7 Temmuz 2010 Çarşamba

Meksıka-Chiapas’ta Zapatistaların Özerk Modeli...

Yeni_Özgür_PolitikaHer özerk belediye, 2-3 yıl süreyle görev yapan özerk bir konsey tarafından yönetiliyor. Yerel yürütme görevlerinin büyük bir kısmını yürüten konseyin üyeleri dönüşümlü olarak görev yapıp, görevleri süresince hiçbir ücret almıyor.
Tek taraflı olarak ilan edilen özerkliğin birimlerine ‘caracol’, yani deniz kabuğu deniliyor. Bilindiği gibi güçlü bir kalem olan Marcos’un hikayelerindeki ‘bilgi çiftçi’si koca Antonio’nun aktardığı söylenceye göre, Maya tanrıları yeryüzünü yarattıktan sonra göğü tamamlayamadan çekilmişler. Fakat 4 tanrı yeryüzünün 4 köşesinden göğü tutmak üzere geri dönmüş. Bu tanrılar zaman zaman görevlerini kaytardıklarından, içlerinden biri, dünyada kötülük baş göstermesi durumunda diğerlerini uyarması için görevlendirilmiş, bu iş için bir de deniz kabuğu verilmiş kendisine. Tanrılar zamanla kabuğu kötülüklere karşı üflemeyi insanlara da öğretmişler. Ve deniz kabuğu, insanlar arasında hem bir iletişim aracı hem de iyi yönetimin habercisi olmuş.

Birer koordinasyon merkezi gibi işleyen caracol’ler sosyal hizmetler konusunda önemli bir rol oynuyor. Hemen her yerelde bulunan kooperatifler caracol alanında bulunan sosyal mağazalarda üretimlerini sergilerken, park, kültür merkezi, kütüphane, okul, hastane gibi yerler de burada. Her bir bölgede, bağlı cemaatlerin temsil edildiği bir ‘İyi Yönetim Cuntası’ oluşturuldu. Koordinasyon merkezlerini aşan konuların çözüme bağlandığı bu cuntalar ise en merkezi yönetsel birim olarak karşımıza çıkıyor. Her bir cunta, 7 ‘İsyancı Özerk Zapatista Belediyesi’ni temsil ediyor. Cunta üyeleri belediye meclis üyeleri arasından rotasyonla seçiliyor ve sürekli değişiyor. Bu şekilde hem sorumluluk paylaştırılıyor, hem de iktidarlaşmanın önüne geçiliyor. Rotasyon olgusu burada önem teşkil ediyor, zira cunta üyeleri görev süresi boyunca sürekli bir şekilde halka hizmet ediyor ve bu anlamda yorucu bir görevi yerine getiriyor.

Her özerk belediye, 2-3 yıl süreyle görev yapan özerk bir konsey tarafından yönetiliyor. Yerel yürütme görevlerinin büyük bir kısmını yürüten konseyin üyeleri dönüşümlü olarak görev yapıp, görevleri süresince hiçbir ücret almıyor. Ancak görevde oldukları süre içerisinde toprakları cemaat üyeleri tarafından işleniyor. Bu konseyin görev ve sorumlulukları başında adaleti sağlamak, sağlık, eğitim, konut, besin, ticaret, enformasyon, kültür hizmetleri, cemaatlerdeki gündelik yaşam, üretimin planlanması, cemaat toprakları üzerindeki kooperatifllerin işleyişinde karşılaşılan sorunlar, okul ve sağlık ocağının işleyişi geliyor. Konseyler ayrıca ‘iyi yönetim cuntası’ için dönüşümlü olarak birer ya da ikişer delege görevlendirir. Bu cuntalar bir nevi belediyeler birliği görevini yürütüyorlar. Her bir caracol’da 4-5 farklı cunta ekibinin bulunması, yönetim görevinin haftalık ve dönüşümlü olarak gerçekleştirilmesini ve zaman içerisinde tüm yetişkin cemaat üyelerinin cunta’larda görev almasını sağlıyor. ‘İyi Yönetim Cunta’larının özünü ise ‘söz dinleyerek yönetme’ fikri oluşturur. Zira Chiapas’ta yönetmek emretmek veya dayatmaktan ziyade, halkın emirlerini yerine getirmektir. Bu ideallerin pratikte de teminat altına alınması içinse cuntalar hoşgörüsüzlük, yolsuzluk, adaletsizlik gibi risklere karşı her bir bölgedeki ‘Gizli Devrimci Yerli Komitesi’nin denetimi altındadır.

Temel birim köylerdir

 
Cuntalar, kendi bölgelerindeki cemaatler arasındaki koordinasyonu sağlanakla görevliler. Koordinasyon derken, özellikle eşitlik olgusunun çalışmalarında belirleyici olduğunu görmek mümkündür:

1) Dışarıdan gelen bağışların tek bir kişi ya da cemaat tarafından değil, cunta tarafından kabul edilerek cemaatler arasında dengeli bir tarzda paylaştırılması;
2) İsyancı cemaatleri kaydederek, ilişkisiz kişi ya da grupların ‘Zapatista’ kisvesiyle haraç toplanması ya da askeri eğitim vermesinin önüne geçilmesi.
3) İsyancı cemaatlerden toplanan ‘dayanışma vergisi’nin cemaatlere yönelik hizmetlerde adil biçimde dağıtılması.
4) Çevredeki, Zapatista-olmayan topluluklarla ilişkilerin yürütülmesi

EZLN’in geliştirdiği bu özerklik modelde her karar, her tasarı önce köy meclislerinden geçiyor. Köyün iradesine rağmen hiçbir karar alınmıyor ve uygulanmıyor. Belediye, koordinasyon merkezi ve sonunda cuntaya doğru çıktıkça yönetim ve karar-alım süreçleri sadeleşiyor, ancak seçilmişlerin sorumluluğu da aynı ölçüde artıyor. Örneğin ‘İyi Yönetim Cuntası’ en fazla tavsiye kararı çıkarabiliyor, yerel düzeyde çözülemeyen sorunlar burada çözülüyor.

