8 Haziran 2011 Çarşamba

Seçimler, Blog Adayları ve Ertuğrul Kürkçü’nün Seçilmesinin Anlamı


Çok önceydi, daha seçimler gündemde yoktu, bir arkadaş grubunda, BDP’nin gelecek seçimlere de bağımsızlarla katılması gerekeceğinden ve bu sefer adayları belirlerken daha az hata yapacaklarından ve dışarıdan gösterilebilecek veya gösterilmesi gereken adayların kimler olacağından ve olması gerektiğinden söz ediyorduk. O zaman, özellikle seçilebilir yerlerdeki adaylar arasında olmasını dilediğim dört isimden söz etmiştim. Bunlar Ayhan Bilgen, Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Veysi Sarısözen idi. 

*
Öncelikle “Politik İslam” denilen gelenekten gelen, bu güne kadar kendine demokrat ve sosyalist diyenlerden çok daha demokrat ve sosyalist bir duruşu sürdüren Ayhan Bilgen’in, “Politik İslam”ın milliyetçi ve devletçi damarına karşı, demokratik ve ve eşitlikçi damarını canlandırmak bakımından desteklenmesinin hayati önemi olduğunu düşünüyordum ve hala düşünüyorum. Çünkü gerçekten güçlü ve tutarlı bir demokratik dönüşüm ya da devrim için, Aydınlanma ve İslam’ın, birbirinin diline kapalı demokratik ve eşitlikçi geleneklerinin canlanması, birbiriyle buluşması ve birbirinin dilini anlamasının hayati önemi vardır. Bu birleşme olmadan Türkiye’de köklü demokratik dönüşümler, ezilenlerin çoğunluğunun gerçekten demokratik ideallere kazanılması olanaksızdır.

Bilgen’in aday gösterilmesi, ayrıca, Politik İslam geleneği ve paradigması içinde, eşitlikçiliğe vurgu yapıp AKP’ye muhalefeti buradan yapan ama demokratik bir eleştiriye pek yanaşmayan ve bu nedenle de sosyalistlerin “sınıf, anti emperyalizm, anti kapitalizm” diyerek fiilen ulusalcı olanlarına benzeme eğilimi gösteren ve son zamanlarda partileşen akıma karşı başka bir alternatifin varlığını göstermek bakımından da muazzam önemliydi. Çünkü Bilgen’in temsil ettiği sesi boğulan damar, en azından o zaman daha çok tartışılır ve bilinir olabilir, etkisi artabilirdi.

Ne yazık ki Bilgen aday gösterilmiş değil. Kendisi mi aday olmayı kabul etmedi, yoksa başkalarının önünü açmak için mi çekildi veya “Bilgen nasıl olsa sağlamdır, daha kırılgan olanların desteği için onu feda edebiliriz” diye, aslında Bilgen için en büyük övgü olan bir düşünceyle mi aday gösterilmedi? Bilmiyorum. Ama Bilgen’in seçilebilir bir yerden aday gösterilmemiş olmasını pek doğru bulmuyorum. Bilgen’in yukarıda değinilen, İslam paradigması içinden demokrasiyi ve eşitlikçiliği içine sindirmiş duruşunun niteliği karşısında milletvekili sayısının niceliği önemini yitirir.
*
Sırrı Süreyya Önder’i o zamanlar kimse böyle politik angajmanıyla pek bilmiyordu ve adı akla gelmiyordu. Gördüğüm Beynenmilel filmi zaten politik angajmanın ip uçlarını veriyordu. Ama daha sonra Sezai Sarıoğlu’nun “Nehir Muhabbetleri”nden birinde kendisini daha yakından görmüş ve dinlemiştim. O zaman halkın derin katmanlarından gelen, binlerce yıllık tecrübelerden süzülmüş bilgeliği, Kürdistan’ın medrese geleneği; Aydınlanma ve Sosyalizmin ideallerinin çok orijinal ve harika bir bileşeni olduğunu görmüştüm. Bunu her yerde söylüyor, çevremdekileri bu isme dikkat etmeye davet ediyordum.

Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra ilk kez hem de çok genç kuşaktan birinin sosyalizm ile derinlerden gelen bu gelenekleri kaynaştırabilmiş bir örneğini görüyordum Sırrı Süreyya Önder’de.
Eğer Ayhan Bilgen için İslami paradigma içinde Aydınlanma ve Sosyalizm ideallerini savunmak dersek; Sırrı Süreyya Önder için Aydınlanma ve Sosyalizm paradigması içinde İslam’ın ideallerini savunmak diyebiliriz. Farklı yönlerden hareket edip aynı noktada buluşurlar. İkisi, derin bir vadiyle birbirinden ayrılmış iki kıtayı birleştiren bir köprüdürler. Bu köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak kurarlar.

Böyle bir köprüye, ezilenlerin derin katmanlarının demokratizmini, politik demokratik bir programa ve ideallere kazanabilmek için muazzam bir ihtiyaç vardır. Bu, sosyalistler ve Marksistlerce ta Hikmet Kıvılcımlı’dan beri sezilmiş, Köprüyü yapacak malzemeler dağmer gibi yığılmıştır.

Ama 70’lerin yükselişinin sarhoşluğu, sonra 12 Eylül’ün darbeleri, sovyetlerin çöküşünün ve özel savaş rejiminin gericiliği altında unutulmuşlar, çürümeye terk edilmişlerdi. Şimdi bu malzemeyi tekrar değerlendirip köprüyü kuracak birileri nihayet ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Sırrı Süreyya’nın aday gösterilmesinin iyi olacağını düşünüyordum. Ama kendini destekleyen bir örgütü olmadığı, bir kişi olduğu için pek ihtimal vermiyordum. Ama medya aracılığıyla  tanınması bu eksiği giderdi.

Ne var ki, benzetmemize bağlı kalırsak, Köprü’nün adaylar arasında sadece bir ayağı var. Diğer ayak maalesef yok ve bu ciddi bir sorun oluşturuyor.
*
Kafamdaki üçüncü isim Ertuğrul Kürkçü idi. Ama bu yazı biraz da Ertuğrul için yazıldığından onu sona bırakıp, Veysi Sarısözen’i niçin düşündüğümü açıklayayım.

Veysi Sarısözen’i ta 68’lerden beri uzaktan izlerim. Aslında çok farklı geleneklerdenizdir. Köklerimizde TİP vardır ama o FKF’li ben DÖB’lüyümdür. Bizler Dev-Genç’e egemen olur ve onları atarken, onlar başka arayışlara yöneldiler. TKP aramaya başladılar işçilerle ilişkiler kurup geliştirmeye çalıştılar.

1974 sonrasında TKP’nin yükselişi, sadece Vietnam ve Portekiz devrimlerinin başarısının sonucu değil; aynı zamanda bizlerin Dev-Genç’ten attığımız en önde gelenleri Veysi Sarısözen olan eski FKF’lilerin, diğer adıyla Partizan çevresinin gençlik aşısının ürünüydü.

Veysi’yi yıllar sonra tekrar Sovyetlerin ve Doğu Avrupa’nın çöküş sürecine rastlayın, Kuruçeşme Tartışmalarının Avrupa’da yapılan paralelinde tekrar gördüm. O sıralarda bir çok TKP’lide görülen tam bir moral bozukluğu içinde, liberalizme teslim olma veya tam bir inkar ve görmezden gelme içinde imanı yüksek tutmaya çalışanlardan farklı bir yönelişe girdiği görülüyordu.

Veysi, kendi eski hataları ve çizgisinin, başkalarına sözü bırakmadan, biraz da işin içine kara mizah katarak, kendi şahsıyla ilgili anekdotlar biçiminde bir eleştiri ve özeleştirisini yapıyordu. Olanların günahının sosyalizmde olmadığını, bu ideale bağlı kalmak gerektiğini dolaylı olarak vurgulamış oluyordu böylece.

Veysi’de ikinci gördüğüm, Türk sosyalistlerinin radikal kanatlarıyla bir dirsek teması ve yakınlık içinde yeni konumlanışlarını sürdürmek niyetinde olduğu idi. TKP’nin daha önceki dönemlerde, Radikal sola karşı uzak duran hatta düşmanca danabilecek tutumları göz önüne alınınca, burada ciddi bir özeleştiri ve ders çıkarma çabası olduğu görülüyordu. Bu bağlamda elbette radikal sol içinde, yine de en doktriner, sınıfa ve teoriye daha yakın, Dev-Genç’in bölünmeler öncesi kahramanlık döneminin geleneklerini iyi kötü sürdüren Kurtuluş, bu dirsek temasını sürdürmenin en uygun aracı gibi görülüyordu muhtemelen.

Veysi böylece, geldiği gelenekte, içine kapanan ve olaylara gözlerini kapayan imanı bütün sekterlerden ve liberalizme kayan veya politikayı tümden boşlayanlardan tamamen farklı bir çizgiye yönelmiş bulunuyordu. Yetenekli ve birikimli bir insan olduğundan, daha sonra Sosyalist Demokrasi Partisi biçiminde süren Kurtuluş’un, “dışardan bir unsur” olmasına rağmen fiili yürütücüsü oldu.

Kurtuluş büyük ölçüde şehirli orta sınıflara dayanır Dev-Yol gibi. Dolayısıyla 1992’den beri gerek Sovyetlerin çöküşü, gerek özel savaş rejiminin yarattığı çürüme ve bu tabakalardaki ulusalcılığa yönelmenin baskısı bir noktadan sonra Kurtuluş’ta da hissedildi ve Mahir Sayın yıllar sonra “Sınıf’ı keşfederek”, boykot değil “hayır” diyerek bu eğilimi dile getirdi. Tabii bu dönüşün haksızlığa uğrayan ilk kurbanı da “dışardan bir unsur” olan Veysi Sarısözen oldu.
Ne var ki bu oldukça gecikmiş, artık ulusalcılığın inişe geçtiği dönemde bir dönüş olduğundan şükür ki fazla bir yol kat edemedi ve güçler dengesine bağlı olarak tekrar geri dönüşler yapabilir durumda kaldı.

Ancak bütün bu haksız dışlamaya rağmen, Veysi Sarısözen Kürt hareketinin yanında durmaya devam etti ve yetenekleriyle çok önemli bir işlev gördü. Geldiği gelenekten diğerleri Taraf sayfalarında boy gösterir veya liberallerle birlikte toplantılar düzenlerken, Veysi bütün bu liberalleri, “şeytan azapta gerek” ilkesi gereğince, Özgür Gündem geleneği içindeki yayınlardaki yazılarıyla sürekli şahta tuttu. Liberallerin tek yapabildiği ise susmak ve görmezden gelmek oldu.

Veysi’nin kıvrak zekası, hazır cevaplılığı, birikimi sadece gazete sayfalarında ve Kürt okuyucuyla sınırlı kalmamalıydı. Veysi’nin güçlü bir belagatı da vardır ve önümüzdeki dönemde önem kazanacak liberallere karşı mücadelede, Veysi demokratik hareketin en önemli ve güçlü silahlarından biri olabilirdi.

Ayrıca eğer Ertuğrul MDD ve Dev-Genç geleneğinin bir sembolü ise, Veysi de TİP ve FKF geleneğinin bir sembolü olarak, 68’lerin iki farklı çizgisinin en sağlam kalmış  damarlarının Kürt hereketinin katalizatörlüğü ve yükselişiyle tekrar buluşmalarını temsil ederlerdi.
Taş yerinde ağırdır. Veysi Kıvrak zekası, belagatı ve birikimiyle, aday gösterildiği ve seçildiği takdirde diğerlerine Meclisi dar edebilecek, Meclis kürsüsünü en iyi kullanabilecek, bugün yaptığıyla kıyaslanmayacak katkılar yapabilecek biridir. 

Ayrıca tıpkı Ayhan Bilgen ve Sırrı Süreyya’nın bir köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak oluşturmaları gibi, Türkiye sosyalist hareketi içinde, MDD ve TİP geleneği arasındaki köprüyü Ertuğrul ile birlikte iki farklı ucundan hareketle kurabilirlerdi. Ayhan Bilgen’in yokluğu gibi Veysi’nin de yokluğu bu köprüyü şimdilik tek ayaklı yapmaktadır. Veysi’nin neden aday gösterilmediğini bilmiyorum ve Ayhan Bilgen için yazdıklarım Veysi için de geçerlidir.
*
Ertuğrul Kürkçü, aday gösterilmesini ve seçilmesini aklımdan geçirip orada burada zikrettiğim bu dört kişi içinde, en iyi tanıdığım ve aynı zamanda en sevdiğim ve takdir ettiğimdir. Son yıllarda kendisini bir çok yazıda eleştirmiş olmam, debbağın sevdiği deriyi yerden yere çalmasından başka bir anlama gelmez.

Ertuğrul’u daha görmeden ve Ertuğrul olduğunu bilmeden tanımıştım. Ankara’da bir miting vardı, buna bizim İstanbul DÖB’ten de bazı arkadaşlar katılmışlardı. Geldiklerinde, mitingte üç tane uzun saçlı çocuk bulunduğundan, çok hızlı ve cesur çocuklar olduklarından ama anarşist olduklarından söz etmişlerdi. Yani Ertuğrul’un daha adını duymadan efsanesini duymuştuk. Sonradan öğrendiğimize göre bunlar Ertuğrul, Koray (12 Mart döneminde öldürüldü) ve Sait (vefat etti.) idi.

Daha sonra 1970 yazında Flisitin dönüşü yakalanıp Antep ve Nizip’te yatıp çıktıktan sonra ODTÜ yurtlarında kalarak biraz temizlenip, bitlerden arındığımız dönemde güzel bir yaz gününün akşam şerinliğinde, yurtların önünde çimenlerde bir kaç arkadaş otururken biraz ötede Dev-Genç’ten iki arkadaş şakacıktan boğuşmasını izliyordum. Onlardan biri olan Kürkçü diğerine, şimdi sana karşı “aktif ideolojik mücadele” yapıyorum diyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. Çünkü bizim Dev-Genç ve özellikle de DÖB saflarında, bazan fikire karşı fikirle değil, fiziki araçlarla mücadele etme eğilimi ortaya çıkmaya başlamıştı. Ve buna da “aktif ideolojik mücadele” deniyordu. Ertuğrul bununla alay ediyordu arkadaşıyla şakacıktan boğuşmasına “aktif ideolojik mücadele” diyerek. Kendisiyle alay edebilenler her zaman önemlidir.

Dev Genç’in aşağı yukarı 200 kişiyi aşmayan bir tür “çekirdeği” vardı. Bunların hepsi birbirini belki tanımazdı ama iyi kötü herkes birbirini bilirdi, yeni parlayan bir militanın adı hemen duyulur, kimin ne yaptığı hemen herkesce bilinirdi. Bu bağlamda Ertuğrul ile hiç konuşmamıştık ama bir şekilde birbirimizi tanıyorduk. Hepimiz aynı mahallenin çocuklarıydık. Aynı aşirettendik.

İlk karşılaşıp konuşmamız 1974 affı sonrasında Toptaşı cezevinde oldu. Sanki eskiden beri tanışıyormuş gibi hiç bir yabancılık ve zorluk çekmeden, kaldığımız yerden devam eder gibi konuşmaya başlamıştık. Af çıkmış cezaevleri boşalmıştı. Sadece 12 Mart döneminin idamlıkları ve aftan az önce içeri düşüp aftan faydalanamamış bizler kalmıştık. Birdenbire Ertuğrul Toptaşı’na geldi. Muhtemelen bir bürokratik yanlışlık vardı. Çünkü 12 Mart’ın kılıç artıkları ya askeri cezaevinde ya da Niğde’deydi. Zaten bir iki hafta sonra Ertuğrul’u alıp götürdüler. Yaşanan o korkunç olaylar, baskılar ve Askeri cezaevlerinden sonra Toptaşı kısa bir ara, bir tatil yeri, biraz nekahat dönemi gibi olmuştu. Uzun uzun yaşananları, teorik ve pratik sorunları konuşmuş tartışmıştık. Aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyorduk.

1978’de Ecevit iktidara gelince, THKP-C’den Ertuğrul Kürkçü, Oktay Etiman, Orhan Savaşçı, Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan nihayet Mamak’tan Niğde’ye getirilmişlerdi. Ertuğrul ve Orhan bizim kaldığımız koğuşu tercih ettiler ve sonraki yıllarda hep aynı koğuşta kaldık. Aynı koğuşun sakinleri olarak, olağan cezaevi yaşamıyla geçti yıllar. Futbollar oynadık, tartıştık, televizyon seyrettik, yemekler yaptık, lokmalar döktük, direnişler yaptık, hücrelerde yattık, toplantılar yaptık, tüneller kazdık, boklu ve sidikli sular içinde kaldık ve onları taşıdık, “mahkum sendikası” kurduk, öldürülmemek için nöbetler tuttuk vs.. Sonra hep birlikte Malatya E-Tipi özel cezaevine götürüldük. Orada Müşahade hücrelerinde ayrı katlarda ama yine hep birlikte kaldık.

Niğde ve Malatya cezaevlerinde yaşanan tecrübeleri yazan henüz çıkmadı. Ama Özellikle Ertuğrul ve Aydın Çubukçu’nun varlığı çok önemlidir. Çok önemli işler yapıldı. Mahkumların birliği sağlandı. akıllıca politika ve taktiklerle önemli haklar elde edildi ya da baskı girişimleri savuşturuldu ve haklar korundu. Her zaman bulunan  Sekterlerin ve idarenin provakasyon ve baskı çabalarına bir çok kez başarıyla karşı koyuldu. Bugün bile o dönem bu cezaevlerinde yatanlar, oraları özlemle anarlar ve oradaki tecrübelerin hayatlarındaki önemini belirtirler.

Sonraki yıllarda Ertuğrul’un Avrupa’ya yolu düştüğünde denk gelirsek karşılaşma ve konuşmalarımız oldu. Ama önemli her durumda aynı yerlerde birlikte bulunduk. Ansiklopedi ve Özgür Gündem’de gözden ve gönüllerden uzak kalmış benden yazı isteyen Ertuğrul’du. 2002 Seçimlerinde Bloğu destekleyen Dev-Gençliler bildirisini birlikte hazırlamıştık.

Ancak gerek hayatın akışını belirleyen rastlantılar, gerek modern modern yaşamın insana zaman bırakmayan yoğunluğu insanları farklı yerlere atıyor ve eski bağları zayıflatıyor.

Bütün bu yıllar boyunca Ertuğrul’un ne yaptığını, ne yapmadığını, ne yazdığını ne yazmadığını sürekli izledim. Türkiye devrimci hareketinde ne yaptıklarını, ne yazdıklarını, nerede omlduklarını sürekli izlediğim, radar ekranında hiç kaybetmemeye çalıştığım beş altı kişi vardır. Ertuğrul bunların başında gelir. Ertuğrul’un ciddi bir izlenmeyi hak ettiğini düşünürüm hep.

Ama sadece izlemedim, yeni bir girişimde bulunacağımda, bir iş yapacağımda, fikrini almak veya birlikte yapmak istediğim ilk isimdir.

Türkiye’de Radikal demokrat bir çizgi izleyecek ve böyle bir çerçevede yer alabilecek tüm entellektüel kapasiteyi toplayabilecek, yeni tartışma konularını gündeme getirip kafalarda 60’larda olan gibi derinden bir değişikliğin temellerini atacak bir dergi projesi üzerine çalıştığımda ilk alkıma gelen ve ilk gittiğim Ertuğrul oldu.
Marksizmin gelişimi ve yepyeni ufuklara açılışı anlamına gelebilecek, bugün gerek dünyada gerek Türkiye’deki sorunlara çözümler ve açıklamalar getiren Din ve Ulus teorileri alanında keşifler yapıp bunları yazdığımda, okumasını en çok istediğim ve okuması için peşinden koştuğum insan Ertuğrul oldu.
Ertuğrul (ve Mahir) evet demeden sosyalistler arasında ne çatı partisinin ne de başka bir girişimin hiç bir başarı şansı olmadığını her zaman söyledim ve yazdım.

Bütün bu dönem boyunca hep aynı yerlerde ama zaman zaman aynı veya farklı pozisyonlarda bulunduk. Şimdi tekrar aynı yerdeyiz.
Bu Blog, aslında Kürt özgürlük hareketinin önerdiği “Çatı Partisi” önerisinin filli ve minyatür bir gerçekleşmesi sayılabilir.
Ama bir farkla. O öneri yapıldığında birlikte olacaklar veya olması düşünülenler arasında örneğin Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliğini temsil eden Şerafettin Elçi veya Altan Tan’lar değil, Ayhan Bilgen’ler ve Ahmet Türk’ler bulunuyordu. Yani gerek içerikçe gerek sembol kişiler düzeyinde daha radikal demokrat bir öneriydi. O zaman da kimseden bağımsızlığın ve örgütsel varlığını dağıtılması istenmiyordu. Şu veya bu nedenle olmadı. Ama o zaman olsaydı, bugün çok daha iyi bir noktada olunabilir ve Kürt burjuvazisi temsil eden eğilimlere öyle tavizler vermeye gerek olmazdı.

Ertuğrul bu blogta yer almasaydı, Çatı Partisi girişiminin olmadığı gibi bu Bloğun da fazla bir anlamı olmazdı. Ertuğrul var olduğu için bu blog var. Ertuğrul’un adı ve ağırlığı onun bir insan olarak varlığının çok ötesindedir. O bir semboldür aynı zamanda.
Hala sosyalistlerin önemli bir bölümünün kabul edebileceği tek isimdir. Ve ismi birbiriyle bir araya gelemeyecek bir çok fatklı kişiyi, eğilimi bir araya getirmeyi başarabilmektedir.

Ama aynı zamanda Kızıldere’nin tek canlı şahidi olarak, o ölen tüm arkadaşlarımızın bizlere bir emanetidir de. Ertuğrul’un seçilmesi, Ertuğrul’un değil, Deniz, Sinan, Mahir, Hüzeyin, İbo ve adını anamayacağımız binlerce kaybımızın Meclis’e girmesidir. Her şey bir yana, sırf bu anlamıyla bile bir zaferdir.

Ama Ertuğrul aslında sadece bir sembol olarak ele alınamayacak ölçüde yetenekleri ve birikimi olan bir devrimcidir.

Uzun süredir (neredeyse ta 1970’teki Dev-Genç’ten beri, yani 40 yıldan fazla) canlı ve yükselen bir hareketle canlı bir bağ içinde olmadığından kavrayış gücünü ve zekasını yeterince kullanma ve geliştirme imkanı bulamamıştır ve bu nedenle bu yanı henüz pek görülmemektedir.

Bugün görülen Ertuğrul, olabilecek Ertuğrul’un henüz kötü bir kopyası bile değildir. Bu durumdaki Ertuğrul bile var olanların hepsinden çok ileridir.

Bir de bu ileri olanın dev adımlarla ileri gittiğini düşünün.
Ertuğrul, yükselen ve radikalleşen Kürt demokratik hareketinin özsuyuyla beslenmeye başladığı zaman, hızla ve dev adımlarıyla muhtemelen çok daha büyük yollar kat edecektir.

Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için, BDP’nin genç milletvekillerine bakın. Bu hareketle canlı bağlar içinde kısa bir dönemde ne kadar büyük bir yol kat ettiklerini göz önüne getirin.
Bu öyle kuru bir dilek değil. Bunun ip uçları var.

Örneğin, son altı ayda yazdığı yazılarda ve konuşmalarda vurgularında ve  kullandığı kavramlarda çok önemli değişmeler var.
Diğer yandan hiç bir komplekse kapılmadan hızla gereken sonuçları çıkarıyor kimi gözlemlerden.

Örneğin Kürt özgürlük hareketinin Türk sosyalistlerine iltimas geçtiğinden veya artık 60 ve 70’lerde Türkiye sosyalistlerinin Kürtleri kurtarmaktan söz ederken şimdi durumun tersi olduğu anlamına gelebilecek sözleri vs. bu bağlamda ilk akla gelenler.
Bir zamanlar Kürt hareketinin uzak durmanın pirim yaptığı, Kürt hareketinin bir rakip olarak görüldüğü, “Kürt eksenli politika yapmayız” sözlerine, “politikamız “Kürt eksenli” olmak zorundadır” diyerek cepheden kimsenin itiraz etmediği; Kürtlerin “Etnik eksenli politika”  yaptıklarından söz edildiği ÖDP’nin içinde ve dışında, bu gericiliğin baskısı altında hiç bir zaman söylenmemiş ve söylenemeyecek sözler bunlar.

Kanımca Ertuğrul’un seçilmesi hiç de sürpriz olmayacak.
Şimdilik herkes Ertuğrul’un sembolik niteliğiyle ilgili görünüyor ve ondan böyle konuşmasını ve davranmasını bekliyor. Bir doza kadar bu beklenti anlaşılır ve haklıdır. Ancak bu beklenti Ertuğrul’u altın bir kafese koyup esir etmektir. Ertuğrul çok daha fazlasını yapabilir. Onun için bu kafese girmekten de dikkatle kaçınmalıdır ve şimdiden kaçındığına dair veriler vardır.

Seçildikten sonra, Ertuğrul, yapacakları ve yapmayacaklarıyla Kürtler arasında başlayan devrimci kabarış ve radikalleşmenin Batı’da yayılışı ölçüsünde bizler için olumlu, egemenler için olumsuz bir sürpriz olacaktır.
Yaşarsak göreceğiz.
 
07 Haziran 2011 Salı

Demir Küçükaydın

Filistinli Kadin Gerilla Leyla Halid: "Direnişiniz Karşısında Diz Çökecekler "

Leyla Halid, 3 Haziran akşamı, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu desteklemek üzere Mersin’e geldi. Efsanevi gerilla, daha uçağının uğultusu kulağında dinmeden, mahallelerde kadınların öncü olduğu mitinglere, toplantılara, sohbetlere katıldı. Dört gün boyunca, gece gündüz, halkın içinde oldu; sorunlarını yaşadı, coşkularına tanık oldu. Halk onu, o halkı merakla izliyor, birlikte şarkı söyleyip halayların ortasına dalıyordu. Halid, üç gün boyunca halklar arası dayanışmanın eşsiz bir simgesi oldu Mersin’de. Halid, kentten ayrılırken sorularımızı yanıtladı.
*Yalnızca Filistin ve Arap halkları için değil, dünya halklarının gözünde efsane isimlerden birisiniz. Gözü kara bir gençlik yaşadınız. Acı, sert ve zor bir gençlik. Bugün neler hissediyorsunuz?

- Evet, gençliğimde böyle bir mücadeleye girdim. Gençliğimde bu simge üzerimde kaldı ama bu sadece benim olayım değil, kolektif bir mücadelenin ürünüdür. Bugün de olsa o koşullardaki aynı eylemleri gene yaparım. Dün, Gazze ve Batı Şeria’nın işgalinin yıldönümüydü. Üzerinden tam 40 yıl geçti. İsrail’in ilan edilişinin 63. yılı. Biz hâlâ dışarıda, işgalde ve sürgündeyiz.

BİZLER BENZER KADERLERİ YAŞAYAN KARDEŞLERİZ

*Mersin’de Blok mitingine katılmayı neden istediniz?


- Her şeyden önce bizim sürdürdüğümüz mücadelenin, dünyanın dört bir yanında sürdürülen haklar mücadelesinin tamamlayıcısı olduğunun bilincindeyim. Ayrıca şuna da tanık oldum; bu ülkeden Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla onlarca devrimci, mücadelemize canı gönülden katıldı. Bunlar arasında şehit olanlar, işkence görenler, hapsedilenler var. Biz bunları unutmadık, unutmamız da mümkün değil. Onlara bir vefa borcumuz var. Bizimle yıllardır dayanışanlar kendi ülkelerinde de mücadelelerini sürdürmektedir. Bizler benzer kaderleri yaşayan kardeşleriz.

ŞİMDİ DİKTATÖRLER HALKINDAN KORKAR HALE GELDİ

*Bugünlerde yaşanan “Arap Uyanışı, Arap Baharı” hakkında düşünceleriniz, gelişmeleri heyecanla izleyen Türkiye halkları için de çok önemli. Neler söyleyeceksiniz?


-Halklar ayağa kalktığı zaman, sömürgeci diktatörlerden haklarını er geç alırlar. Bizler bunu bir kez daha yaşadık, gördük. Eskiden halk, diktatörlerden korkardı, şimdiyse o zalimler halkından korkar duruma düştüler. Her ne kadar istedikleri hakları henüz alamadılarsa da bu yola düştüler bir kez. Bu uyanış yalnızca Arap halklarını değil, aynı koşullardaki tüm dünya halklarını etkiledi, bu etki devam edecektir. Bu bir başlangıçtır. Bizler bu tür direnişlerle istediklerime kavuşacağız; başka yolu yok bunun. Aynı halktan gelmiş olduğumuz için, öncelikle bizim davamızı olumlu yönde etkileyeceğinden hiç kuşkum yok.
KÜRT HALKI TARİHİN HER DÖNEMİNDE BÜYÜK BİR ZULÜM GÖRDÜ

*Türkiye’deki halkların, özellikle Kürt halkının tarih sahnesinde haklı yerlerini almaları için verdiği mücadeleyi yakından izlediğinizi biliyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?


- Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, Kürt halkı tarihin her döneminde büyük bir zulümle karşı karşıya kalmıştır. Bu sadece burada değil, tüm Ortadoğu’da tepki ve nefret yarattı zalimliğe karşı. Halkların kendi haklarını tayin etme hakkı evrensel kabul görmüş bir haktır. Bunun önüne geçmek imkansızdır, er geç bu hak gerçekleşecektir. Türkiye’de Kürt gerçeğine karşı inkarcı bir politika güdüldüğünü biliyoruz. Ama direnişiniz karşısında diz çökmeleri kaçınılmazdır.
KADININ YER ALMADIĞI MÜCADELENİN BAŞARISIZ OLANAKSIZDIR

*PKK lideri Sayın Öcalan, her fırsatta kadın katılımı olmadan hiçbir toplumsal kurtuluşun gerçekleşemeyeceğini vurguluyor. Kendi deneyimleriniz sonucunda kadının mücadeledeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?


- Bizim sahip olduğumuz dünya görüşü gereği bu çok olumlu ve önemli bir tespittir. Kadının yer almadığı bir mücadelenin başarısı ya geçicidir ya da olanaksızdır. Filistin tarihinde kadınlar direnişte etkin bir şekilde yer aldılar. Ne zaman ki Filistin direnişi geriledi, kadın iki misli geriye düştü. Bugün şu durumdayız. Filistin Parlamentosunda baştan üçüncü kişi mutlaka kadınlardan olmak zorundadır. Bu bir yasaya dönüşmüştür artık. Hedefimize vardığımız söylenemez ama biz bunu kendi halkımızla çözebileceğimizin inancını taşıyor, çabasını sürdürüyoruz. Bizler ne yazık ki her şeyden önce erkek aklıyla yaşıyoruz. Ama bu sadece erkeklerde kalan bir akıl değil, kadınların da içselleştirdiği bir akıl. İşte bu anlayışı söküp atmak, sabırlı, özneli bir kadın mücadelesini gerektirir. Bir yandan dinsel hareketlerin kadını yeniden eve kapatma çabası var ve bu oldukça etkili. Bu nedenle, kadınların özgürleşmesinin toplumsal kurtuluşla bağını göremeyecek bir perde oluşuyor bilinçlerde. Bizler, hem bir ulusal kurtuluş hem de toplumsal kurtuluş mücadelesi sürdürüyoruz; bu ikisi birbirinden asla ayrılamayacak bir bütünlüktedir.
*Günlerdir buradasınız, birçok toplantıya katıldınız. Buralarda kadın katılımını ve hareket içinde özgürleşmesini nasıl gözlemlediniz. Ortadoğu’daki kadın hareketi ile buradakini kıyaslarsanız neler söylersiniz?

- Burada üç gün boyunca katıldığım her toplantıda ve o büyük mitingde büyük bir kadın katılımı gördüm. Mücadelede kadın yerini almış, bu beni çok mutlu etti. Özellikle kadın meclislerinizin aldığı kararların tartışmasız kabulü, son derece önemli bir aşamadır. Bundan çok etkilendim. Sanırım siz de bunu yaparken, hem kadın hem de erkeğe yapılan zulmün bilincinde olduklarını gördünüz. Çünkü zulüm kadın erkek çoluk çocuk ayırmıyor. Topyekün acı çekiyoruz çünkü. O yüzden, mücadeleyi kadın erkek mücadelesi olarak konumlamak, hareketi zayıflatır, yıpratır.

İkinci konuya gelirsek, kadın mücadelesindeki deneyimleriniz bizlerle paylaşmak, Filistinli kadınlarla buluşup karşılıklı deneyim alışverişinde bulunmak, hepimiz için çok önemli. Bunu mutlaka gerçekleştirmeliyiz.
BARIŞ İÇİN KADIN DAYANIŞMASI

*Biliyoruz ki, İsrailli kadınlarla Filistin kadınları arasında yıllardır barış üzerine ısrarlı bir kadın dayanışması var. Bu dayanışma ne durumda?


-Filistin’de kendi ülkelerinin işgalci tutumuna karşı başkaldıran İsrailli kadınlar varlığı bir gerçektir. Bu kadınların İsrail’in inşa ettiği utanç duvarına gidip eylemler yaptığı, polisle karşı karşıya geldikleri, dövüldükleri, ezilip horlandıkları ama bundan yılmadıkları da gerçeğin önemli bir görünümü. 1996’da Kudüs’te ortak bir yürüyüş yapıldı. Biz o zaman bu yürüyüşe karşı çıkmıştık. Bu tür eylemlerin asıl niyeti çarpıtılıp dünya kamuoyunda sanki bir barış gerçekleşmiş, sorunlar çözülüyor imajı verdirilmeye çalışılacağı karşı çıkma gerekçemiz olmuştu. Haklı çıktık bir bakıma. Buna karşın işgale karşı duruşta bizler kimseyi itmeyiz, kim omuz veriyorsa kardeşimizdir bizim. İsrail Komünist Partisi’nin öncülüğünde bir “Eşitlik ve Barış Cephesi” kuruldu. Bu cephenin üyelerinin çoğunluğu Arap kökenlidir. Şimdilik bu durumdayız.
ORTADOĞU’DA KADIN MİLİTAN OLMAK

*Ortadoğu’da kadın militan olmak ne tür zorluklarla, açık ya da örtük ne tür engellerle karşılaşıyor?


-Kendi yaşamımdan örnek vermek gerekirse, anne olduktan sonra yaşadıklarım bugün bile içimi burmaktadır. İki çocuğum vardır; onları bırakıp gitmek zorunda kalırdım. Ama her dönüşümde hastalanmış bulurdum çocukları. Kreşe bırakırken öğretmene ayrıntılı not verirdim ki, şu ilacı şu saate, bunu bu saatte çocuklara versin diye. Bunlar günlüklerimde de yer alır. Yıllar sonra çocuklar büyüdüler, günlüklerimi okudular. Şimdi arada bir bana sitem ederler, takılırlar; “bizi hocamıza verdiğin notlarla büyüttün anne, buna nasıl razı oldun” diye. Ama ne yapabilirdim başka? Buna karşın bir şanslı yanım vardı. Filistinli yoldaş kadınlarla çocukların bakımı için dayanışmam hiçbir zaman kesintiye uğramadı. Çocuklarım, çok sayıda anneler topluluğu arasında büyüdü. Bizde devrimci kadının her zaman çok saygın bir yeri olmuştur.

ÜLKEMİZDE EN BÜYÜK ŞİDDET İŞGALCİLERİN ŞİDDETİ

*Yaşadığınız coğrafyada kadına yönelik baskı ve şiddet üzerine ne tür çalışmalarınız ve programınız var?


-Bizim ülkemizde en büyük şiddet işgalcilerin şiddetidir. Siz de gördünüz ve yaşadınız ki, işgalciler çocuk, kız, kadın, yaşlı demeden şiddet uyguluyorlar. Bu şiddete erkekler de maruz kalıyorlar; işgalci cinsiyet ayrımı yapmıyor. Biz de kendi aramızda bu ayırımı bu anlamda yapamayız ama az önce söylediğim gibi, ulusal kurtuluş ile kadının kurtuluşu birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içindedir. Bu tüm dünyada böyledir. O nedenle sizlerle her türlü dayanışmanın içinde olmaktan, deneyimlerimizi ve sorunlarımızı paylaşmaktan asla kaçınmayacağız.

Zeydan, Namık Erdoğan'ın Katilini Biliyor


Doksanlı yıllar, hem Kürdistan’da hem de Batı illerinde Tansu Çiller-Doğan Güreş ikilisinin başını çektiği savaş lobisinin, Mehmet Ağar denetimindeki emniyet güçleri içerisinden İbrahim Şahin komutasında eğitilen cinayet timlerinin faaliyetlerine sahne oldu.

Özellikle Çiller’in bilgisi ile hazırlanan ve “öldürülmesi gereken” Kürt iş adamlarının isimlerinden oluşan listenin bizce malum icracıları, 1996 Nisan’ında Susurluk’ta gerçekleşen bir trafik “kazasında” ortalığa saçıldı. Bu kaza ile Çiller-Güreş kliğinin alt kademe siyaset, emniyet ve para militer aktörleri de ismen ortaya çıktı.

Ayhan Çarkın, kazanın ardından kamuoyunca bu devletin resmi savaş lobisinin elemanlarından biri olarak tanındı. Uzun, ancak sonuçsuz kalan Susurluk davasında da hüküm giyip hapis yatan az sayıda devletin resmi tetikçilerinden biri oldu Çarkın.

Bugünlerde ise, “nedamet getirdiği” geçmişine ilişkin açıklamaları ile gündemde. Öyle ki, devletin savcıları da Çarkın açıkladıktan sonra “öğrenmiş” gibi görünüyor, devlet emri ve eli ile işlenen cinayetleri. Bir süre önce, katıldığı bir televizyon programı ile açıklamalarına başlayan Çarkın, adeta tutuklanmasını sağlamak istercesine sesini yükselterek konuşmaya devam edince sonunda önce emniyet, ardından da tutuklanma talebi ile sevk edildiği mahkemede verdiği ifadelerin ardından, “nihayet” tutuklandı.

Tetikçiliğini yaptığı devleti iyi tanıyan Çarkın adeta, içerde olmanın kendisi açısından dışarıda olmaktan daha güvenli olacağını düşünüyordu. Çabası akıllara bunu getiriyor.

Sorgulama sürerken, ilk olarak Çarkın’ın, “Yılmaz Erdoğan’ın amcasını biz öldürdük” dediği yansıdı gazetelerin internet sayfalarına flaş haber olarak. Bu başlık, bir süredir Ankara’da alttan alta devam eden devlet eli ile işlenmiş bir dizi cinayete ilişkin tartışmaya su yüzüne çıkma şansı yarattı. Öyle ki, sanki kimse bu cinayetlere ilişkin tek bir laf etmemiş de tüm laflar Ayhan Çarkın’a aitmişçesine bir havaya bürünüldü.

Çok geçmeden, Çarkın’ın tutuklanmasının ardından, yine aynı gazetelere bu kez, Çarkın’ın, Altındağ Nüfus Müdürü Mecit Baskın, avukat Yusuf Ekinci ve avukat Faik Candan cinayetlerine ilişkin bildiklerini anlattığı ancak Namık Erdoğan cinayetine ilişkin bir bilgisi olmadığını söylediği yansıdı. Bazı gazetelerde ise aynı haber, yine Çarkın’ın, Erdoğan cinayetine ilişkin bilgisi olmadığı, ancak sade cinayette tetiği özel timci Oğuz Yorulmaz’ın çektiğini bildiği yansıdı.

Namık Erdoğan’ın 09 Mayıs 1994 günü kaçırılması üzerine akrabaları, dönemin DYP Hakkari Milletvekili Mustafa Zeydan’dan yardım istediler. Kendisi de korucu başı olan Zeydan’ın parti içerisinde de Çiller’e yakın olduğu biliniyordu.

Kendisine gelen, Erdoğan’ın ağabeyinden olayı araştırmak için süre isteyen Mustafa Zeydan, ikinci gün, Namık Erdoğan’ın ailesine, yaptığı araştırma sonucu, “Namık’ın bir grup ülkücünün elinde olduğunu ancak endişelenmelerine gerek olmadığını, zira kısa bir süre sonra serbest bırakacakları” bilgisine ulaştığını iletti.

Mustafa Zeydan’dan gelen bu bilginin ardından sessizce beklemeye başlayan aile çok geçmeden Namık Erdoğan’ın işkence edilmiş cesedinin bulunduğu haberini aldı.

Çarkın’ın konuya ilişkin basına yansıyan son savcılık ifadeleri ile eldeki bilgileri üst üste konulduğunda ortaya çıkan sonuçlardan en güçlüsü, Namık Erdoğan cinayetinin, devletin resmi infaz timleri tarafından değil, devletin paramiliter güçlerinin Ankara birim sorumlusu Haluk Kırcı ve ekibi tarafından işlendiği ihtimalini güçlendiriyor.

Cinayet sonrası ortaya çıkan bulgulara göre cinayette kullanılan mermilerin kovanları bulunamamış, sadece Erdoğan’ın kafatasında 7 adet metalik mermi parçası bulunmuştu. Erdoğan özel bir silahla katledilmişti, özel harekatçıların diğer cinayetlerde bu tür silahların izine rastlanmamıştı.

Son olarak dikkat çekilmesi gereken bir husus da Namık Erdoğan cinayetinin Ergenekon dosyasına yansıyan biçimidir. Buna göre, emekli general Veli Küçük’ün evinde bulunan belgelerde, Namık Erdoğan’ın eroin üretiminde kullanılan asit ithal izin belgelerini kontrolsüz bir biçimde kimlerin aldığını ortaya çıkartacak bilgilere ulaşmıştı. Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı’nın kardeşi Zeki Çatlı’nın sağlık sektöründe irili ufaklı bir çok şirketi denetimleri altında tuttukları biliniyor.

Bu durumda Cumhuriyet Savcıları’nın bir an önce Mustafa Zeydan’ın ifadesine başvurması Namık Erdoğan’ın katledilmesi üzerindeki örtüyü kaldırmakta etkili olacaktır.

canerdem2126@gmail.com

Kemalizmin Tuzakları


Kürtler, hiçbir zaman Kemalizmi benimsemedi; itiraz etti, direndi, yenildi, sustu, bekledi ama yine itiraz etti. Ortak bir refleks oluştu; istisnasız hiçbir toplumsal katmanı, bu katı, tekçi, eklektik ve uydurma devlet ideolojisini özümsemedi...

Tek bir Kürt köyünde Mustafa Kemal Atatürk'ün bilinen ismiyle anıldığına tanık olunamaz. Devlet zoruyla dayatılan, içi sürekli doldurulan ve güncellenen Kemalizmin, mutlak kontrol ile paralel olarak zamana yayılmış teslimiyeti de gözardı etmemesi; farklı tonlarla ve gerekçelerle nüfuz etme mahareti sayesinde çürütücü bir virüs olduğu açıktır. Yerleştiği bünyede sabırla ilerler, çünkü bütün kurumsal organizasyon ve zihinsel sera onun lehinedir. Fırsatını bulunca nükseder, bağışıklık sistemini çökertince de bütün hücrelerine hükmeder ve kurgulanmış bir ses ve eylem düzeneği haline getirir. Onun için koca profesörler kabız, din görevlileri haris, generaller seyis, siyasetçiler müflis modundadır...

Bütün Kürt siyasal yapıları teorik olarak devleti ve resmi paradigması Kemalizmi reddetti. Kürt halkı, bu kurumsal paradigmanın gücünü küçümseyenler, anlayamayanlar, ona benzeşmekten veya onun bir hafi kolu olmaktan kendini kurtaramayanları bir kenara attı. Kemalizm her deşifrasyonun ardından farklı bir sürümle tekrar şansını denedi...

Şimdi Şafii Kürtlere AKP üzerinden kurumsal varlığına, bütünlüğüne ve devlete hayatiyet veren vazgeçilmez ilkelerine halel getirmeden ama din sosunun ölçeğini yukarı çekerek yeniden hücuma geçmiş durumda. Bunun için müthiş bir tempoyla dört koldan kuşatmaya çalışıyor. Böyle olunca ihmal edilmiş gibi görünen Alevilere de müjde veriyor...

O müjdenin adı da rektefiye edilen CHP... CHP tarihini anlatmaya gerek yok. Sadece kaportası ve iç döşemesi değişmiş; belleği resetlenmiş bir 'Tuncelili' de kulağına merkezi komut cihazı takılarak şoför koltuğuna oturtulmuş... Kemalizmin otantik halinin Aleviler içinde meşruiyet sorgulamasına muhatap olmadan fink atma cüreti nereden? Dersim ve sürgünleri, bu celladın gönüllü muhipleri olamaz... Kemalizmin üzerine sıçrayarak kirlettiği bütün firari siyasetlerin mekanı niye Dersim, niye Alevi kitle olsun? Bunun haklılığına ve meşruluğuna inanmak en başta Kürt Alevilere ve hem Kürtlere hem de Alevilere büyük hakarettir...

Türk devletinin, Şafii Kürtler arasında din silahını kullanırken, Aleviler arasında hem Kürt ve Şafii fobisini yeniden enjekte etmeye çalışması hem de kendi üretimi protipleri model olarak sunmasının telaşının farkında olmalıyız...

Devlet, Dersim ile Hakkari arasındaki köprüyü uçurmak istediği gibi Erzincan'dan Adıyaman'a uzanan hat üzerindeki hesaplarını tamamlamak istiyor. Üçüncü Blok'un yarattığı heyecanın Mersin, İzmir, İstanbul ve diğer metropol kentlerdeki Alevi kitlesince paylaşılmasından ürküyor...

Kemalizm ve yeni sürümleri ile Türk-İslam sentezinin kurtçuklarını anlıyorum da, iki kumanın üvey evlatlığına razı olanların telaşı nedir? Mehmet Metiner, neo Kemalistlerin kapısında ne iş görüyorsa, Kamer Genç de Kemalistlerin kapısında aynı işi görüyor...

Başta Kürt Aleviler olmak üzere bütün Alevilerin, Van ve Siirt'teki adaylarından tereddüt etmeyecek bir toplumsal dönüşüm ve gelişimi sağlayan Kürt iradesinin, Üçüncü Blok ile birlikte yeni Anayasa için teminat olma gayretini anlamaları elzemdir...

Kemalizmden uzaklaştıkça kendimize, insani, milli, felsefi ve dini varlığımıza yakınlaşacağımız; efendilerin tasallutundan kurtularak, özgürleşeceğimiz açıktır...

MHP meselesi

BDP'nin destekleyeceği aday veto edildikten sonra BDP, Elazığ'da boykot kararı alıyor ve açıklamaya hazırlanıyor. Bunu duyan eski il başkanı, Siirt'te olan Gültan Kışanak'ı arıyor ve buna itiraz ediyor. Boykotun etkili olamayacağını; CHP'ye, gerekirse MHP'ye bile oy yönlendirmesi yapılmasını istiyor... Gültan Kışanak da dinliyor ve il başkanını geçiştirmeye çalışıyor. Zaten ertesi gün il başkanının tepkisi yerine boykot kararı Genel Merkez tarafından açıklanıyor... Sonuç: İl Başkanı, öfkesinin aklını uçurduğu bir mertebede. BDP, boykot kararı vererek doğru olanı yapıyor... Türk Başbakan işte bu diyalogu büyük bir skandal olarak duyuruyor, talimatıyla da yayınlanıyor ama boşuna...

Cizre ve Başkale'de MHP'de olan Kürtlerin bundan vazgeçmesi üzerine üretilen teorilerin de anlaşılması lazım. Kürdistan'da iki çeşit MHP'lilik var. Birincisi; 60'lardan sonra Komünizm ve Aleviliğe karşı doktrine edilen Sünni Kürt öğrenciler. Bu öğrencilerin gayretleri. Buna paralel olarak yine benzer saiklerle ama içinde bariz Kürt düşmanlığını da taşıyan devşirmeler ve diğerleri. İkincisi; aile ve aşiretlerin yerel güç konumlanmalarından dolayı herhangi bir Türk yapısına monte olması... Şimdi bu iki koldan bir bölümü, Türk milliyetçiliği tarafını bir kenara bırakıp ama eski reflekslerini koruyarak muhafazakar partilere geçti... Bir bölümü özellikle Kürt olmayanlar ile birlikte ya JİTEM elemanı oldu ya da paramiliter çetelerin mimarlarıyla hareket etti... Aile ve aşiret çıkarları ve yerel güç dengesinden dolayı sığınanların bir bölümü ise şimdi bundan vazgeçiyor. Korucuların da vazgeçtiği gibi... DTK iki yıldır uğraşıyor. Katı bir ideolojik parti olmayan BDP hepsine kapılarını açmak zorunda. Gelenler de apolet almıyor, normalleşiyor...

Kürtlerin MHP'den varlık gerekçesinin hilafına beklentisi yok. MHP'nin de artık Kürtlerden taban devşirme derdi kalmadı, olanla yetiniyor...

Elbette engin bir ufuğa, derin bir belleğe, yüce bir idrak gücüne ve sınırsız bir kapasiteye sahip olduğunu sanarak, devletin her yalan ve taktik hamlesine atlamaya teşne olanları bir kez daha düşünmeye davet edeceğiz. Sosyolojik tanıma kapasitelerini bloke edip kimliğine yabancılaşanların, etik ve ilkenin paha biçilmez düsturlar olduğunu bir kez daha hatırlamalarını bekleyeceğiz...

Türk devletinin yapay kategorileştirmelerine değil, doğal alanlarımızı sahiplenerek, haklarımızdan feragat etmeden bir araya gelmek zorundayız... Bunu bize sağlayacak olan da Kemalizmin balkon üstü, balkon altı; merdiven üstü, merdiven altı versiyonlarının arasına tünemek değil, diz çökmemeyi düstur edinen Üçüncü Blok'un eşit bir paydaşı olma dürüstlüğüdür...

http://tuncelfikret.blogspot.com/

Siber Gerillalar TİB'e Saldıracak


Daha önce interneti filtreleyen Avustralya’yı hedef alan “siber gerillalar” Anonymous grubu, Türkiye’ye 22 Ağustos uyarısı yaptı. Sony ve Amazon gibi kuruluş ile birçok devletin internet sitelerini çökertmeyi başaran dünyanın en etkili ‘hacker’ grubu, ilk başta 22 Ağustos’tan itibaren internette filtreleme uygulamasını hayata geçirecek olan TİB’in sitesine saldırmayı hedefliyor.

