’a yönelik belirlenen stratejinin bir halkasıdır. Mesele Zarrab’ın kara para ilişki ağı içinde olması değil, esasen İran’a yönelik ambargonun delinmesinde Türkiye’nin üstlendiği rolü belgelerle ortaya çıkartmaktır. Bu bakımdan Zarrab’ın tutuklanmış olması, operasyonun merkezinde İran değil Türkiye’nin, dahası Erdoğan’ın olduğunu gösteriyor. Zarrab’ın vereceği bilgiler ekseninde bir bakıma 17-25 Aralık Operasyonu uluslararası boyutu da olacak şekilde yeniden başlamış olacaktır.

Türkiye güvenlik sorunu olan bir ülke olarak ön plana çıkıyor:

Terör gerekçesiyle Adana, Muğla ve İzmir’de bulunan ve özellikle korunan askeri personelin ailelerinin güvenlik nedeniyle Amerika’ya götürülmesi kararı, önümüzdeki süreçte Ankara’ya yönelik politikanın ipuçlarını veriyor. İsrail hükümetinin ABD’nin açıklamasına eş zamanlı bir şekilde İsrail vatandaşlarının acilen Türkiye’ye terk etme çağrısı yapmış olması da bir tesadüf olmayıp bilinçli bir politikadır. Washington’da verilen mesaj şunları içeriyor; Erdoğan merkezli AKP iktidarının Ortadoğu’da kaos yaratmak için sürdürdüğü politikalara destek verilmeyecek. Türkiye güvenli bir ülke olmadığı için iç politik kriz/istikrarsızlık çok daha fazla derinleşecek. Yabancı turistlerin gelmemesi için yapılan ciddi bir uyarı olduğu gibi küresel sermayenin akışı bakımından da önemli bir mesaj içeriyor. Bir başka ifadeyle Türkiye’ye yapılan küresel yatırımların hızla düşmesi ya da düşürülmesi anlamına gelir.

Erdoğan’ın varlığı Türkiye için uluslararası alanda bir kriz haline gelmeye başlandı:

Bir ülkenin cumhurbaşkanının pozisyonu o devletin uluslararası alandaki vizyonunu yansıtır. Erdoğan cumhurbaşkanı olduğundan bu yana, küresel güç merkezlerinden hiçbiri ülkeyi ziyaret edemedi ve davet edilmedi. Erdoğan’ın, uluslararası ölçekteki toplantılarda, küresel güç merkezleri olan devletlerin başkanlarıyla veya başbakanlarıyla görüşmek için çok büyük bir çaba içerisinde olması, diplomatik ve politik ağırlığının ne kadar zayıfladığını gösteriyor. Paris’te gerçekleştirilen İklim Zirvesi’nde Putin ile görüşebilmek için bütün diplomatik ilişkileri alt üst eden Erdoğan, Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde ise Obama ile resmi düzeyde bir görüşme yapabilmek için diplomatik sınırları sonuna kadar zorladı. Beyaz Saray’ın bu önerinin uygun görülmediğini, ama bunun Erdoğan’ı ‘horlama’ anlamına gelmeyeceği, yemek arası bir görüşmenin mümkün olacağını, Başkan Yardımcısı Biden ile görüşebileceğine dair açıklama Erdoğan’ın vizyonuna ilişkin bir fikir verebilir. Ayrıca Brookings Enstitü’sünde konuşan Erdoğan’ın yapmış olduğu toplantının katılımcıları dikkate alındığında Türkiye’ye verilen önemi ortaya koyuyor. Obama yönetiminden kimsenin bulunmaması, katılanların da üçüncü ve dördüncü derecede bürokratlardan olması, birçoğunun Obama yönetiminin eski çalışanları olması dikkate alındığında Erdoğan’a biçilen rol bakımından bize bir fikir veriyor.

Erdoğan’ın diplomatik sınırları aşarak ülkelerin içişlerine müdahaleye kalkışması uluslararası ilişkilerde kaybetmenin tipik bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Almanya’daki bir televizyon kanalında yayınlanan mizah içerikli ‘talk show’ programında Erdoğan’a hakaret edildiği iddiasıyla Almanya Büyükelçisi’nin Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıp nota verilmesi, uluslararası ilişkilerde nadiren görülen bir diplomatik tarzdır. Avrupa ülkelerinde bu tür programlarda kendi ülkelerinin politikacılarına yönelik mizah tarzı eleştiriler sıkça yapılır ve devlet politikası olarak ele alınamaz. Devlet politikasıyla doğrudan bir ilişkisi olmayan bu tür programlar nedeniyle bir ülkeye nota verilmeye kalkışması, Türkiye’nin uluslararası ve diplomatik ilişkilerdeki dengesinin bütünüyle dağıldığını gösteren küçük ama önemli bir veriyi ortaya koyuyor. Aynı şekilde, AB üyelik kriterlerine göre, AB ülkelerinin konsoloslarının Can Dündar-Erdem Gül Davası’nı izlemeye gelmeleri hem bir hak hem de bir görevdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konsoloslara “Siz kimsiniz” cümlesiyle tehdit eder gibi karşılık vermesi, diplomatik kurallarının bütünüyle rafa kaldırıldığını gösteriyor.

