25 Mart 2010 Perşembe

İnsanlık Tarihi Yeniden mi Yazılıyor?


Sibirya'nın güneyinde bir mağarada bulunan parmak kemiği fosili belki de insanoğlunun soyağacını yeniden çizecek.


İnsanlık tarihi yeniden mi yazılıyor?
48 bin yıl önce yalnızca Neanderthaller ve insanların atalarının yaşadığını düşünen uzmanlar üçüncü bir tür keşfetti.

Sibirya'da bir mağaranda bulunan fosil kalıntıları, DNA'sı incelendikten sonra insanoğlunun geçmişini şaşırttı. Uzmanlar 48 bin ile 30 bin yıl önce ölmüş bir çocuğun parmağı olduğunu düşündükleri fosilin sonucunu incelediklerinde üçüncü bir insan ırkı olduğunu gördüler.



Daha önce modern insanoğlunun atalarının ve daha sonra ölen Neanderthallerin o dönemde yaşadığını düşünen uzmanlar DNA'ları inceledikten sonra üçüncü bir tür buldular.


  
Mitokondriyal DNA'yı(anneden çocuğa geçen genetik kod) inceleyen Dr. Svante Paabo "bu sonuçların ardından daha önce hiç keşfetmediğimiz bir üçüncü tür bulduk." dedi. Adına X-Woman(X-kadın) konulan ırkın mitokondriyal genleri incelendiği için daha feminist bir bakışla X-Kadın adını verdikleri belirtildi. Henüz nasıl bir fiziksel özelliğe sahip olduklarını bilemediklerini belirten araştırmacılar bu konu hakkında araştırmalarının sürdüğünü söyledi

Vatan

Doğu Kürdistan’da İran Sömürgeciliği





Doğu Kürdistan, Fars ve Osmanlı İmparatorluklarının 16 yüzyılda yürüttükleri paylaşım savaşı sonucunda bundan yaklaşık 500 yıl önce Kürdistan’ın Fars İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen bölümüdür. Kürdistan’ın 1920’li yıllarda 4’e parçalanmasından sonra, Kürdistan’ın yüzölçümü ve nüfus açısından 2’inci parçası olan Doğu Kürdistan günümüz İran’ın Kuzey batısından Zagros dağlarını içine alarak Türkiye ve Irak sınırları boyunca güneye doğru 125.000 km²’den oluşan bölgedir. Dağlık bir bölge olan Doğu Kürdistan ormanlık alanların yoğun olduğu verimli vadilerdeki yerleşim yerlerinde 10 milyon dolayındaki nüfusu ile İran nüfusunun % 14’unu temsil etmektedir. 

İran’da, Doğu Kürdistan’ı oluşturan başlıca bölgeler ; Batı Azerbeycan, Kürdistan, Kirmanşah ve İlam adlarıyla anılmaktadır. Doğu Kürdistan’ın önemli şehirleri başkent Sanandaj. Kirmanşah, Sakız, Mahabad, Urmiye vd. Kürtler, Doğu Kürdistan dışında Abbas Han tarafınadan 17 yüzyılda Kuzey Horasan’a yerleştirilen ve ekonomik nedenlerle Tahran’a yerleşen Kürt’lerin toplu olarak yaşadıkları nüfus adacıkları oluşturmuştur. İran’da Kürtlerin ekonomik faaliyetleri metropollerinde inşaatlarda işci olarak çalışanlar dışında tarım, hayvancılık ve kaçaklık alanlarında yoğunlaşmaktadır. Doğu Kürdistan’da yaşayan Kürtlerin yaklaşık % 75’i sünni islam iken % 25’i Şii islamdır.

İran Tarihinde Doğu Kürdistan  

1514 yılında Yavuz Selim ve Şah İsmail orduları arasında Çaldıran’da yapılan savaş Kürdistan’ın parçalanması sürecinin ilk adımı olması dolayısıyla Kürdistan tarihinde özel bir yere sahiptir. Bu savaşla oluşan denge durumu 1639 yılında Abbas Han ile 4. Murat arasında yapılan Kasrı Şirin anlaşması kayda geçirilerek günümüze dek fazla değişikliğe uğramadan İran ile Türkiye ve İran ile Irak sınırlarını belirlemiştir.
İran Şahına vezirlik yapan ve İran’ın merkeziyetçi tavrını iyi tanıyan İdris Bitlis-i Yavuz Selim’le anlaşmasından yaklaşık 100 yıl sonra Bradost aşireti Emir Han önderliğinde Abbas Han’a karşı tarihi direnişini 1610’a kadar sürdürebilmiş ve Dımdım kalesinin düşmesiyle yenilgiyi kabullenmiştir. Kürt direnişini kıran Abbas Han daha sonra bu bölgedeki Kürtlerin bir kısmını Horasan’a sürgün ederek, Horasan’daki Kürt nüfusun da önemli bir artışına neden olmuştur. Bu arada 14. yüzyılda kurulan Erdelan Beyliği İran Şahlarına karşı özerkliğini 1865 yılına kadar sürdürebilmiştir.

Son direniş noktası Erdelan beyliğinin yenilgisinden sonra Şeyh Ubeydullah 1880’de İran Şahına karşı isyan başlatarak Urmiye gölü ile Osmanlı arasındaki bölgeyi kurtarmıştır. İsyanın başarısı karşısında İran, Osmanlı ve Rus Çarı güçlerini birleştirerek isyanı bastırmış ve Osmanlı Sultanı Abdülhamit Halife sıfatıyla Şeyh Ubeydullah’ın İstanbul’a gelmesini sağlayarak kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Fakat Şeyh Ubeydullah yarattığı bir fırsatla Kürdistan’a dönerek Kürdistan mücadelesine kaldığı yerden devam etmek istemişse de Abdülhamit’in otoritesine boyun eğerek Hicaz’a sürgün edilmeyi kabul etmiş ve orada vefat etmiştir. Doğu Kürdistan’da 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürebilen Kürt Beyliğinin yenilgisinden sonra Şeyh Ubeydullah ilk modern ulusal mücadeleyi başlatmış, ama bölgedeki hakim güçlerin işbirliği, İngiltere’nin bunlara desteği ve Şeyhin dini karakterli hareketi yenilgide belirleyici olmuştur. 

1. Dünya Savaşından sonra Doğu Kürdistan 

 Şeyh Ubeydullah’ın yenilgisinden sonra 1. Dünya savaşına kadar Doğu Kurdistan göreceli bir sükünet yaşamıştır. Doğu Kürdistan 1. Dünya savaşı sırasında Osmanlı ve Rus ordularının savaş alanına dönüştüğünden ciddi tahribatlar yaşanmıştır. Simko İsmail savaştan tamamen zayıflayarak çıkan Kaçar hanedanlığına karşı 1919’da Şeyh Mahmud Berzenci’yle irtibatlı olarak isyan başlatmış ve kısa sürede Doğu Kürdistan’ın önemli bir kısmını kurtarmıştır. Kazak birliklerinde kumandan olan Rıza Han İran’da yaşanan belirsizliğe İngilizlerin desteğini alarak son vermiş ve kendini 1925’de İran Şahı ilan etmiştir. Şah olduktan sonra merkezi iktidarı yeniden tesis etmeye çalışan Şah Rıza Pehlevi güçleri Simko İsmail’i 21 haziran 1930’da görüşmeler yapmak üzere Şino’ya davet etmiş ve burada pusuya düşürerek katl ederek Kürdistan’da egemenliklerini tesis etme yönünde başarı kazanmışlardır. Devamında Cafer Sultan’ın 1931’de başlattığı isyan hareketide başarısızlığa uğrayınca, Doğu Kürdistan 10 yıl boyunca Şah Rıza güçlerinin tam kontrolu altında geçmiştir.