EZLN, Meksika hükümetince sürekli ‘bölücü’ olarak nitelendirilse de, ayrı bir devlet kurmayı amaçlamıyor. Zapatistalar Meksika’yı ülke olarak kabul ediyor. Dolayısıyla Meksikalılığı üst kimlik olarak da ele alıyorlar. Ancak İndigena olarak öz kimliklerinin kabulünü talep ediyorlar. Hareket her şeyden önce devrimci bir örgüt olup, Chiapas halkının kurtuluşunu toplumsal kurtuluş ile paralel bir şekilde geliştirmeye çalışıyor. Yani; mesele coğrafik bir bölgenin özgürleştirilmesi ile sınırlı olmayıp, o bölgedeki yaşamın demokratikleştirilmesinden ibarettir de. Kendi kaderini tayin hakkı için verilen mücadele bundan dolayı neoliberalizme, kapitalizme, doğa katliamına, her türlü sömürüye ve eşitsizliğe karşı bir mücadeledir.

Zapatistaların öz yönetim modelinin temel ayaklarından biri, radikal bir yerel demokrasi anlayışıdır. Ortak yaşamla ilgili bütün kararlar en alt birimler, yani köy ve komünler tarafından alınır. Toplumu ilgilendiren sorunlar köy ve belediye meclislerinde tartışılıp, çoğunluk esasına göre değil de uzlaşma ile karara bağlanır.

Sürekli uygulanan rotasyon da önemli bir özellik. Bu şekilde hem görevin kötüye kullanılmasının veya yolsuzluğun önüne geçilirken, mümkün olduğu kadar çok insanın görev ve sorumluluk üstlenmesi ve böylece öz yönetim konusunda pratikte eğitilmesi sağlanıyor. Bir nevi toplumun bütün üyelerinin bu sürece katılım sağlaması teminat altına alınıyor.

Zapatistaların özerklik modelinde homojenliğe yer yoktur. Zira, Chiapas toplumu da homojen bir yapıdan oluşmuyor. Siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik farklılıklar - eşitsizlik yaratmadığı müddetçe - kabul ediliyor. Çünkü EZLN’in hedefi ‘bir çok dünyanın kendine yer bulabileceği bir dünya yaratmak’tır.

‘Özerklik EZLN’in icadı değil’


EZLN, Haziran 2005’te yayımladığı Altıncı Lacandon Cangılı Bildirgesi’nde özerkliği geliştirme sürecini şu şekilde değerlendirmişti: ‘EZLN sonra tek taraflı olarak yerli halkın hakları ve kültürü hakkındaki San Andrés antlaşmasını hayata geçirmeye karar verdi. Dört yıl boyunca (2001-2005) bu ve başka görevlere yoğunlaştık. Onlardan da söz etmek istiyoruz. İsyancı özerk Zapatist bölgeleri inşa etmeye başladık. Halklar, yönetmek ve kendilerini yönetmek ve daha güçlü olmak için örgütlendiler. Özerk yönetim EZLN’in icadı değildir, yerli halkların yüzyıllar boyu gösterdiği direnişten ve Zapatista deneyiminden doğdu ve bir nevi cemaatlerin öz yönetimini teşkil ediyor. Yani, kimse dışarıdan gelip yönetmiyor. Halklar kendi aralarında kimin nasıl yöneteceğine karar veriyor ve yönetimdeki itaat etmezse görevinden düşürülür. Yani, yönetimdeki halkı dinlemezse otorite olarak düşürülür ve yerine başkası geçer.

Sonra özerk bölgelerin aynı koşullara sahip olmadığını, bazı bölgelerin sivil toplumdan daha fazla destek alırken, bazılarının unutulduğunu gördük. Bunu dengelemek için bir şeyin örgütlendirilmesi gerekiyordu. Ve EZLN’in siyasi-askeri işlerden sorumlu bölümün, aslında demokratik otoritelerin görev alanına giren ‘sivil’ işlere karıştığını gördük. EZLN’in siyasi-askeri bölümü bir ordu olmasından dolayı demokratik değildir ve tepede askeri olanın, aşağıda ise demokratik olanın durmasının iyi olmadığını gördük. (...) Bu sorunu çözmek için siyasi-askeri alanı Zapatista komünlerin özerk ve demokratik örgütlenme biçimlerinden ayrıştırmaya karar verdik. Ve böylece daha önce EZLN’in görev alanına giren eylem ve kararlar adım adım halkın demokratik bir şekilde seçilen temsilcilerine devredildi. Tabii bunun sözü kolaydır, ancak pratiği zordur ve uygulanması bir kaç yıl sürüyor. (...) Ve böylece Ağustos 2003’te İyi Yönetim Cuntaları oluştu ve onlarla birlikte ‘söz dinleyerek yönetme’ ilkesinin uygulanması ve kendi kendine öğrenme süreci devam etti. O süreçten 2005 yılının ortalarına kadar EZLN yönetimi sivil alana yönelik talimat vermedi, ama demokratik bir şekilde halklar tarafından seçilen temsilcilere eşlik etti ve onları destekledi. (...)

EZLN ayrıca bu süre içinde belli bir ekonomik ve siyasi destek inşa edip, Zapatista komünşerinin daha az zorluk ile özerkliklerinin inşası ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinde ilerlemeyi mümkün kıldı. Hükümetlerin yapmış olduğu araştırmalara baktığınızda, sağlık, eğitim ve konaklanma bakımından yaşam koşullarının iyileştiği tek yerli cemaatlerin, Zapatista alanındaki cemaatlerin olduğunu göreceksiniz.’
Hala devam eden özerkliği geliştirme süreci kuşkusuz sorunsuz bir şekilde ilerlemedi. Ancak devlet dışı radikal demokrasi bakımından incelenmesi gereken bir deneyimdir.

