17 Haziran 2011 Cuma

"10 İstek" Kimin İsteği ya da İstemeyenler Kimler?


İlk adım yaklaşık üç ay önce atılmıştı. TBMM-STK ortak Çalışma Grupların'ca oluşturulan illerdeki "TkMM hamalları", kendi katılımcılarına boş formlar göndererek, 5 genel ve 5 yerel olmak üzere, en önemli 10 isteklerini belirtmelerini istemişlerdi. Meclislere katılan "STK"lar kendi alanlarından bakarak seçime girecek partilere ve bağımsız adaylara yönelik olarak "istek"lerini belirlediler. Daha sonra bu formlar toplanıp birleştirildi ve o ilin sivil toplumunun kendi adaylarına yönelik "10 temel isteği" başlığıyla bir metin haline getirildi ve adaylardan illerdeki TkMM toplantılarına katılanlara duyuruldu.

Emek Demokrasi Özgürlük Bloğu Muğla Adayı Sevgili Şehbal Şenyurt Arınlı'nın seçim kampanyasına destek verdiğim sırada Muğla'da buna tanık oldum. Diğer illerde de bu "10 İstek" listeleri, 3, 4 ve 5 Haziran günlerinde yapılan TkMM toplantılarına konuk olan milletvekili adaylarına sunuldu ve görüşleri soruldu. Adaylar o toplantılarda benimsedikleri istekler için çalışacaklarına söz verdiler, aynı görüşte değillerse "muhalefet şerhi" koydular, yani "ya hep ya hiç" yapılmadı. Sonra da bu metinleri yerel medyanın tanıklığında imzalayıp verdiler.

Türkiye'nin 10 İsteği

Bu bir "sağlık yazısı" ama söz konusu on isteğin şu ya da bu bağlamıyla tümünün doğrudan insan ve toplum sağlığı ile ilişkili olduğunu düşündüğüm için bunları burada ayrıntılarıyla ortaya koymak istiyorum.

Bu çalışmanın ikinci adımı, illerden gelen isteklerin birleştirilerek tüm Türkiye için geçerli olacak bir "10 İstek" listesi oluşturulmasıydı. Sevgili Şanar Yurdatapan'ın öncülüğünde bu işin mutfağındaki "TkMM hamalları" 22 ilden toplam 282 sivil toplum örgütü veya meslek kuruluşundan gelen yanıtları birleştirdiler.
Verilen bilgiye göre  yanıtlar çalışmalara katılanların %64'ünden gelmiş. Kabaca üçte iki bir katılım söz konusu, yani çoğunluğu temsil ediyor. Ama tüm çalışmaya göre sevgili Şanar bunun için "övünülecek bir oran değil" değerlendirmesini yapıyor.

Seçimin sonucunu ise artık hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bu "10 istek "adaylardan değil, en az bir dört sene ülkenin en önemli sorunlarının çözümü için kararlar üretecek 550 milletvekilinin önüne konulmuş durumda.

Aşağıda bu istekleri seçimin sonucuyla birlikte irdelediğimizde göreceğiniz gibi mevcut partiler ve milletvekillerinin bu 10 isteğin tümüne katılmak bir yana bir çoğuyla ilgili tam tersi düşüncelere sahipler.

Bu sonucu yaratan ise örgütlü ve örgütsüz olanları bir arada  "sivil toplum"un kendisi.  Dolayısıyla ortada bir çelişki ya da "paradoks" var.

Bu durumu açıklayacak "ilk olasılık" eğer söz konusu "10 istek" sivil toplumun isteği" ise toplumun kendileri için istedikleri, bunları gerçekleştirecek vekillerinin yapacakları arasındaki "kararsızlıkları ya da yanlış değerlendirme"leri. Başka bir deyişle, bir yanılgı ya da yanlış değerlendirme sonucu, aslında isteklerini istemeyen, ya da bunları yapacak insanları değil yapmayacak insanları vekilleri seçmiş durumdalar.
"İkinci olasılık", seçim kararında isteklerin değil de daha önce ve seçime yakın günlerde yapılanların ya da seçmenlere verilenlerle vaat edilenler doğrultusunda yani "anlık -kısa erimli- bir tercih" ile bu seçimi gerçekleştirmiş olmaları. Bu durumda da sivil toplum tabanı bir bütün olarak taleplerinde çok içten ve tutarlı değil demek ki diye bir sonuç çıkarılabilir.
Benim burada asıl tartışmak istediğim "üçüncü olasılık" ise sivil toplumun örgütleriyle, onların tabanlarının birbirlerine "koşut düşünmedikleri".
Eğer bu seçenek geçerliyse o zaman sivil toplum örgütlerinin önlerinde kendi alanlarındaki tabanlarıyla aynı noktaya gelmeleri, politika, istek ve taleplerini buluşturmaları gibi bir görevleri var.

1. Kürt Sorunu

İstek: "Türkiye'nin en büyük problemi olan Kürt Sorunu artık barışçı bir çözüme kavuşturulmalıdır. Silahların susması ve demokratik yolların açılması ortak beklentimizdir."

Bu konu hem savaş ve çatışmanın doğrudan buna taraf olanları ve katılanları etkileyen önemli bir sağlık sorunudur. DSÖ'nün insan sağlığını etkileyen durumlar arasında başlarda saydığı bu sorun, aynı zamanda savaş ve çatışma ortamında sağlık hizmetlerinin sunumu açısından da yarattığı olumsuzluklar yüzünden, çatışmayla doğrudan ilgili olmayan konularda da sağlığa olumsuz etkide bulunmaktadır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda oyların yarısını almış olan AKP'nin bu sorunu nasıl çözeceğine dair somut bir çözümünün olması bir yana ortada, 'sorun bile olmadığını' ileri süren bir saptamasının olması, dahası önceden mevcut politikalarını sürdüreceğine dair kimi işaretler vermesi; %15 civarında toplum desteği bulan MHP'nin konuya yalnızca "ülke bütünlüğü açısından bakıp çözüm doğrultusunda farklı bir önerisinin olmaması; CHP'nin ise seçimin yaklaştığı son günlerdeki kimi söylemleri dışında bunun siyasi değil bir ekonomik sorun olarak nitelemesi; bu talebin yalnızca %6-7 oranında bir oya sahip bağımsız bloğunun talebi olduğunu göstermektedir.

Buradan yola çıkarak tüm bu partilere oy veren kesimlerin, STK'ların talep ettiği bu bağlıkta ifade edileni  aslında ve gerçekte istemediğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu talebin gereğini gerçekleştirebilecek bir meclis yapısının ortaya çıkmaması ne yazık ki sorunun en az bir dört yıl daha sürme olasılığını gündeme getirmektedir.

2. Anayasa

İstek: "Türkiye'nin 82 anayasasından tamamen kurtulup yeni bir anayasa yapması, bu Anayasa'nın 'sivil ve demokratik' olması gerekiyor. Anayasa yapım sürecinde katılımcılığın esas alınmasını son derece önemsiyoruz."

Bu konu da aslında sağlıkla ilgisi az olmayan bir konudur. Bir bütün olarak devlet-vatandaş ilişkilerini düzenliyor olması bir yana, içermesi gereken sosyal politikalar bağlamında da sağlık alanıyla örtüşen sonuçları olacağı açıktır.

Aslında toplumun yarısı, anayasanın tek başına AKP tarafından yapılmasına yeşil ışık yakmıştır. Ama %50 oy oranıyla seçimin galibi olan AKP baştaki söyleminin tersine ancak yeterli çoğunluğa sahip olamamış, sonuçta istekte belirtilen noktaya gelmiştir. Başka bir deyişle CHP, MHP ve bağımsızların yani diğer yarının talebi katılımcı bir anayasanın yapılması için yeterli olmamıştır. Bu uzlaşmadan gerçekten toplumun bedensel, ruhsal ve sosyal yönden sağlığını ve sağlıklılığını sağlayacak bir anayasa çıkacak mı onu gelecek dönemde göreceğiz.

3. Ekonomi

İstek: "İşsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlik giderilmelidir. Bu iki sorunun üstesinden gelinmesi için vergi sisteminin adilleştirilmesi, çalışanların lehine yeni düzenlemelerin yapılması gerekiyor."

Ekonomi ve istihdam, sağlığı belirleyen en temel unsurlar arasındadır. Dolayısıyla bu noktadaki politikalar ve onların yansıması olan uygulamalar toplumun sağlığını belirleyecektir. Bu noktada da AKP'nin şimdiye kadar yaptıklarını değiştirecek, talepte belirtilen işsizlik ve gelir dağılımını adaletli kılan bir politikasının olduğunu söylemek olanaklı değildir.

Zaten öyle olsa, böyle bir talebin gündeme getirilmesi söz konusu olmazdı. Bu durumda yine STK'ların tersine toplum mevcut iktidarın politikalarını olumlamış görünmektedir. Dahası CHP'nin özellikle yoksullara yönelik önerdiği "asgari gelir desteği"nin toplumun yalnızca dörtte biri tarafından desteklenmesi, toplumun bütünü ile STK'ların durduğu yer arasında bir mesafe olduğu düşüncesini uyandırmaktadır.

4. Düşünce ve İfade Özgürlüğü

İstek: "Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki bütün engeller ve başörtüsü yasağı kaldırılması, internet kullanımına getirilen kısıtlama ve yasaklardan vazgeçilmelidir."

Sağlığın ruhsal ve sosyal boyutu düşünce ve ifade özgürlüğüyle yakın ilişki içindedir. Ruhsal ve sosyal yönden sağlıklı olmanın zorlaştığı durumlarda bedensel sağlığın olması da beklenemez. Ülkedeki bu bağlamdaki sorunların varlığı, ilgili STK'ları buna dair bir "isteği" dile getirmeye yol açmıştır.

Ancak bu konuda değerlendirme yaptığımızda oyların yarısını alan partiye, onunla bu bakımdan benzer düşüncelere sahip olan üçüncü partinin oylarını da ekleyince, 'düşünce ve ifade özgürlüğü'nün seçmenlerin üçte ikisince benimsenen bir istek olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.

Buradaki karşıtlık çok önemli ve yaşamsaldır. Toplumun tümüne yönelik bu konuda getirilen sınırlamaların toplumun büyük bölümünce kabul edilmesi, kanımca toplumun seçimini yaparkenki sağlıklılığını değerlendirme bakımından ele alınmalıdır. Yalnız sosyologların ve siyaset bilimcilerinin değil ama sağlık alanının araştırmacılarının da bu konuyu araştırmaları ve bulduklarını paylaşmaları sonrası açısından da çok önemlidir.

5. Eğitim Sistemi

İstek: "ÖSYM sınavları sırasında yaşananlar, eğitim bürokrasisini yıprattığı gibi, ciddi sorunların varlığını da bir kez daha görünür hale getirdi. Ortak beklentimiz, YÖK ve ÖSYM'de düzenlemelere gidilmesinin yanı sıra, kapsamlı bir eğitim reformunun hayata geçirilmesi; eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasıdır."

Eğitim de sağlığı belirleyen unsurlar arasındadır. Eğitimin bir kamusal ve toplumsal görev olmaktan çıkarılıp ticarileşen bir alana dönüşmesi, dahası mevcut eğitim sisteminin çıktısını siyasi tarafların kendi yandaşlarını kollayacak şekilde düzenlenmesi ve bunu sağlamaya yönelik girişimlerle aslında eğitimin en önemli boyutu olan "bilme, öğrenme hakkı" ve bu hakka eşit erişimdeki sıkıntılar, aslında onu aşmayı önüne bir ödev olarak koymayan bir partinin çoğunluğu sağlamasıyla birleşince, bu konuda da toplumla STK'lar arasında bir "uçurum", hatta bir "kafa karışıklığı" olduğu sonucu olduğu ortaya çıkmaktadır.

İleriye dönük bakıldığında bu konuda bir uzlaşmanın olmayacağı görülmektedir. Dolayısıyla eşitsizliğin çoğaldığı bir dönem, bu kez halkın kendi bunu böyle istediği şeklindeki bir savunuyla yaşanacaktır.

6. Seçim Barajı ve Siyasi Partiler Kanunu

İstek: "%10 seçim barajı kaldırılmalı veya düşürülmelidir. Seçimlerin demokratikliğine gölge düşüren Siyasi Partiler Kanunu da yeniden düzenlenmeli, uluslararası hukuk standartların kavuşturulmalıdır."

Sağlıkla çok dolaylı bir ilişkisi olan bu konuda talebin kısık sesle ve çekingen olarak da olsa iktidara getirilen AKP'nce de ifade edilmesi her ne kadar olumlu sayılabilirse de, gerçek tam da böyle değildir. Bu noktada da seçmenin yarıya yakınının barajı destekleyen bir konumda olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu şartlar altında seçime katılan herkesin -ki katılım oranı %80'leirn üzerindedir- itiraz etse de bu durumu için sindirdiği anlamına gelebilir. Bu da temsili demokrasinin ve bu yöntemle oluşan karar aygıtlarının gündelik yaşamla bağlantısının sorgulanmasını gerektirmektedir.