Ancak grubun e-postalara saldırarak şifreleri ele geçirmesi halinde ise sanal bir felaket yaşanacağına dikkat çekiliyor. Bazı uzmanlara göre ise 100 bin kişiyle yapılan Anonymous gönüllüleri saldırısını durdurmak imkansız. Özellikle de “turkiye.gov.tr” adresine de büyük bir saldırısı olması halinde ise e-devlet hizmetleri aksayabilir.
Yüzlerini ve kimliklerini saklıyorlar, V for Vendetta çizgi romanından etkilenerek maskeyi takıyorlar. Daha sonra beyaz perdeye de aktarılan V karakteri gibi demokrasi ve düşünce özgürlüğünü hedef alanlara savaş açıyorlar. Birçok ülkeden hackerların bir araya geldiği bir grup olan Anonymous üyeleri, dün özel bir chat odasında bir araya gelerek 22 Ağustos’tan itibaren yeni internet yasasını hayata geçirecek Türkiye’ye yapılacak saldırıyı tartıştı.

İlk olarak internete filtrelemeyi uygulayacak Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) sitesini çökertmeyi hedefleyen grup, Türk hükümetinin internet sansürünü artırdığına dikkat çekti. Şimdi de internet kullanıcılarının tüm aktivitelerinin kayıt altına alınmasını mümkün hale getirecek yeni bir filtreleme sistemini uygulamaya geçeceğini belirten grup yayınladığı İngilizce ve Türkçe bildiride şu uyarı yaptı:

“Böylesi bir sistemin ne zaman ve nasıl uygulamaya konulacağı hala muğlak olsa da kesin olan şey hükümetin internet sansürünü bir üst seviyeye çıkardığıdır. Bu sansür uygulamaları mazur görülemez. Serbest bilgi akışına erişim ve katılım temel bir insan hakkıdır. Türkiye hükümeti bu temel hakkı ihlal ederken, Anonymous eylemsiz kalmayacaktır. Sansürü engellemek için desteğimizi verecek, sansür uygulayan kurumlara karşı harekete geçeceğiz.”

‘ŞİFRELERİ ELE GEÇİREBİLİRLER'

Kimi uzmanların grubun saldırısını Tunus ve Libya’daki gibi etkili olamayacağını savunurken, saldırılar yüzünden “e-devlet” adı altında yapılan işlemlerin aksayabileceği uyarısı yapıldı. Fakat e-postalara saldırarak şifreleri ele geçirilmesi halinde ise sanal bir felaketin yaşanacağı belirtildi. Bazı uzmanlara göre ise 100 bin kişiyle yapılacak Anonymous saldırısını durdurmak çok zor gibi.

Telekomünikasyon şirketleri, bankaların altyapılarına saldırı beklenirken, “turkiye.gov.tr” adresine de büyük bir saldırı yapılabileceği belirtiliyor. Böyle bir durumda ise e-devlet hizmetlerinin aksayabilir.

DAHA ÖNCEKİ HEDEFLERİ AVUSTURALYA’YDI

Birçok ülkeden katılan bilgisayar tutkunları tarafından 2003 yılında kurulan, kimlikleri ve sayıları bilinmeyen Anonymous, daha önce de internete filtre uygulamak isteyen Avustralya’ya savaş açmıştı. Avustralya’ya ait internet sitelerini çöktüren grup, hükümet binasında bulunan telefon, faks ve e-posta adreslerini kilitlemişti.

Anonymous ise daha önce başta ABD, İtalya ve İran’a ait devleti siteleri olmak üzere birçok ülkenin sitelerini çökermeyi başarmıştı. Ayrıca müzik alanında telif ödemelerini tahsil eden BMI, Amazon ve Scientology tarikatı gibi değişik siteleri de hedef aldılar.

Özellikle düşünce özgürlüğüne karşı gelen kişi ve kuruluşlara saldıran Anonymous, en son PS3’ün kodlarını ele geçirdiği George Hotz adlı hackera şikayet eden Sony’ye saldırı yapmıştı. Hatta Wikileaks’in para kaynaklarını engellemeye çalışan Mastercard, Visa ve Paypal’a da saldıran Anonymous bu siteleri saatlerce kullanım dışı bırakmıştı.

Türkiye’de ise gözler 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek ‘İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar’ hükümlerinde. Buna göre kullanıcılar BTK’nın belirlediği “aile, çocuk, yurt içi ve standart” profilden birini seçmek zorunda kalacak. Standart hariç seçilecek her profilde erişimi engellenen bir çok siteye girilemeyecek. Ancak “standart” profilinin de devlet tarafından izleneceği belirtiliyor.

Şerafettin Elçi'yle Röportaj

Şerafettin Elçi'ye göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seçim gecesi yapacağı balkon konuşmasında üç konuda bir umut ışığı yakarsa çözümün önünü açacak...


Şerafettin Elçi... Kendi anlatımıyla ilklerin adamı. Cizre Ortaokulu'nun da, Mardin Lisesi'nin de ilk mezunu. Üniversitede öğrenciyken Kürtçülük Davası olarak bilinen 49'lar davasının sanığı oldu. Cumhuriyet dönemi sonrası ilk Kürt bakandı. İçinde Kürdistan geçen ilk siyasi partinin başkanı da oldu, Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı'nı kurarak bir kuruma ilk kez "Kürt" adıyla resmiyet de kazandırdı. Federatif sistemi legal anlamda savunan ilk kişi de o.

Elçi 50 yıllık siyasi hayatında yine bir ilke imza attı ve hep eleştirdiği, karşısında durduğu yapının içine girdi. O şimdi BDP'nin desteklediği bağımsız adaylardan biri.

"PKK ve onun yörüngesinde bulunan BDP'de sivil dönüşümün damarını gördüğü için" bu sürece destek vermek amacıyla aday olduğunu anlatan Elçi'ye göre, bugün çözüm her zamankinden daha yakın.

Elçi'nin çizdiği tablo umut verici. MHP eski MHP değil, toplum daha olgun, asker eski gücüne sahip değil, basın çözümü destekler tavırda. Batıyı da eğer olumlu tavır takınırsa, "Eski partim" dediği CHP ikna edecek...

Bütün bunları sayarak Başbakan Erdoğan'ın önemli bir fırsat yakaladığını düşünen Elçi, 12 Haziran akşamı kimliksiz Anayasa, anadil eğitimi ve ademi merkeziyetçi bir sistemin önü açılacağı konularında bir balkon konuşması ile umut ışığı yakılırsa çözüm için önemli bir adım atılacağını düşünüyor.

Sık sık "Öcalan aramızda olacak?" açıklamaları yapan Elçi, toplumda infial yaratan bu sözlerini de "Çözüm iradesi konulursa genel af kaçınılmaz olur ve af Öcalan'ı da kapsar. Ya bu sorun çözülmeyecek kan gövdeyi götürecek ya da çözülecek Öcalan da halkın arasına dönecek" diyerek savundu.

Elçi'nin internethaber'in sorularına yanıtları şöyle oldu:

ÖCALAN DA SİVİL SİYASET İSTİYOR

- Şiddetle aranıza hep mesafe koyan, BDP-PKK'yı eleştiren bir isim oldunuz. Şimdi neden buradasınız?

 
Şiddete şimdi de mesafe koyuyorum. Sadece ben değil şu an silahlı mücadeleyi veren kesim de şiddetten uzaklaşıp sivil alana dönmek istiyor.

-Burada nasıl bir rol oynayacaksınız?

 
PKK lideri Öcalan başta olmak üzere bütün güçler silahlı mücadeleden demokratik siyasi bir alanına dönmek istediklerini açık ve net olarak söylüyor. Biz diyoruz ki devlet silahlı mücadeleden rahatsızsa, demokratik hak arayışının önünü açmalı. O zaman silahlı mücadeleye de gerek kalmaz. Herkes gelir sivil alanda demokratik yöntemlerle sorunun çözümü için uğraşır. Ben de gerek PKK gerek onun yörüngesinde bulunan BDP'de bu umut ışığını, sivil dönüşümün damarını gördüğüm için bu ittifakı yapmakta yarar gördüm.

- Siz umutlu görünüyorsunuz ama 15 Haziran'la birlikte yeni bir şiddet dalgasının gelmesinden endişe ediliyor?

 
Sayın Öcalan avukatlarla yaptığı son görüşmede "Başbakan umut ışığı yaksın" diyor. Sorunun çözülmesini hemen beklemiyor, ama güçlü bir umut ışığı istiyor. Bu Öcalan'ın elini güçlendirir, örgüt üzerinde çatışmasız ortamın devamı noktasında etkisini arttırır.

Başbakan'DAN ÜÇ ANA BEKLENTİ

-O umut ışığı nedir?

 
Başbakan 2005'te Diyarbakır'da "Kürt sorunu vardır ben bunu çözeceğim" dedi. Somut çözüm önerileri koymalı. Yeni Anayasanın kimliksiz olacağı, kimlik olursa da Kürtlerle Türkleri eşit düzeyde kabul eden bir anlayış içinde yazılacağı deklare edilmeli. Anadille ilgili her türlü engelin kaldırılacağı ifade edilmeli. İşlemez duruma gelen merkezi sistem yerine ademi merkeziyetçi bir yol açılacağı söylenirse bu onun elini güçlendirir. Başbakan'ın bu konularda yapacağı açık net ve güçlü bir vurgu bir umut ışığıdır.

Kürtler bu sorunun demokratik sivil bir yöntemle çözümünden yana, ama bunun için de onurlu bir barışın sağlanması lazım. Dağdaki insanları "Gelin devlete teslim olun, Türk adaletine sığının" gibi bir söylem indirmez. Yol belli. Belli bir dava için dağa çıkmışlar. Uğrunda dağa çıktıkları taleplerin yerine getirildiğini görürlerse onlar da seve seve dağdan inerler.

BUGÜN ÇÖZÜME DAHA YAKINIZ

- Başbakan'ın sertleşen sözleri havanın tersine döndüğüne işaret değil mi?

 
Hayır, bugün çözüm için daha uygun bir dönem. Başbakan üstlendiği veya üstlenmiş gibi göründüğü değişimci, yenilikçi, demokrasi temsilciliği rolünü sürdürürse, CHP de bu konuda yeşil ışık yakıyor. Baykal yönetimindeki CHP çözümle ilgili her formüle kapalıydı. Bugün Kılıçdaroğlu Hakkari'de yaptığı özerklik şartını kabul edeceğiz diyerek Başbakanın da ötesine geçti. Başbakan bu sorunu çözmek için önemli bir fırsat yaşıyor.

MHP DÜNKÜ MHP DEĞİL

- MHP faktörü var...

 
MHP de dünkü MHP değil. O da bir değişiklik istiyor. Tabanının da sertlik, aşırı milliyetçilikten hoşlanmadığını görüyor. Seçim meydanlarında Öcalan'ı asalım, ip atma, İmralı canisi gibi laflar artık prim yapmıyor. Seçimden sonra MHP de daha anlayışlı davranmak zorunda kalır. Yoksa bugünkü söylemiyle tamamen çağdışı kalır ve yok olur. Milliyetçi olmak başkalarına düşman olmak, farklı unsurların haklarını görmemek, gasp etmek değildir. Milliyetçilik mensup olduğu milletin yararına çalışmaktır.

ÇEŞİTLİLİKTE BİRLİK DÖNEMİ


Bunun milliyetçilikle ilgisi yok, faşizan bir anlayıştır. Hitler, Mussoloni'nin dünyası geride kaldı. Çağımız çeşitliliğe saygı duyan birliği çeşitlilikte arayan bir anlayışın çağıdır. Eskiden tek ırk, kültür veya din denilerek teklikte birlik aranıyordu ama bu bitti. Çeşitlilikte birlik var artık. Her farklı olanın varlığına saygı duyup kabul edecek ve farklı olanla nasıl birlikte ortak çıkarlar etrafında yaşarımı kurgulayacak.

ASKER DÜNE GÖRE DAHA ZAYIF

- O zaman sorun Başbakan'da düğümleniyor.

 
Evet. Net söylüyorum, Başbakan siyasi irade ortaya koyarsa bugün çözüm 2005'e göre çok daha kolaydır. Toplum daha olgun seviyeye gelmiştir. Basında önemli bir kesim sorunun çözümünü destekler bir tavır takınıyor. En büyük engel olan askeriye düne göre daha zayıftır. Artık bu konunun önünde engel olma şansını kaybetmiştir. Bırak bu sorunu ben askeri yöntemle çözeceğim demenin yetmediği açıkça ortaya çıktı. Askerin de artık direnme şansı yok. Çözmek istenirse bugün çözüm için uygun bir atmosfer var. Seçim öncesi gerginliği çok önemsememek gerek. Siyaset yapılıyor.

- Kılıçdaroğlu'nun değişimi önemli dediniz. Ne bekliyorsunuz?
Karşı çıkacağım diye iyiye de köstek olacağım diye muhalefet yapılmaz. Muhalefet daha iyisini yapmak veya iktidarın hatalarını yüzüne tutan bir ayna işlevi görmektir. Kılıçdaroğlu olumlu bir rol oynayabilir. Ben umutsuz değilim. Bazı eksiklikleri var. Tutarlılıkta tam güven verici halde değil. Ama daha iyi niyetli olduğunu düşünüyorum.

GÖZLER BALKON KONUŞMASINDA

- 12 Haziran akşamı ne olacak, ne bekliyorsunuz?

 
Benim tahminim de kamuoyu araşıtrmaları da AKP'nin 1. parti olacağını söylüyor. Doğal olarak daha önceki seçimlerde olduğu gibi Başbakan seçim gecesi lider sıfatıyla bir teşekkür konuşması, bir balkon konuşması yapacak. Balkon konuşmasında yapıcı bir dil kullanır Kürt sorunun çözümüne dair bir umut ışığı yakarsa 15 Haziran o zaman bir anlam taşır.

- 15 Haziran'daki kararı o balkon konuşması mı belirleyecek?
Ben ona çok önem affediyorum, ama anlık bir konuşma olmamalı. Daha önce de olmadı. Bu sefer yapılacak olan da geleceğe ışık tutacak geleceğin yol haritası olacak bir konuşma olmalı.

BATIYI AKP DEĞİL CHP İKNA EDECEK

- Batı isteklerinize sıcak bakmıyor ama. Onlar nasıl ikna edilecek?

 
Orayı eğer olumlu tavır tanırısa CHP ikna eder. Batının aşırı ulusalcı olması biraz da AKP'nin kendi yaşam düzenlerini değiştirip İran düzenini getireceği algısından kaynaklanıyor. Ama CHP'nin söylemi onlarda ürkütücülük yaratmaz. Eğer CHP bu konuda ciddi rol oynarsa aşırı ulusalcı kesimi yatıştırabilir. Bu anlamda CHP'ye önemli rol düşüyor. AKP o kitleyi ikna edemez. CHP Kürt sorunun çözümünde AB normlarına uygun bir demokratik açılım yaparsa toplum bunu daha rahat benimser. CHP benim eski partim, tabanını bilirim. Demokrasiye açık bir tabandır.

DEVLET ELİNİ ÇABUK TUTMALI, FIRTINA ÇOCUKLARI GELİYOR

- Sorun çözülmezse yaşanabileceklerle ilgili çok kötü tablo çiziliyor. Siz "Fırtına çocukları geliyor", Ahmet Türk, "Duygusal kopuş başladı" dedi. Nedir bunların anlamı?

 
Bizim kuşak ve sonrası devlet düzenine karşı olmasına rağmen Türklerle içiçe bir sürü iyi ilişkiler yaşadı, Türklerle problemi olmadı. Fırtına çocukları dediğim kesim ise savaş ortamında doğmuş o ortamda büyümüş ve Türk onun için kendisine zulmeden, baskı kuran, zehirli gaz atan, coplayıp gözaltına alan imajına sahip. Biz Türk toplumunu devletin resmi ideolojisinden ayrı tuttuk. Ama o kesimin içinde korkunç bir nefret, öfke var. Bir polisi, jandarmayı bile görmeye tahammül edemeyen bir nesil yetişiyior. Şimdi devlet bizimle bu sorunu çözmezse 10 sene sonra topluma egemen olacak o gençlerle çözüm imkanını bulamaz.Biz elimizi uzatıyoruz devlet barış elini tutmakta tereddüt ediyor. Yarın devlet barış elini uzatsa da belki o devletin barış elini tutmaz. Ben buna dikkat çekmek istiyorum. Devlet elini çabuk tutmalı.

SEÇİM SONRASI AYRILACAK MISINIZ?

- Bir rol oynamak istiyorum dediniz ama rolü oynayamazsanız ne olacak?

 
Bugünden varsayımlarla peşinen karar vermek siyaseten doğru değil. Ben sabırlı bir insanım. Olabildiğince doğruluğuna inandığım görüşlerin arkasında durur savunuculuğunu yaparım. Duygusal davramam, bir şey arzuma göre olmadı diye alanı terk etmem. Ama ben başarılı olacağıma ihtimal veriyorum. Yeterki hem devlet hem de medya barışı sağlama noktasında gösterdiğimiz iradeye yardımcı olsunlar.

ÖCALAN ARAMIZDA OLACAK!

- Sık sık "Öcalan aramızda olacak?" diyorsunuz. Bu nasıl olacak?

 
Başka çaresi yok. Çözüm olursa Öcalan'sız olmaz. Çözüm iradesi konulursa bir genel af kaçınılmaz olur. Af herkesi kapsayacağı için içinde Öcalan da olur. Bu hem çözümün gereklerine hem de hukuka uygun olandır. Eğer bu sorun çözülecekse Öcalan mutlaka halkın arasına katılacak ve normal olarak siyasi hayatın içinde yerini alacaktır. Kaçınılmazdır. Ya bu sorun çözülmeyecek kan gövdeyi götürecek ya da çözülecek Öcalan da halkın arasına dönecek. Dağda savaşanlar da halkın arasına döner bu gerekli ve mutlaka böyle bir şey de olur.


Nergis DEMİRKAYA
İNTERNETHABER
DİYARBAKIR

Alçaklığın Kurumlaşması


Hayatını korku üzerine kurmuş Pontus Kralı Mithra,zehirlenerek öldürülmekten korktuğu için her akşam yemeğine bir kaşık zehir katarak yermiş.

Bir gün,krallığını saran düşmanları, teslim olmasını istemişler Mithra dan.Teslim olmayı onuruna yediremeyen Kral, intihar etmeye karar vermiş. Koca bir tas baldıran zehirini kafasına dikip uzanmış yatağına...Ama heyhat , ölmek bir yana , daha bir canlanmış, kendine gelmiş...
Kralının şaşkınlığını gören yardımcısı uyarmış;
´´Bağışıklısınız Efendim´´

Yaklaşık yüzyıldır, Kürdistan'ın kuzeyini harabeye çeviren, İttahatçı haydut saltanatı, öylesine katı ve sistematik bir inkar ve imha geleneği oluşturduki , bilinç düzeyinde , yanlızca Türkiye halklarını değil , Kürt halkını da zehirledi. Ürettiği resmi yalanları, Mithra'nın zehiri gibi´´Bilimsel Gerçekler´´ olarak memleketin bilinçaltına işleye işleye kurumlaştırdı. Bu öylesine bir kurumlaşma ki gerçekle göz göze geldiğinde,doğal bir inkar salgılayan,bununla yetinmeyip , salgıladığı bu inkar üzerinden aklın, bilimin ırzına geçip tarih ve toplum tezleri geliştiren ve bu tezlerle,olmayan Kürdün olmayan sorununu tarif eden,tartışan,çözen bir akıl ve vicdan tutulması...Üretilmiş alçaklık yani...

Halklarımızın kardeşliği adına istisna şahsiyetler, kesimler elbette saygındır ama bir toplum düşünün ki generalinden bilim adamına, siyasetçisinden simitçisine, solcusundan dindarına kadar, örneğin sizin toplu mezarlarınıza bakıp aynı şeyleri düşünüyorlarsa o toplumda kurumlaşan ırkçı nefret, bilgiyi aşıp ulusal bir inanca dönüşmüş demektir. Sizin o toplumu iknaya çalışmanız, karıncanın sırtına binip hacca gitmeye çalışmanızdır ki sadece acılarınızı uzatır.
Unutmamak gerekir ki , Kemalizm bir devşirme rejimidir.

  Meşruiyeti zorbalığında gizli bir gecekondu devletidir. Devşirme ruhu, doğası gereği,gemileri yaktığı icin gücünü ve yeteneğini soysuzluğundan alır. İlkesiz ve omurgasızdır,güce tapar. Örneğin başına çuval geçirildiğinde, efendisinin postalına dolanan zavallı bir kediye dönüşürken aynı kedi mesela kendi dilinde türkü söyleyen savunmasız bir Kürt gördüğünde zaptedilmez bir aslan parçasına dönüşür,çünkü ahlaksızdır.

Halk ve hareket olarak böyle bir gücün ´´Düşmanı´´olma talihsizliği bir yana, bu gücün savaşı da barışı da kirli ve tehlikelidir. Siz Hantepe'yi yerle bir ettiğinizde´´ dialog´´diye İmralı ya koşarken, ateşi kestiğinizde İrşad tugayları ve paralı ordular gönderir.
Kırk yıldır bu rejimle kavga eden Kürt Halk Önderi, bir yandan bizzat görüşmeleri yürütürken öte yandan´´Kürdistan Mısır olmadan çözüm olmaz´´ diyorsa bir anlamı olmalı..
Anlamı şu..

Ankara bu toprakların pandora kutusudur.Halkların kırımı üzerine inşaa edildiği için korkuya dayanan ırkçı kuruluş ilkeleri değişmeden bir umut bekleyenler daha çok beklerler. Sorun Kürt sorunu değil, Kürdistan sorunudur. Acılarınızın, özlemlerinizin Başkentine dönün yüzünüzü. Amed Kürdistanın bilinçaltıdır, yanıltmaz sizi...

İkiyüzyıllık ulusal özlemleri kursağında kalmış bu halk,sadece son otuz yılda herbiri cihan parçası on binlerce çocuğunu dağlara gömdü. Üstelik bu dağlara başı dik, utanmadan bakabilmek adına, yaşadığı şehirleri teslim alabilecek kadar öfkeli ve politik bir kuşak yetişti. Bedelini ödediğiniz kavganın dili şikayet ve rica değildir,halkınızı dinleyin... Elbette halkların kardeşliği kutsaldır , sevmeyen ölsün halkları ama gerçekler inatçı şeylerdir... Hayat niyetlerinizden daha ağırdır , halkınızı dinleyin....

Medeni Ak

İsrailleşen AKP’nin PKK’siz Çözüm(süzlüğ)ü

 
Filistin-İsrail çatışmasını yakından izleyen herkesin üzerinde anlaştığı tek şey; bu çatışmanın sürmesinin ve gelecekte de sürme sebebinin, söylendiği gibi 1967 sınırları, 2 milyona varan Filistinli göçmenin konumu ve de bir mantar gibi yayılan Yahudi yerleşimcilerin durumu olmadığıdır.

Filistin ve İsrail bağlamında sorunu çözümsüz kılan şey; her iki tarafın da varoluşlarını dayandırdıkları pre-modern irrasyonal talepler ve referanslardır. Gerek Yahudilerin Tanrı-kavim temelli düşünce dünyası ve gerekse ‘vaad edilen topraklar’ referanslı tarih algılayışları bu irrasyonal zeminin oluşmasında başat rol oynarken, Filistin’lilerinde ‘mutlak Yahudi karşıtlığı üzerine’ kurdukları ulusal kimlik tanımı bu zeminin daha da karmaşık bir hal almasını sağlıyor.

Modern dünyada sosyal ve politik sorunların çözümünde eğer bütün yollar tükenmişse son olarak taraflar arasında kabul edilebilir, rasyonal bir alanda konsensüs sağlanmaya çalışılır. Bu rasyonal zemini kaybeden bütün sosyal çatışmaları bekleyen sonuç uzun yıllara yayılan çatışmalardır. Kürt sorunun ise Türkiye Başbakan’ın Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerden önce başlattığı ve Diyarbakır konuşmasıyla gerçek niyete dönüşen bakış açısı ile bir İsrail-Filistin denklemsizliğine sürüklendiğinin işaretlerini içeriyor.

AKP’nin temsil ettiği politik ve tarihsel algılayış bana fazlasıyla İsrail devletini hatırlatıyor. AKP’nin muhafazakar-demokrat, ve en önemlisi de Türk-İslam sentezli ideolojik-politik yaklaşımıyla İsrail devletinin yine muhafazakar, ‘demokratik’ (Benjamin Netenyahu ABD Kongresinde geçen hafta yaptığı konuşmada kendilerini Ortadoğu’nun tek demokratik ülkesi olarak tanımlıyordu) ve ulusal kimliğin Yahudilik adı altında dinle birleştiği ideolojik yapısı arasında bir paralellik olduğunu söylemek çokta zor değil.
Bugüne kadar daha çok muhafazakar-demokratik bir çizgide yol alan AKP, çoktan beri ihmal ettiği ya da taktiksel olarak ön plana çıkarmadığı diğer ideolojik ayağı olan Türk-İslam sentezine daha çok vurgu yapıyor olması ne tesadüf ne de seçimlerle sınırlı bir gelişme. Aslında AKP’nin ve Gülen Cemaati çizgisinin tam da dayandıkları ideolojik ve politik duruş Türk-İslam sentezinde kristalize oluyor.

Bu sistemin tarihsel ayağını katı bir Osmancılık üzerinden şekillenen ‘vaad edilen topraklar’ ya da Türk’ün ‘asri saadeti’ diye tanımlanan zamanlara geri dönüş oluşturuyor. Zaten Türkiye Dişişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Arap ülkeleri ve komşularla ‘sıfır problem’ politikasını ‘Büyük Osmanlı’ya dönüş olarak nitelendirmesi’ ve Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ adlı çalışmasında işaret ettiği hegemonya oluşturma sevdası bu hükümetin politik duruşunu temsil ediyor. Nereden bakılırsa bakılsın Osmanlı topraklarına AKP ve cemaatin yüklediği anlam ile Yahudilerin ‘vaad edilen topraklar’ ülküsü arasında yapısal çok fazla fark yok.

Türk-İslam sentezi etrafında oluşturulan ulus tasarımının Yahudilerin ulus-din tanımlamasıyla yapısal benzerlikler taşıdığını vurgulamak gerekiyor. Her ikisinde de din üzerinden oluşturulan bir ulusal kimlik var. Halbuki modern milliyetçilik fazlasıyla seküler bir alanda cereyan etmiş, dinin ise zamanla bu alanın dışına itilmiştir.

Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasındaki Zerdüştlük vurgusu ve Selahattin Eyyübi üzerinden oluşturduğu dinsel referanslarla ‘müslüman Kürtlere’ yönelik mesajları, Türk-İslam sentezi üzerinden şekillenen ‘ümmet’ kavramından bağımsız değil. Bunun yanında farklı imamlar arkasında kılınan Cuma namazları ile ‘PKK’nin cemaatin imamları arkasında namaz kılınmaması çağrıları aslında dinsel bir ayrışmaya doğru gidildiğinin emarelerini içeriyor. Dolaysıyla Kürt ulusal mücadelesi gerek cemaat, gerek AKP ve gerekse Hizbullah üzerinden dinsel referanslı bir zemine doğru kaydıkça, kimi İslamcıların inandığı gibi ‘din ortak paydası’ üzerinden Kürt-Türk ilişkilerinin şekillenmesi sevdasının ne kadar gerçekdışı olmaya başladığını görüyoruz. Aksine din, modern seküler Kürt uluslaşması ile Türk-İslam sentezli hakim ulus milliyetçiliği arasında uzlaşmaz bir politik alan oluşturuyor.
BDP’yi ‘terör örgütü, din ve Türk düşmanı’ ilan eden Erdoğan, aslında bir çözüm için gereken bütün rasyonal alanları da tıkamış olduğunun farkında mı?

Böyle bir tabloda PKK ile AKP arasında hiç bir zaman kaybolmayan uçurumun ve bir türlü barışmayan yıldızlarının sebebi, AKP’nin oluşturduğu bu ‘irrasyonal redlere’ dayandığını söyleyebiliriz. Dolaysıyla AKP’nin ideolojik ve politik bakışı ile PKK arasındaki uçurum arttıkça çözüm için gerekli olan ortak alanlarda daralıyor.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın da zaman zaman belirttiği gibi PKK’nin devletin kurucu partisi CHP’yi bile kabuledilir bulmasının sebebi, devletin bütün inkar ve imhasının arkasındaki kabul edilmez ama rasyonal bir gerçekliğin yatmış olmasıdır. Bu kaba rasyonalizmin sebebi Kemalist ulus- devlet kurma ve devam ettirme çabasıydı. Dolaysıyla PKK eksenli bir Kürt Siyasal hareketinin, totalcı, soyut ve tanrısal refranslarla bir sistem tanımlamasına doğru giden AKP ile ortak zemin yakalama çabası artık çokta gerçekçi değil. Bu sadece PKK’nin sosyalist ve seküler yapısının yanında, hala inançlı olmasına rağmen politik kavrayışta tamamıyla seküler olan PKK’ye bağlı Kürt kitlesininde AKP ile derin bir ayrışma yaşadığını ve ‘AKP’nin İslamı’na karşı bir tavır takındığını önümüzdeki dönemde daha çok göreceğiz.

Dolaysıyla Kürt siyasal hareketinin önümüzdeki dönem bütün politikalarını, bu gerçeğin ışığında yürüteceğini ve bütün enerjisini AKP iktidarının sonlandırılması üzerine oturtacağını beklemek bugünden bakıldığında çokta uzak görülmüyor. Böyle bir tabloda PKK ve onun siyasal temsilcileri olan BDP ve yeni dönem ortaya çıkacak Türk sol muhalefeti ve hatta CHP’ninde içinde olduğu ortak blok ile AKP arasında bir iktidar mücadelesine gidileceğini söyleyebiliriz.

Öyle görülüyor ki, PKK ‘devletle’ bir çözüm ihtimaline ne kadar yakınsa, AKP ile o kadar uzak bir noktada olduğu bir dönemde beklenmesi gereken en son şey demokratik anayasadır. Önümüzdeki dönemde Kürt siyasal mücadelesi sağlam bir zemin üzerinden ‘Türkiyeleşerek’, ciddi ittifaklar oluştururken AKP’nin daha saldırganlaşacağı ve daha da ‘İsrailleşeceğini’ beklemeliyiz.

Selah Kemaloğlu
skemaloglu@yahoo.com