Özerkliğe giden yol haritası


Chiapas’ta uygulanan özerklik resmi olarak Meksika devletinden kabul görmüş değil. Hedef, özerkliği devletin kabul etmek zorunda kalacağı bir düzeye taşımaktır. Kabul edilmesi istenen haklar şu şekilde özetlenebilir:

Siyasi haklar: Birimler iç yönetimlerini aldıkları kararlar doğrultusunda organize eder ve kendi mekanizmaları ile ulusal temsiliyet organlarına katılabilir. Kamu hukukunun bir parçası olarak bütün özerk birimler ve bir yerel halka aidiyetliklerini ilan eden ilçeler, koordineli bir şekilde birlikte çalışmak için özgürce birleşme hakkına sahiptir. Bunun yanı sıra merkezi hükümetten, özerk olarak belirlenen alanlara yönelik yetki ile bütçe devredilir. Yine konuyla ilgili ortak karar alınması ve halkın onayının da alınması durumunda ilçeler yeniden düzenlenebilir. EZLN, var olan devlet sınırlarına kesinlikle dokunulmayacağını belirtiyor.

Ekonomik haklar: EZLN, yerel halkların yaşadığı veya kullandığı topraklardaki doğal kaynakların kullanımı ile ilgili söz ve karar sahibi olduğunu savunuyor ve bunun hükümet tarafından da kabul edilmesini istiyor.

Hukuksal haklar: Zapatistalar ayrı bir hukuk sistemini oluşturmayı hedeflerken, Meksika Anayasası’nı reddetmiyor. Anayasa ile uyumlu hukuk sistemi gayri resmi olarak bazı köylerde uygulanıyor. Chiapas’taki yerel halk toplulukları çoğunlukla resmi hukuk sistemi ile olumsuz deneyimler yaşadı ve bunun sonucu olarak bu hukuk sistemini haksızlık düzeni olarak görmeye başladı. Hukuk tarafından haksızlığa uğrayan değil, mülk sahipleri, polisler veya devlet partisinin taraftarları korunan olunca hukuka güven yok oldu. Yine Chiapas’ta çok sayıda insanın resmi dil İspanyolca’yı bilmediğinden ve mahkemede tercüman hakkı bulunmadığından, sırf Chiapas’ta yüzlerce tutuklu ne ile suçlandığını bile bilmiyor.
Hukuk konusu aslında oldukça önemli bir alanı kapsıyor. Çünkü birarada yaşamı da düzenleyen hukuk kodları, kurallar ve yasalar topluluğun değerlerinden ayrı ele alınamaz. Ve Meksika’daki yerel halklar arasında da Meksika devletinden ayrı bir norm ve hukuk anlayışı söz konusu - zira Meksika devletinin adliye ve ceza sistemi bir çok yerel halk grubu tarafından sömürgeciliğin mirası olarak görülüyor. EZLN yapıları içinde bu nedenle komünler tarafından farklı bir hukuk kodlaması geliştirildi ve halk tarafından onaylandı. Bu kanunname bazı cemaatlerde uygulanıyor. Zapatistaların bu ‘alternatif hukuku’ örneğin tutukluluk gibi fiziki cezalar yerine manevi cezalarla toplumsal yaşamı korumaya çalışıyor. Verilen her ceza ile, söz konusu kişinin yeniden ‘ahengle’ topluma dahil edilmesi hedefleniyor.

Kültürel haklar: Zapatistalar kendi kültür ve kimliklerini var eden bütün unsurları yaşatma ve zenginleştirme hakkının tanınmasını istiyor. Bunun içine dil de girerken, kendi iletişim araçlarını kullanma ve geliştirme hakkını savunuyor. Aynı zamanda merkezi veya bölgesel makamlarla anlaşmaya dayalı yerel ihtiyaçlar ve özgün sosyo-kültürel yapıya göre okullardaki eğitimin içeriğini belirleme hakkının tanınması isteniyor.
MERAL ÇİÇEK

Murat Karayilan:‘Planlı savunmadayız, blöf yapmıyoruz!’

07 Temmuz 2010
Yeni_Özgür_PolitikaKürt sorununun ‘terör’ retoriğiyle çözülemeyeceğini ve Kürtlerin artık Türkleşmeyi kabul etmeyeceğini belirten Karayılan, “Hala Türkiye ile bir arada yaşama çizgisindeyiz. Topyekun bir savaş gelişirse, o zaman biz de zinciri çözeriz” dedi.
- Karayılan: Bilinçli, planlı, organizeli bir savunma stratejisini uyguluyoruz; tüm gücümüzü hala ortaya koymuş değiliz. Hala Türkiye ile bir arada yaşama çizgisindeyiz. Topyekun bir savaş gelişirse o zaman biz de zinciri çözeriz.
- Demokratik özerklik devletle bir çözüm arayışıdır. Devlet buna gelmezse de biz demokratik özerkliği inşa edeceğiz. Bunun üzerine gidilirse demokratik konfederal sistemi bağımsız bir biçimde ilan etmek durumunda kalırız.
- Topyekun savaşı bize dayatır, çözüm formülasyonunu da reddederlerse topyekun bir direniş dönemine geçeriz. Henüz o aşamaya gelmiş değiliz. Tüm gücümüzü, enerjimizi sarf etmiş durumda değiliz. Çok sakin yaklaşıyoruz. Blöf yapmıyoruz.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Kürtlerin gaspedilen haklarının iadesi meselesine ‘terör’ retoriğiyle yaklaşıldıkça çözülemeyeceğini belirterek, “Böyle devam edilirse ne olur? Kürt halkı olarak biz direniriz. Onursuzluğu, Türkleştirme politikasını asla kabul edemeyiz. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Roj TV ve ANF’nin sorularını yanıtladı.