7. Sağlık

İstem: "Sağlığa devlet bütçesinden ayrılan pay arttırılmalı, sağlık hizmeti herkes için ulaşılabilir ve ücretsiz olmalıdır."
Bu konuda %50'nin desteğini alan AKP'nin çok öğündüğü mevcut sağlık hizmet modeli bu taleple taban tabana zıttır. Çünkü AKP bu talebin tam tersini savunmakta, sağlık alanını giderek ticarileştiren ve "kazanç sağlayan" bir modele dönüştürerek bir hizmet sunum organizasyonu gerçekleştirmektedir.

İnsanların bu seçimi yaparken bu konuyu değerlendirme ölçütlerinden birisi olarak ele aldıklarını düşünmek çok zordur. Yalnız STK'ların değil, sağlık alanının tüm unsurlarının bu çelişkiyi açıklayacak araştırmalar yapmaları bence bir zorunluluktur.

8. Kadın

İstem: "Gittikçe artan kadın cinayetlerine karşı devlet sorumlu davranmalı, kadına yönelik şiddete karşı aktif bir tutum sergilemelidir. Sığınma evlerinin sayısı arttırılmalı, kadının ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamda önünü açacak düzenlemelere gidilmelidir."

Kadın konusu sağlık alanının en temel unsurlarından birisidir. Bu alandaki politikalar öncelikle kadın sağlığını ama onun üzerinden de tüm toplumun sağlığını doğrudan etkilemektedir. Bu istekte dile getirilenler de somut yaklaşım ve politikalar bakımından yine çoğunluğu alan AKP'nin yaklaşımıyla büyük oranda örtüşmemektedir. Oy verenlerin yarısının da kadın olduğu düşünülürse, bu sonucun ortaya çıkması ilgili taraflarca çok iyi değerlendirilmeli ve bu paradoksu açıklayan doğru nedenler saptanarak bunlara yönelik olarak değişimi sağlayacak dinamikler bulunmalıdır. Tabii bu arada söz konusu taleplerin daha yaygın ve güçlü bir şekilde ifade edilmesi de gerekmektedir.

9. Yargı

İstem: "Aslında bir 'önlem' olan tutuklamanın 'ceza'ya dönüştürülmesi uygulamasından vazgeçilmeli ve yargı kurumlarının kararlarında insan hak ve özgürlüklerini esas almasına zemin oluşturacak düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır."
Bu konu da bir boyutuyla birey ve toplum sağlığını ilgilendiren önemli bir konudur. Tutuklanan nüfus sayısının giderek çoğalması, onların kendileri ve çevreleriyle ilgili sınırlılıklar ve zorunluluklar, toplumun tümünü etkileyecek bir boyuta erişmiş durumdadır. Bu noktada da algı ve değerlendirme, yine çoğunluğu alan partinin yaklaşımıyla değerlendirildiğinde bir çelişkini  varlığını ortaya koymaktadır.

Çoğunluğu alan parti yargıyı giderek kendi erki içinde tutmaya çalışmak bir yana yalnızca bir "mimari sorun" olarak algılayarak davranmakta, somut çözümlerini genel olarak bununla sınırlı tutmaktadır. Ama sonuçlar asıl olarak bu yaklaşımın benimsendiğini ve kolay kolay değişmeyeceğini göstermektedir.

10. Enerji ve Ekoloji

İstem: "Türkiye, enerji ihtiyacını 'yenilenebilir ve çevre dostu' kaynaklardan sağlamak için uzun vadeli bir enerji politikası oluşturmalıdır. Çevrenin tahribatına son verilmeli, denetim ve kontrol mekanizmaları çalıştırılmalı, yok ise oluşturulmalıdır."
İnsan ve toplum sağlığıyla doğrudan ilişkili bu talepte de ifade edilenler, toplumun %50'since tercih yaptıkları sırada göz ardı edilmiştir. Üstelik seçimden hemen önce ilan edilen hükümet yapısı içinde "çevre ve şehirleşme"nin aynı bakanlık görev alanında tanımlanması bile seçmenin düşüncesini belirleyememiştir. Sağlığı da olumsuz etkileyecek olan "enerji ve ekoloji" politikalarının desteklendiği gibi bir sonucu gösteren bu seçim iktidarın elini daha da güçlendirmiş, aynı oranda da toplum sağlığının olumsuz etkilenecek olması tümüyle göz ardı edilmiş durumdadır.

Sonuç

STK'ların durduğu yerle onların da tabanı olan toplumun en azından yarısının bu kadar farklı duruşlar sergilenmesi düşünsel bağlamda yalnız toplumsal olarak bir "yarılma" ya da daha olumlu bir sözcük olarak söylersek bir "ikiliğin" varlığını göstermektedir.
Bu durum yalnızca taleplerde ifade edilen somut konularda değil ama "demokrasi", "temsil" ve "katılımcılık" bakımından da sorunlar olduğunu ortaya koymaktadır.

Toplumun sorunlarını fark edenler, bununla ilgili olarak başta örgütlenme olmak üzere çeşitli "sivil ve toplumsal faaliyetlerde" bulunanlar ve bilimsel ve evrensel doğruları rehber edinenlerle, bu sorunları doğrudan yaşayanların algı ve tercihleri arasında bir "buluşamama" belki de bir "iletişim" sorunu bulunduğu düşünülebilir. STK'lar kendi alanlarındaki sorunlar ve konularla uğraştığı kadar bu konuyu da bir sorun olarak görmeli ve sorunu doğru çözümleyecek adımlar atmalıdırlar.

Tüm bunları görünür hale getirdikleri için kuşkusuz sevgili Şanar Yurdatapan'ın öncülüğü ve önderliğinde sürdürülen ve vekillerin meclisini anlamda tamamlayarak, "asiller meclisi"nin ve aslında bir doğrudan demokrasi örneği oluşturması bakımından da önemi bulunan TkMM'leri faaliyetine sahip çıkılması, yaygınlaştırılması ve toplumun tümünü kapsayacak bir duruma getirilmesi için çaba sarf edilmelidir. (MS)

Türkiye'nin "On İstek" metni için: http://www.antenna-tr.org/sites.aspx?SiteID=23&mod=article&cID=937&ID=3536
Her ilin kendi "10 İSTEK" metinlerini görmek için:  http://www.antenna-tr.org/sites.aspx?SiteID=23&mod=cat&ID=936
Çalışmalar hakkında genel ve geniş bilgi için: http://www.tkmmocg.net

Balıklar ve İnsanlar


Eskiden, "Ol mâhiler ki derya içredirler, deryayı' bilmezler" denirdi... "Balıklar denizde yaşar da denizi bilmezler"...  Maalesef 'insanlar da 'kapitalist bir dünyada yaşıyorlar ama kapitalizmi bilmiyorlar..." Oysa şu kapitalizm denilen musîbet,  şu Allahın belası sistem, insan yaşamının her veçhesini, her anını, belirliyor, biçimlendiriyor, biçimsizleştiriyor, çarpıtıyor, dejenere ediyor, her gözeneğine nüfûz ediyor, akıl almaz bir tisünami gibi her şeyi kapsıyor, sayısız insânî, toplumsal, ekolojik kötülüklere kaynaklık ediyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik durumu  ortaya çıkarmış bulunuyor...

Ve fakat, egemen söylem, tam da kapitalizmin  sürdürülebilemezlik durumu ortaya çıkardığı  bir zamanda  ve tuhaf bir şekilde, sürdürülebilir kalkınma söylemini peydahlamış bulunuyor. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi, bu tam bir ideolojik manipülasyondur. Zihinsel bir  dalaveredir. Bu bir oxymoredur ki, oxymore, yanyana getirilmesi caiz olmayan, uygun olmayan, antinomik, karşıt anlamlı iki kelimeyi veya kavramı yan yana getirmeye deniyor: Faizsiz bankacılık gibi, parlak karanlık gibi... Hem banka olacak hem de faizsiz olacak! Böyle bir şey mümkün müdür? Oysa, bu dünyada ve kapitalizm geçerliyken kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Ve esasen kapitalizm koşullarında kalkınma denilen sermayenin büyümesidir, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir. Sermayenin büyümesi eşittir kalkınma şeklinde bir özdeşlik varsaymak abestir. Kalkınma diye bir şey mi var da, sürdürülebilirliğinden söz edilsin?
Eğer balıklar 'denizde yaşadıklarını bilselerdi' durum değişir miydi? Zira, balıklar ölüyor, hızla yok oluyor... Bu soruyu tartışmayı sonraya bırakarak, geçerken şu kadarını söyleyebiliriz: Eğer insanlar 'kapitalist bir toplumda yaşadıklarını bilselerdi, velhasıl kapitalizmi bilselerdi, anlasalardı, onu anlayacak yüksekliğe çıkabilselerdi, balıkların ölümünü engelleyebilirlerdi... Başka türlü ifade edersek, insan soyu böyle bir saçmalığa izin vermezdi... Balıkların ölümü, kapitalist mantığa göre işleyen bir yıkıcı bir sistemden,  bir üretim, tüketim ve yaşam tarzından kaynaklandığına göre...

Şimdilerde kapitalist sistemin [ki, kapitalizm emperyalizmdir] tartışmasız bir sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkardığı bir vakıa ise eğer, bu, neden böyle bir durumun ortaya çıktığına açıklık getirmeyi, anlaşılır kılmayı, bilince çıkarmayı gerektirir... Bunun da yolu kapitalizmi anlamaktan geçebilir...  Fakat daha önce kısaca da olsa, kapitalizmin anlaşılmama sorunu üzerinde durmamız gerekiyor. Ya da anlaşılmama ne ile ilgilidir? Hangi nedenler kapitalizmin anlaşılmasını engelliyor, değilse zorlaştırıyor? Bu soruya açıklık getirmek için de, başka bir soruyla devam edebiliriz: Kaptalizmi kendinden önceki üretim tarzlarından, sosyal formasyonlarlardan, medeniyetlerden ayırd eden hangi özellikler/ farklılıklar söz konusudur?

Parantezi kapatmak gerekiyor

İlk hatırda tutulması gereken şudur: Kapitalizmin eni-sonu 500 yüzyıllık geçmişi var. Oysa insan soyunun geçmişinin bir kaç milyon yıl kadar, akıl sahibi insan anlamına gelen homo sapiens'in de 50 bin yıl kadar geriye giden tarihi olduğu söyleniyor.
Dikkat edilirse, 500 yüzyıllık kapitalizm çağı, insanlık tarihinde sadece küçük bir parantez. Buna rağmen bu kadarcık zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. O halde vakitlice kapitalizmden çıkmak, parantezi kapatmak gerekiyor.

Kapitalizmin anlaşılmama sorunu söz konusu olduğunda iki tür nedenden söz edebiliriz: 1. Anlamamanın/anlaşılmanın engellenmesinin bilinçle veya ideolojiyle ilgili nedenleri; 2. Kapitalizmin yapısından, işleyişinden, temel dinamik ve eğilimlerinden, velhasıl kapitalizmin bizzat kendisinden kaynaklanan nedenler.

Bilinçle ilgili unsurların başında da, kapitalizmi neredeyse bir dünya cenneti olarak sunan şu iktisat bilimi denilen ideolojik safsatalar geliyor. Üniversitelerde sadece bilim değil, sosyal bilim dallarının en serti [doğa bilimlerine en yakın olan anlamında] olarak okutulan iktisat, [economics diyorlar], aslında bilimler dünyasıyla değil, ideolojiler dünyasıyla ilgilidir. Kapitalist sınıfın ihtiyacına cevap verdiği için, kapitalizmi meşrulaştırdığı için, bilim sayılıyor ve yere göğe de konmuyor. Oysa, iktisat bilimi denilen ideolojik safsataların iki şeyle ilgisi yoktur: Birincisi, bilimle bir ilgisi yoktur; ve ikincisi de bu dünyanın gerçekliğiyle bir ilgisi yoktur.

Marx'ın devasa eseri Kapitil'in alt-başlığı: bir ideoloji olarak Ekonomi Politiğin Eleştirisidir. Sadece  Ekonomi Politiğin Eleştirisi değil. Eğer Samir Amin'in de isabetli bir şekilde söylediği gibi, "ekonomi politik ideolojisinin eleştirisi"  olarak değil de, sadece "ekonomi politiğin eleştirisi" olarak alınırsa, o zaman onu bazı kötülüklerden, bazı olumsuzluklardan arındırarak işe yarar hale getirmek mümküdür anlamı çıkar. Ama ideoloji söz konusuysa eğer, tartışmanın zemini de bambaşka olacak demektir. Şimdilerde zaten ekonomi politik de denmiyor. Sadece economics [iktisat] deniyor... Öyleyse sadece ideolojiden arınmış değil, politikadan da arınmış saf bilim hoş geldi safa geldi...

Netice itibariyle, bilimselllik retoriği altında kapitalist sınıfın [burjuvazinin] sınıfsal/tarihsel çıkarına uygun olarak üretilmiş ideolojik tezler sayesinde, tam bir ücretli kölelik sistemi olan kapitalizmi meşrulaştırmak mümkün hale gelebiliyor. Onun için bu alanda yürütülecek radikal ideolojik mücadele, karşı hegemonya oluşturmak için vazgeçilmezdir. Nitekim, geçerli ikitisat ideolojisi, kapitalizmi rasyonel yegane sistem olarak sunmayı şimdilik başarabiliyor.