2 Dünya savaşı sırasında İran Şahı kontrolu İran’ın kuzeyinde SSCB’nin lehine kaybederken, güneyi İngiltere ve ABD’nin lehine kaybetmiştir. SSCB kontrol bölgesinde gelişen Kürt hareketi 1945’te Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) adıyla Mahabad Kadısı Gazi Muhammed önderliğinde partileşmiştir. SSCB’nin etki alanında partileşen Kürt hareketi 22 ocak 1946’da Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşunu ilan etmiştir. Bu arada savaş bitmiş ve yapılan anlaşma gereği SSCB mayıs 1946’da İran’ın kuzeyinden çekilmiş, İngiltere ve ABD’nin güneyden çekilmesinden sonra Şah iktidarını ABD’nin yardımıyla yeniden tesis etmiştir. Merkezi iktidarı tesis eden Şah ordusu Mahabad Kürt Cumhuriyetine saldırmakta gecikmemiştir.

Halkı katliamdan korumak isteyen Gazi Muhammed, genelkurmay Başkanı Molla Mustafa Barzani’nin ısrarlarına rağmen direnmeme kararı alarak 17 aralık 1946’da Şah güçlerine teslim olmuştur. Bu teslimiyete rağmen pazarlık yapmaya çalışan Barzani’nin çabaları sonuç vermemiş ve Barzani 22 şubat 1947’den itibaren savaşarak geri çekilmiştir. Bundan sonra tam hakimiyet sağlayan Şah 30 mart 1947’de Gazi Muhammed ve devamında Mahabad Kürt Cumhuriyeti ve KDP’nin ileri gelenlerini idam ettirerek Mahabad Kürt Cumhuriyetine ortadan kaldırmıştır. 20 yüzyılda 11 ay gibi kısa bir süre yaşayan Mahabad Kürt Cumhuriyeti Kürtlere ulusal marş “Ey Rakip” ile “Kürt Bayrağını” miras olarak bırakmıştır.

Mahabad Kürt Cumhuriyetine son veren Şah, Doğu Kürdistan’da tam bir denetim sağlayamamış ve 1948’den itibaren Kürt gençleri Mahabad’ta kurdukları illegal hareketlerde yayın faaliyetlerine başlamışlardır. Kürtlerin taleplerine tahammül etmeyen İran Şah’ı Kurdistan’da geniş çaplı operasyonlar başlatmış ve binlerce Kürdistan’lıyı tutuklatarak işkenceden geçirtmiştir. 

1952’de Musadık’ın başbakanlığı esnasında yapılan seçimlerde Mahabad’ta KDP adayı % 80’in üzerinde oy almasına rağmen milletvekilliği iptal edilerek yerine Tahran’dan bir molla atanmıştır. Yani göreli demokrasi Kürdistan’da uygulanmayarak Kürdistan’ın sömürgeliği Musadık tarafından bir daha tescil edilmiştir. 3 ağustos 1953’te Musadık tarafından düzenlen referandumda Mahabad’ta kullanılan 5002 oyun 5000’i Şah’ın yetkilerinin kısıtlanması yönünde iken, 2 kişi Şah lehine oy kullanmış ve Kürtler her şeye rağmen Şah rejimine karşı olduklarını göstermiştir.

19 ağustos 1953’te İran’da Musadık’a karşı darbe yaptıran ve Şah’ı tekrar iktidara getiren CİA, İran’da ABD’nin çıkarlarını güvenceye almıştır. İktidarını restore eden Şah Kürdistan’da geniş çaplı bir operasyon düzenlemiş, fakat Kirmanşah’ın dağlık bölgelerindeki Kürtler Şah’ın güçlerinin bu bölgeye girmelerine izin vermemişlerdir. 1937’de kurulan Sadabat Paktı 2. Dünya savaşı sırasında işlevsiz kalınca, bunun yerine 1955’te kurulan Bağdat Paktı çerçevesinde sağlanan işbirliği sayesinde Kirmanşah’taki Kürt direnişi yenilgiye uğratılmıştır.

Kürdistan’ın uluslararası bir iç sömürge haline getirilmesi Kürtler arasındaki ilişkileri ve etkilenmeleri engelleyememiştir. 14 temmuz 1958’de, Irak’ta yapılan darbeyle General Kasım iktidara gelmiş ve Molla Mustafa Barzani 12 yıllık SSCB sürgününden Güney Kürdistan’a dönmüştür. Ayrıca, Irak’taki yeni yönetim Bağdat Paktının uygulanmasında boşluklar doğurunca, Doğu Kürdistan’da KDP öncülüğünde başlayan örgütlenme çalışmalarını sınırlamak isteyen Şah 1959’da Kürdistan’da geniş çaplı bir operasyonla binlerce KDP militanını tutuklatmıştır. Kürtler, yapılan sayısız operasyonlara karşın her seferinde yeni direnişler geliştirerek sömürge koşullarında yaşamayı kabul etmediklerini ifade etmişlerdir. 1960 sonrası dönem Doğu Kürdistan ve bölgede yeni bir döneme işaret etmektedir ve bu dönem gelecek yazıda ele alınacaktır.
Devam edecek....

  
Ahmet Alim
ahmetalim@hotmail.fr

Soykırım gerekçesine bakın


Tuğgeneral Ziya Yergök Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşamış bir Osmanlı generalidir. 1908’de Dersim’e yapılan harekatta görev almıştır. 1895 yılında Erzurum’da askeri okulda öğrenci iken Ermenilere yönelik bir katliama tanıklık etmiştir. Ziya Yergök’ün tanık olduğu bu olay bile Osmanlı devletinin ve onun devamı olan cumhuriyetin komplo ve provokasyonlarla gerçekleştirdiği katliamları nasıl da gündelik bir olaya, rutin bir göreve dönüştürdüğünü ve halkın bu katliamların bir aktörü olmakta ne kadar deneyimli olduğunu göstermektedir. Yergök’ün anılarının bu bölümünü okuduğunuzda tarih boyunca katliamların nasıl tezgahlandığını, devlet geleneğinin nasıl acımasız işlediğini göreceksiniz:


TUĞGENERAL YERGÖK’ÜN ANILARIND BİR SOYKIRIM PROVASI

Doğan Munzuroğlu



“Rumi 1311 (1895) yazının sonlarına doğru nihayet Erzurum’da Ermeni olayları patlak verdi. Okulun yakınında ve arka cephesi karşısında Erzurum’un ünlü zenginlerinden ve azılı Ermenilerinden Pastırmacıyan’ın konağı vardı. Müslüman Gez ve Pere mahalleleri okula yakın olmakla birlikte burnumuzun dibindeki Ermeni mahallesi kadar yakın değildiler.
Okulda bulunan askeri karakol erleri pencerelere ve korkuluk duvarlarına savunma amacıyla yerleştirilmişlerdi. Üzerlerinde onar mermiden başka bir cephane yoktu. Pastırmacıyan Konağı’ndan okula birkaç el ateş edilince öğrencileri dershaneden çıkarıp iç bahçeye topladılar. Borazan aracılığıyla imdat istendi. Okulda o zamanlar müzakereler dışında ders olmadığı için öğrenciler sevinmekte, odun yığınından kaptıkları birer odunla meydan okumakta idiler. Gerçekten öğrencilerde korkunun izine rastlanmıyordu. Müdür Hasan Bey bahçedeki öğrenciler arasında dolaşırken bir kurşun şıp diye yanına düştü. Hasan bey kurşunun düştüğü yere ayağını basarak “sizin kurşununuz bize bir şey yapamaz” diye söylendi ve gezintisine devam etti…”

Anıların buraya kadarki bölümünde bile bir gariplik var. Pastırmacıyan hem ünlü bir zengin hem de azılı bir ermeni. Genellikle zenginler bu türden kargaşaları sevmezler çünkü mallarını mülklerini kaybetmek istemezler. Burada Pastırmacıyan Konağı katliam ve yağma için hedef seçilmiştir. Ayrıca müdürün tavrına bakarak da bunun bir komplo olduğunu anlayabilirsiniz. Adam kurşunun düştüğü yerde kahramanlık yapıyor. Muhtemelen kurşunları atanları biliyor ve ikinci bir kurşunun gelip onu bulmayacağından emin.  

“Okulun imdat çağrısına uyan olmadı. Fakat az sonra Gez mahallelilerin genç, ihtiyar, kadın, erkek, çoluk ve çocuk ellerinde ev eşyalarıyla ermeni mahallelerinden yağmaladıklarını götürdüklerini gördük. Böylece ermeni tehlikesinin atlatıldığını anladık. Bu isyanda Pastırmacıyan’ın evinden atılan birkaç el silah sesi dışında başka silah sesi de duymadık.”

İsyana bakın, birkaç el silah sesi ve yağmalanan Ermeni mahallesi! Bu isyanda Pastırmacıyan’ın evinden atılan birkaç el silah sesinden başka bir şey duymamışlar. Kimin attığı belli olmayan birkaç el silah sesi “isyan” olarak tanımlanıyor. Soykırımın küçük bir provası gibi! Tezgahlanan katliamın gün yüzüne çıkan kısmını bir Osmanlı harbiye öğretmeninin anlatımlarından dinleyelim:  

“Ertesi gün Karapatlak Süleyman Efendi geometri dersini işledikten sonra olaylarla ilgili şehirde gördüğü şu manzarayı anlattı:
‘Halk ellerindeki değnek, balta ve satırlarla rast geldikleri Ermenileri öyle feci bir ölümle öldürmüşler ki tiksinmemek (abç) elde değil. Kimisinin kafası birkaç yerinden yarılmış, şişmiş, çirkin, bakılmaz (abç) bir görüntü almış. Kimi tepetaklak kirli sulara atılmış. Kiminin çenesi, kiminin kellesi kopmuş. Sözün kısası ölenler değnek ve satırlarla yaralanarak öldürülmüşler. Kurşunla ölen yoktur.’”

Katliama uğramış insanlara yakıştırılan sıfatlara bakın! “Tiksinti”, “çirkin”, “bakılmaz.” Bu insanlara acınmayacağına kurgulanmış bir askeri kafa ancak böyle tasvir edebilir!
“Gerçekten Erzurum halkında ateşli silah ender bulunur. Çoğu evlerde ve dadaşlarda kama, pala ve saldırma vardır.
Ermenilerin elebaşları ve kışkırtıcıları (ne kadar alışılmış deyimler değil mi? DM) Kaçıp kurtulmuşlardı…
Bu ayaklanma sırasında Ermenilerden birkaç yüz kişi öldürüldü söylentileri çıktı. Fakat sayı abartılmış, hiçbir zaman doğrulanmamıştır. Zaten isyan edenler ortaya çıkıp açıktan açığa muharebe etmemiş; damlardan ve pencerelerde polise jandarmaya ve halka ateş açmışlardır…”

Öyle bir isyan ki isyan edenler ortada yok. Görünmeyen isyancılar bir iki el ateş ediyorlar ve Müslümanlar emir almış gibi Ermeni mahallesine saldırıyorlar. Yüzlerce insanı satırlarla kesiyorlar. Müslüman halktan bir kişi bile ölmüyor. Buna rağmen “Ermeniler isyan ediyor”. Görünmeyen insanların isyanı, yüzlerce ermeni kökenli Osmanlı vatandaşının dövüle dövüle öldürülmesine yol açıyor ve Karapatlak Geometri Öğretmeni’nin olayı anlatma biçimine bakın: Dövüle dövüle öldürülen, kesilen insanları “tiksinti” ve “çirkin görüntü” sözcükleriyle ifade ediyor. Şimdi bu yazılanlardan sonra sen “soykırım yapmadık” iddiasına kimi inandırabilirsin? Ortada isyan eden kimse yok, damlardan ateş eden-muhtemelen ittihatçı-birkaç subay var ve buna isyan deniyor.

“Olay çıkmadan önce Cuma günü herkes Cuma namazında iken ‘Ermeniler camileri basacaklar’ söylentisi yayılmıştı. Bu söylenti doğruydu fakat gerçekleşmemişti.”

Ne kadar tanıdık bir söylem: Maraş’ta, Çorum’da Selanik’te yapılan provokasyonlarla aynı! Önce bir söylenti yayılır, halkın “hassasiyetleri” kışkırtılır ve katliam hazırlanır. Bir de “söylenti doğruydu ama gerçekleşmemişti” diyor. Doğru olan söylenti nasıl gerçekleşmiyor ya da gerçekleşmemiş bir şeyin doğruluğu nasıl anlaşılıyor?

Yergök’ün anılarındaki bu kısa bölüm bile Ermenilerin ve diğer azınlıkların neler çektiğinin somut bir göstergesidir.

(Tuğgeneral Ziya Yergök’ün anıları Harbiye’den Dersim’e. Remzi Kitabevi S. 57-58)

Devin Trajedisi


Kurnaz adam (bu aralar kurnaz adama taktım ya!) vatan’ı (tekelci dünya görüşü gereği) mülkiyeti ilan etmiştir. Ve bu vatanın üzerinde öyle bir sistem oluşturuyor ki din, iman, Allah, vatan, bayrak, Çanakkale diyerek yeraltı ve yerüstü değerlerin (maddi ve manevi değerlerin) tek sahibi oluyor.

Tanrılar Sisyphos’u sonsuz bir yaşam biçimiyle cezalandırmışlardı. Onu bir kayayı hiç durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûm etmişlerdi. Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek ama kaya tepeye gelince de kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti. Bu hep böyle devam edecekti(tekrarlanacaktı). Tanrılar yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, haksız da sayılmazlardı-değil mi ya? Günümüzde de-birçok ülkede olduğu gibi-ülkemizde de “kurnaz adam düzeni” yoksul yurttaşlarına böyle bir cezalandırmayı uygun görmüştür. Çarıksızlar, ayaktakımı böyle bir Sisyphos trajedisini yaşıyorlar. Tekel’ci düşünce en yurtsever, en değerli, en madalyalı şampiyon olarak yurttaşlarına böyle bir köle yaşantısını yaşatırken tekelci devletin kurallarına uymaktadır aslında.
Kurnaz adam (bu aralar kurnaz adama taktım ya!) vatan’ı (tekelci dünya görüşü gereği) mülkiyeti ilan etmiştir. Ve bu vatanın üzerinde öyle bir sistem oluşturuyor ki din, iman, Allah, vatan, bayrak, Çanakkale diyerek yeraltı ve yerüstü değerlerin (maddi ve manevi değerlerin) tek sahibi oluyor. İşin yok aybaşını bekle, aldığın maaş birinci gün cebinden uçuyor. Modern baldırı çıplak farkında olmadan modern efendisinden daha çok vatan-millet-Sakarya diyor. İşte sömürünün esas kralı burada inşa edilmektedir. Oysa yoksulluğun olmadığı, sınıflar arasındaki farkın büyümediği (insan haklarına dayalı) bir demokratik cumhuriyette bilinçlenmiş bir yurttaş tipinin kurnaz adam için nasıl bir tehlike olduğunu bir bilse(ydi)k!
Garibanizm yapmak istemiyorum ama-Allah aşkına!-aybaşını getiremeyen memur, işçi, köylü, esnaf, orta sınıfın gelecek için nasıl bir hayali olabilir? Onları Sisyphos trajedisine mahkûm eden oligarşik devlet bir tanrı edasıyla sadece seyrediyor. Toplumsal barış ve demokrasi lafını bolca eden AKP iktidarı Kürt açılımını(!) da Sisyphos’un yazgısına çevirdi. Kürtler kayayı taşıdıkça yuvarlanıp eski yerine geliyor. AKP hükümetinin bu konuda diğer cumhuriyet hükümetlerinden farkı yok. Üstelik İslam’ı da kullanarak-İslam asla bu değildir!-ayrımız gayrımız yok, aynı dinin evlatlarıyız safsatasıyla asimilasyonun en modernini yapıyor. Sünni İslam ve bazen de laik geleneklerin katı tavrı içinde farklı etnik kültürleri İslam potasında eritmek istiyor. Amerikancı İslam’ın (İslam asla bu değildir!) hükümet biçimi olan AKP yönetimi-biz hiç farkında olmadan!-Baasvari bir cumhuriyeti inşa etmek üzeredir. (Baas da%100’lere varan oy almaktadır.) Evet, biz hiçbir şeyin ayırdında değilken ve aybaşını nasıl getiririz diye yaşam savaşı verirken Baasvari bir hükümetin (veya partinin) iktidardan hiç düşmeyeceği bir cumhuriyet kurulmaktadır.
Benim bu anlattıklarımla ahlak denen şeyin de çoktan aşındığını söylemek istiyorum. Etrafı, herkesi basit ideolojik propagandalarla aşındırarak gerçekleri örtbas etme başarısını göstermek ancak böylesi bir ahlakla olasıdır. Hafız Esad tipi bir liderlik ve iktidar kurmayı demokrasi mavalıyla-kitleleri farkına vardırmadan-başarmak için toplumun ahlakı ve politiğiyle oynamayı gerektirir. Hafız Esad (ve bugün oğlunu) kimse iktidardan indirebildi mi? Onlar hem Sovyetçi(Rusyacı) ve hem Amerikancı(ydı)lar. Nusayri’sini, Dürzî’sini, Kürt’ünü, Arap’ını, Sünni’sini, Hıristiyan’ını yanlarına aldılar. Baas demokrasisinde de çok sayıda (23) siyasi parti var. Ama iktidarda hep Baas Partisi var, diğerleri figüran rolü oynuyor. AKP’nin de hedefi bu olmalı: 25-50-100-1000 yıl iktidarda kalmak. Tıpkı Baasçılar gibi. (Görünüşü kurtaracak çok sayıda Baasçı tipi muhalefet partisi de var nasılsa.)Bana göre işler iyi de gidiyor. Bizimkisi de Sünni, Alevi, Kürt, Türk, Ermeni, Roman, laik, şeriatçı, herkim varsa hepsine bir açılım (?!) sunuyor.(Bilumum açılımlar yapılıırr abi!) Ve hiç kimse-farkına varmadan-Baas tipi bir cumhuriyete geçerken (bir yandan da Sisyphos’un yazgısını yaşarken) küreselleşmiş tekelci (finans) siyasetçilerinin ve partilerinin mahkûmu birer modern köle olduğunu fark edemiyor.
bulenttekin47@gmail.com

Türkiye'de yaşananlar Emperyalizmin Yeni Stratejisi

SERCAN KAYA -ANF   
Söyleşi / 12:42 / 25 Mart 2010
ANKARA - Türkiye ve Avrupa’da Kürtlere yönelik operasyonlarla Kürt hareketinin bastırılmayacağını ifade eden Haluk Gerger, ‘‘sadece şiddete dayalı bir çözümün olamayacağı anlaşıldığı için ‘açılım’ var. Ama şiddetten vazgeçilmiş değil. Şiddete ekler var’’ dedi. Türkiye’nin Kürt savaşını başından beri emperyalizmle paralel ve ortaklaşa yürüttüğünü ifade eden Gerger, son dönemlerde yaşananların emperyalizmin yeni stratejisinden kaynaklandığına dikkat çekti.

Silahlı bürokrasi Kürt savaşı dolayısıyla Amerika ile stratejik bir anlaşmazlık içinde olduğunu belirten Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü eski öğretim üyesi yazar Haluk Gerger ANF’nin sorularını yanıtladı.

* Kürt kurum ve siyasetçilerine yönelik önce Türkiye’de ardından Amerika desteğiyle Avrupa’da operasyonlar gerçekleştirildi. Bu operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Türkiye Kürt savaşını başından beri her zaman emperyalizmle paralel ortaklaşa yürüttü. Bu yalnız askeri alanda değildi. Yani sadece askeri alanda NATO, Amerika’nın askeri yardımları şeklinde değil, Kürt sorununa ilişkin her alanda emperyalizmle Türkiye arasında bir koordinasyon eşgüdüm sözkonusu idi. Dolayısıyla, bu son olaylar da birbirinden kopuk, bağımsız gelişmelere işaret etmiyor. Bunlar koordinasyonun devam ettiğini gösteriyor.

* Bu koordinasyon ne zamandan beri devam ediyor?

- Özellikle Özal’dan bu yana, iktidar Türkiye’de zaman zaman bir stratejik yönelişe sahip oldu. Buna galiba Turgut Özal ‘tripot’ diyordu. Birincisi; Kürt mücadelesini ‘terör’ olarak görüp onunla savaşmak, ikincisi; bunu Kürt iradesini kırabilmek, direnişini zayıflatmak, Kürtler arasında ayrılık yaratmak, ayrı bir Kürt unsuru ortaya çıkarmak. Dünyadan Türkiye’yi kapatarak ve kopartarak değil de onlarla birlikte bu stratejik Kürt mücadelesini yürütmek... Bu bugün de geçerli bir anlayış. Bu emperyalizmin Türkiye’den eskiden beri talebiydi.

* Emperyalizmin bu talebini biraz açar mısınız?

- Yani ‘sadece şiddete dayalı olmaz, yapamıyorsunuz zaten, her türlü desteği veriyoruz, fakat bu sadece şiddetle, bastırmayla ortadan kaldırılabilecek noktayı aşmıştır’ diyorlardı. Kendi sömürgeci geçmişlerinden aldıkları derslerle bunu Türkiye’ye telkin ediyorlardı. Kendi bünyelerindeki bir unsur olarak Türkiye’nin bu siyasetini aynı zamanda onların Ortadoğu siyasetini de etkilediği için kendileriyle sıkı bir koordinasyon içinde yapmasını zaten istiyorlardı.

ÖNCELİK PKK’NİN ASKERİ KANADININ TASFİYESİ

* ABD bu işin neresinde?

- ABD, özellikle Obama bunu gelip çok açık bir şekilde Türkiye’ye söyledi. Söylediği şu, ‘Evet şiddet gerekli ama reformlarla yapacaksınız.’ Bugünkü hükümetin şöyle bir farklılığı söz konusu; bu Özal’ın tripodunun doğal bir sonucu aslında. Çünkü aynı ideolojik kaynakla aynı egemenlik sisteminin aynı kanadının düşüncesi bunlar. Eskiden topyekûn tasfiye istenirdi. Bunun -özellikle Kürt mücadelesi, PKK açısından söylüyorum- topyekûn şiddete dayalı topyekûn tasfiyeyle mümkün olmadığı artık açıkça ortaya çıktı. Dolayısıyla aşamalı bir tasfiye diye geçmek lazım. Burada da özellikle iki kırılma noktasına işaret etmek gerekiyor; birincisi büyük askeri harekat ve ani bir geri çekiliş, Zap operasyonu... O bir askeri kırılma noktasıydı. İkincisi hemen arkasından seçimler. Ve seçimlerde devletin muhalefet partileri de dahil olmak üzere devlet adına seçime giren AKP’nin Kürdistan’da yeterli oyu alamaması, buna karşılık DTP’nin oyunun artması, bu da politik kırılmaydı. Bunlar da oldu. Obama da bir üçüncü faktör. Obama’nın stratejisi ve gelip söyledikleri tabi. Bunlar aşamalı tasfiye. Yani önceliği PKK’nin askeri kanadının tasfiyesine vermek, Obama’nın da önerisi ‘bunu yapalım, biz de yardım edelim’ şeklinde.

* Bunu nasıl yapıyorlar?

- Bunu kimi politik iyileştirmelerle, kısmi reformlarla desteklemek istiyorlar. Askeri kanat tasfiye edilirse bunun kaçınılmaz olarak PKK’nin bir ölçüde tasfiyesi anlamına geleceği, onun da tasfiyesi sonrasında oluşacak yeni tabloda tabi farklı bir durum ortaya çıkacak. Hatta belki sorunun kendisinin tasfiyesinin mümkün olabileceğine dair bir inanç. Bunda tabi egemenlik sistemi içerisindeki evrimin etkisi kadar, Obama’nın taleplerinin de etkisi oldu. O da şunu söyledi, ‘Türkiye kendi sorunlarını çözemedi, istikrarına kavuşamıyor. Dolayısıyla bizim için hizmet edebilme kapasitesi azalıyor. Bu sorunları devam ettiği sürece bizim Ermenistan, Güney Kürdistan gibi olası müttefiklerimizin de istikrarını bozuyor. Bu istikrarsızlık bizim Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Karadeniz’de kurmayı planladığımız statükonun da istikrarını olumsuz etkiliyor.’ Onun için Türkiye’ye ‘bu sorunu çöz’ dedi.

* Çözüm için talepleri neler?

- Sorunlar belli, birincisi Karadeniz, Kafkaslara ilişkin olarak ‘Ermenistan’la sınırı açarak başla, tarihinle barış. Bu tarafta da önce kendi içinde Kürt sorununu çöz’, ikincisi ‘Güney Kürdistan’la anlaş, bizim kırmızı çizgilerimizi kabul et, senin kırmızı çizgilerin geçersizdir’, ama başka bir şey daha söyledi ‘bunu yaparken hem Güney’de hem de kendi içindeki Kürtleri muhatap alarak, onlarla görüşerek yap.’

* Türkiye bu talepler karşısında ne yaptı?

- Nitekim Türkiye Barzani ile vesaire tekrar ilişkileri sıcaklaştırıyor, görüşmeler zaten oluyordu ama sıklaştı. Obama, Ahmet Türk’le görüşerek, -o zamana kadar başbakan görüşmek istemiyordu- onun bir pratik örneğini gösterdi, baskısını da yaptı. Ve bu noktaya gelmiş olduk.

ŞİDDETE EK OLARAK AÇILIM

* Peki Kürt hareketi operasyonlarla bastırılıp, kuşatma altına alınabilir mi?

- Bunlar Kürt hareketini bastırmaya yetmiyor. Sadece şiddete dayalı bir çözümün olamayacağı anlaşıldığı için ‘açılım’ var. Ama şiddetten vazgeçilmiş değil. Şiddete ekler var. Şiddetten vazgeçileceğine dair bir ışık bir emare de ortada yok. Zaten Kürt sorununu çözümsüzlük girdabında tutan da bu. Şiddetten bütünüyle vazgeçen ve dolayısıyla politik barışçıl bir çözüme muhatabıyla birlikte yol açan zihniyet değişikliği henüz yok. Çünkü benim anlattığım şema içinde şiddet var, hatta önce şiddet var. Onu besleyen başka unsurlar var. Emperyalizme koordinasyonun, kısmi reformlar vesaire, şiddetin yerine ikame edilen değil, onu besleyen unsurlar olarak görülüyor. Dolayısıyla çözümsüzlük devam ediyor. Bu, Türkiye’nin aymazlığı, emperyalizmin aymazlığı, Kürt sorunundaki direngenliği algılayamama, kabul edememe hastalığı devam ediyor. Ben de Kürtlerin bu şekilde bastırılamayacağına, Kürt sorununun böyle tasfiye edilemeyeceğine, Kürt mücadelesinin Türkiye bakımından bu şekilde halledilemeyeceğine inanıyorum. Ama karşıda bunu kabullenen bir zihniyet değişikliği yok.

ESKİ ZİHNİYET DEVAM EDİYOR

* Bu değişimin olmadığını neye dayandırıyorsunuz?

- Bu zihniyet değişikliğinin olmadığını ispatlarıyla görüyoruz. Birincisi şiddetten vazgeçilmiyor, yani meşru talepler zincirini, halkın halk olarak var olmasından kaynaklanan meşru, demokratik, milli taleplerine ilişkin mücadelesini ‘terör’ olarak nitelemek ve şiddetle bastırmak, buna devam etmek onu ‘terör’ olarak görmek. İkincisi halen Kürt çözümünde asimilasyona, tasfiyeye dayalı yani Kürtleri muhatap almaya yönelik olmayan, daha doğrusu Kürtlerin milli varlığını inkar eden, halk olarak var olmaktan kaynaklı haklarını inkar etmek. Yani ‘bireyleri Kürt kabul edebilirim’ diyor ama ‘Kürt halkını kabul etmem’. Bu da asimislasyonist siyasetin bir başka türü. Üçüncüsü sorunun çözümünde, yani savaştaki karşıtı, barış sürecinde partneri olması lazım. Bu dünyanın her yerinde böyle. Ama Türkiye o partner olması gerekeni kabul etmiyor. Bu üç kanıt bize eski zihniyetin esas olarak devam ettiğini, onda kırılmalar, rötuşlar olduğunu gösteriyor.

LİBERAL DEMOKRATLAR KÜRTLERİN TASFİYESİNE ÇALIŞTI

* Geçmişte kısmende olsa Kürtlerin 'liberal, demokrat dostları' bugün iktidarın devletin hizmetinde görünüyor. Türkiye'deki liberal, aydın kesimin duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?

- Ben bu konudaki görüşlerimi hiç değiştirmedim. Kürt cenahında bu görüşlerim kabul de görmedi. Hatta belki epey karşıt düşünceler de doğurdu. Ama bu düşüncelerimin hala doğru olduğuna inanıyorum. İki unsuru var, birincisi Kürtler kendilerine dayatılan tecridi kırmak için bir politika geliştirmek zorundaydılar. Bu doğru bir siyasetti. Bunun tabi sınıflı bir yapısı olan Kürt toplumuna ilişkin ideolojik iyi düşünleri de vardı. Yani böyle bir dinamik de vardı elbette. Ama esas olarak siyaset doğruydu. Ve bu ittifak siyasetinin ilk unsuru da liberal demokrat aydınlar olacaktı. Bu da doğruydu kaçınılmazdı. Ama burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardı, bu liberal demokrat aydınlar her zaman, yani Kürtlerle işbirliği yaptıkları zaman, ya da Kürtlere el uzattıkları veya kendilerine uzatılan Kürt elini ürkek de olsa tutmaya çalıştıkları, kimi demokratik talepleri söyledikleri zaman da esas olarak Türkiye’ye çalışıyorlardı. Türk devletinin Kürtleri Özalvari tasfiyesine çalışıyorlardı. Yani esas olarak Türkçüydüler. Ama Özal ve emperyalizmin istediği taktiksel dönüşümlerin bir unsuru ve parçasıydılar.

* Peki bunların görüşü neydi?

- Bunların görüşü şuydu, ‘Biz eski siyasette yani sadece şiddete dayalı topyekun tasfiye siyaseti ve stratejisi ile devam edersek, evdeki bulgurdan da olabiliriz. Bu, dünyadaki gelişmelere uymuyor. Bizim uygar dünyayla, yani emperyalizme aramızı bozuyor, devlet zor duruma düşüyor. Ana düşünce hep Kürdü yenmek tasfiye etmek. Ama tasfiyenin yöntemini değiştirerek, biraz zehiri şekere bulayarak, ya da biraz yeni dünya düzeni ya da küreselleşmenin ambalaj kağıdına sararak zehri yutturmak. Böyle bir tasfiyeci yönleri hep vardı. Dolayısıyla bu bir sürpriz değil benim açımdan. Onlarla ittifak yanlış olmadığı gibi bu da önemli, bunun böyle olduğunu bilerek bir iş yapmak.

İkincisi nasıl ki ilk zihniyet şiddet yoluyla tek başına tasfiyenin mümkün olmadığını görünce bir esnekli gösterebiliyor, reformistler de öyle. Reformları tutmadı. Reform aldatmacasının Kürtler tarafından yutulmadığını gördüklerinde onlar da tavır değiştirebiliyorlar. Onlarda esneklik değil katılaşma ortaya çıkıyor. Ve son tahlilde şiddetin kaçınılmaz olduğunu çünkü asıl olan onlarda PKK’nin askeri kanadının tasfiyesi. Tek yanlı bir silahsızlanmanın baş problem olduğunu baştan da söylüyor. Bu açılardan baktığımızda çok önemli bir farklılık yok dünkü tutumlarıyla bugünkü tutumları arasında.

KÜRT SORUNU DENGELERİ DEĞİŞTİRİYOR

* Ergenekon operasyonuyla başlayan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz. Bir iktidar savaşı mı, yoksa gerçekten Türkiye'de dengeler değişiyor mu?

- Türkiye’de tabi dengeler değişiyor, değiştiği için iktidar mücadelesi oluyor. Hem içeride, hem dışarıda dengeler değişiyor. Bu da kıyıcı, yıkıcı sert bir iktidar mücadelesine neden oluyor. Birincisi Kürt sorunu dengeleri değiştiriyor. Kürt sorunu iki şekilde dengeleri değiştiriyor; şiddet siyaseti, şiddete dayalı topyekun tasfiye siyaseti başarısız oldukça ekonomik, askeri, politik moral yükledikçe bunun sahipleri, yürütücüleri ve sistem çatırdıyor, tahrip oluyor bunların ağırlığı altında. İkincisi yeni bir unsur olarak Güney Kürdistan’ın ortaya çıkmış olması bölgesel dengeleri sadece değiştirmekle kalmıyor, Türkiye’yi ‘Kürt yoktur’ zihniyetinde dıştan gelen nesnel ve kontrol edilemez muazzam bir çatlak yaratıyor. Bunlar bir kere sistemin dayandığı payandaları tahrip ediyor. İkincisi emperyalizm değişiyor, dünya sistemi değişti. 1980’lerin sonlarından başlayarak, Amerika’nın Ortadoğu’da yeni bir siyaseti ortaya çıkıyor.

* Türkiye’nin emperyalizme ilişkisi nasıl bir şekil alıyor bu durumda?

- Türkiye emperyalizmle işbirlikçilik tekelini yitiriyor bölgede. Dünyanın her yerinde artık emperyalizmle işbirliği yapan gruplar, sınıflar, partiler, örgütler, devletler, hareketler ortaya çıkıyor. Yani yapmayan yok. Eskisi gibi bölgede pek işe yaramayan İsrail dışında emperyalizmle işbirlikçilik tekeli Türkiye’deydi ve ondan bir rant alıyordu. Şimdi öyle değil. Bu da değişiyor. Emperyalizm bir taraftan çok güçlendi bölgeyi ve dünyayı kendi başına yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Ama emperyalizm öte taraftan çok büyük yenilgilerle de karşılaşıyor. Sadece askeri yenilgiler değil. Buna ekonomik bunalımı da katarsak, bütün bu güç içinde emperyalizm bunalımda. Emperyalizm başka aktörlere, tetikçilere daha fazla ihtiyaç duyuyor. Ama daha fazla ihtiyaç duyarken kendisi de krizde olduğu için eskisi gibi emir komuta zincirinde bütün kontrol onda değil. Tetikçilerin taleplerine, yer yer şantajlarına falan da biraz açık. Onun da biraz zaafları var. Bu da dengeleri değiştiriyor.

YENİ BİR BURJUVA DALGASI GELİYOR

* Bir de kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan değişim var. Bu nasıl gelişiyor?

- Çok önemli bir denge değişikliği de Türkiye’nin kendi iç dinamikleri ile ortaya çıkıyor. Türk burjuvazisi doğuşundan itibaren geri kalmış, tarih sahnesine geç çıkmış, yeterli birikimi olmayan, sermaye ve öteki alanlardaki birikimi yetersiz olan, dolayısıyla ancak bir hami ile var olabilen bir burjuva sınıfı. Yani batıdaki sınıf kardeşlerinin aksine ilerici, devrimci, tuttuğunu koparan, yöneten ve demokratik özellikler taşıyan, toplumu ileriye taşıyan bir özelliği yoktu. Onun için de hamiye ihtiyacı vardı. Zaten doğuşu da devlet güdümünde oldu. Biraz bürokrat burjuvaydı. Şimdi bu burjuvazi böyle olduğu için toplum üzerinde bir ideolojik hegemonya kuramadı. Bir değerler hegemonyası yoktu. Bir de dış hamiye ihtiyacı vardı. Yani emperyalizme de sığınmıştı. İçeride devlete, devlet kurumlarına, dışarıda emperyalizme sığınmıştı. Böyle olunca devlet de emperyalizm de halk üzerinde bir baskı aracı oldu. İki baskı aracının temsilcisi durumundaydı. Ve her durumda halktan kopuk ve uzaktı. Toplumu yeniden oluştururken Kemalist cumhuriyet zaten bunu burjuvazinin bir değerler hegemonyasında falan yapmadı. Silah zoruyla militarizmle şovenizmle yaptı. Bu burjuvazi dolayısıyla oluşturamadığı değerler hegemonyasında bir resmi ideoloji oluşturmak durumunda kaldı. Toplumdan kopuk, tepeden bakan, seçkinci bürokratik bir resmi ideolojinin bir parçası. O resmi ideolojinin asıl sahiplerine de bazı bedeller ödedi. Rantı iktidarı onunla paylaşmak mecburiyetinde kaldı, tek başına yönetemediği için. Onun için de bu burjuvazi devletle emperyalizmle işbirlikçi bir burjuvazi olarak ortaya çıktı. Devlet de esas olarak tabi silahlı bürokrasi, yani Genelkurmay da bunun rantını iktidar paylaşması karşılığında aldı. O da dedi ki ‘sen benim sırtımdan hem benim ideolojimi, hem de benim silahlı gücümü kullanarak kendi iktidarını inşa edebiliyorsan bu iktidarı benimle paylaşmaya mecbursun.’

* Bu durumda emperyalizm ne yapıyor?

- Şimdi bugün emperyalizm de şöyle yapıyordu, asıl güç silahlı güç olduğuna göre onun da işi zaten Türk militarizmi ile olduğu için burjuvaziyi atlayarak doğrudan Pentagon aracılığıyla Genelkurmay’la ilişki kuruyordu. Bu burjuvaziyi zayıflatıyordu, devleti ve silahlı bürokrasiyi de güçlendiriyordu. Çünkü emperyalizm asıl güç kaynağı.

Şimdi bunlar değişiyor. Bu yeni bir burjuva dalgası geliyor. ‘Anadolu kaplanları’ diyorlar. Bunlar çok palazlandılar, zenginleşiyorlar. Klasik TÜSİAD bürokrasisine karşı sınıf içinde dengeler değişiyor. Yeni bir zenginler kulübü MÜSİAD çıkıyor. Şimdi bunun çok özel bir avantajı var. Bu Anadolu muhafazakarlığı ve dini kullanarak, ötekinin aksine resmi ideolojiye çok bağımlı değil, kendi değerler hegemonyasını, egemen ideolojisini kurabilme imkanına sahip. Üstelik kendisi aynı zamanda dayandığı ya da oy aldığı sınıflarda resmi ideolojinin mağdurları iki şey yapıyor, mağduru olduğu resmi ideolojiyi silkeliyor. Çünkü kendi egemen ideolojisini kurabiliyor. Resmi ideolojinin kurumlarına da diyor ki ‘sana o avantajı vermek istemiyorum, politik iktidarı paylaşmadan tam olarak istiyorum.’

AKP BURJUVAZİNİN POLİTİK AYAĞI

-AKP’nin rolü ne?

- AKP işte bu yeni burjuvazinin politik iktidarı tam elde etme mücadelesinin politik ayağı. Politika aracı. Öte taraf ise bu rantları ve bu iktidar paylaşma konumunu kaybedeceği için hırçın bir şekilde kendini savunuyor, almaya çalışıyor. O da vermemeye çalışıyor. Emperyalizm de artık eskisi gibi doğrudan silahlı bürokrasiyle ilişki kurmaktan ise onun Türkiye’deki egemenlik sisteminin siyasal bacağıyla ilişki kuruyor, AKP ile kuruyor. Oradan da güç kaybediyor silahlı bürokrasi. Bu yeni burjuva da güç kazanıyor. Bu da dengeleri değiştiriyor. Üstelik silahlı bürokrasi Kürt savaşı dolayısıyla esas olarak Amerika ile stratejik bir anlaşmazlık içinde. Çünkü o halen sadece şiddete dayalı topyekun tasfiyeyi savunuyor. Bu Amerika’dan yapamayacağı işleri istemek anlamına geldiği için bir kere bir çelişkiler kaynağı oluyor.

Bu taraf, küreselleşmenin bütün sınırlarını ortadan kaldıran, devlet gücünü ortadan kaldıran, sermayenin denetimsiz dolaşımı dolayısıyla denetim yetkilerini kaybettiğini görüyor. Onun kozmopolit kültürüne karşı faşizan, devletçi, militarist, bürokratik bir ideolojik tepkisi var. Bütün bunlardan dolayı zaten çelişkiler var. Bir de Amerika’nın, emperyalizmin tetikçiliğini yaparken afişe olmuş, çok suç işlemiş topluma karşı yüzüne gözüne bulaştırmış, giderek devlet içinde devlet olmuş, çeteleşmiş bir sürü kanlı işe bulaşmış halde bir temizlenme ihtiyacı da duyuyor emperyalizm. Onun için eski tetikçilerini yıpranmış, afişe olmuş, yer yer kendisine karşı bile çıkar odaklarına dönüşmüş cerahatı da temizlemek istiyor. Dolayısıyla bu ikisinin yani sivil AKP ile emperyalizmin burada da çıkarları birleşiyor. İşte Ergenekon operasyonu falan. İktidar mücadelesinin bir unsuru da bu. Bütün bumlar iç içe girmiş ve bugünkü devlet krizini ve kaotik ortamı yaratmış durumda. Ve Türkiye’de bölünmüş, üniversiteler, yargı, silahlı bürokrasi, bürokrasinin bir bölümü onların politik temsilcileri MHP, CHP vesaire. Öbür tarafta liberaller, Çankaya mevzi değişti, böylesi bir bölünme söz konusu.

DURUM KAFA KAFAYA

* Bu Türkiye’yi nereye götürür, dengelerin değişmesi nereye varır?

- Değişiklik henüz olmuş da değil. Mücadelesi yaşanıyor. Kim yener kim kazanır onu bilmiyoruz. Bugün Türkiye’de bir tarafın elinde silah var. Daha güçlü gibi görünüyor. Bir ideolojik temeli de var, Kemalizm diye. Bütün toplumu sarıp sarmalamış bir şekilde. Onun da parası var değerler sistemi var. Onun da tarihsel belleği var, yani bir kafa kafaya durumu var.

* Bu durumu ne belirler?

- Diyebiliriz ki böyle durumlarda Türkiye gibi demokratik olmayan ülkelerde silah her şeyi belirler. Ama bir de emperyalizm unsuru var. Türkiye’de belirleyici olan her zaman o. Amerika bu konuda tek vücut değil tabiî ki. Bugün için Amerika içinde Beyazsaray’da ve dışişleri bakanlığında anlaşılan Amerika’nın içinde baskın olan düşünce tarzı AKP tarafını desteklemek. Onun için güç dengesi şimdi biraz bu tarafın elinde.

ABD İSTERSE DARBE OLUR

* Bazı yasal değişiklikler yapılıyor, demokratikleşiyor mu Türkiye?

- Hayır, Türkiye demokratikleşmiyor. Demokratikleşmenin maddi zeminini ve zihni dönüşümü henüz Türkiye’de gerçekleşmiş değil. Bunu gerçekleştirebilecek olgun bir burjuvazi de söz konusu değil. Dolayısıyla mesele bir demokratikleşme mücadelesi değil. Deniyor ki ‘artık Türkiye’de darbe olmaz.’ Şimdi bu söz tek başına bir anlam ifade etmiyor. ‘Türkiye’de darbe olmaz artık, çünkü Türkiye batı toplumları gibi yapısal ve zihinsel değişiklikler gösterdi, dolayısıyla da Fransa’da İsviçre’de ne kadar darbe olmazsa, Türkiye’de de olmaz’ diyebiliyor muyuz? Bunu Türkiye’de hiç kimse söyleyemiyor. En liberal aydınlar dahi söyleme cüretine sahip değiller. Çünkü öyle bir şey yok ortada. Ama yine de ‘Türkiye’de darbe olmaz deniyor’, niye Türkiye’de darbe olmaz, çünkü Amerika istemiyor. İstese yarın Türkiye’de darbe olur. Demek ki bir demokratikleşme söz konusu değil.

* Yukarıda yeni bir burjuvaziden bahsettiniz. Bu aynı zamanda AKP ve Erdoğan’ın dayandığı sınıfsal yapıyı da oluşturuyor…

- AKP iki şeye dayanıyor. Birincisi sermaye. Bu yeni yükselen yeşil sermaye. Ana dayandığı taban bu yükselen yeni yeşil İslami holdinglerdir. İkincisi oyunu ise her zaman olduğu gibi burjuva hükümetlerde de olduğu gibi üzerinde ideolojik hegemonya kurabildiği Anadolu yoksullarından alıyor. Muhafazakar Türk-İslam sentezinin etkisinde kalmış, büyük köylüler, emekçiler, kent varoşlarının insanlarından oylarını oradan alır. Bunlar Türkiye topluluğunun büyük bir çoğunluğumu oluşturuyorlar.

* Bütün bu gelişmeler ışığında Anayasa değişikliği çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- İşte bunların hepsi iktidar mücadelesinin sonuçlarıdır. Silahlı bürokrasi ya da karşı taraf militarizmin aygıtlarını, silahlı gücünü, Kemalist ideolojinin tortularını, Kürt korkusunu, Ermeni sorununu, şovenizmi kullanıyor. Bu taraf ise başka araçlar kullanıyor. Bu araçlardan bir tanesi konumu itibariyle seçim. Seçimi kazanıyor, parlamentoda çoğunluğu var. Burada en önemlisi parçalanmış devlet aygıtını, yani bu mücadele eden taraflar arasında bölüşülmüş devlet aygıtında mümkün olduğu kadar çok mevzi ele geçirmek. Mesela Çankaya mevziini ele geçirdi. Şimdi yargı tabi çok önemli bir mevzi anayasa değişikliği mümkün olduğu ölçüde devlet aygıtı içinde farklı alanları ele geçirmenin kendisinin elindeki en büyük kozlardan birini kullanarak, gerçekleştirmek istiyor. Bütün bunlar gerçek bir reform, demokratikleşmeden ziyade iktidar mücadelesinin araçları ve yöntemi olarak düşünülmesi gerek. Muhalefette de demokrat olduğu için bunlar sivil faşizm getirecek korkusuyla karşı çıkmıyor. O da bu iktidar mücadelesinde bazı mevziler elden kaçar diye mücadele ediyor. İki tarafın da demokrasi ve özgürlükler umurunda değil.

KÜRTLER ADIM ATTI, SIRA TÜRKİYE’DE

* Kürt sorunu ‘açılım’ bu gelişmelerin neresinde? Bağlantısı nedir?

- Devam eden bir şey var. Kürtler direniyorlar. Kürt halkını eşit bir ulusal varlık olarak görmeme zihniyeti de devam ediyor. Bu ikisinin devamı sorunun devam ettiğini gösteriyor. Biri direnmekten vazgeçse sorun biter. Ötekisi karşı tarafı eşit bir ulusal varlık olarak kabul etse meşru demokratik haklarını tanısa sorun yine biter. Burada haksız konumda olan tabi Türkiye tarafı. Adım atma ve kendini kanıtlama -barış isteme ve çözüm çabası bakımından- konumunda olan Türkiye tarafıdır. Çünkü Kürtler her alanda ve çok uzun bir süredir barışa, politik çözüme giden yolda her türlü jesti yaptılar. Müzakereye açık olduklarını eylemle de sözle de gösterdiler. Geri adım atmaksa atmayı kabul edebileceklerini, uzlaşma için fedakarlıksa fedakarlıkta bulunabileceklerini şu ya da bu yöntem uygunsa onu kabul edebileceklerini gösterdiler. Hatta yöntem de gösterdiler. Şimdi bu durumda Türkiye’nin bir politik barışçıl çözüm iradesine sahip olduğunu gösterecek adımlar atması gerekir.

SON İNSANLIK HAREKETİ

* Bütün bastırma, kuşatma ve yıldırma politikalarına karşın Kürtler Newroz’a son yılların en büyük katılımını sağladı. Newroz’u nasıl gördünüz?

- Bütün yaşananlar bu direnişin artık kırılamaz bir noktaya geldiğinin işaretleridir. 20. yüz yılın bence en büyük insani hareketlerinden birini inşa etti Kürt aydınlanması. 20. yüzyılın sonlarına doğru doğdu. Ondan öncekiler 20. yüzyılda çöktüler. Şimdi bütün mesele Kürtler bakımından 21. yüzyılın ilk büyük insanlık hareketi olma vasfını korumaları. Bunu becerir mi, Kürtler bunu yapabilecekler mi, artık göreceğiz. Ben tabi hem yapmasını istiyorum, hem yapabileceğine inanıyorum. Bence Kürt halkının büyük sınavı bu.