1 Haziran 2010’dan sonraki yeni dönem yeterince kavrandı mı?
Biz yeni sürecin “ulusal varlığı koruma, özgür yaşamı inşa etme” olarak ele alıyoruz ve bu temelde yeni dönemde biz kendi çözümümüzü kendimiz geliştirmek zorundayız. Bu dönem halklarımız için çok önemli.

Bu dönemde özellikle AKP’ye yakın çevrelerde bazı tartışmalar var. Anayasa değişikliğine sabotaj, İskenderun eyleminde İsrail bağlantısı, AKP’ye karşı savaş, hatta Ergenekon ilişkisi iddiaları. Sizin bu tartışmalara ilişkin görüşleriniz nelerdir?
Biz AKP’nin zihniyetini ve planını çözmüş bulunuyoruz. AKP’nin tasarladığı bütün planlar alt üst oldu. Hükümetin ve devletin dengesini sarsıldı. Onların saldırgan bir üslup kullanmalarının altında bu neden yatmaktadır. Ciddiye almıyoruz. Eğer şimdi AKP ve Türk devleti halen durduğumuz noktada soruna doğru yaklaşmak istiyorsa evvela şunu söyleyecek; Kürt halkını; kültürel ve kimlik haklarını tanımak zorundayız.

Bu konu çok stratejik bir konu; Türkiye açısından ulusal bir sorun ve devlet gündemine alacaksa köktenci bir biçimde ele almak zorundadır. Bu soruna ‘terör’ retoriğiyle yaklaştığın vakit çözemezsin. Böyle devam edilirse ne olur? Kürt halkı olarak biz direniriz. Yüz yıl da sürse biz direniriz. Onursuzluğu, Türkleştirme politikasını asla kabul edemeyiz. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor. Devletin zihniyetinde bir değişiklik durumu gözükmüyor; bu devam ederse çatışma süreci daha derinleşir.

Eylemsizlik, silah bırakma ve operasyonların durmasına yönelik çağrıları bu konjonktürde nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bu süreçte ateşkes olur mu?
Sivil toplum kuruşlarının Amed merkezli ve daha sonra başka yerlerde olan açıklamalara saygı duyuyoruz. Dengelidir. Çözüm arayışını içeriyor. Devlet aklı bu eksende olursa sorun çözüme doğru gidebilir. Ama kimi başka bazı çevrelerin sözünü ettiğiniz gibi ateşkes çağrılarını bir kenara bırakıyorum, hiçbir anlamı da yoktur.

Bu devlet karşısında bizim ayakta durma, direnme, mücadeleyi de yükseltme gücümüz vardır. Dost ile düşman emin olabilir. Bilinçli, planlı, organizeli bir savunma stratejisini uyguluyoruz; tüm gücümüzü hala ortaya koymuş değiliz. Çünkü biz hala Türkiye ile bir arada yaşama çizgisindeyiz. Yani daha o arayışı sürdürüyoruz. Topyekun bir savaş gelişirse o zaman biz de zinciri çözeriz. Kimse yanlış hesap yapmamalı. Hala uyarıcı bir pozisyonda duruyoruz.

Başbakan Kürt halkının iradesine saygılı olacağını ve bu sorunu köktenci bir biçimde ele alıp, çözeceğini açıkça söylesin. Bunu söylemiyor, Amerika’ya, NATO’ya teklifte bulunuyor. Öbür taraftan başka memurları başka şeyler söylüyorlar. Böyle olmaz, bir netliğe kavuşması lazım. Daha güven verici ciddi yaklaşımlara ihtiyaç vardır.

Kendi çözümünüz olan Demokratik Özerklik nedir? Kürtler nasıl anlamalı, Türkiye kamuoyu nasıl yorumlamalı?
Bir yerde eğer farklı kültürler varsa ve sen bu farklı kültürleri soykırım ve asimilasyonla yok etme niyetinde değilsen bu kültürleri tanımak ve yaşatmak ancak demokratik özerklikle olur. Bu Batı, Rusya ve Çin’de var. Demokratik özerklik devletle bir çözüm arayışıdır. Devlet buna gelmezse de biz demokratik özerkliği inşa edeceğiz. Devlet bunu da kabul etmezse, ben yok edip, ortadan kaldıracağım derse o zaman Kürtler de kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar.

Kürtlerin demokratik özerkliği eşittir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına mı gelmeli?
Kuşkusuz. Kürt sorununun çözümünü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini ön gören bir çözüm formülüdür. Bu açıdan benim Türkiye’de kendisine liberal, sosyalist, devrimci ve demokratım diyenlere eleştirilerim var; bu konuda çok sessiz kalmaları, arka çıkmamaları bir eleştiri konusudur. Demokratik özerklik Kürt sorununu çözen, kardeşçe bir arada yaşanmasını ön gören, aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştiren, Türkiye cumhuriyetinin demokratikleşmesini esas alan bir formüldür. Bu formüle herkesin sahip çıkması gerekir.

Demokratik Özerkliği nasıl yaşamsallaştırmayı düşünüyorsunuz?
Demokratik konfederal sistem beş bin yıllık devlet geleneğine alternatif bir sistemdir. Birinci seçeneğimiz demokratik özerkliktir. Buna gelinmezse ve bunun üzerine gidilirse o zaman biz demokratik konfederal sistemi bağımsız bir biçimde ilan etmek durumuyla karşı karşıya kalırız. Umarım devlet aklı bunu doğru anlar. Bu demokratik özerkliğin çağımızın bir çözüm tarzı olduğunu görür. Biz en mütevazi, en makul bir çözüm formülünü geliştirmek istiyoruz. Devlet buna rağmen imha etmek ve özgürlük dinamiklerini hedeflerse o zaman Kürt halkı da her biçimde kendini savunmaya çalışacaktır. Direniş boyutlanacaktır.