Marx kapitalist sömürüyü teşhir etti

Kapitalizmin kendisinden kaynaklanan neden, kapitalizmde sömürünün gizlenmişliği, saklanmışlığı, görünmezliğidir. Bilindiği gibi, kapitalizmi önceleyen üretim tarzlarında sömürü saydamdır. Kölecilik durumu söz konusu olduğunda, efendinin zenginliğinin köle emeğine dayandığı açıktır. Kapitalizm öncesi dönemin haraca dayalı sosyal formasyonlarında ve onun feodal denilen versiyonunda yönetici/bürokratik elitin ve soylular sınıfının zenginliğinin de üretici köylüden [reaya, serf] alınan haraca ve/veya zorunlu çalışmaya dayandığı açıktır. Oysa, kapitalizmde saydamlığı ortadan kaldıran, sömürüyü gizleyen bir şey var: Orada işçi  kapitalist patrona emeğini değil, iş gücünü, çalışma kapasitesini, çalışma/üretme yeteneğini satıyor ama emeğini sattığını sanıyor...

Şöyle: diyelim ki,  bir işçi bir kapitalist için günde 8 saat çalışıyor, ve diyelim ki, çalışma gününün ilk 4 saatinde aldığı ücerete eşit bir değer üretiyor. Geri kalan 4 saatte ürettiği değere kapitalist artı-değer olarak el koyuyor. İşçi 8 saatlik iş gününün sonunda eve dönerken, 8 saatin karşılığını aldığını sanıyor. Eğer, işci de feodal dönemdeki serf gibi, haftanın üç günü kendine, üç günü de kapitaliste çalışsaydı durum açıkça görünürdü ama kapitalist üretimde işçi hep aynı yerde, aynı makinaları kullanmak zorunda olduğu için, sömürünün görünürlülüğü ortadan kalkıyor. Oysa, aslında verdiğimiz örnekte işçi her bir dakikanın 30 saniyesini kapitalist için çalışmış oluyor...

İşte bu durum kapitalizmin anlaşılması bakımından bir zorluk ortaya çıkarıyor. Marx, artı-değer teorisini ortaya atarak, kapitalist sömürüyü teşhir ederek, kapitalizmin büyüsünü çözerek, devasa bir teorik buluş yapıyor ve kapitalizmin sömürülen ve ezilen sınıflarına kapitalizmi aşmayı, komünist perspektifi işaret ediyordu...

Kapitalzimin yapısından ve işleyişinde kaynaklanan ikinci bir neden de, kapitalizm koşullarında sınıf atlamanın, sınıf değiştirmenin mümkün olmasıdır. Kapitalizm öncesinin üretim tarzlarında veya prekapitalist sosyal formasyonlarda, sınıf değiştirme yolu kapalıydı. Mesela Osmanlı sisteminde: reaya oğlu reaya olur denirdi. Oysa kaptalizm geçerliyken madenci oğlu madenci olur denmiyor, köylü oğlu köylü kalır denmiyor... 

Kapitalizm koşullarında bir madencinin oğlunun egemen sınıf katına veya oligarşiye terfi etmesinin yolu kapalı değildir. Bir madencinin çocuğunun milyonerler, milyarderler katına çıkması potansiyel olarak mümkündür. Fakat orada gözden kaçan bir şey var: Gerçi bir madenci çocuğu ülkenin en büyük kapitalistleri arasına dahil olabilir ama böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı, eni-sonu lotodan büyük ikramiye kazanma olasılığı kadardır... 

Durum böyledir ama sıfırdan başlayıp mültimilyarder olanların başarı öyküleri dillerden düşmez... Ve bu boşuna yapılmaz... Bir kişinin milyarder olması için kaç yüzbin, veya kaç milyon kişinin mülksüzleşmesi, proleterleşmesi, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum olması 'gerektiği' sorun edilmez...

Bu tür meşrulaştırmalar, sonuç itibariyle 'kapitalizmin insanlığın normal hâli' olduğu bilincini canlı tutuyor ve söz konusu bilinci yeniden üretiyor.  Burjuva ideolojisinin derin çekirdeğini iktisat bilimi denilen oluştursa da, kapitalizmin insanlığın normal hali sayılmasında, öyle sunulmasında ve meşrulaştırılmasında diğer sosyal bilim disiplinlerinin rolünü de hafife almamak gerekir.

İşlerin sarpa sarması kapitalizmin özgünlüğünden

Kapitalizm koşullarında işlerin sarpa sarması, kapitalizmin bir dizi özelliğinden, özgünlüğünden, orijinalliğinden kaynaklanıyor:

1. Kapitalizmde ekonomi toplumun diğer kertelerinden, veçhelerinden, bileşenlerinden, yapıcı unsurlarından bağımsızlaşmış durumdadır. Oysa, bir toplumsal yapının sağlıklı işleyebilmesi için toplumsal yapıyı veya bütünlüğü oluşturan ekonomik, sosyal, politik, etik, estetik... kerteler veya belirleyicilikler arasında uygun bir denge ve tatamlayıcılılık olması gerekir. Kapitalizmde ekonomik kertenin sadece diğerleri aleyhine belirleyiciliği artmakla kalmıyor, aynı zamanda diğerlerini kolonize ediyor ve tabii kendine bağımlı hale getiriyor... Karl Polanyi bu duruma dikkat çekiyor, itiraz ediyordu. Polanyi'ye göre ekonominin topluma değil de toplumun ekonomiye tâbi olduğu durum, bir sapmaydı ve toplumun normal hâli değildir... Şimdilerde sürdürülemezliğin belirginleşmesinin gerisindeki nedenlerlerden biri işte bu sapmadır... Dolayısıyla bu  tersliğin aşılması gerekiyor.

2. Kapitalizmin bir başka özgünlüğü veya orijinalliği, üretici sınıf olan işçi sınıfının toplumdaki durumuyla ilgilidir. Kapitalist toplumun üretici sınıfı olan işçi sınıfı, yaşam için gerekli araçlardan [üretmek ve geçinmek için gerekli şeyler] yoksunlaştırılmış, mülksüzleştirilmiş durumdadır. Zaten kapitalizm demek, mülksüzleştirirek sermaye biriktirmek demektir. Kapitalizm varolabilmek için mülksüzleştirilmiş bir sınıfa ihtiyaç duyuyor/ dayanıyor ve her ileri aşamada da mülksüzleştirilmiş kitleyi [proletarya] büyütüyor. Bu niteliğinden ötürü kapitalizm yıkıcı/tahrip edici [destructive] bir sistemdir. Her ileri aşamada işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, insânî yabancılaşmayı ve doğal çevre tahribatını derinleştirmek durumunda ve başka türlü yapması mümkün değil... Durum böyleyken,  insanlara sabrederlerse ilerde işlerin düzeleceği, yoluna gireceği söyleniyor...

3. Kapitalizmin bir başka özgünlüğü de üretimin yapılış amacıyla ilgilidir.. Bir meta uygarlığı olan kapitalizmde, üretimle ihtiyaçların tatmini [karşılanması] arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Kapitalist, pazarda satmak, kâr etmek için üretim yapar. Asıl amaç kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Her üretim çevrimi sonucunda elde edilen kârın [ artı-değerin] en büyük bölümünün de sermayeye dönüştürülmek üzere, yeniden yatırıma yönlendirilme zorunluluğu [yıkıcı rekabetten ötürü] vardır. Ve sonuç itibareyle şöyle bir durum ortaya çıkarıyor: Her seferinde daha çok üretim, daha çok kâr, daha büyük sermaye... Bu da araçlarla amaçların ters/ yüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasadır. Marx, Kapitalde, kapitalistin amacını şöyle özetliyordu: Amacı, yalnız kullanım-değeri değil, onunla birlikte meta üretmektir; yalnız kullanım değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı değer üretmektir" Böyle bir sistemin toplumun asgari ihtiyaçlarına bile cevap vermesi mümkün müdür?

4. Dördüncü bir özellik de, kapitalizmle birlikte iktibas yolunun artık kapanmış olduğudur. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesi dönemin üretim tarzlarında veya sosyal formasyonlarında, bir uygarlığın ilerlemesi, diğerlerinin de ilerlemesinin, ileri doğru hamle yapmasının koşuluydu. Bir uygarlık, üretimi ve yaşamı kolaylaştıran bir şey keşfettiğinde, başka toplumlar iktibas yoluyla aynı teknik buluşu kulllanarak bir üst düzeye çıkabiliyorlardı. Kapitalizm kendi dışındaki sosyal formasyonları biçimlendirme, biçimsizleştirme, çarpıtma, kendi ihtiyaçlarıyla uyumlandırma eğilimine ve dinamiğine sahip olduğu için, söz konusu yol kapanmış bulunuyor...

5. Beşinci önemli özellik de, kapitalizmin kutuplaştırıcı bir temel eğilime sahip olmasıdır. Bir sömürü metabolizması olarak işlemesi, sermaye birikiminin her aşamada mülksüzleştirirek yol almasının bir sonucu olarak, bir kutupta zenginlik yaratması karşı kutupta yoksulluk yaratmasına bağlıdır. Bu da muasır medeniyet seviyesini yakalama perspektifinin, kapitalizm koşullarında bir kıymet-i harbiyesinin olmaması, yakalamanın imkânsızlığı demektir...

6. Kapitalizm her aşamada ileri teknoloji üretmeye mecburdur ve kapitalist mantığın gereği olarak üretilen teknoloji, insanlar kolay üretsinler, kolay yaşasınlar diye üretilmiyor. Sömürüyü derinleştirmek, kâr oranını ve kâr kütlesini, yani sermayeyi büyütmek amacıyla üretiliyor. Aksi halde bunca teknik ilerlemeye rağmen, işlerin sarpa sarmasını anlamak zorlaşırdı...

7. Kapitalizmin mantığı, temel eğilimleri ve dinamikleri veri iken, sistemin insânî, toplumsal ve ekolojik kötülükleri büyütüp/ derinleştirmeden yol alması mümkün değildir.

8. Kapitalizm kendini sınırlamayı bilmez, durmayı bilmez /duramaz. Freni patlamış bir kamyon gibi, nereye çarpacağı belirsizdir.

9. Kapitalizmin bir tuhaflığı da etik kaygılara külliyen yabancılaşmış bir sistem oluşudur. Amoral [ ahlâk dışı] deniyor ama aslında ahlâksız denmesi gerekiyor... Kapitalist bir yere gelip üretim yaptığında, bir şey ürettiğinde, doğal çevreyi tahrip eder, canlıları yok eder, havayı ve suyu kirletir, biyolojik çeşitlliği yok eder, doğal dengeyi tahrip eder ve başka türlü yapması mümkün değildir. Durum böyledir ama insanlara ekseri yıkılan değil, yapılan gösterilir ve yapılan da ilerleme, modernleşme, bizde çağdaşlaşma, büyüme, kalkınma, vb. olarak sunulur...

10.  Nihayet kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız ve hegemonya da düşmansız yapamaz...
İşte, kısaca sözünü ettiğimiz temel eğilimlerin ve dinamiklerin bir sonucu olarak, artık genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu durumdan çıkmak, kapitalizmi aşmak, yeni bir şey yapmak, mümkün ve gereklidir. Gereklidir zira, bütün bu olup-bitenler, insan iradesini aşan insan üstü güçlerin marifeti değildir... Eğer yüzyüze geldiğimiz insâni ve sosyal kötülüklür, ekolojik riskler, birilerinin verdiği kararların, tercihlerin, politikaların sonucuysa ki, öyledir... o zaman başka insanların, başka tercihleri, başka politik pratikleriyle de pekâlâ başka şey yapmanın, başka türlü yapmanın da yolu açık demektir... (AS)

FİKRET BAŞKAYA



Demokrasi ile Diktatörlük Arasında Seçimler ve Sonrası


Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) üçüncü dönemine oylarını yüzde 50'ye çıkaracak denli büyük bir zaferle başladı. Ancak bu zaferin, eğer seçim sonuçlarına indirgenmeyecekse, demokrasinin zaferi olduğunu söylemek de mümkün değil.

AKP, rejimin ve sağcılığın bu güne dek kullandığı tüm yol ve araçları, bugüne kadar kullanılmamış denli bir bütünlük ve pervasızlıkla kullanıldığı bir seçim kampanyası yürüttü.
Milliyetçilik, dincilik ve cinsel ahlakçılık hiçbir seçim kampanyasında ve hiçbir parti tarafından bu denli yoğun kullanılmamıştı. Polis ve devletin diğer kurumları hiç bu denli taraf olmamış, yasadışı toplanan bilgiler hiç bu denli rahat seçim malzemesi yapılmamıştı.

Keza toplumsal zehirlenmeyi derinleştirmek pahasına bölücü, kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı dil hiç bu denli pervasız kullanılmamış, Kürt bilinçli seçmen hiç 'terörist' ilan edilmemiş, Alevilik meydanlarda hiç böyle yuhalatılmamıştı.