Çözülmenin bir başta boyutu; devletin Kürtlerle savaşı

Devletin geleceğiyle Kürtlerin bölgesel tasfiyesi arasında stratejik bir bağ kuran AKP ve Genelkurmay, savaşı çok yönlü boyutlandırma kararı aldılar. IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı örgütlerin desteklenmesinin politik arka planında Kürtlerin bölgesel bir güç olmasını ve dengelerde aktif bir rol üstlenmesini engellemek var. Bu bakımdan kapsamı genişleyerek yürütülen savaşta esas sorumluluk Milli Güvenlik Kurulu’nda olmasına rağmen olası bir yenilginin faturası doğrudan Erdoğan’a ve AKP iktidarına kesilecektir.

Genelkurmay-AKP iktidarı ittifakına dayanan Kürtleri tasfiye savaşı, cumhurbaşkanı tarafından ABD’de meşrulaştırılmak istendi. Erdoğan’ın gerek Biden ile yaptığı görüşmenin gerekse Brookings Enstitüsü’nde yapmış olduğu konuşmanın esasını yine PKK ve PYD oluşturdu. Devletin bilinen klasik Kürt politikasını tekrarladı. Biden’den Rojava’da ilan edilen ‘Kürt Federasyonu’nun tanınmaması ve kurulmaması garantisini istedi. Buna karşılık Ankara’nın Washington’un emrinde olacağına vurgu yaptı. Ancak ABD’nin bugünkü Kürt politikasının değişmeyeceğini bir kez daha görmüş oldu. Böylelikle Suriye ve Rojava’daki kırmızı çizgileri hem Rusya, hem de ABD karşısında anlamsızlaştığı gibi PYD’nin politik gücü bir kez daha tescil edildi. Cenevre’deki görüşmelere Kürtlerin dahil olmasıyla Suriye’de oluşan veya oluşacak olan yeni politik dengeler içerisinde çözüm çok daha fazla ön plana çıkacaktır. Kürtler bu sürecin kazananları olarak Suriye’nin geleceğini belirleyici önemli bir gücü olacaktır.

Devletin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı kazanma şansı bulunmuyor;

Kürt illerinde yürütülen savaşla bölge coğrafyasının bütününün Suriyeleştirilmesi, Türkiye’nin çözülme sürecinin önemli bir halkasını oluşturacaktır. Savaşın Kürt illeriyle sınırlı olmayacağı bunun yayılarak batı illerini kapsayacağı gerçeğini gören uluslararası güçler, Türkiye’nin güvenlikli ülke statüsünden çıkartıldığını açıkladılar. Bu bakımdan Kürt hareketinin toplumsal gücünü bastırmak için başlatılan savaşın politik sonuçları tahmin edilenden çok daha kapsamlı olacaktır. Kürt illerini yıkım merkezi haline getiren devletin, bu savaşı kazanması ve politik sonuçlar elde etmesi oldukça zordur. Kürt illerinde adı konulmuş bir savaş var. Nasıl ki Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de bir savaştan bahsediliyorsa artık Kürt illerinde de yürütülen bir savaştan bahsediliyor. Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Türkiye’de de devlet bu savaşın adını “terörizmle mücadele” olarak tanımlasa da uluslararası kriterlere göre bu bir savaştır.

Bu savaşın bir tarafında devlet, karşı tarafından Kürtler adına PKK bulunuyor. Bu savaşın çatışma alanı genişledikçe uluslararası alandaki tanımlanması çok daha netleşecektir.

Devletin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı kazanma şansının olmadığını savaş uzmanı haline gelen Genelkurmay da çok iyi biliyor. Suriye’de savaşın durdurulması ve politik çözümün ön plana çıkmasının koşulları yaratılırken, tersine Türkiye’nin kendi içinde başlattığı savaşın askeri sonuçları bakımından hiçbir kazanımının olmayacağı açıktır. Tersine savaşın özellikle Türkiye’nin büyük mega kentlerini kapsayarak ilerlemesi toplumsal, politik ve ekonomik kaosun derinleşmesi olarak karşımıza çıkacaktır.

Kürtlerle yürütülen savaş, Türkiye’nin bütününü Suriyelileştirecektir ve bunun bir başka anlamı da uluslararası müdahaleye nesnel zemin hazırlanmış olacaktır. Kürtlerle barışarak sorunu demokratik yollarla çözümü esas almayan devletin karşısına uluslararası çözüm gelecektir. Bu bakımdan kendi iç dinamikleriyle çözme becerisini göstermeyenler, dış dinamiklerin çözümünü kabul etmek zorunda kalacaklardır.