Kandil’i işgal tartışmaları var. Sınırı ovalara çekelim tartışmaları var…
Bunlar boş şeyledir. Sorun içtedir. Bunlar yanlıştır. Bugün Botan Karargahı bütün o sahayı yönetiyor. O karargah yıllarca kendi kendine yetebilir. Dersim Karargahı ha keza. Bir düzey söz konusudur, bir güç vardır. Bu tür şeylerle çözüm bulmaları mümkün değil. Peki Amed’in merkezine ne diyecekler, peki Şırnak, Hakkari ve Gever’in merkezine, Dersim’in merkezine ne diyecekler? Bu davaya her yerde sahip çıkacak bu halkın kızları ve oğulları vardır.

Biz henüz aktif savunma aşamasındayız. Onlar topyekun savaşı bize dayatır, demokratik özerklik formülasyonunu da reddederlerse o zaman biz de topyekun bir direniş dönemine geçeriz, bu bize kalır. Dolayısıyla henüz o aşamaya gelmiş değiliz. Tüm gücümüzü, enerjimizi sarf etmiş durumda değiliz. Çok sakin yaklaşıyoruz. Blöf yapmıyoruz.

Son olarak ulusal birlik politikasına ilişkin görüşlerinizi alalım…
Türk devleti ve AKP hükümetinin demokratik açılım adı altında hareketimize karşı geliştirdiği imha planı sadece hareketimize karşı değil, tüm Kürt kazanımlarına yönelik bir saldırıdır. Bu açıdan şunu söylüyoruz, bugün Kürdistan üzerindeki egemen güçler sadece bizi hedefliyor ama bizi zayıflattıktan sonra kesinlikle tüm Kürt kazanımlarına yönelecekleri açıktır. İlk başta Güney Kürdistan’a yönelecekleri kesindir. Bu çerçeveden hareketle biz bu dönemde iki şeye ihtiyaç olduğunu ısrarla vurguluyoruz, birincisi hamlesel bir çıkış –ki onu başlatmış bulunuyoruz- ikincisi ulusal birliktir. Ulusal demokratik birlik bugün her şeyden önce gelir. Eğer biz bunu geliştirmezsek karşıt güçler bundan yararlanıyor. Son dönemde Sayın Mesud Barzani’nin Türkiye ziyareti oldu, geri döndü. Yine Türkiye’nin Güney üzerinde çokça hesapları var. Biz doğru temellerde ilişkilere karşı değiliz ama Türk devletinin niyetini çok iyi biliyoruz. Onlar Kürtler arası çatışma yaratmak istiyor. Benim çağrım; Kürdistan’daki tüm ulusal demokratik güçlere bu stratejik aşamada her şeyden önce ulusal birliğe ihtiyaç vardır, demokratik birlik duruşunu güçlendirmemiz gerekmektedir. Biz hareket olarak bu konuda üstümüze düşen sorumlulukların gereğini her zamankinden fazla yerine getirmek durumundayız. Bunun kararlılığının bilinmesinde fayda var. Kendi birliğimizi kurmaktan korkmayalım. Çünkü bazıları korkuyor. Biz birliğimizi kuralım. Bu halkın iradi bir güç olabilmesi için kesinlikle gereklidir.

BAKİ GÜL/ANF/BEHDİNAN

Musa Anter in Kısa Hayat Öyküsü

musa anterDoğum tarihi kesin olarak belli değil ama büyüklerinin dediğine göre “Berfa Sor” veya “Ermeni katliamı “ zamanında Ziwinge’de (Eskimağara) dünyaya gelmiş. Buda tarih olarak 1915 ile 1917 seneleri arasındadır. Ailenin ilk erkek çocuğu. Kendisinden büyük ablası var. Bu arada bir kız çocuk daha dünyaya geliyor ama hastalıktan sonra
vefat ediyor. Annesi erkek çocuk doğurmak isteyince Sultan Şeyhmuz’a gidip dilekte bulunuyorlar. Onun için nüfusta ki adı Şeyhmus olarak geçer. Soyadı kanunu dolayısıyla da soyadı Elmas’tır. Zamanla adını ve soyadını değiştirir ve Musa Anter yapar.  Babasının adı Anter annesinin adı Fasla’dır. Aile olarak soy ağacını kendisi şöyle ifade eder. Botan aşiretinin, Temikan kolunun, Mıhoteze dalının Anter ailesindeniz. Beş kardeş olarak büyürler, yaş sıralamasına göre Hanse, Musa, Hasan, Wetha ve Yusuf kardeşlerdir. Yusuf 1958 senesinde askerlikte başına musallat olan zatürre hastalığı vereme çevirince vefat eder. Hasan 1975 senesinde kansere yenik düşer. Hanse 2003 yılında vefat eder. Wetha şu an Nusaybin’de yaşamaktadır.

Evin erkek çocuğu olarak annesi tarafından yetiştirilir zira babası kendisi küçük yaştayken yatalak olarak hasta düşer. Annesi Fesla Hanım hem ev işlerine bakar ve hem de muhtarı olduğu Ziwinge köyünün işlerine bakar. O zamanlar köye gelip gidenler çok olduğu için oğlunu Türkçe öğrenmesi için ve tercümanlık yapması için okula gönderir. Okulda başarılı bir öğrencidir ve sınıflarını birincilikle bitirir. İlkokulu bitirince okumaya devam için imtihana girer ama annesinin onu okula göndermeye niyeti yoktur. İmtihanı kazandığını Nusaybin’den gazeteye sarılmış helva paketini açınca öğrenir. Gazetede adını görünce çok sevinir. Bu arada Gerçüş’te de bir dönem okur. Mardin’de yatılı olarak ortaokulu bitirir ve lise için tekrar imtihana girer onu da kazanarak Adana’ya yatılı olarak liseye başlar. Orada ilk defa kooperatif kurar. Okulun başarılı öğrencisidir. Adana’da okurken Seyit Rıza olayı yaşanır ve öğrencilerden biri Bese’ye küfür eder. Bu küfre tahammül etmeyen kendiside Zübeyde’ye aynı şekilde küfür eder. Şikâyet üzerine ilk defa gözaltına alınır. Gözaltındayken M. Kemal Adana’ya gelir ve kendisine bu durum aktarılır oda onun affedilmesini söyler.

Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a üniversiteye okumaya gelir. Edebiyat fakültesine kaydını yaptırır ve ilk sene orada okur. Sonradan Faik Bucak ve diğerleri ile tanışır, onlar hukuk fakültesinde okumaktadır ve arkadaşlarının isteği üzerine hukuka başlar. Üç sene sınıfını birincilikle bitirir son sene birinciliği haksız olarak elinden alındığı için okulu bitirmeden ayrılır. Arkadaşlarıyla birlikte Kürt özgürlük mücadelesi için kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz kumaşları bir araya getirerek ve tabancaya sararak ellerini üzerine koyarak ant içerler. Dicle- Fırat talebe yurdunun müdürlüğünü yapar. Bu arada medrese mezunu kişilerle tanışır. İleride kayınpederi olacak Abdurrahim Zapsu ile tanışır. Hatıralarım adlı kitabında bu ilişkilere yer vermiştir. 1944 yılında Zapsu’nun küçük kızı Ayşe Hale ile evlenir. Hale hanım Alman lisesi ikinci sınıfından ayrılarak evlenir. 18.08.1945 de oğlu Anter, 18.10.1948 de kızı Rahşan ve 30.03.1950 de oğlu Dicle dünyaya gelir.
 Şark postası ve Dicle Kaynağında yazılar yazmaya başlar. Çok partili sisteme geçilmiş ve umutlar tazelenmişti. Ama zamanla bununda yalnız umut olduğunu fark etmişlerdi. 1956 yılında Gelibolu’da yedek subay olarak askerliğini yaptı. 1958 de hem kayınpederini ve hem de küçük kardeşini kaybetti. Sonrada  Diyarbakır’a gitti. Orada Turistik otelin müdürlüğü yanında bir ilaç firmasının temsilciliğini yaptı. Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte çalışmalar gerçekleştirdi. İleri Yurt gazetesini çıkardılar. Gazetede seneler sonra Kürtçe olarak yazdığı Qımıl(Böcek) şiiriyle Türkiye gündemine damga vurdu. 1959 senesinde Diyarbakır’da yakalanarak İstanbul’a getirildi. Harbiye cezaevinde ki hücreye konuldu.  Böylece tarihte 49 lar olarak geçen dava başlamış oldu. 50 kişilik guruptan Emin Batu vefat edince 49 kişi kalırlar ve  dava bu adı alır. İdamla yargılandılar ama 27 Mayıs askeri darbesiyle affa uğradılar. Cezaevinde, Birina Reş tiyatro eserini ve Kürtçe-Türkçe, Türkçe-Kürtçe sözlüğünü yazdı. Cezaevinden çıktıktan sonra Deng dergisini Medet Serhat ve Ergün Koyuncu ile beraber çıkardılar. Deng de kısa bir süre sonra kapatıldı ve yargılandılar. Barış Dünyası ve Yönde yazmaya başladı. 1963 Haziranında tekrar cezaevine girdi ve 23 ler davası başladı. Mamak, Sultan Ahmet ve Balmumcu cezaevlerinde yattı. Cezaevi çıkışında Türkiye İşçi Partisinde görev yaptı. 1965 seçimlerinde Mardin’den aday oldu ama son anda aday değişikliği yüzünden bağımsız olarak seçimlere girdi.

1967 yılında ilk hükmü gerçekleşti ve Çanakkale’ye bir yıllık sürgüne gönderildi. Burada 38 nolu hücre kitabının çalışmaları otel odasında kayboldu. Çanakkale sonrası Suadiye’de ki evinde yaşamaya devam etti. DDKO nun kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 de tekrar cezaevine girdi ve Seyrantepe askeri cezaevinde 3 yıl kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra Akarsu’ya yerleşti. 12 Eylül 1980 de Nusaybin cezaevine kondu. Kısa bir süre sonra çıkartıldı. Yazım hayatına tekrardan 1985 senesinde başladı. Vaka-i Name yi yazar. 1988 senesinde Dragos’ta ki evine yerleşti. Tewlo, Azadiye Welat,Rewşen ve Gündem dergi ve gazetelerinde Kürtçe, Türkçe makaleler yazdı. 1988 de kurulan Halkın Emek Partisinde yer alır.  90 lı yılların başlarında kurulan MKM ve Kürt Enstitüsünün kurucuları arasındadır.

20 Eylül 1992 yılında Diyarbakır’ın Seyrantepe mahallesinde devlet içindeki derin güçler tarafından katledildi.
KİTAPLARI:   Qimil( Kımıl), Birina Re? (Kara Yara), Kurdi- Turki Türkçe- Kürtçe sözlük Vaka-i Name, Tewlo, Çınaramın, Fırat Marmaraya Akar ve Hatıralarım (iki cilt tek kitap haline geldi).
 

27 yıldır sınırsız saldırganlık

İlk sınır ötesi saldırı 25 Mayıs 1983’te düzenlendi. “Süpürge”, “Sızma”, “Tokat”, “Kartal”, “Atmaca Tokat”, “Balyoz”, “Çekiç”, “Murat”, “Sandviç”, “Güneş” ve 25’i aşarak 2010’da devam ediyor.
Türkiye, Güney Kürdistan’da HPG gerillalarının denetimindeki alanları önceki gün iki kez savaş uçaklarıyla bombaladı. 1983’ten itibaren 10’larca kez havadan ve karadan Güney Kürdistan topraklarına sınır ötesi harekat düzenledi. Türk devletinin ilkini 1983 yılında gerçekleştirdiği askeri operasyonun üzerinden tam 27 yıl geçti. Güney Kürdistan toprakları bu zaman dilimi içinde Türk ordusunun irili ufaklı onlarca kez askeri saldırısına uğradı. Türk devleti ‘güvenlik’ gerekçesi ile her defasında uluslararası hukuku da ayaklar altına alarak Güney Kürdistan’a sınır ötesi operasyonlar düzenledi. Her operasyon onbinlerce asker, korucu ve işbirlikçi ile yürütülürken, milyonlarca dolar maliyeti ile Türk halkı her operasyon ile biraz daha fakirleştirildi.

İlk operasyon 1983’te
Sınır ötesi operasyonlar Türkiye’nin pek de yabancısı olduğu bir olgu değil. 1983’ten bu yana Güney Kürdistan’a toplam 20’nin üzerinde askeri operasyon düzenlendi. 1983 yılında Ankara ile Bağdat arasında Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Anlaşma ile Bağdat TSK’ye sıcak takip yetkisi verdi. İlk operasyon 25 Mayıs 1983’te düzenlendi. 7 bin dolayında asker, Irak’ın içine 5 kilometre kadar girdi. Öte yandan Irak ordusu da Güney’de PKK kamplarına karşı operasyon düzenledi. Operasyonda KDP kampları da saldırıdan etkilendi. Operasyondan sonra KDP ile PKK arasında dayanışma anlaşması imzalandı.

Sıcak Takip Operasyonu’nu 1984 Ekim’de 2. operasyon izledi. Operasyonda PKK kampları hedef alındı. 12 Ağustos 1986’da ise 3. operasyon düzenlendi. Türk Hava Kuvvetleri, KDP kamplarını bombaladı, saldırıda 165 peşmerge öldü. KDP, PKK’nin saldırılarından sorumlu tutulduğu için cezalandırılmıştı. Sınır ötesine 4. operasyon ise 4 Mart 1987’de gerçekleştirildi. 30 Türk savaş uçağı 4 Mart 1987’de Sirat, Era ve Alamiş çevresindeki PKK kamplarını bombaladı. Türkiye 1988-1991 yılları arasında Güney Kürdistan’a operasyon düzenleyemedi. Çünkü Bağdat, 1988-1991 yılları arasında Türkiye’ye sınır ötesi operasyon izni vermedi.

1991’de 3 operasyon
1988’de son bulan sınır ötesi operasyonlar, 1991’de kaldığı yerden devam etti. Nisan 1991’de Türk ordu birlikleri 5. kez Güney Kürdistan’a girdi. Türkiye, 5-21 Ağustos 1991 tarihleri arasında helikopter ve savaş uçakları eşliğinde Güney Kürdistan’daki 24 PKK üssüne saldırdı. “Süpürge” adı verilen operasyon sırasında ARGK gerillaları Durji bölgesinde TSK ile mevzi çatışmasına girdi. Çatışmalar 15 gün sürdü. Türk Ordusu 1991 sonbaharı boyunca pek çok kez sınır ötesine girip çıktı. Ağustos operasyonunu 11 Ekim ve 25 Ekim 1991 tarihlerinde düzenlenen iki operasyon izledi. Operasyonlara KDP ve YNK de destek verdi. Operasyondan sonra Duhok, Zaxo, Hewlêr ve Selahadîn’e Türk güvenlik ve istihbarat örgütleri yerleştirildi.

İran’a da baskın
Türk ordusu, 1992 ilkbaharında Güney Kürdistan’a 8. kez operasyon düzenledi. Mart ayında savaş uçakları PKK kamplarına bomba yağdırdı. Ordu da karadan saldırdı. 25 Mart’ta savaş uçakları ikinci kez kampları vurdu. 6 Mayıs 1992’te TSK bir kez daha Güney Kürdistan’a kara operasyonu düzenledi. “Sızma Operasyonu” ile eşzamanlı olarak da İran’daki PKK kamplarına baskın yapıldı.

9’uncusu 20 gün sürdü
12 Ekim 1992’de Türkiye 15 bin asker, tank, helikopter ve hava gücü destekli askeri birlikle Güney Kürdistan’a 9. kez girdi. Sınır bölgesi boyunca şiddetli çatışmalar meydana geldi. ARGK mensupları TSK ile mevzi çatışmasına girdi. Çatışmalar günlerce göğüs göğüse 20 gün devam etti. Çatışmalar tarihe konvansiyonel savaş olarak geçti. TSK çatışmalarda bin 452 PKK’linin hayatını kaybettiğini iddia etti. İddialar PKK tarafından yalanlandı. Operasyon Batı’dan büyük tepki topladı.

1994’te 3 kez girildi
Türkiye, 10 Haziran 1993’de 10. kez Güney Kürdistan’a girdi. Ancak bu kez düzenlenen operasyon küçük çaplı oldu. Amaç sınır boyunca mevzilenen 2 bin PKK’liyi etkisiz hale getirmekti. 28 Ocak 1994 tarihindeki sınır ötesi operasyon tarihe en büyük çaplı hava akını olarak geçti. Saldırıda Zeli Kampı’ndaki mühimmat deposu hedef alındı. TSK operasyonda 200 ARGK’linin öldüğünü öne sürdü. 6 Şubat 1994’te yeni bir sınır ötesi operasyon düzenlendi. Mezre ve Kariyederî’deki PKK mevzileri hedeflendi. Operasyonun bilançosu 32 ölü olarak açıklandı. Sınır ötesi sızmaları önlemek için Türkiye, Nisan 1994’te 13. kez Güney Kürdistan’a girdi. 5 bin askerle yapılan operasyonda 15 kilometre içeri girildi. Mezre-Kariyederî’de şiddetli çatışmalar meydana geldi.

Büyük operasyon hezimeti
Türk ordusu, 20 Mart 1995’te, 13 general tarafından komuta edilmekte olan 35 bin askerle 14. kez Güney Kürdistan’a girdi. Operasyon Türkiye’nin düzenlediği en büyük operasyon olarak tarihe geçti. Irak topraklarına 60 kilometreden fazla girildi. Çelik Operasyonu ismi verilen harekatta hedefin, Haftanîn bölgesindeki 12 büyük PKK kampı olduğu duyuruldu. Operasyon başarısızlıkla sona erdi. Bunun üzerinde Türk medyasında KDP ve YNK suçlandı.

95 Temmuz’unda 45 gün
Türkiye Temmuz 1995’te tampon bölge oluşturmak için bir kez daha Güney Kürdistan’a girdi. Batı operasyona büyük tepki gösterdi. Operasyon tam 45 gün sürdü. Maliyeti ise 65 milyon dolar olarak açıklandı. Operasyonda 555 PKK’linin öldürüldüğü iddia edildi, ancak daha sonra rakamın abartılı olduğu ortaya çıktı. 5-11 Temmuz 1995’te Türkiye bir kez daha Güney Kürdistan’a girdi. 15 kilometre içeri giren ordu, PKK’nin KDP’ye saldırmasını önlemek istedi. Ancak harekat başarılı olamadı.

Siviller hayatını kaybetti
1996 yılının ilk sınır ötesi operasyonu 6 Mart’ta gerçekleştirildi. Ordu 12 büyük, 28 küçük seyyar PKK üslerine karadan operasyon düzenlerken, savaş uçakları da Haftanîn, Zap ve Qumrî Dağı’ndaki kampları bombaladı. Türkiye 1996’da 17. kez Güney Kürdistan’a girdi. Temmuz ayından itibaren savaş uçakları Irak’ı bombaladı. Mesud Barzani bombardımanda sivillerin yaşamını yitirdiğini belirterek bombardımanın acilen durdurulmasını istedi. Ancak yine de “Atmaca Tokat Operasyonu” sürdü. Operasyonda Sineht, Haftanîn, Aresindî Boğazı, Birkê Avda ve Kelareş’teki kamplar hedef alındı. 29 Aralık 1996’da Türk birlikleri bir tugay ile Güney Kürdistan topraklarına girmek oldu. Operasyon KDP tarafından da desteklendi.

2 Helikopter düşürüldü
14 Mayıs 1997’de Türkiye Güney Kürdistan’a 19. kez girdi. Hava destekli “Balyoz” adı verilen operasyona 50 bin asker katıldı. Operasyon sırasında iki helikopter PKK tarafından düşürüldü. Operasyondan sonra TSK yaz boyunca Güney Kürdistan’da kaldı. “Balyoz Operasyonu”na tam 50 bin asker katıldı. Askeri yetkililer, bu operasyonla bir daha ‘Kuzey Irak’ topraklarına girmenin anlamının kalmadığını savundular. Eylül 1997’de Türkiye yeni bir operasyon düzenledi. 100 tankla gerçekleştirilen operasyonda 10 bin asker görev aldı. Birlikler 13 Ekim’de geri döndü. Ancak bin asker sınır boyunca konuşlandırıldı. TSK, 4 Aralık 1997’de yeni bir hücum başlattı ve Xakurkê bölgesine girdi. 20 bin askerle düzenlenen ve “Çekiç” ismi verilen operasyon yıl sonuna kadar devam etti. Operasyona KDP de destek verdi. Operasyonda TSK, PKK’ye karşı gerilla tarzı savaş yöntemlerini kullandı.

Göçerler hedef oldu
TSK, 1998 ilkbaharında bir kez daha 40 bin askerle Güney Kürdistan’a girdi. Operasyona “Murat” ismi verildi. 1999 yılında Türkiye, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını fırsat bilerek 24. kez Güney Kürdistan’a girdi. Bu operasyona ise “Sandviç Operasyonu” ismi verildi. Ancak operasyonlardan bir sonuç çıkmadı. Türk savaş uçakları 15 Ağustos 2000 tarihinde ise Lolan ve Xakurkê arasında kalan bölgeye bomba yağdırdı. Bombardımanda tam 30 Kürt göçer yaşamını yitirdi.

7 yıl sonra yine vuruldu
2007’nin Ekim ayında Türk Meclisi’nin “askere sınır ötesi harekat yapma” iznini veren tezkereyi onaylamasıyla Türk ordusu bir kez daha sınır ötesi operasyonlarına başladı. 16 Aralık 2007 tarihinde TSK, Güney Kürdistan’ın Zap, Avaşîn, Xakurkê bölgelerini Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının katıldığı hava harekatı ve karada konuşlu ateş destek vasıtalarıyla vurdu. Bu operasyondan 6 gün sonra yani 22 Aralık 2007’de Güney Kürdistan’daki bazı bölgeler Türk savaş uçakları tarafından 40 dakika boyunca bombalandı. Takiben 26 Aralık 2007’de TSK, Zap bölgesini sabah saatlerinden itibaren nokta operasyonu ile vurdu.

2008’e operasyonla başlandı
Türkiye 2008 yılında da sınır ötesi operasyonlarını sürdürdü. 15 Ocak 2008’de Zap-Şivê, Avaşîn-Basyan ve Xakurkê bölgeleri savaş uçakları tarafından bombalandı. 4 Şubat 2008’de de Türk savaş uçakları, Avaşîn-Basyan ve Xakurkê bölgelerini saat 03.00’den itibaren saatlerce havadan vurdu.

Zap’ta ağır yenilgi
21 Şubat 2008’de de Türk ordusu Güney Kürdistan topraklarını önce havadan bombaladı. Hava bombardımanı sürerken, karada konuşlu uzun menzilli silahlar da operasyona katıldı. Hava operasyonun ardından sınır ötesi kara harekatı başlatıldı. Türk askerlerinin hedefi Zap’tı ancak HPG gerillalarının etkili direnişi nedeniyle bölgeye giremediler. TV’ler Zap’taki operasyonu saat saat verirken, TSK burada ağır bir yenilgiye uğradı. “Güneş operasyonu” adı verilen harekat başarısız olunca, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt komutasındaki Türk ordu birlikleri, 29 Şubat’ta Zap’tan geri çekilmek zorunda kaldı.