Bütün bunların başkanlık sistemi getirmek ve uzlaşma gereksinimi duyurmayacak bir anayasa yapım yetkisi sağlayacak 367 (hiç olmazsa referandum yetkisi sağlayacak 330) milletvekilliği için yapıldığı ortada. Bu gerçeklikte elde edilebilen 326 milletvekillik sonuç, yüzde 50'lik oy desteğine rağmen bir Pirus zaferi olmuştur. Özetle bu devasa zaferinden AKP, kendi hedefi itibariyle yenilgiyle çıkmıştır.

Yeni Statüko

Bu seçim, toplumsal muhafazakârlığın nasıl etkin bir rıza üretim mekanizması olduğunu, bu sayede 'istikrar' vurgusunun nasıl sihirli, en azla yetinmenin nasıl mümkün, hak mücadelesinin nasıl  önemsiz hale geldiğini göstermesi anlamında çarpıcı oldu.
Yine muhafazakârlığın tebaalaştırıcı etkisiyle, toplumun zıt hedeflere, örneğin hem Kürt sorununun çözüm gereğine hem Kürt düşmanlığına, hem Alevi açılımına hem Aleviliğin yuhalanmasına yönlendirilebileceğini göstermesi de bir diğer çarpıcı öğe.
Bu seçimle birlikte, kendi şahsında rejimi konsolide etmiş bir AKP ile karşı karşıyayız. AKP'nin şahsında bir kez daha kazanan, borsaların 'satın aldığı' yeni liberal politika ve Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) ılımlı İslamcılık projesiyle örtüşmeye çalışan yeni Osmanlıcı vizyon olmuştur.

Artık "statüko" derken, tümüyle AKP'nin belirlediği bir rejimden söz ediyor olacağız; bu gerçekliği dikkate almayan tahliller ise, artık birer manipülasyon olmaktan öte anlam taşımayacaktır.
Kuşkusuz seçim dönemindeki düşmanlaştırıcı tahribattan geri adım atıldığı, uzlaşı ve demokratikleşme sözü verildiği yeni bir 'balkon konuşması' ile karşı karşıyayız. Ancak 2007'deki seçim başarısının da, çok olumlu bir 'balkon konuşması' ile taçlandırıldığı, ama hemen akabinde KCK operasyonlarının başladığı anımsanacak olursa, bu konuşmanın güvenilirliğini test etmek için beklemek gerekecektir

Tabii bu kez hem çok daha güçlü bir Blok'un, hem demokratikleşmeye kapı açmış bir Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) varlığı yanında başkanlık hayalini ve uzlaşmazlığı zorlaştıran milletvekili sayısı nedeniyle, AKP'nin demokratikleşme yönelimine girmesi de mümkün. Bununla birlikte bu demokratikleşmenin siyasal düzlemle sınırlı ve yeni-liberal politika nedeniyle anti-sosyal karakterli olacağı da açık.

CHP'nin Tarafları

Bu vesileyle yeni CHP'nin seçim sürecinde gerçekleştirdiği açılımlarla demokrasiye doğru yol aldığı belirtilmeli. Sözkonusu taahhütlerine sadık kalması halinde CHP'nin, önümüzdeki Anayasa ve Kürt sorununun çözümü gündemlerinde pozitif katkı yapacağı açık.

Bununla birlikte onun da diğer rejim partileri gibi seçimden sorunlu çıktığı, milletvekilliklerini arttırmış olmasına karşın, beklentilerinin çok altındaki oy oranı ile önümüzdeki süreci iç kavgalarla geçirmesi muhtemel.

Ancak bu vesileyle belirtilmeli ki CHP, bu seçimde, Alevilerin neredeyse blok oyunu aldığı gibi, devlet ve rejim savunusundan halka ve haklarına yönelen yeni dili ile kendini solda, sağda ve merkezde niteleyen, dikkate değer yeni bir seçmen kitlesi kazandı.
Ancak bu yeni halkçı dil, özellikle Kürt sorununda 'özerklik' dillendirmesi ile geleneksel seçmeni ve hatta kadrolarından ulusalcı kesimin Milliyetçi Halk Partisi'ne (MHP) yönelmesini sağladı.
Bu sayede, muhafazakar tabanının bir kısmını AKP'ye kaptırarak baraj riskiyle karşı karşıya kalan MHP, milliyetçi ve rejim eksenli düşünen CHP'lilerden gelen oy desteğiyle tekrar baraj üstüne çıktı. Çok daha küçük olmakla birlikte, benzer bir oy kaymasının Cumhuriyetçi Güçbirliği adaylarına yöneldiği de saptanmalı.

Rejim savunuculuğundan demokrasiye yönelen yeni CHP'den bu kaçışları, Ergenekon davaları ekseninde ciddi bir güç kaybına uğrayan eski rejim güçlerinin atağı olarak görmek ve önümüzdeki günlerde güncellenecek CHP içi kavgayı da bu eksende çözümlemek gerçekçi olacaktır.

Ana Muhalefet: Blok

Gerek oy oranı gerekse de milletvekili sayısı anlamında seçimin tartışmasız galibi ise Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku olmuştur.
Bu noktada öncelikle teslim edilmeli ki, Bloğun bu olağanüstü başarısı, bırakalım herhangi bir meşru desteği, aksine büyük ve kategorik engellemelere rağmen gerçekleşmiştir.

Kuşkusuz bu başarı öncelikle ve büyük oranda Kürt Hareketine aittir ve bu başarı aynı zamanda özerklik talebinin Kürt halkı nezdinde büyük bir desteğe sahip olduğunun teyididir.
Seçim kampanyaları ve mitinglerinde de görüldüğü gibi Kürt Hareketi ile belli sol güçler ittifakının bu büyük başarısı, ne yazık ki Türk halkı içinde yeterli karşılığını bulmamış, Türk kimlikli toplumsal çoğunluk içindeki etki alanı çok zayıf kalmıştır. Milliyetçi refleksin de sonucu olan bu durum bir yana, Türk halkı içinde, Blok dışı sosyalizm ve demokrasi hedefli dikkate değer bir etkinlik de ortaya çıkamamıştır.

Blok dışı sol güçlerden gelen eleştirilere karşı da eklenmeli ki, Blok, seçimlere tartışma götürmez açıklıktaki bir sol programla girmiş, resmi metinleri ve sözcülerinin konuşmaları özgülünde sol bir Türkiye tasavvurunun etkin temsilciliğini yapmıştır.
Dahası enternasyonal bir duruş sergilemiş, kadın temsilini tüm siyasetlerden açık farkla önde gerçekleştirmiş, ilk defa bir Süryani'yi  Meclis'e taşıyarak hem laik hem de demokratik niteliğini ortaya koymuş, çevre konusunda Türkiye'nin geleceğini sahiplenmiştir.

Önümüzdeki dönemin anayasa yapım süreci olduğu ve yeni-liberal politikaların yarattığı toplumsal tahribatın derinliği de dikkate alınacak olursa, mevcut niteliğiyle Blok'un, Parlamento'daki sol muhalefet boşluğunu dolduracağı gibi, üyelerinin niteliğiyle de ana muhalefet misyonunu üstleneceğini söylemek abartı olmayacaktır.
Bu niteliğiyle Blok dışı sol güçler dahil emek örgütleri ile arasındaki ilişkinin giderek genişleyeceği ve buradan hareketle sol hareketin re-organizasyonunda anlamlı bir işlev görebileceği beklenmelidir.

Blok Dışı Sol

Blok dışı sol güçlere gelince, seçim özgülünde onlar etkin bir varlık gösteremedi.  Bunlar içinde en tanımlı ve en dinamik olan Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) önceki seçimlerdeki oyunu bile koruyamayıp 61 bin oya düşüşü, sürece ilişkin okumasının ne denli sorunlu olduğunu gösteriyor.

Büyük bir olasılıkla Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) de seçimlere girebilseydi benzer bir gerileme yaşayacak, gençlik tabanında başlayan belirgin hareketliliğin seçim etkinliği sağlamaya, hele ki oyunu arttırmaya yetmeyeceğini görecekti.
Oysa milliyetçiliğin etki alanından kurtulamamış kesimler üzerindeki etki alanı ve kuruluşundan gelen manevi gücüyle Blok içinde yer almış olsaydı, kendi etki alanını arttırması yanında Blok'a da ciddi katkı yapan bir ÖDP ile karşı karşıya kalabilirdik.
Son olarak Halkevleri gibi dinamik bir yapının, böylesi özel bir dönemi Halkın Hakları kampanyası gerekçesiyle es geçmesi, dolayısıyla etki alanını sandıkta CHP'ye bırakması da, sosyalizm mücadelesi ve devrimcilik açısından büyük bir sorun örneği oluşturuyor.

Özetle sola bir merkez yaratmak, solun birliğini sağlamak, ülkenin 81 ilinde halkı Emek, Demokrasi, Özgürlük eksenli bir Blok'a seferber etmek, hem herkese bulunduğu yerelde hem de bütünsel olarak sola Türkiye genelinde çok daha büyük bir temsil ve hegemonya gücü kazandıracaktı.

Bu vesileyle yinelenmeli ki, ister 'yetmez ama evet' diyerek AKP karşısında, isterse de 'hayır' diyerek CHP karşısından solun bağımsız varlığını anlamsızlaştıran idare-i maslahatçılıklardan köklü bir kopuş zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Son 15 yılın bilançosunun gösterdiği gibi, Kürt Hareketi dışında mevcut hali ve dili ile solun toplumda genişleyen bir etki yaratması mümkün değil.

Dolayısıyla köklü bir değişim gereksinimini duyan bir yerden başlanılmadığı müddetçe herkesin kendi küçük dünyasında durumu idare edip gideceği mevcut kabul edilemez durumdan çıkılamayacaktır. (EA/BA)

İslam ve Karşı-İslam

“Biliyorsunuz, Hz. Muhammed’in cenazesi daha ortadayken ihtilaf başlıyor, ayrışma başlıyor. İktidar yanlısı, saltanat yanlısı İslam ile gerçek İslam-Medine İslamı arasında ayrışmalar, çatışmalar başlıyor. Daha Hz. Muhammed’in cenazesi yerdeyken, ki biliyorsunuz üç gün yerde kalıyor, kendini çok iyi gizleyen saltanat yanlısı Emevi anlayışı ile başını Hz. Ali’nin çektiği dürüst Müslümanlar arasında kavgalar başlıyor. Bu dönemde Emevi anlayışı kendisini çok iyi gizlemiştir. Hz. Muhammed’in çok sevdiği torunlarını, Hz. Hüseyin’i  çok vahşi bir şekilde katlettiler. O günden bu yana iktidar İslamı ile gerçek İslam arasında süregelen bir çatışma var. Bugünkü iktidar da iktidar İslamı geleneğinden geliyor. Gerçek İslam, Medine İslamı’dır. Medine sözleşmesi diyoruz buna. Medine Sözleşmesi, Medine’de yaşayan tüm toplulukların, toplum birimlerinin üzerinde anlaştığı bir toplumsal sözleşmedir.” (Bilge)

İslam Arapça “se-le-me” kökünden türemiş olan bir sözcüktür ve anlamı “barış”tır. Bir diğer anlamı da “teslimiyettir”. Yine aynı kelimeden türemiş olan Müslüman da “teslim olan” anlamına gelir; burada ifade edilen teslimiyet, tek Tanrı olarak kabul edilen ‘Allah’a teslimiyettir.


İslam dini 7. yy’da peygamberi Hz. Muhammed’in insanları bu dine davet etmesi üzerine yayılmaya başlar. Hz. Muhammed’in ilk tebliği İslam dininin son din ve kendisinin de bu dinin peygamberi olarak kabul edilmesi olmuştur. Bu çağrıyla Hz. Muhammed’in geleneksel toplumun inanç dünyasına ve onun üzerinde şekillendiği kurumsal yapılara karşı bir savaş başlattığını söyleyebiliriz. İslam dininin itirazlarının nedenlerini veya neye karşı olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle İslam öncesi topluma yani “cahiliye çağı” denen döneme bakmamız gerekiyor.