İç politik dengelerde kriz ve çözülme:

Türkiye’nin dış politik ilişkileri ve diplomatik kurallarının sıfırlanmasının iç politikadaki yansımaları çok daha belirgin olarak ön plana çıkıyor. Bugünkü politikanın esası, toplumsal ilişkilerdeki kutuplaşmayı derinleştirmenin ötesinde birbirine düşman grupları haline getirmektir. Bir başka ifadeyle bir taraftan AKP iktidarının desteklediği, karşıda ise buna karşıda muhalif duruma gelen farklı sosyal grupların var olmasıdır. Güncel tehlike ise bu farklı sosyal gruplar arasında çatışmanın aşamalı olarak gelişme ve yaygınlaşma eğilimini taşımasıdır.

AKP iktidarı ve cumhurbaşkanının politik yönelimleri bu süreci çok daha karmaşık bir hale getirmektedir. Devleti temsil eden bir cumhurbaşkanının kendi halkıyla savaşır şekilde iç politikada hemen her gün toplumun gündelik yaşamına müdahale etmeye kalkışması iç dinamiklerin kırılmasının tipik bir özelliği olarak görülüyor. Bir cumhurbaşkanı ilk kez bu düzeyde kendi halkıyla mahkemelik olmuş bulunuyor. Bunun ne Türkiye’de ne de başka ülkelerde bir örneği var. Facebook, Twitter gibi sosyal medya üzerinde yapılan açıklamalara dahi olmak üzere sayıları binlerle ifade edilen davaların açıldığı bir cumhurbaşkanı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Öyle ki Can Dündar-Erdem Gül Davası’nda, cumhurbaşkanının baskısıyla bu kez MİT de taraflardan biri haline geldi. Dünyanın hiçbir ülkesinde devletin en stratejik kurumu olan istihbarat örgütünün bir bireyde davacı olarak mahkemeye başvurduğu görülmemiştir. Türkiye’de de böyle bir örnek bulunmuyor. Bir istihbarat örgütünün varlığı ve niteliğiyle çelişen bir durum olması yanında aynı zamanda bir mesaj içeriyor: Toplumdaki bireylerin bütün kişisel bilgelerine sahip olan istihbarat birimi olarak MİT, bundan sonra herkes hakkında dava açarak tutuklatabilir ve ceza almasını sağlayabilir. Bir başka ifadeyle MİT üzerinden korku imparatorluğunu bireylerin günlük yaşamında hissettirmektir.

AKP, küresel güçlerin desteğiyle büyüdü ve bugünkü güce ulaştı. Bugün gelinen noktada iç politikada edinmiş olduğu güce dayanarak, kendi varlığını hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde çok belirgin olarak dayatır bir noktaya geldi. Özellikle Ortadoğu’daki dengelerin değişmesini yeterince görmeyen ya da görmek istemeyen AKP, sürece uyum sağlamak yerine tersine bölgesel ilişkilerine engel olmaya başlayan bir konuma gelmiş bulunuyor.

AKP’nin uluslararası ilişkilerdeki misyonu önemli oranda tamamlanmış görünüyor. Erdoğan merkezli AKP iktidarı iç politikadaki gücünü kullanarak iktidarını süreklileştirmesinin giderek zorlaştığını görmeye başladı. Ya mevcut politikalardan kesin bir dönüşüm sağlayacaktır ya da iç politikadaki baskısını daha fazla artıracaktır. Bu durum AKP’nin ve Erdoğan’ın gücünün çok hızla tükenmesine, uluslararası ilişkilerdeki çöküşün iç politikaya yansıması çok daha hızlı olacaktır.

İçte ciddi önemli bir güç olması AKP’nin geleceği için bir güvence olmaz. Bu bakımdan uluslararası ilişkilerdeki başarısızlığın iç politikaya yansıması kaçınılmazdır. Bunun ne kadar süreceğini kestirmek mümkün değildir. Küresel güçlerin Türkiye politikasının birkaç alternatifi bulunuyor. Koşullara göre bunlardan biri uygulanmaya konulacaktır. Erdoğan’ın hizaya getirilmesi, AKP’nin yeniden dizayn edilmesi, ordunun tekrar göreve çağrılması, Türkiye için bir renkli devrimin güncelleştirmesi gibi farklı seçenekler gündeme gelebilir. Bütün bu alternatiflerin ortak özelliği, Türkiye’nin küresel sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden re-organize etmektir. Kriz yaratan değil, küresel çözümlere uyumlu bir Türkiye oluşturmaktır. Bunun çok kolay olmayacağı ve özellikle sistemin iç dinamiklerinde de çatışma olasılığının gündemde olacağı bir süreç olarak karşımıza çıkabilir.

Bu çözümlerin hiçbiri Türkiye toplumunun demokrasi mücadelesine ve ülkenin demokratikleştirilmesine stratejik bir kazanımı sunmaz ama sistem içi çelişkiler ve çatımalar yeni olanaklar yaratır. Bu bakımdan bugünkü koşullarda belki de en zor olanı halkın toplumsal gücünü örgütlemek ve demokratik mücadeleyi esas olan bir çözümü dayatmak ve geliştirmektir.

Gokyuzu9@gmail.com


http://sendika10.org/2016/04/akp-icin-bir-donemin-sonuna-dogru-mu-dr-mustafa-pekoz/

Hiç yorum yok: