31 Ağustos 2010 Salı

Truman'dan Obama'ya değişmeyen


Halkları, ülkeleri istedikleri şekilde yöneten, yönetmek isteyen komprador ya da uluslararası aktörlere karşı, önce yerel düzeyde güçlü bir örgütlenme, sonra ittifak halinde uluslararası örgütsel karşı duruş çok önemli. Filistin'de İran'da, Suriye'de, Irak'ta olmayan ya da yetersiz olan esas faktör bu. Toplumsal öncülük rolüyle özgürlük rotası açacak fikir ve örgütlerin çoğunun sistem karşısında erimesinin nedeni sürekliliği sağlayıcı bağlar, halkalar oluşturamamaları. Che Guevara'nın halkın yeniliğe dönük fikirlerinin sonuç alıcı olması için örgütlülüğe dikkat çekerek 'Örgütlenme olmazsa, düşünceler ilk atılımdan sonra etkisini yitirir, basmakalıplaşır, konformizm tehlikesi başgösterir, sonunda yenilikçi düşünceler yalnızca bir anı olarak kalır' sözlerini hatırlıyorum.

ABD'nin petrol, diktatörlük ve kan üzerine oturan Ortadoğu politikalarını boşa çıkaracak olan bu.

Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra Truman'dan Eisenhower'a, Reagan'dan Bush'a göreve gelen ABD başkanları Ortadoğu'yu kendi ulusal çıkarları için hayat-memat meselesi olarak görmüş, 'domino etkisi, hayat sahası, ulusal çıkar' formülasyonları çıkarıp müdahale etmişlerdir. Diktatörlükler örgütlediler, cuntalar oluşturdular. Obama da bu kulvarda yer alıyor. Sadece söylemini yumuşatıp farklı görünmeye çalışıyor. Kasım ayındaki ara seçimler yaklaştıkça Ortadoğu'ya yönelimine hız kazandıran Obama ne yapmak istiyor ve keskin örgütlülüğün olmadığı hedefindeki ülkeler ne durumda? Gelişmelere projektör tutup ortaya çıkanlar ışığında yaşanabilecekleri ana hatlarıyla açmaya çalışalım...

İran-Türkiye:

Obama İran'a karşı BMGK, ABD ve AB'nin aldığı yaptırım kararını hayata geçirmek için Türkiye'yi sıkıştırıyor. Bu yönde bir adım Financial Times'a sızdırılan haberdi. Obama'nın Erdoğan'la görüştüğü Toronto'daki G-20 Zirvesi'nden iki ay sonra sızdırılan haberde, Obama'nın, İsrail ve İran konusunda Türkiye tutumunu yumuşatmazsa 'ABD silahlarını unutun' ültimatomu verdiğinin kaydedilmesi pürüzlerin süreceği anlamına geliyor. (İlk etapta istenen silahlar, füze atan insansız uçaklar ve geliştirilmiş helikopterler. Uzun vadede istenenler F-35 uçakları.) ABD'nin Türkiye'ye bir heyet göndermesi, Türkiye'den de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu başkanlığında bir heyetin ABD'ye yollanması ciddi pazarlıkları gösteriyor. Oysa Türkiye akılcı politika üretip sorunlarını kendisi çözse bu tarz küçük düşürmeler, koloni valisi gibi muameleler yaşanmayacak. Özgürlükçü örgütlenmelere ket vurmaması gereken Ankara'nın yeri ne BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi'nin de dikkat çektiği gibi Arap, Azeri, Beluci, Kürtlere ayrımcı yaklaşan İran'ın yanı; ne de işgal ve ekonomik emperyalizmle halkları ezen ABD'nin yanı olmalı.

İsrail-Filistin:

Obama doğrudan görüşmeler için yerleşimlerin tamamen durdurulması gerektiğini şart koşan Abbas'ın eylül ayında Washington'da Netanyahu ile buluşmasını kabul etmesini sağladı. Oysa Arap Birliği'nin de istediği 1967 sınırlarına dönme kararına karşı çıkan İsrail'i ikna etmiyor. Yıllardır kurulacağı sözü verilen Filistin devleti ve sınırları belirsiz. Yerleşimlerin başlatılmayacağının garantisi verilmiyor. Aşırı uçtaki İsrailliler Filistinli nüfusun artmasından korkuyor, mültecilerin dönüşünü engelliyor. Kudüs'ün statüsü konusunda İsrail'e karşı sesini çıkarmıyor. Bush'un büyük gösteriyle organize ettiği Maryland eyaletindeki Annapolis kasabasının adıyla anılan 2007'deki konferansın akıbeti biliniyor. Bush görev süresinin dolmasına bir yıl kala tarafları oyalamış, partisinin oylarını yükseltmeye çalışmıştı. Bu kez da görüşmelerin tıkanmayacağını gösteren bir emare yok.