Cahiliye dönemi: Sosyal ve ekonomik yapı


İslam öncesi Arap toplumu sınıflı bir yapıya sahiptir. Toplum, hürler, mevaliler ve kölelerden olmak üzere üç tabakadan oluşmaktadır. Mevaliler azat edilmiş kölelerdir. Bunlar azat edilmiş olsalar da, hürlerle aynı haklara sahip değillerdir ve o tabakaya giremezler. Köleler ve cariyelerse hiçbir hakka sahip olmayıp panayırlarda alınıp satılırlar. Bir diğer fark ise Bedeviler yani göçebeler (ki Arap yarım adasının büyük bir bölümü Bedevilerden oluşmaktadır) ve kentliler yani medeniler arasındadır. Bununla beraber Arap toplumu kabile yapısına göre örgütlenmiş olan bir toplumdur. Ataerkil yapısı ve bu yapıdan doğan hukukla tanzim edilmiştir. Kadın bu yapı içerisinde değersiz görünen bir varlıktır. İstisna olsa da saygın ve kendisine hürmet edilen kadınlar da vardır. Hz. Muhammed’in ilk eşi ve İslam tarihinde çok önemli bir yer kaplayan Hz. Hatice, yine Hind buna örnek olarak verilebilir. Toplumun inanç ve düşünce sistemi de çok tanrılı inanca dayalıdır. Bu inanç biçimi cahiliye çağı Arap toplumunun bütün özelliklerini yansıtan bir niteliğe sahiptir. Toplumun siyasi ve ekonomik kurumlaşması çok tanrılı inanç sistemine göre şekillenmiştir. Ya da ekonomik yapı bunda çıkarları olan Arap aristokrat sınıfınının bu inanç sistemine sıkı sıkıya sarılmasına neden olmuştur. Çünkü Mekke dönemin bir ticaret kenti olma özelliğini, kutsal mekanlara ya da putlara ev sahipliği yapmasına borçludur. Bu özellik dört bir taraftan hacıların Mekke’ye akın etmesini beraberinde getirdiği gibi kentin ticaretini de canlandırmıştır. Tüccarlar hac mevsiminde Mekke panayırlarında mallarını sergiler, kabileler ihtilaflarını bir tarafa bırakırlar. Savaş hac döneminde haramdır ve hacılar silah taşıyamazlar. Her yılın üç ayı böyle geçer. Bu ticaret mevsiminden en fazla yararlanan kesim ise Mekke ileri gelenleri ve onların içerisinde de en güçlü kabile olan Kureyş kabilesidir. Bu kabile kentin siyasi otoritesini elinde bulundurduğu gibi hac mevsiminin güvenli ve sorunsuz geçmesinden de sorumludur. Çünkü çok tanrılı dönemde de  kutsal olan Kabe’nin anahtarları bu kabilenin elindedir. Kabe’nin idaresinden onlar sorumludur. Dolayısıyla tüm Mekke’nin de idaresi onların elindedir. Kabe’nin anahtarına sahiplik siyasal, toplumsal ve ekonomik egemenliği de sembolize ediyor. Yarım adanın diğer iki önemli kenti olan Medine ve Taif’de ise ekonomik yapı daha çok tarım ve hurma yetiştiriciliğine dayalıdır. Böyle bir sosyal ve iktisadi yapı yukarıda da belirtildiği gibi sınıflar ve eşitsizliklere dayanmadan var olamaz. Tüm maddi ve manevi zenginlikler bir kabileler federasyonu biçiminde örgütlenmiş olan aristokratlar sınıfının tekelinde toplanıyor. Toplumun yoksul kesimleri tefeci tüccarlara mahkum olmuş ve yaşamını sürdüremez düzeye gelmiştir. Çokça anlatılan kız çoçuklarının diri diri gömülmesi olayının arkasında yatan neden bu tefeci ve soygunculuk düzenidir. Yoksul insanlar tefecilere olan borçlarını ödeyemedikleri zaman, borçlarına karşılık kız çocukları genelevlerde çalıştırılmak üzere ellerinden alınır. Böyle bir onursuzluğu yaşamamak içinde borçları olan insanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek zorunda kalırlar. İslamiyet öncesi Arap toplumu incelendiğinde adı anılan kadınların büyük bir bölümünün “soylu” sınıfına ait olduğu görülecektir. Yani diri diri gömme olayı sınıf ve zümre gözetilmeden tüm kız çocuklarına uygulanır. Bütün bu nedenler birleştiğinde İslamiyet öncesi Arap toplumunda çelişkilerin iyice belirginleştiği söylenebilir. Adeta bir “mesih” beklentisi ezilen kesimlerde hakimdir. Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de etkisiyle toplumda bu düşünce iyice olgunlaşmıştır. Hz. Muhammed’in çıkışını hazırlayan da bu maddi zemindir.


Hazreti Muhammed’in devrimsel eylemi: İslamiyet


Hz. Muhammed eylemini gerçekleştirmeden yani İslam dinine daveti başlatmadan önce uzun bir hazırlık dönemi yaşar. Toplumsal sorunları, nedenleri ve muhtemel çözüm yollarının neler olabileceğini değerlendirir. Hira mağarasında yaşam, inziva bu hazırlıkların yapıldığı dönemdir. Bir nevi ideolojik hazırlık dönemi de denebilir bu döneme. Hira’da yapılan toplum çözümlemesidir. Bu çözümlemenin dinsel olması İslamiyet’in tekabul ettiği tarihsel momentle ilgilidir. Dönemin düşünüş biçimi dinseldir. Daha seküler bir ideoloji geliştirmesini beklemek anakronik bir düşünce olurdu. Bundan dolayı Hz. Muhammed toplumsal kurtuluşu tek tanrılı dini inançta arar. Hira magarası da bu inanç sisteminin formüle edildiği yer olur. Bu hazırlık evresi tamamlandıktan sonra Hz. Muhammed  MS 610 yılında kendisinin son peygamber olarak Allah tarafından görevlendirildiğini ilan eder. İlk önce eşi Hatice ve yakın çevresinden olanlara açıklar bu düşüncesini. İdeolojik hazırlıktan sonra şimdi de üç yıllık bir gizli örgütlenme dönemini başlatır. Bu evrede daha sonra İslam tarihinde önemli bir yer edinecek olan Hatice, Ali, Ebubekir, Osman, Zeyd, Talha, Zübeyr, Sad gibi ilk Müslümanlar İslam dinine geçer. Gerekli hazırlıkları tamamlayan Hz. Muhammed, çağrısını açıktan açığa yapmaya başlar. Sosyal adaleti merkeze alan bu yeni çağrı Mekke’nin ileri gelenlerinde de rahatsızlık yaratır. Çünkü Hz. Muhammed onların tüm varlıklarını borçlu olduğu çok tanrıcılığa karşı bir savaş başlatmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Mekke tüm zenginliğini ticarete borçludur. Bu ticari zenginlik de Kabe’nin yani içerisinde kabilelerin tanrılarının olduğu kutsal mekandan kaynağını almaktadır. Müesses nizamlarının yıkılacağı korkusuna kapılan bu sömürücü sınıf, ilk önce Hz. Muhammed’le anlaşmak ister. Ona çağrısını geri çekmesi karşılığında servet, şöhret ve Mekke’nin en güzel kadınlarını vermeyi teklif ederler. Fakat Hz. Muhammed bu tekliflerin hiçbirisini kabul etmez ve mücadelesini sürdürür.


Medine’ye hicret


Hazreti Muhammed’in adalete ve müminler arasında eşitliğe yaptığı vurgu kısa sürede toplumun alt kesiminden insanların İslam dinine geçmesini sağlarlar. İslamiyetin toplum tarafından kabul gördüğünü gören Kureyş ileri gelenleri Hz. Muhammed’e karşı savaş ilan ederler. İlk önce ilk Müslümanlara va Hz. Muhammed’in kabilesi olan Haşimoğulları’na karşı boykot uygularlar. Bu boykot Hz. Muhammed’e inananlar üzerinde belirli bir etki göstermeye başlar, yılgınlığa düşenler olur. Çünkü insanlar boykottan dolayı çocuklarına bile yiyecek ekmek bulamaz duruma düşmüşlerdir. Mallarına uygulanan ambargodan dolayı pazarda ürünlerini satamamaktadırlar. Bu sıkıntılı durumun önünü almak isteyen Hz. Muhammed çözümü kendisine inanan insanlara kalacakları güvenli bir yer bulmakta arar ve 615-616 yıllarında iki grubu Habeşistan’a gönderir. Bu boykot uygulaması Hz. Muhammed ve Mekkeli müşrükler arasında başlayacak olan zorlu mücadelenin ilk evresidir. Müminleri sağlam bir yere yerleştiren Hz. Muhammed, Mekke’de kalarak mücadelesini sürdürür. Kendisine yönelik her türlü küçük düşürücü muameleye aldırmadan insanları putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırır. Amcası Ebu Talib’in de ölümünün ardından himayesiz kalan Hz. Muhammed’e karşı Kureyşlilerin baskısı iyice artmaya başlar. Bunun üzerine Hz. Muhammed mücadelesini daha iyi örgütleyebileceği bir yer aramaya başlar. Kabe’ye gelen hacılarla bu amaçla görüşür, onları İslam’a davet eder. Bu davetlerden birinde Akabe denilen bölgede Medine’nin Hazrec kabilesinden olan altı kişiyle görüşür. Bu görüşme Birinci Akabe Biadı diye geçer kayıtlara. Bu görüşme İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Medine’ye hicretin temellerinin atıldığı ilk görüşmedir. Bir sonraki yıl yani 622 yılında yapılan ikinci görüşmede ise 75 Medineli, bunlardan ikisi kadındır, İslamiyet’e geçer ve Hz. Muhammed’e de onu Medine’de himaye etme sözü verirler. Medine’ye Hicret Dönemi böylece başlamış olur.

 
Yazının devamı haftaya Genç Gündem sayfasında...

Kalkınma ve Yeni Kölecilik

Ortadoğu'daki geçiş süreci için öngörülen politikalardan biri de yüzyıl önce Batı'nın sömürgelere uyguladığı "kalkınmacı" sömürge politikalarıydı. Gerçek anlamda kalkınma, bir toplumun ya da ülkenin tüm dinamiklerinin, doğal, tamamlanmış ve eksiksiz bir biçime ulaşıncaya kadar harekete geçiren bir süreç olarak kabul edilir. Oysa burada, sürekli çatışma ve gerilim durumu korunarak, en onursuz teslimiyeti ve buna bağlı olarak da saptırılmış, tahripkar bir "kalkınma" politikasını egemen kılmadır.  

Bu büyülü kelime eskiden kullanılırken farklı yorumlar yüklenirdi. Mesela, bitkilerin ve hayvanların doğal bir şekilde büyüdükleri açıklanırken, büyüme (kalkınma) kelimesi bir metafor olarak kullanılırdı. Kalkınmanın hedefi, daha sonra da programı, ancak bu metafor aracılığıyla gösterilebilirdi.   


Biyolojide bir canlının gelişmesi ya da evrimi kavramları, organizmalar, genlerindeki olanakları gerçekleştirirlerse bir anlam ifade eder: Bu, o canlının, biyolog tarafından önceden bilinen doğal davranışlarıdır. Bir bitki ya da hayvan, genetik programını son aşamasına kadar tamamlayamazsa ya da bu program başka bir program uygulanacak olursa gelişmesinin son aşamasına ulaşamaz. Böyle bir başarısızlık durumunda hayvanın büyümesi, gelişme değil aykırılıktır: Ortada patolojik ya da hatta doğa dışı bir durum var demektir. Belki de ilk biyoloji teorileri bu "ucubelerin" incelenmesi ile kurulabilmiştir.    


Kalkınma kelimesi ne kadar kutsanırsa kutsansın, anlamında bir kötülük ve uğursuzluk taşıyagelmiştir. Bu kelimenin oluşturulmasına katkıda bulunmuş olan büyüme, evrim, olgunlaşma gibi anlamlarla da bağlantılı olma hali vardır. 300 yıllık "kalkınmacı" deneyimler sonucunda bu kelime her kullanıldığında ezilenler, yoksullar ve emekçiler için felaketleri, doğa tahribatlarını, ekosistemlerin yıkılmalarını çağrıştırmıştır. Halen de yeryüzünde yaşayan insanların dörtte üçü için "kalkınma" kelimesinin, toplumsal olarak oluşturulmasında, ekolojik toplum açısından da bu kelimenin olumlu anlamı bu insanların ne olmadıklarını, arzu edilmeyen, aşağılık koşulları hatırlatmaktan başka bir şey ifade etmediğidir. Ülkemize son yıllarda hükümetçe göklere çıkarılan ve bölgemize daha yeni yeni dayatılmaya hazırlanılan "kalkınmacılık" politikaları, halklarımızın bu aşağılık koşullardan kurtulabilmeleri için başkalarının deneyimlerinin ve hayallerinin kölesi olma durumunun dayatılmasıdır.      


İngiltere hükümeti 1939'da Sömürgelerin Kaldırlmasına Dair Yasa'yı Sömürgelerin Kalkındırılması ve Refahına Dair Yasa ile değiştirince ekonomik ve siyasi değişim (mutasyon) öngören bir değişim olduğu iddia ediliyordu. İngiltere, o zamanlar, sömürgeci himaye anlayışına (onlar felsefe diyordu) olumlu bir anlam verebilmek için sömürge yerli halkların en az beslenme, sağlık, eğitim düzeyine ulaştırılması gerektiği fikrini benimser görünüyordu. Aslında "ikili manda" yönetimini tasarlıyordu. Sömürgeci güç olarak sömürgeyi ekonomik bakımdan "kalkın"dırabilmeliydi. Yerli sömürge halkların "refah" düzeyini dikkate almalıydı. Daha sonra ikili manda anlayışı, yönetim seviyesini, üretim seviyesini belirler hale geldiği zaman kullanımdan çıkarıldı ve yerine tek bir kavram kondu: Kalkınma. Bölgemiz de şimdi bu seviyeye yükseltiliyor.


