Handan Çağlayan ile Söyleşi
Delal Aydın: Bize
biraz hayat hikâyenizi anlatabilir misiniz, nerede, nasıl bir ailenin
içinde doğdunuz, nasıl bir öğrenim hayatı geçirdiniz, hangi işlerde
çalıştınız?
Handan Çağlayan: Öncelikle
Toplum ve Kuram dergisinin ortaya çıkmasında emeği geçen herkesi
yürekten kutlamak istiyorum. Birçok açıdan sarsıcı, çok anlamlı ve
heyecan verici bir çalışma. Sorunuza gelince, doğrusu öyle anlatacak çok
şey yok. Belki tanıdığım ve güç aldığım kadınlardan söz etmek gerekir,
biraz da Siverek’ten. Her kes için dünyaya geldiği yer özeldir ama
Siverek’i özel kılan başka nedenler de var. Çok zengin bir kültürel
yapıya ve köklü bir tarihe sahip bir yerden söz ediyorum. Bizim
zamanımızda artık o özelliğini büyük ölçüde yitirmişti ama daha bizden
bir kuşak öncesine kadar bir mahallede üç dört dil konuşuluyormuş.
Çocukluğum 12 Eylül öncesi Siverek’te geçti. Oldukça canlı bir politik
ortam vardı. Dernekler, konserler, gösteriler, kitaplar. Gençlerle
sınırlı değildi politik hareketlilik. Siverek’e özgü lacivert
çarşaflarının içinde, beyaz tülbentli kadınlar da katılırdı gösterilere.
Aslında çarşıda pazarda çok görünmezlerdi ama mahallelerde akıp giden
hayat içinde son derece etkiliydi kadınlar. Şimdi düşündüğümde, sırf
bizim eski mahallede bile hikayesi anlatılması gereken o kadar çok kadın
vardı ki. Liseli gençler de çok hareketliydi. Sadece politik açıdan
değil. Kültürel açıdan da. Örneğin sosyal temaların işlendiği tiyatro
oyunları sergilerlerdi. Benim lise yıllarım ne yazık ki 12 Eylül
sonrasına denk geldi. Her şey değişmişti. Parasız yatılı bir kız
okulunda okudum. Hemşire okuluydu. Yeri bu söyleşi değil ama parasız
yatılı kız okullarının, hele de hemşirelik eğitimi verilenlerin,
sınıfsal hiyerarşilerin ve geleneksel cinsiyet rollerinin inşa
edilmesinde ve benimsetilmesinde başlı başına üzerinde durmaya değer son
derece çarpıcı bir yeri var. Çoğu başka türlü okuma şansı olmayan
öğrencilerin toplandığı bu okullarda, küçük kız çocuklarına aile içinde,
meslek hayatında ve toplumsal yaşamdaki yerleri (ki tümü de eşitsiz,
itaate ve tabi olmaya dayalı yerlerdir) belletilir, buna uygun davranmak
üzere disipline edilirler. Bizde, bu genel özelliklere bir de 12 Eylül
ruhu eklenmişti. Deftere tükenmez kalemle yıldız çizmek (kızıl yıldızı
çağrıştırdığı gerekçesiyle!) ya da Erol Toy’un bir kitabını
okumak, disiplinlik bir suç olarak değerlendiriliyordu örneğin. Bu
tedrisatın ardından bir yıl kadar Diyarbakır’ın Elazığ’a yakın bir
ilçesinde hemşirelik yaptım.
DA: Sonra?
HÇ: Sonra
sosyal politika okumak üzere Ankara’ya geldim. Öğrencilik hayatım
boyunca hemşire olarak çalışmaya devam ettim. O dönem hastanelerde gece
çalışanların neredeyse tamamına yakını bu şekilde gündüz üniversiteye
gidip gece çalışanlardan oluşuyordu. Gece nöbetlerinde, sağlık işkolunda
sınıfa ve cinsiyete dayalı falan sorgulanıyor, tartışılıyordu.
Tartışılan başka şeyler de vardı. Özallı yıllardaydık ve sağlığın
ticarileştirilmesine yönelik ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. Birkaç
yıl sonra, 90 başlarında kamu emekçileri sendikaları kurulmaya başladı.
Sağlık emekçileri sendikası Tüm Sağlık Sen’in kuruluşunda yer aldım.
Fakülteden mezun olunca, mezun olduğum bölümde araştırma görevlisi
olarak çalışmaya başladım ama uzun sürmedi. Bölgeyi kasıp kavuran ortam,
ülkenin her yanını etkilemeye başlamıştı. Faili meçhul cinayetler
sendikacıları da hedef alıyordu. Aralarında Tüm Sağlık Sen Diyarbakır
şube başkanı Necati Aydın’ın da bulunduğu çok sayıda sendikacı arkadaşı
bu şekilde kaybettik. Bu alt üst oluştan bizim payımıza düşen de cezaevi
oldu. Kadınların sendikal katılımı konulu yüksek lisans tezimi,
danışmanım Prof. Gülay Toksöz’ün olağanüstü desteği ile cezaevinde
yazdım. Aslında sadece Gülay hocam değil, bu dönem üniversite
çevresinden Serpil Sancar’ın, Yıldız Ecevit’in, Tülin Öngen’in, Burçak
Özoğlu’nun ve daha birçok kadının yakın desteğini ve dayanışmasını hep
yanımda hissettim. Bir yandan böylesi bir destek ve kadın
dayanışmasından güç alırken diğer yandan da cezaevinde çok güçlü
kadınlar tanıdım. Daha sonra Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar’ı
ortaya çıkaracak izlenimlerim burada oluştu. Farklı yaş gruplarından,
farklı coğrafyalardan pek çok kadın tanıdım, çok çarpıcı hikayeler
dinledim. Kitapta sözünü ettiğim dönüşüme ve özneleşme sürecine sanırım
ilk kez ve çok yakından burada tanıklık ettim. Daha sonra çeşitli siyasi
partilerin kadın birimlerinde ve kadına yönelik şiddetle mücadele
amaçlı kurumlarda çalıştım. Halen de sendika uzmanı olarak çalışıyorum.
DA:
Evet uzun yıllardır siyasetin içindesiniz. Sizi Kürt kadın hareketinde
de aktif rol almış biri olarak tanıyoruz. Politikayla ilişkiniz nasıl
gelişti? Kürt, kadın ve sınıf siyasetleri arasındaki ilişkiyi nasıl
kurduğunuzu, bu üç alana da olan hassasiyetinizin nasıl geliştiğini bize
anlatabilir misiniz?
HÇ: Yaşam
koşullarımız, çevremizde olup bitenler, yapıp edeceklerimizi,
tercihlerimizi de etkiliyor. Sorunuzla ilgili pek çok etkenden söz etmek
mümkün. Siverek’teki politik ortamdan bahsettim. O ortamda eşitlik,
özgürlük gibi kavramlar, adalet arayışı çok değer verilen şeylerdi. 12
Eylül pek çok şeyi bastırdı ama zaman içinde bastırılan şeyler yeniden
gündeme geliyor. Daha on sekiz yaşını doldurmadan, idealist bir halk
sağlığı ekibiyle Diyarbakır’ın uzak ve unutulmuş mezralarını dolaşmaya
başladığımda, çocuk felci ya da kızamık aşısı ile çocukları
kurtarabileceğimize inanıyordum. Zamanla o çocuklar için bundan daha
fazlasının gerektiğini fark etmeye başladım. Sonra aldığım sosyal
politika eğitiminin, yeniden canlanan politik ortamın da etkisi olmalı.
Eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı bir duyarlılık gelişince de tek bir
alanla sınırlı kalmıyor haliyle. Her türlü eşitsizliğe karşı duyarlılık
gelişiyor. Üstelik bu eşitsizlikleri insan kendi hayatında, yakın
çevresinde tecrübe ediyorsa. 90’ların cehennemi ortamında Kürt sorununa
duyarsız kalmak mümkün olabilir miydi örneğin. Kadınların dinamizmini
mutlaka belirtmek lazım. 1990’lı yıllarda gösterilerde çok sayıda kadın
vardı. Şimdi de öyle ama o zaman yeni bir olguydu bu. Çoğu, bizim
mahallenin kadınları gibi beyaz tülbentli kadınlardı. O kadınları
yeniden sokaklarda görmek etkileyiciydi. Sonra, az önce de sözünü
ettiğim gibi kaybedilen sendikacı arkadaşlar oldu. Tüm bunların etkisi
olmalı.
Benzer
bir süreç hayatımızın her alanında hissettiğimiz cinsiyet ayrımcılığı
konusunda da geçerli. Özellikle yatılı kız okulu süreci ve sonraki
çalışma yaşamı, hem sınıfsal, hem cinsiyete dayalı ayrımcılıklar
konusunda yakıcı tecrübelerle doluydu. Bunları bütünlüklü bir şekilde
anlamlandırma ise 80’li yılların sonlarına doğru tanışmaya başladığım
feminizmle mümkün oldu.
Dağınık
olarak bahsettiğim tüm bu olguların birbirinden soyutlanamayacağını
düşünüyorum. Eşitsizlikler bir şekilde birbirinden besleniyor. Sizin
Tuzla Tersaneleri araştırmanız da sınıfsal süreçlerle etnik süreçlerin
nasıl iç içe geçebileceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bu
eşitsizliklerin karşısında tutum alırken de birini öbürünün önüne koyma
lüksümüz yok. Örneğin Kürt sorunu, ne sınıf sorununa indirgenebilir ne
de cinsiyet eşitsizliğinden türemiştir ama bunlardan kopuk olarak ele
alınabilir mi? “Kürt sorunu” olarak ifadelendirilmesi de ayrıca
problemli olan sorunlar kümesine, feminist perspektiften
yaklaşılabileceğini, dahası yaklaşılması gerektiğini; çözüm denilen
süreçte de kadınların ve yoksullar, emekçiler gibi kesimlerin aktif
özneler olarak katılmaları gerektiğini, aksi taktirde bunun gerçek bir
çözüm olmayacağını düşünüyorum. Benzer şey sınıf siyaseti için de
geçerli. Sınıf soyut bir şey değil. Toplumsal cinsiyeti, etnisitesi ve
daha başka farklı özellikleri olan insanlardan oluşuyor. Cinsiyet
eşitsizliğine veya Kürt sorununa kör bir sınıf siyasetinin başarı şansı
olabilir mi?
DA:
Biraz da akademik duruşunuzla ilgili sorular sormak istiyorum. Doktora
teziniz ve bu teze dayanan "Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar: Kürt
Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu" adlı kitabınız büyük
ilgi uyandırdı. "Periferinin Periferisinden Sesler: Türkiye’de Kürt
Kadınların Siyasete Katılımı" başlıklı makaleniz Rhonda Williams
Ödülü’ne layık görüldü. Bunların dışında da önemli akademik çalışmalara
imza attınız. Akademideki bir pozisyonda yer almak yerine şimdi bir
sendikada eğitim uzmanı olarak çalışıyorsunuz. Bize bunun nedenlerini
anlatabilir misiniz?
HÇ: Akademik
faaliyetin üniversiteyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Sabah 9 akşam 6
mesaisine bir türlü alışamamak gibi sıkıntılar dışında sendikada
çalışmaktan şikayetçi değilim. Severek çalışıyorum. Ama akademideki bir
pozisyonda olmamamda, mevcut üniversite sisteminin de payı var elbette.
Bugün, öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral’ın üniversitedeki bir kadro
için girdiği sınav kazanmış olmasına rağmen hak ettiği kadroya
atanmamasıyla ilgili bir haber vardı gazetelerde. Atanmasının yapılmama
gerekçesi ideolojik açıklama yaptığı gibi son derece saçma bir şeydi.
Böyle bir gerekçe olabilir mi? Başka bir arkadaştan doçentlik
dosyasının, “makalelerini aktivist gibi yazmış” gerekçesiyle yetersiz
bulunduğunu duymuştum. Bu gerekçenin tek açıklaması, toplumsal siyasal
yaşamda tutum sahibi olmaktan soyutlanmış bir akademik üretim isteğidir.
Durum bu. Bana gelince, sınıfsal konuma, cinsiyete ve etnisiteye dayalı
ayrımcılık pratikleri ve bunların arasındaki kesişmeler üzerine
çalışıyorum ve mevcut üniversite sisteminin böylesi bir bileşen üzerine
çalışmalar yapan birini ne ölçüde kabul edebileceğinin takdirini size ve
değerli okuyucularımıza bırakıyorum.
DA:
Evet, anlıyorum. Peki, çalışmalarınızı yaparken aktivist ve araştırmacı
konumları arasında bir gerginlik yaşıyor musunuz? Sosyal bilimlerde
önemli bir yöntemsel problem olan “araştıran özne” ile “araştırılan
nesne” arasındaki mesafe sizin pozisyonunuz için neyi ifade ediyor?
Bununla bağlantılı olarak bilimde objektivite meselesine dair ne
düşünüyorsunuz?
HÇ: Aslında
araştırdığım alan benim için herhangi bir alan değildi. Yakından tanığı
olduğum ve bir ölçüde de içinde çalıştığım bir alandı. Akademik
entelektüel dünyada görmezden gelinen bu alanı görünür kılmayı, bütün
karmaşıklığı içinde anlaşılabilir ve açıklanabilir bir şey olduğunu
göstermeyi istedim. Akademik boyut, bu işi doğru düzgün yapmama yardımcı
oldu. Bu açıdan her iki konum benim için birbirine dışsal değildi.
Rhonda Williams ödülünün gerekçesi de buydu zaten. Akademik faaliyetle
aktivist olarak yürütülen faaliyetlerin iç içeliği. Bu durum, yaptığım
çalışmada gerginlik yaşamadığım anlamına gelmiyor tabi. Feminist
literatür ve benzer deneyimlerle karşılaştırmalar, görünür kılmak
istediğim alana, başka yönlerden ve aynı zamanda eleştirel bir bakış
geliştirmeme yol açtı. Doğrusu bu bakış açısı olmasaydı eksik bir
çalışma olacaktı. Ama ilkin zorlanma oldu. Arafta olmak gibi bir durum.
Sonunda feminist perspektif belirleyici oldu ve çalışma beni nereye
getirdiyse oradan devam etmeye karar verdim. Yaptığım araştırma beni
başladığım yerden başka bir yere getirdi.
Araştıran
özne araştırılan nesne arasında mutlak bir ayrım olması gerektiği ya da
araştıranın değerlerden arınmışlığı ilkesine ise başından beri itibar
etmedim. Feminist metodolojiyle yola çıkmıştım ve feminist yöntembilim,
klasik pozitivist epistemolojinin ve metodolojinin bu tür argümanlarının
eleştirisi üzerine yükselmiştir. Taraflı bir çalışmaydı yaptığım. Dar
anlamda bir taraftarlılıktan söz etmiyorum. Yapılan araştırmanın kadın
özgürlüğüne hizmet etmesi gibi bir ilkeyi de gözeten ve bu bağlamda
ezilenlerden, kadınlardan yana bir taraflılıktı. Araştırmacı olarak
gerçekte karşılığı olmayan bir değerlerden arınmışlık varsayımı yerine
kendi konumumu net bir şekilde ortaya koymayı anlamlı buldum ve bunu
yaptım.
DA:
Kitabınıza dönersek, Kürt kadınlarının ulus inşa sürecindeki rolü
nasıldır? Kadınlara yüklenen bu rol ya da roller ile kadınların
mobilizasyonu arasındaki ilişki nasıl gelişti. Kadınlar bu rolleri aynen
benimsediler mi?
HÇ: Genellikle
ulus inşa süreçlerinde kadınlara geleneksel cinsiyet rollerinden
türetilen sembolik roller verilir. Milliyetçiliği doğasından kaynaklanır
bu. Enloe milliyetçiliğin erilleştirilmiş küçük düşürülmeden,
erilleştirilmiş hafızadan ve erilleştirilmiş umuttan doğduğunu söyler.
Çok doğrudur bu. Millet üzerine inşa edilen ideoloji ve kurgular son
derece cinsiyetlendirilmiş şeylerdir. Milletin aile metaforuyla
tanımlanması, onu aralarında akrabalık gibi doğal bağlar bulunan bir
insan topluluğu olarak hayal etmeyi kolaylaştırır. Milletin aile ile
özdeşleştirilmesi ise kadınlık erkeklik rollerini gündeme getirir.
Erkekler bu ailenin koruyucuları, kadınlar da kıskançlıkla korunması
gereken toprakları olur. Böylece “vatan borcu erkeklerin
uğruna ölümü göze alması gereken namus borcu” olarak kodlanabilir.
Milletin otantik kültürünün taşıyıcısı ve göstereni olmak gibi görevler
verilir kadınlara ve tüm bunlar kadınların bedenlerini, cinselliklerini
ulusal politikaların konusu haline getirirken esas yerlerini de ev, yuva
olarak sabitler. Tabi kadınların rolleri bununla sınırlı değildir. Kimi
etnik/ulusal hareketler de aktif katılımcı da olur kadınlar. Kürt
hareketinde de aktif katılımcı rol ön plana çıktı. Doğrusu Kürt
hareketinin Kürtlük kurgusu, yukarıda bahsedilen klasik bir milli kurgu
değildi. Ataerkil bir baba figürünü içeren bir aile tahayyülüne
dayanmıyordu örneğin. Kadınları otantik kültürün taşıyıcılarına
indirgemediği ve toprakla özdeşleştirmediği gibi erkekleri de yegane
kurucu özneler olarak tanımlamadı. Kadınları ve erkekleri –bazı zorlu
görevleri yerine getirmek kaydıyla- aktif kurucu olmaya
davet etti. Yeni, farklı ve eşitlikçi bir kurgu söz konusuydu. Kuşkusuz
benzer bütün kurgular gibi Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu da kadına,
erkeğe, aileye ve aşka dair bir kurguydu. Bu kurguya göre “eski
ailede/eski Kürtlükte özgürlük olmadığı için aşk ölmüştü. Eski kadın ve
eski erkeğin aşkı yaşama imkanı yoktu. Gerçek aşk özgürlük koşullarında
sağlanabilirdi.” Kadınlar bütün maliyetlerine rağmen bu davete icabet
ettiler. Çünkü verili koşullarda hem resmi kimlik politikaları hem de
toplumun barındırdığı cinsiyet ayrımcılığı kadınlara kendi hayatı
üzerinde söz sahibi bir birey olma olanağı tanımıyordu. Kürt hareketinin
daveti, böylesi bir vaadi içeriyordu. Kadınların politik mobilizasyonu
ise sadece kendi hayatlarını değiştirmekle kalmadı. Hareketin
söylemini ve siyaseti de dönüştürücü bir etkide bulundu. Sorunuza yanıt
olarak, kadınların, kendilerine öngörülen rolleri dönüştürdüklerini
belirtmek mümkün.
DA:
Kitabınızda Kürt kadın dinamizminin ne “pasif unsurlar” ne de
“özgürleşen kadınlar” olarak değerlendirilebileceğini söylüyorsunuz.
Peki, bu dinamizm sizce nasıl ele alınmalı, bize anlatabilir misiniz?
Yine Kürt kadınlarının sesine ulaşmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz;
sizce bu ses neyi ya da neleri söylüyor?
HÇ: Pasif
unsurlar yaklaşımı, kadınları toplumsal politik süreçlerin kurbanlarına
indirgiyor. Özgürleşen kadınlar yaklaşımıysa, politik katılımı
özgürleşme olarak değerlendiriyor. Oysa ne kadınlar içinde yer aldıkları
toplumsal politik süreçlerin pasif birer kurbanı olarak
değerlendirilebilirler ne de politik katılım tek başına özgürleşme
olarak nitelenebilir. Politik katılım çok önemli ama
özgürleşmenin bunu çok daha aşan bir süreç olduğu açıktır. Ben
kadınların politik katılımını gerisindeki etkenlerle ve yol açtığı
sonuçlarla birlikte bir praksis süreci olarak ele almayı önerdim. Bu bir
dönüşüm süreci. Özel alan ile kamusal alanı mutlak şekilde birbirinden
ayıran ve politik katılımı kamusal alanla sınırlı bir olgu olarak
değerlendiren bir yaklaşımla, ya da klasik modernleşmeci bakışla
anlaşılması mümkün olmayan bir süreç. Kürt kadınların politik öznelere
dönüşmeleri süreci özel alanla politik alanı kesen bir alanda
şekilleniyor ve her iki alanı da dönüştürüyor. Kadınlar iddia edildiği
gibi pasif kurbanlar değiller, içinde dönüşmekle kalmadıkları,
dönüştürdükleri bir sürecin özneleri durumundalar.
DA: Araştırmanız boyunca karşılaştığınız zorlukları ve sizi etkileyen olayları/karşılaşmaları anlatabilir misiniz?
HÇ: Kadınları
dinlemek başlı başına sarsıcı etkileyici bir deneyimdi. Bilirsiniz,
küçük burjuvalar dinlemekten çok konuşular. Daha önceleri, eğitimci ya
da bir partinin çalışanı olarak kadınlarla çok konuşmuştum. Ama ilk kez
onlar konuşuyordu ve ben dinliyordum. Bu benim için gerçekten kendimi
yeniden gözden geçirdiğim yeni bir ilişki tarzı oldu. Görüşmelerde
araştırmayı yapan konumda olmamın, elimdeki kayıt cihazının görüştüğüm
kadınlarla aramızda yeni bir hiyerarşi yaratmaması için çaba harcadım.
Örneğin bu görüşmeleri niçin yaptığımı açık bir şekilde anlattım. Diğer
görüşmelerden söz ettim. Başka açıdan zorlandığım yönler oldu. Örneğin
belediyenin sosyal yardım birimi aracılığıyla gerçekleştirdiğim
görüşmelerle yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatıları dinlerken çok
zorlandım. İlkinde tarif edemeyeceğim yoksulluk durumlarıyla
karşılaştım. Böylesi bir yoksulluk karşısında elinden hiçbir şey
gelmeden sadece tanıklık etmek ve soru sormak, kolay baş edilebilecek
bir durum değildi. Yakınların kaybedilmesine ilişkin
anlatılara kayıtsız kalmak da zordu. Kayıt cihazını kapatıp bir süre ara
verdikten sonra devam ettiğimiz görüşmeler oldu. Bu anlatılar ya da
görüşmeler sadece acıdan ibaret değildi elbette. Yaşanan en ağır
kayıpların ardından ayakta kalmayı sağlayan süreçlere de tanıklık ettim.
Acının paylaşılarak dönüştürülmesine. İki kızı bir iki yıl arayla
kendini yakan bir anneyle görüşmemiz ve ardından birlikte mezarlığı
ziyaret etmemiz bu açıdan çok öğretici bir deneyimdi örneğin. Görüşmek
için evine gitmiştim. Kızlarının fotoğrafları duvardaydı. Daha yirmili
yaşlarına gelmeden yaşamlarını yitirmişlerdi. Bir yandan evin havasına
sinmiş derin bir acı vardı. Diğer yandan da devam eden bir hayat. İki
kızını kaybetmiş olan anne bir hafta önce oğlunu evlendirmişti. Evin bir
odası yeni evli çift için hazırlanmıştı. Elleri kınalı, kollarında
bilezikler olan yeni gelin evin içinde dolaşıp çay servisi falan
yapıyordu. Bir yandan düğün diğer yandan kaybedilenlerin acısı iç
içeydi. Tesadüfen görüşmeye Perşembe günü gitmiştim. O gün, her Perşembe
olduğu gibi mezarlık ziyareti varmış. Görüşmeyi tamamlayınca mezarlığa
birlikte gittik. Onun gibi bir grup kadın vardı. Hepsi çocuklarını
ziyarete gelmişlerdi. Ama yalnız kendi çocuklarını ziyaret etmediler.
Hatta en başta kendi çocuklarından başlamadılar. Bir sürü mezarın
başında durduk, hepsinden ayrı ayrı söz ettiler. Anılarını paylaştılar.
Hem acılı hem de güçlüydüler. Belki sadece kendi çocuklarının çıplak
acısıyla baş başa kalsaydılar böyle güçlü duramazlardı.
DA:
Evet, belki de. Peki sizce Kürt kadınlarının politikayla ilişkilerinde
yaşadıkları çelişkiler nelerdir. Onların sınıfsal konumları siyasetle
ilişkilerini nasıl etkiliyor?
HÇ: Bundan
birkaç yıl öncesine kadar çelişkilerin daha yoğun yaşandığını, şimdi
görece azaldığını ifade etmek mümkün. Hareket bir yandan kadınları
politik katılıma davet ediyordu ama diğer yandan da topluma ve
kaçınılmaz olarak politik kurumlara içkin olan cinsiyetçi pratikler
vardı. Çelişki kaçınılmazdı. Örneğin geçmişte siyasi partilerde
kadınlardan geleneksel cinsiyet rollerine uygun bir katılım, daha
doğrusu katkı bekleniyordu. Mahalle çalışması yapsınlar, mitinglere
katılım sağlamak için çalışsınlar gibi. Bu süreç geride kaldı tabi.
Bildiğiniz gibi şimdi siyasi partilerde güçlü bir karar gücüne ulaştı
kadınlar. Ama doğrusu bu olumlu ilişkinin belirli gerilim alanları
barındırdığını da düşünüyorum. Genel politik gündem ile kadınların
gündeminin bire bir örtüşmediği durumda ilkinin belirleyici olma
ihtimali var. Tabi bu da değişebilir. Koşulları var. Sınıfsal konumla
ilgili sorunuza gelince, esas olarak en aktif katılım gösterenler,
toplumun en alt toplumsal sınıflarından kadınlar. Bunu saptamak için çok
uzun boylu araştırmalar yapmaya gerek yok. Mitinglere, parti
kongrelerine bakmak yeterli. Benim HADEP’te aktif çalışma yapan
kadınların profiline ilişkin incelememde de bu açık bir şekilde ortaya
çıkmıştı. Bunun da anlaşılabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Üçte biri
zorunlu göç deneyimi yaşamış kadınlardan söz ediyoruz. Yaşadıkları alt
üst oluşla politik katılım arasında doğrusal bir ilişki var. Öte yandan
özellikle yoksul toplumsal kesimlerden kadınlar için politik katılımın,
dar aile akrabalık ilişkileri dışına çıkarak sosyalleşme olanağı
bulabilecekleri tek kanal olduğunu ve bunun da göz ardı edilmemesi
gerektiğini düşünüyorum.
DA: Biraz zor bir soru olacak belki ama Kürt kadınları için nasıl bir gelecek görüyorsunuz?
HÇ: Çok
katmanlı, karmaşık bir süreç yaşanıyor. Bir yanda tarifsiz acılar, alt
üst oluşlar, öte yandan olağan dönemlerde kolay kolay söz konusu
olmayacak bir dinamizm, hareketlilik ve olanaklar. Kadın intiharının en
yüksek olduğu kentlerin aynı zamanda kadınların siyasi partilerde ya da
toplum örgütleri ya da belediyeler gibi alanlarda en yüksek temsil
düzeyine ulaştıkları kentler olmaları başlı başına üzerine düşünmeye
değerdir. Kürt kadınları, hayattan, acılardan, sokaktan ve eylemin
öğrettiklerinden damıttıkları deneyimlerle kendi Rönesanslarını
yaşıyorlar.
DA:
Son olarak şunu sormak istiyorum; kitabınız yayınlandıktan sonra
Kürtler’den ne gibi tepkiler aldınız? Bu tepkiler erkekler ve kadınlar
açısından farklılıklar gösterdi mi?
HÇ: Erkeklerle
kadınların tepkileri arasında bir farklılık var mı bilemiyorum. Bu
karşılaştırmayı yapabilecek geri bildirimler almadım. Sanırım okuyan
kadınların sayısı erkeklerden daha fazla oldu. Kadınlardan aldığım
tepkiler ise farklı farklı oldu. Çok olumlu değerlendirenler,
katıldıkları ve katılmadıkları yönleri samimiyetle tartışmak isteyenler
oldu. Bu çok geliştirici bir yaklaşımdı. Çünkü kitabın girişinde de
belirttiğim gibi bu, yapılacak tartışmalarla ve yeni çalışmalarla
tamamlanabilecek bir ilk çalışmaydı. Dolayısıyla bu tür yapıcı bir
tartışma ve diyalog çok geliştiriciydi. Aslında çalışmanın amacı da bir
tartışma zemini yaratmaktı. Ama tepkilerin tümü böyle olmadı. Kitabın
içeriğine ilişkin tartışmak, görüş bildirmek yerine toptan olumsuz tutum
sergileyenler oldu.
DA: Bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.
HÇ: Ben teşekkür ederim.