20. yüzyıl boyunca kentsel gelişim (Çılgın kentsel projeler dahi) ve sömürgelerin kalkınmasına ilişkin kilit kavram ve hatta ülkemizde şimdi olduğu gibi "kutsal kalkınma" haline geldi. Son gözaltılarda "kalkınmayı" engelleyen hainler olarak da tutuklular suçlanıyor. Günümüzde kalkınmanın sembolik imgeleri ise, konut üretim projeleri (TOKİ'ler) duble yollar, (Yüzde 70 petrol vergisi soygunu için araba satışı vd.) ve dağların, ormanların, ovaların, nehirlerin "şirket" adı verilen yağmacılara terkedilmesi oluyor. Peki İngiliz hükümetleri ve şimdilerde ABD ve Batı, hegemonyacı politikaları neden kalkınma gibi "kutsal" bir gelişmeyi bağımlı ve yoksul ülkelere taşıyorlar? Eskiden Marx bunu söyle yanıtlıyordu: "İhmal edilmemesi gereken bir husus şu ki; Hindistan, kesinlikle kendisinin beslediği bir Hindistan ordusu aracılığıyla İngiliz boyunduruğu altında tutulmaktadır."
(K. Marx, Doğu Sorunu)  

Aslında bir sömürge mantığı ile inşa edilen "kalkınmacı ekonomi" hakimiyet kurduğu toplumlarda, kendi egemenliğini birincil hale getirmeye ve bu mantığa göre bütün diğer toplumsal karşılıklı ilişki biçimlerini içine almaya çalışır. Bu yeni bir fetih ve tahakküm sürecidir. Ülkemizde olan ise petrole dayalı ürünler, inşaat ve madencilik ile kırın boşaltılmasını öngören yeni ucube kentsel projelerle yoğun işgücü için sömürü alanları açmaktır. Bu da çok daha baskıcı, köleleştirici (artık halk arasında GDO'lu din adamları da denilen görevliler tarafından "grev yapmak kafirliktir" denildiğine göre) yasalar gerektirir. Özgürlüksüz ve demokrasisiz, sürüleştirilmiş bir kitle de gerektirir. Geçiş süreci, şayet kalkınmacı anlayışa teslim olursa, olacak olan yeni köleci bir düzendir.  

 
Yeni kölecilik insanları değersizleştirir

Öncelikle kadına karşı yürütülen değersizleştirme kampanyası, bu seçim arifesinde daha da yoğunlaştırıldı. İktidar tarafından yürütülen bu çirkin kampanyaya medya da dahil edildi. Özellikle Kürt Aydınlanması'nın cinsiyet özgürlükçü politikaları sonucunda açığa çıkan kadın özgürleşmesi hususundaki devrimsel çıkışını ve bunun olası etkilerini bertaraf etmeye yönelik bir siyasi kampanya yönetiliyor. Birazcık nefes almaya başlayan kadının, haya sınırlarının çok ötesinde karalanmaya başlanması, yeni köleliğin taşlarının döşenmesidir. Bunlar kadına yönelik temel değersizleştirme girişimleri oluyor. Ve kadının metalaştırılmasına (Ki erkek ile birlikte metalaştırılıyor) bile tahammül edilmeyip, El Kaide liderliğinin yaşam biçimi, kadının en karanlık dönemlerdeki köleleştirilmesine adım adım sürüklenmesi ve ilk elden sömürgeleştirilmesi kalkınmacı zihniyetin başlangıcı oluyor.


Halihazırda ülkemizde itinayla yerleştirilen bu hakimiyet biçimi, "kutsal kalkınma" çizgisini yerli yerine yerleştirmek için diğer bütün toplumsal varlık biçimlerinin değersizleştirilmesi gerekir. Kadından sonra ikinci büyük hedef Kürt Aydınlanması ve dolayısıyla Kürt halkıdır. Çok yönlü kıyımlarla birlikte yoğun bir karalama kampanyası da sürdürülmektedir: Türk ve Kürt halkının ebedi kardeşliği hedeflenerek düşmanlaştırılmaya çalışılmaktadır: Hakkari mitinglerindeki "bayrak" imgesinin sürekli kullanılması, Kürt halkının katil çetelerle irtibatlandırılması gibi. Oysa bu katil çetelerin (O Ergenekon dedikleri) safkan üyeleri Sayın Başbakan'ın yardımcıları veya danışmanlarıdır. Sadece bunlar "fiili suçlara" karışmamışlardır. Kim bilir? Tabii ki Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulduğunda ilk önce bunlar açığa çıkacaktır. Belki de hükümet bundan korkmaktadır.    


Yeni kölecilik ve değersizleştirme süreci, becerileri işsizliğe-yoksulluğa, ortaklaşa kullanılanı şirket-hükümet kaynaklarına, erkeği ve kadını (Hükümet bunu bile kadınlara fazla görmektedir) emeğe, geleneği-ahlakı dinci fanatikliğe, bilgeliği cehalete, özerkliği bağımlılığa dönüştürür. Farklılıkları, kültürleri yok etmek de toplumları değersizleştirmedir. Kimliklerini, inançlarını, dillerini yasaklamak da. Eskiden "yerli halklara" uygulanan ve kalkınma adına yapılan bu değersizleştirmeler, şimdi tüm bireylere ve toplumlara uygulanıyor.  


Özerk kurumlar (inanç kurumları, üniversiteler, sivil toplum alanı), özerk toplumsal alanlar; kentler ve kırlar (köyler, göçebeler vd.) da değersizleştirmelerden payını alıyor. Toplumların, grupların ve ailelerin kendilerini savunma biçimleri, tarihsel dokunulmaz özellikleri de ellerinden alınıyor. İnsanların isteklerinin, becerilerinin, yeteneklerinin, tecrübelerinin, umutlarının, birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları ilişkililerin somutlaştığı eylemler de değersiz kılınarak, sadece bir parti, bir cemaat ve piyasa aracılığıyla karşılanabilecek ihtiyaçlar haline getirilmeye çalışılıyor. Bunun dışında hiçbir şeye tahammül gösterilmiyor: Newroz Bayramı'na, sadece taziyeye katıldı diye insanlar tutuklanıyor. Bu çaresiz birey ve çaresiz toplum yaratmadır. Değersizleştirme Sömürgelerin Kalkındırılmasına ve Refahına Dair Yasa ile dayatılmıştı. Dünya faşizminin arifesindeki bu dayatma (1939), şimdi ülkemize ve bölgemize "kalkınmacı ekonomik" gelişmenin sırrı olarak dayatılıyor. Ve sürekli şiddet uygulamaksızın (kadına, halklara, gençlere, emekçilere, yazarlara, aydınlara ve karşı çıkan, itiraz eden herkese) gerçekleşme imkanı olmayan bir politikadır. Tıpkı ilk köleleştirme süreçlerinde yapıldığı gibi.


Seçime birkaç gün kala, özellikle iktidar partisi, meydanlarda köleleştirme politikalarını ve gelecek projeksiyonlarını, müteahhitler, tekeller, güvenlik güçleri ve tüm bürokrasiyi de seferber ederek oluşturulan kitlelere, yeni führer çalımıyla anlatıyor. Alkışlatıyor. Bağırtıyor. İlk köleler bile bu kadar duyarsız değildi. Bu kadar sağır! Gündemde özgürlükler, demokrasi, adalet ve ülke sorunlarını çözme diye bir düşünce, bir ima bile yok! Patlama noktasına varan bir kibir, hiçbir şekilde adil olmayan bir seçim ve sadece kendine sevdalılık, sadece kendini övme var. 1939'lu yıllara ne kadar çok benziyor!  

 
Öldürürler beni çalışmazsam
ama çalışsam da öldürürler beni
durmadan hep öldürürler beni
hep öldürürler beni durmadan

dün bir çocuk gördüm oynuyordu
bir başka çocuğu öldürmek oynuyordu
dün bir çocuk gördüm oynuyordu
bir başka çocuğu öldürmek oynuyordu

bir çocuk o
hani bir iş yaparken
büyüklere benzeyen
çocuklardan

kim diyecek onlara
hele bir büyüsünler
insanların çocuk olmadığını
çocuk olmadığını
çocuk olmadığını...

öldürürler beni çalışmazsam
ama çalışsam da öldürürler beni
durmadan hep öldürürler beni
hep öldürürler beni durmadan


Nicolas Guillen (Kübalı şair)

 Fethi SUVARİ / D Tipi Kapalı Cezaevi / DİYARBAKIR

Vahşetin Resmidir

Wan’da 1998’de yaşamını yitiren 41 PKK’liye ait toplu mezar ilk kez görüntülendi. PKK’lilere ait kemikler dinamitle patlatılan mağaranın altında olduğu gibi duruyor

AİLELER VAHŞETİ ORTAYA ÇIKARDI

1998 yılının Ekim ayında Wan’ın Şax ilçesinde çıkan bir çatışmada, aralarında Alman sosyolog Andrea Wolf’un da bulunduğu 41 PKK’li yaşamını yitirdi. 41 PKK’li çatışma bölgesinde topluca gömüldü. Yıllar sonra çocukları Kamuran İnalkaç’ın da söz konusu toplu mezarda olduğunu öğrenen İnalkaç Ailesi, toplu mezarı ortaya çıkardı.

SAATLERCE KEMİK ARADILAR

İHD heyeti ile birlikte toplu mezarın bulunduğu Kelehê köyündeki mağaraya giden aile, tam bir vahşetle karşılaştı. Etraf PKK’lilerin elbiseleriyle doluyken, kemikleri de dinamitle patlatılan mağaranın altında duruyor. İnalkaç’a ait kemikleri arayan ve duygulu anlar yaşayan ailesinin tek isteği ise çocuklarının cenazesini almak.



İşte vahşetin görüntüleri


PKK’lileri konu alan bir kitap çalışması için dağa çıkan Alman insan hakları savunucusu ve sosyolog Andrea Wolf’un da aralarında bulunduğu 41 kişilik toplu mezar ortaya çıktı. 1998 yılının Ekim ayında Wan’ın (Van) Şax (Çatak) ilçesinde çıkan bir çatışmada, Wolf’la birlikte birçoğu sağ yakalandıktan sonra infaz edildiği belirtilen 41 kişinin toplu mezar görüntüleri insan kanını donduruyor. PKK’lilerin elbiseleri hâlâ toplu olarak bulunuyor, kemikler ise dinamitle yerle bir edilen mağaranın altında olduğu gibi duruyor. Ailelerin İHD Wan Şubesi’ne başvurusu üzerine yıllardır tartışılan ancak bir türlü tespit edilemeyen toplu mezar ilk kez görüntülendi.


1995 yılında PKK’ye katılan kardeşleri Kamuran İnalkaç’un toplu mezarda olduğunu belirten Hüsamettin, Vehbi, Abdulkadir ve Mehmet İnalkaç ile İHD heyeti toplu mezarın bulunduğu Şirnex’in (Şırnak) Bêşebab (Beytüşşebap) ile Wan’ın Şax ilçesi sınırındaki Kelehê (Andiçen) köyüne gitti. Köylülerin yardımıyla heyet, sabahın ilk ışıklarında çatışmanın yaşandığı mağaraya ulaştı.

Her şey olduğu gibi duruyor


Mağaradaki görüntüler insanın tüylerini ürpertiyor. Tamamen yıkılmış mağaranın altında ve etrafında, 41 PKK’liye ait elbiseler, yemek ve çay içtikleri kaplar, sırtlarına bağladıkları uzun kuşak, battaniyeler, göğüslerine taktıkları sarı, kırmızı ve yeşil iplerden yapılan renkli kolyeler bulunuyor. Mağaranın taşları altında ise çok sayıda insan kemikleri olduğu gibi duruyor. Mağaranın bulunduğu yerin uzun yıllar sonra “yasaklı bölge” statüsünden çıkarıldıktan sonra köye yerleşen köylüler, kemiklerin büyük bir bölümünü mağaranın yanında kazdıkları bir yere toplu olarak gömüyor. Mezar taşları ise PKK’lilerin beline taktığı kuşakla bağlanıyor.


Tanıklar vahşeti anlattı


Olay gününü anlatan köylüler, Şax ve  Bêşebab sınırında helikopter destekli çok kapsamlı bir operasyonun yapıldığını söylüyor. Büyük bir çatışmanın yaşandığı bölgeye helikopter taramasından sonra ne olduğunu bilmedikleri bir gazın atıldığını belirtiyorlar. Olaya tanıklık eden köylüler, o günü şöyle özetliyor: “O zaman büyük bir operasyon başlatıldı. Operasyondan sonra çatışmalar çıktı. Çatışmada aralarında Andrea Wolf’un da bulunduğu 3’ü kadın bazı gerillalar mermileri tükendiği için yakalandı. Ancak bunların tamamı infaz edildi. Hatta Çatak tarafından gelen ve operasyonu yöneten Sabri Üsteğmen, Andrea Wolf’un başına önce elinde bulunan sopalarla vurarak öldürdü. Sonra bunları kurşuna dizdi. Zaten helikopterlerle tamamen yerle bir edilen mağaranın altına dinamitler yerleştirilerek, mağara tamamen öldürülenlerin üzerine yıkıldı. Tam bir katliam uygulandı. Bazı cesetler öyle güneşin altında kaldı. Ancak yasaklı bölge ilan edildiği için giremedik. Çok sonradan gelip bulduğumuz kemikleri topladık. Ancak halen mağaranın altında onlarca kişinin kemikleri duruyor.”


Kardeşlerinin kemiklerini aradılar


İnalkaç ailesi de İHD’lilerle birlikte uzun süre mağaranın altında kardeşlerinin ve onun arkadaşlarının kemiklerini aradı. Buldukları bazı kemikleri köylülerin kazdığı yere saklarken, elbiselerde ise kardeşlerine ait izleri uzun süre aradılar. Duygulu anların yaşandığı toplu mezarın bulunduğu mağaranın üzerinde konuşan İnalkaç’ın ağabeyleri, tek isteklerin kardeşlerin cenazesini alarak doğduğu topraklar olan Mûş’un (Muş) Milazgîr (Malazgirt) ilçesine bağlı Tatargazi köyüne götürmek olduğunu belirterek, yaşanan vahşetin ortaya çıkması ve kardeşlerinin kemiklerinin kendilerine verilmesi için sonuna kadar mücadele edeceklerini söyledi. İHD Wan Şube Sekreteri Sami Görendağ, “Bu olayın ortaya çıkması ve cenazelerin ailelerine verilmesi için gerekli bütün girişimleri başlatacağız” dedi.

 
AİHM mahkum etmişti

Yaşanan çatışmadan sonra avukat Eren Keskin ve bir Alman avukat, Alman insan hakları savunucusu sosyolog Andrea Wolf’un cenazesinin verilmesi için uzun yıllar hukuksal mücadele başlattı. Yetkililer, söz konusu çatışmada Wolf’un olmadığını iddia etti. Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM), askeri mahkemeler, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Wan’daki askeri yetkililerin tamamı olayla ilgili bilgilerin olmadığını ileri sürerek olayın üzerini kapatırken, avukatların başvurduğu AİHM, Türkiye’yi Wolf davasında ağır bir tazminata mahkum etti.
 
İsimleri açıklanmıştı

Türkiye’nin bir türlü kabul etmediği olayla ilgili olarak PKK’nin daha önce yaptığı açıklamada, çatışmada 4 PKK’linin sağ kurtulduğunu duyurarak, o dönemde yaşamını yitiren ve toplu mezarda bulunanların isimlerini açıklamıştı. PKK’nin açıkladığı isimler şöyle: “Evrim Açan (Rohat), Şêxmûs Hasan (Cembeli), Cevdet Tatar (Hozan Hogir), Teyar Misto (Kamuran), Ayten Ene, (Azime Savaş) Agirî, Botan, Kamuran İnalkoç (Kawa), Enver Süleyman (Şiyar), Leşker, Kemal, Tekoşer, Neriman Ahmet (Amed), İbrahim Ercan (Deniz), Fevzi Muhammed (Gabar Afrin), Sipan, Selman, Habib İbo (bahoz), Dilbirîn, Xezal, Şerife Erdoğan (Sozdar Urfa), Fatih Yalçınkaya (Agit), Şiyar, Andrea Wolf (Ronahi) Minteha Ali (Canda) Yerivan Yıldız (Adife), Adife Aslan (Berfin), Cahide, Diyar, Newroz, Xelat.”

İnançlara Düşmanlık

Yeni_Özgür_Politika Daha Anadolu’ya ilk gelişlerinden itibaren Türk yöneticiler, ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesini kullanarak Kürt yöneticileri yanlarına alıp gayrimüslim unsurlara, Hıristiyan Ermeniler’e ve Bizanslılar’a karşı harekete geçmişlerdi. Bizanslılar’ın, Batıya sürülmelerinden sonra geriye kalan en büyük gayrımüslim kitle Ermeniler’di.
Tarihten buyana Mezopotamya ve Anadolu bir halklar, inançlar ve kültürler mozayiğidir. Yine tarihten bu yana heterodoks din ve kültürlerle azınlık halklara karşı bir arındırma, asimilasyon ve katliam politıkası izlenmiş ve bu süreç özellikle 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında milliyet eksenli bir tasfiyeye dönüşmüş; tüm bunlara karşın bu renklilik ve çeşitlilik günümüzde bile kendisini hissettirmektedir. Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Gürcüler ve Lazlar gibi Müslüman halklar; sayıları giderek azalmış olsa da Ermeniler, Rumlar, Asuri – Kaldeliler gibi Hıristiyan halklar ve Musevi Yahudiler, hâlâ bu coğrafyada yaşamaktadırlar. Sözkonusu coğrafyanın eski halklarından biri olan Kürtler ise Müslüman, Kızılbaş – Alevi, Yezidî, Ahlê Haq, Kakai, Musevi ve Hiristiyan gibi din ve inançlara mensupturlar. Müslüman Kürtler’inse daha çok Naqşibendi, Rufai, Suhreverdi ve Nur gibi tarikatlara mensup olduklarını belirtmeliyiz. En yaygın Şafiî – İslam tarikatlarından olan Naqşibendiliğin ise Halidiye koluna mensupturlar. Türkler genelde Sünni, kısmen Alevi ve Şiî; Araplar ise Sünni, Alevi ve Nusayri inançlarına mensupturlar.Bu kısa belirleme bile, tüm olumsuzluklara rağmen Mezopotamya ve Anadolu’nun, hâlâ bir halklar ve kültürler mozayiği olduğunu göstermektedir.

Kürtlerde Zerdüştlük ve İslam
Mezopotamya, bugün dünya insanlığının çok büyük bir bölümünü kucaklayan Zerdüştilik, Manihaizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin ortaya çıktığı bir coğrafik bölgedir. Bu coğrafya, aynı zamanda binlerce yıldan buyana birçok büyük uygarlığa beşiklik etmiştir.

İslamiyet, çeşitli zor yöntemleriyle yayılmaya çalışırken, önündeki en büyük engel, o dönem Kürtler’in de mensup olduğu Zerdüşt diniydi. İslam halifeleri bu dini, Mecusilik yani Ateş – tapıclığı olarak suçlamakta ve düşman ilan etmekteydiler. Bu nedenle, İslam ordularıyla Ari/İranî halklardan biri olarak Kürtler arasında son derece zorlu mücadeleler yaşandı. Zerdüştilik gibi güçlü bir dinin ve kültürün mensubu olarak Kürtler, İslamiyet karşısında en çok direnç gösteren halklaradan biri olduğu içindir ki, bilinen ilk yazılı Kürt edebiyat ürünlerinden biri olan şiirde de vurgulandığı gibi; Halife orduları tarafından ibadet yerleri yıkıldı, kültür kurumları yok edildi ve insanlar katledildi, ganimet olarak kadınlara- kızlara elkondu:

Hurmuzgan ruman/ Atiran kujan/ Hoşan şareve gevre geregan/ Zorkerî Arep kirdine Habur/ Gihane pala peşe Şarizor/ Jin û kenikan ve dil beşinan
Merdi aza dilên ji ruye hevinan/ Revişte Zerdeşt maye bêdes/ Bezika na Hürmüz ve hiç kes ( Miladî: 669) Bugünün Türkçesiyle söylenecek olursa:

Kutsal yerler yıkıldı, kutsal ateşler söndü/ Büyüklerin büyüğü kendini gizledi/ Arap zulmü Şehrizor’a kadar/ Tüm köyleri harapetti.
Kadınlar ve kızlar esir alındı/ Erkekler kendi kanlarında boğuldular/ Zerdüşt inancı yalnız bırakıldı/ Hürmüz’ün hiç biri için/ Bağışlaması olmayacak...

Kısaca, Kürtler’in İslamiyete geçişleri son derece sancılı ve göreceli olarak geç olmuştur. İranlılar, eski dinlerini İslamlıkla emiştirerek Şiîlik potasında eritirken; Kürtler Alevi ve Sünni karakterli dinler ve tarikatlarla örtüştürerek yaşatageldiler.

Yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, 2000 yıla giden bir süreçte, önce Hıristiyanlık, daha sonra da Müslümanlık bu çok renkli yapıyı, kendine dönüştürmek için katliam da dahil belli bir çabaya girişmiş; 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraysa milliyetçilik temelinde bu politika, bir zoraki tasfiyeye dönüşmüştür. Dinsel asimilasyonun yerini bu kez dar milliyetçilik almıştır. Tek uluslu ve tek dinli yani tek tip bir toplum yaratma amacıyla başvurulan bu politikalar, bugün Türkiye’de yaşanmakta olan kimi sancıların da temelini oluşturmaktadır.

Kilise ile cami arasında sıkışmak
Bilindiği gibi, 19. yüzyıldan itibaren Yakındoğu ve Ortadoğu (Anadolu, Kürdistan, Mezopotamya, İran, Ermenistan, Kafkaslar ve Arap ülkeleri) üzerinde batılı misyoner çalışmaları alabildiğine yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısına kadar olan dinsel belgeler, daha çok misyoner raporlarıdır. Batı dünyası, özellikle bu yüzyılda İçasya, Önasya ve bir bütün olarak Asya’yı yeniden keşfe koyulmuş ve bu bölgelerin insan unsuru ile doğal zenginliklerini belirlemeye çalışmıştır. Kuşkusuz bu bölgelerdeki halkların ve etnik toplulukların inanç ve kültür dokusu, üzerinde en çok durdukları konuların başında geliyordu. Bunun böyle olması da bir bakıma doğaldı, çünkü insanı insan, toplumları toplum yapan ve başka coğrafyalarda yaşayan başka halklarla aralarındaki ortak paydaları belirleyen en büyük etken, insanların inançsal ve kültürel yapılanmalarıydı.

Bu çelişkili toplumsal yapılanmanın sunduğu bir tarihsel ve toplumsal gerçeklik olarak, “sünni” egemenlerin, egemen dine aykırı düşen gizli din kategorisindeki heterodoks halk dinlerinin mensupları için türettikleri dedikoduları ve bunların kimi belgelere yansımasını gösterebiliriz. Sözgelimi geçmişte egemen Hıristiyanlar, Pavlikanlar ve Şemsiler için ne tür suçlamalar yapmışlarsa; sonradan egemen Müslümanlar aynı unsurların yanısıra Kızılbaş Alevi, Ali – İlahi ve Yezidi topluluklara aynı suçlamayı yapmışlardır. Bir Hıristiyanın gözünde Pavlikanlar veya Şemsiler, Müslümanlar’dan daha kötü görülmüş; Müslümanların gözünde de ikinciler kitap sahibi Hiristiyanlar‘dan daha kötü görülmüştür. Hatta Kızılbaşlar hakkında verilen katliam fermanlarında bu, açıkça ifade edilmiştir. Kısaca, tarihleri boyunca “takiyye” yapmak zorunda kalan bu iki unsur, kilise ile cami arasında sıkışıp kalmıştır. Bunlardan bir bölümü direnerek bu günlere kadar gelmiş, bir bölümüyse süreç içerisinde yitip gitmiştir.

Osmanlı’nın inanç politikası
Anadolu ve Mezopatamya’nın yukarda vurgulamaya çalıştığımız çok dinli, çok kültürlü yapısı, kuşkusuz birden kaybolmadı. Bu çok renkli yapı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam ediyordu. Sözgelimi, bir Selçuklu dönemi şairi ve mutasavvıfı olan Mevlana, dört dilde şiir yazarken; 16. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı şair ve yazarı olan Şükri–i Kürdistani altı dilde şiir yazabiliyordu. Aynı dönemlerde Hallac – ı Mansur, Ebu’l-Vefa-yı Kurdî, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin, Seyyid Nesimi, Fuzuli ve Pir Sultan Abdal gibi çağımıza damgasını vuran birçok düşünür ve şair, kültürlerin harman olduğu o çok renkli ortamın eserleriydi. Prof. Dr. Osman Turan, bu toplumsal ortamı şöyle değerlendiriyor:“Müslüman Türkler ile Hıristiyan yerliler arasında müşterek ziyaretgâhlar, müşterek hayat ve kültür husule gelmişti. Mevlana Celaleddin-i Rumi ile Yunus Emre gibi geniş bir insanlık görüşü ile meydana çıkan büyük mütefekkir ve mutasavvıflar bu içtimai muhitin eserleri idi. Celaleddin-i Rumi halefleri türlü din ve mezheplere mensup müridleri etrafında toplayıp birleştiriyor ve yükseltiyorlardı. Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in tılmızları ile Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden mürekkep büyük bir mürid kütlesi ile vücuda getirdiği sosyalist hareket de bu içtimai muhit ile alakalı idi”.

Ancak, buna rağmen bu geçiş dönemi öncesi ve sonrasında yukarda adını andığımız düşünür ve şairlerin büyük bölümü, sözgelimi Hallac-ı Mansur, Ebu’l-Vefa, Şeyh Bedreddin, Seyyid Nesimi ve Pir Sultan; İslam halifeleri veya Osmanlı padişahlarınca idam ediliyor, Hacı Bektaş ise canını zor kurtarıyordu. Eski inanç ve kültürlerden Hıristiyanlığa ve İslamiyete geçiş ortamının ürünü olan bu düşünce ve edebiyat adamlarının ortak özelliği, egemen din ideolojiyle çelişmeleriydi.

Hıristiyanlık ve Müslümanlık, yayıldıkları alanlarda egemen sınıfların ideolojilerine dönüşürken; bunların karşısında varlıklarını sürdüren kimi eski inanç din ve kültürler de, ezilen sınıf ideolojisine dönüşüyordu. Halifelik dönemindeki Mazdekçilik, Hurremilik, Babekilik ve İsmaililik hareketleriyle, Selçuklu dönemindeki Babai ve Osmanlı dönemindeki Bedreddin hareketlerinde bu gerçekliği açıkça görmek mümkündü, Sonraki Kızılbaş önderlikli halk hareketleri de esas itibarıyla bu karakterdeydi. Selçuklu tarihleri, Babai hareketine “her soydan, her boydan, her inançtan” yoksul tabakaların katıldığını bildirirken; Bedreddin hareketine de Ege ve Balkanlar’da farklı din ve milliyetlerden insanların destek verdiğini biliyoruz. Sınıf karakterli bu hareketlerde, ezilen, horlanan inanç ve kültürler de gündeme getirilmektedir.

Tarihçiler, isyan eden bu her soydan, her cinsten emekçi kesimlerin, “ömründe ve diyarında kendüye kimse âdem dimeyen bîkârlar (işsizler MB)” olduğunu söylerken; Padişaha konuya ilişkin rapor veren Koçi Bey, bunları “Mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı ve Türk ve Çingene ve Tatar ve Kürt ve ecnebi ve Laz ve Yürük ve katırcı ve deveci ve hammal ve ağdacı ve kutta-ı tarik (yolkesici MB) ve yankesici ve sair ecnâs-ı muhtelif (ve diğer çeşitli kimseler MB)” olduğunu belirtir. Mustafa Akdağ, emek ve ezilme temelinde ittifak yapan bu farklı din ve milliyetten insanların ‘yoldaşlar’ olarak adlandırıldıklarını belirtiyor ve şöyle diyor: “Yoldaşlar arasında soy, mezhep, din birliği zorunlu bir koşul değildi.Türk, Kürt, Ermeni, Rum asıllı kişilerin ortaklaşa bir eşkıya birliği kurdukları çok oluyordu.”

Türk egemenler dini hep kullandı
Dinin, egemenler eliyle kullanılmasının ilginç göstergelerinden biri, daha Türkler’in Anadolu’ya ilk gelişlerinde kendini gösteriyor. Göçebe Türkmen kütlelerinin, XI. Yüzyılda Anadolu’ya başlayan akınları sırasında çeşitli yağma ve talan hareketlerine giriştiklerini biliniyor. Nitekim, öncedenberi bu topraklarda yerleşik oldukları bilinen Diyarbekir’deki Mervani Kürtleri’nin emiri Nasru’d-devle’nin (Öl. 1061) bu yoldaki bir şikayeti üzerine Selçuklu sultanı Tuğrul bey, şu cevabı veriyor: „Kullarımın memleketine geldiğini haber aldım; sen bir hudut (Sugûr) emirisin, onlara mal verip kendilerinden kâfirlere karşı faydalanmalısın. Zira onların maksatları Ermeni beldeleridir.“

Burada dikkati çeken husus, daha Anadolu’ya ilk gelişlerinden itibaren Türk yöneticilerin ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesini kullanarak Kürt yöneticileri de yanlarına alıp Gayrimüslim unsurlara, burada Hırıstiyan Ermeniler’e ve Bizanslılar’a karşı harekete geçmeleridir. Bizanslılar’ın, yine Kürtler’in desteğiyle yenilip Batıya sürülmelerinden sonra geriye kalan en büyük Gayrımüslim kitle Ermeniler’di. Özellikle 1239’da Babai İsyanı’nın yenilgiyle sonuçlanmasından sonra, Devlet dini İslamiyete ters düşen bütün heterodoks inanç odakları ve kurumları gözetim ve baskı altında tutulmaya başlanmıştı. Osmanlı Mühimme Defterleri’nde bu heterodoks inançların ve kitapların izlenmesi, kovuşturulması konusunda sayısız buyruk vardır. Bunların başındaysa Yaresanlık, Işık düşüncesi (Babailik), Kızılbaşlık ve Rafızilik gelmektedir.

Osmanlı yönetimi, 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Anadolu Kızılbaşlarını ve Balkanlar’da fethedilen ülkelerin Hıristiyan halklarını ‘ıslah’ ederek Müslümanlığa ve Saraya yaklaştırmak amacıyla Bektaşi örgütlemesine yöneldi. Halifeliğin, Yavuz Selim tarafından alınmasından sonra çelişkilerin artmasıyla bu süreç daha da hızlandırılıyordu. Ahmed Refik Altınay, bu yeni politikayı şöyle özetliyor: ”Türkiye’de dini hareketler iki noktada bariz bir şekilde kendini gösterdi. Evvela Rumeli’de Bektaşilikle, daha sonra Anadolu’da Rafizilikle... Bektaşilik, Osmanlı idaresinde tasvip ve hatta babaları izaz ve tebcil edildi; fakat Rafizilik Acem düşmanlığıyla bir telakki edildiği için, intişarına (yayılmasınaMB) hiç bir zaman meydan verilmedi ve daima kanla ve ateşle bastırıldı.”

Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti’nin benimsediği yeni politikayı şöyle özetliyor: ”XVI.Yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrine kadar yalnızca Ehl-i Küfr’e yani Hıristiyan dünyaya karşı mücadele misyonunu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran’da Safevi devletinin kurulmasıyla başlayan Şii propagandaya karşı yeni bir misyon üstlendi: Ehl-i Rafz’a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorloğu’ndan sonra Sünni İslam’ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç, Osmanlı İmparatorluğu genelinde Sünni İslam’ı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü.”

Osmanlı’nın başvurduğu bu yeni politika; resmi devlet dini ile heteredoks inançlar arasındaki uçurumu büyütürken; yeni örgütlendirilen Bektaşilik’e bir katalizörlük, kolonizatörlük ve misyonerlik işlevi yüklendiği söylenebilir. Araştırmacı Saim Savaş, bu olguyu; “XVI.asra gelindiğinde, Haydarilik’ten ayrılan Balım Sultan tarafından, Osmanlı hükümet merkezinin desteğini almak suretiyle, bugünkü bilinen şekliyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına Bektaşilik tarikatı kurulmuştur” derken; İrene Melikoff, konuya ilişkin görüşlerini şöyle özetliyor: ”Suluca Kara Öyük’te, bugünkü adı ile Hacıbektaş’ta bulunan dergâhları II. Beyazid tarafından onarılan ve zenginleştirilen Bektaşiler tarikatı, muhtemel olarak, Kızılbaş ya da Rafizi diye tanımlanan örf-dışı bir İslamlık uygulayagelmiş halk kitlelerini, merkezin denetimi altında toplamak ve yönlendirmekle görevlendirmişti.”

Ömer Lütfü Barkan, Bektaşi tekkelerinin ve dervişlerinin Balkan ülkelerindeki işlevini kolonizatörlük olarak tanımlarken; Saim Savaş, Osmanlı’nın Bektaşilik politikasını şöyle belirliyor: ”XVI.asırda meydana gelen Osmanlı-Safevi mücadelesinin başlamasından itibaren Osmanlı takibine uğrayan bütün gayrı Sünni nitelikli tarikat mensuplarının, varlığı devlet nazarında meşru kabul edilen Bektaşiliğin koruyucu şemsiyesi altına sığındıklarını söyleyebiliriz. Osmanlı‘nın Bektaşiliği çatısı altında toplanmaya zorlaması, belki de bilinçli olarak Sünnilik dışı kesimleri göz önünde ya da kontrol altında tutma politikasının bir sonucu olarak uygulanmıştır.’’

Bu belirmelerden de anlışalacağı gibi, Osmanlı güdümünde kurulan Bektaşi tekkeleri, Aleviler için hem bir zoraki sığınak hem de bir asimilasyon ocağı olarak görev yapmıştır. Bektaşi tekkeleri Müslümanlık’la Hıristiyanlık arasında bir köprü görevi yaparken, Hıristiyan devşirmeler açısından da bir ‘ocak’ işlevi yüklenmiştir. Saim Savaş’ın deyişiyle, ilginç hususlardan biriyse ”Bektaşi Ocağı olarak kabul edilen devşirme Yeniçerilerin, Safevi taraftarı Kızılbaş kesimlerin hizaya getirilmesinde bir güç olarak kullanılmasıdır.”

Osmanlının düzenli ordusu Yeniçeriler, bu doğrultuda ideolojik donanıma tabi tutulurken; 17.yüzyılın Priştineli Bektaşi şairi Seyyid, Kızılbaş düşmanlığını şu beyitle açıkça dile getirmektedir: Yetmiş kâfir öldürmekten sevaptır/ Kim öldürür ise bir Kızılbaş’ı...

Kızılbaşlara sistematik baskı
Osmanlı yönetimi, 16.yüzyılda bütünüyle köprüleri attığı Kızılbaş ve Rafizileri etkisizleştirmek, giderek tasfiye etmek için sistematik bir baskı, sindirme ve katliam politikası izlemiştir. Ahmet Refik, Rafızîlik ve benzeri düşüncedekilere karşı uygulanan yoğun kıyım ve kırımı şu sözlerle aktarıyor: ”Rafızilerin (defter idilüp) öldürülmeleri, bazılarının Kızılırmağa ilka (Kızılırmak’ta boğdurulmaları MB), bazılarının ihrak-ı binnar edilmeleri (ateşe atılmaları MB) muntazam bir sistem dahilinde tatbik edilmiştir. Rafızileri bulup ortaya çıkarmak için casuslar tayin olunduğu gibi, Bektaşi zaviyeleri de, -edilen ihbar üzerine – teftiş altında bulundurulmuştur.”

Osmanlı döneminde Kızılbaş takibi ve cezalandırılması başlıbaşına bir inceleme konusudur. Çalışmasını bu konuda yoğunlaştıran Saim Savaş, Kızılbaş ve Rafiziler’in cezalandırılma yöntemlerini şu başlıklar altında inceliyor: 1- Başka töhmet (suçlama MB) ile hakkından gelme, 2- Sicil ettirdikten sonra siyaset(idam MB), 3- Tedricen (aşama aşama MB) haklarından gelme: külli telef-i nefs olma (çok sayıda insan öldürülmesi MB) korkusu, 4- Asla mecal vermeden (fırsat vermeden MB )başka bahane ile hakkından gelme, 5- Kızılırmağa atıp boğma, 6- Suç mahallinde hakkından gelme, 7- İbret olması için hakkından gelme, 8- Başka töhmet ile (suçlama ile M.B.) hapsetme, 9- Hukuk neyi gerektiriyorsa yerine getirme, 10- Zaman aşımına uğramayan hakların alınmasından sonra cezalandırma.

Öte yandan, Kızılbaşlar’a ‘sürgün, hapis, kürek mahkumiyeti, siyaset (idam) ve recm (taşlayarak öldürme)’ gibi değişik birçok cezanın verildiğini belirtelim. Kızılbaşlar’ın cezalandırılması doğrultusunda yoğun bir ihbar ve iftira kampanyasının yürütüldüğünü de vurgulayalım. Kızılbaşlar’a dirlik (gelir kaynağı) verilmemesi ve Kızılbaşlar’ı katledenlere dirlik verilmesi gibi hususlar da, Osmanlı’nın başvurduğu yöntemlerdir.

Kızılbaşlar, Osmanlı toplumunda istenmeyen ve tasfiye edilmesi gereken bir topluluk olarak görülür ve bir çok katliama maruz kalırken; Bektaşiler’in safı Osmanlı Sarayı’dır. Osmanlı yönetimi ile Bektaşi tekkelerinin ilişkisinin; duraklama ve özellikle gerileme döneminin ardından, tekkelerin elindeki gelir kaynaklarına el atılmasından sonra bozulduğunu görüyoruz.

İlhan Başgöz, dirliklerin alınmasıyla başlayan ve II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağını kaldırmasıyla doruğu ulaşan Osmanlı-Bektaşi çelişkisi konusunda şu ilginç saptamayı yapıyor: “II. Mahmut, Yeniçeri Ocağını kaldırdıktan sonra, Osmanlı sultanlarına karşı girişilen, açık-kapalı bütün çalışmalara Bektaşiler katılmış, bütün reformcu çabaların içinde yerlerini almışlardır. Bazı Batılı kaynaklar, daha 18. yüzyılda Voltaire’nin çevresinde Bektaşi babalarının bulunduğundan söz ediyorlar. Bunlardan, Fazıl Bey, Voltaire’in dostluğunu kazanmış, onun aydınlıkçı ve laik fikirlerini benimsemiştir. İstanbul’a döndükten sonra Fazıl Bey, Bektaşiliğe ters düşmeyen bu fikirleri Tekkelerde kolayca yaymış, daha çok erken Bektaşi Tekkelerinde bir aydınlıkçı hareket gelişmiştir.”

Burada özellikle vurgulanacak husus, Osmanlı’ya yüzçeviren Bektaşi Babalarının, Fransız Burjuva Devrimi’nin ideologlarıyla görüşmeleri ve onların kimi düşüncelerini Osmanlı topraklarına taşımalarıdır. 1826’da Padişah II. Mahmud döneminde Bektaşi tekkelerine ve Yeniçeri Ocağı’na karşı girişilen tasfiyenin altında, esas olarak bu korku ve kaygının yattığını düşünüyorum. Yeniçeri Ocağı’nın disiplinsizliği ve modern bir orduya dönüştürülme düşüncesi daha önceye dayandığı halde, bu tarihte somut adım atılmasının temelinde bugüne kadar bilince çıkmayan bu tasa yatmaktadır.
MEHMET BAYRAK