Irak'tan yansıyanlar:

17 Ağustos'ta Bağdat'ın merkezindeki bir askerlik şubesine yönelik intihar saldırısında 59 kişi öldü, 25 Ağustos'ta eş zamanlı bombalı saldırılarda 79 kişi hayatını kaybetti. Bunlar ABD kışlalarda 50 bin asker bırakarak 19 Ağustos'ta Irak'taki muharip güçlerini çekmesinden önce ve sonra yaşananlar. Benzer gelişmeler Obama'nın yeni dönem politikasına şekil verecek. Bu saldırılar Obama'nın diğer askerleri tutma ve üsler açma bahanesi olarak kullanılacak. Kuveyt'teki üsse kaydırılan 2. Stryker Tugayı ve 2. Piyade Birliği'ndeki asker ve teçhizatın bir kısmının Afganistan'a sevki Obama'nın savaşçı tutumunu sürdüreceğini gösteriyor. Financial Times'a sızdırılan haber ve gelen heyet de Irak politikasından bağımsız görünmüyor. Asker çekme sürecinde Ankara ile sorunlar yaşandığının ve önümüzdeki dönemde de yaşanacağının işaretleri var. İran da Şii, Kürt ve Sünni ayrımı üstünde oynayacak, Obama da müdahaleyi sürdürecek. Yani önümüzdeki 4 ay Irak için çetin geçecek gibi.

M. Ali ÇELEBİ
memalicelebi@hotmail.com

Deniz Feneri


Bir savaş gemisinde gözcü tam karşıda bir ışık görür. Hemen kaptana bildirir.

Kaptan karşıdan gelen gemiye ışıkla: 'Derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!' mesajı yollar.

Karşıdan yanıt gelir: 'Siz derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!'

Kaptan kızar. Bir mesaj daha yollar 'Ben bir kaptanım. Çarpışma rotasındayız. Derhal rotanızı yirmi derece değiştirin!'

Yanıt gecikmez: 'Ben de kaptanım ve derhal rotanızı yirmi derece değiştirmenizi emrediyorum!'

Kaptan öfkeden saçını başını yolmaktadır. Bir mesaj daha yollar: 'Ben bir savaş gemisindeyim!'

Bu kez de yanıt çabucak gelir: 'Ben de deniz fenerindeyim.'

Bazı şeylerin göreli olduğu doğru. Ama yukarıdaki örnekte olduğu gibi aslında mutlak olan bir şeyin göreli olduğu zehabına kapılanlar da olabiliyor.

Bugün rotasını değiştirmesi gereken Kürt Özgürlük Hareketi değil, Türkiye halklarını bindirdikleri savaş gemisini çarpışma rotasında götürmekte ısrar edenlerdir.

Ayan beyan ortada olan ama bazılarının ancak 13 Eylül sabahı görebileceği şey budur.

Referanduma sayılı günler var. Ama hükümet, PKK'nin tek taraflı eylemsizlik kararına rağmen elindeki fırsatı değerlendirme başarısını gösteremiyor.

Neden? Hükümetin örneğin seçim barajını indirmesinin önündeki engel nedir? Yasal ya da fiili bir engel bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Üstelik bu yönde atılacak bir adımın şiddetli bir çarpışmayı önleyebileceği de aşikar olduğu halde.

Malum, bir gemi bir deniz fenerine çarptığında özellikle geminin göreceği hasar büyük olacaktır. Hele de bu bir savaş gemisiyse, içindeki mühimmatın gemiye vereceği hasarı bir düşünün.

Hükümetin varını yoğunu vakfettiği referandum meselesinin daha tali bir mesele olduğunu, aslolanın gemiyi sağ salim bir limana yanaştırmak olduğunu göremeyen aydınlarımız, yazarlarımız, siyasetçilerimiz bir zahmet kamaralarından başlarını çıkarıp baksalar diyoruz artık.

Bu kadar açık bir gerçeği defalarca ifade etmek zorunda kalmak acıklı doğrusu. Ama komik biraz da.

Boykot diyoruz.

Çünkü biz h‰l‰ yeni, sivil ve demokratik bir anayasa talebimizden vazgeçmiş değiliz.

Oysa AKP'nin hazırladığı paket, görece iyileştirmeler taşısa da yeni, sivil, demokratik bir anayasa vadetmiyor.

Ve bu haliyle Kürt halkının bugüne dek maruz bırakıldığı eşitsiz yaşamın değişmesi için hiçbir önermesi yok.

Ama her nedense, demokratikleşmenin önündeki en önemli engel olan Kürt sorununun çözümü için hiçbir adım içermeyen hükümet tutumunun ve bu paketin ve demokratikleşmenin önemli bir adımı olacağı konusunda ısrar edenler, böyle görmek isteyenler var. Yetmez ama evet derken, AKP'nin kendi elinde olan demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü adımlarını neden atmadığının hesabını sormuyorlar.

Adamın biri terziye ısmarladığı takımı denemektedir.

'Bu kolu çok uzun biraz içeri alır mısınız' der.

'Hayır' der terzi. 'Kolunuzu dirsekten bükün, tam olacaktır.'

'E şimdi de yaka enseme çıkıyor' der adam.

Terzi: 'Başınızı arkaya atın, şahane oldu şimdi' diye yanıtlar.

Adam 'İyi ama böyle yapınca sol omuzum sağdan üç santim aşağıda kalıyor' deyince,

'Hiç dert değil, belden biraz sola eğildiniz mi tamamdır' der terzi.

Adamcağız sağ kolu kıvrık ve yana açık, başı biraz geride ve belden sola yatık çıkar terzi atölyesinden. Sallana tökezleye yürümeye başlar.

Aynı anda sokaktan iki kişi geçmektedir.

'Vah zavallı' der biri, 'Genç yaşta sakat kalmış!'

'Öyle ama terzisi çok iyiymiş' der diğeri. 'Baksana takımı üstüne tam oturmuş.'

Türkiye'ye giydirilmiş 12 Eylül Anayasası'nı derhal üstümüzden çıkartmak istiyoruz ama hareket kabiliyetini önleyecek, bir daha çıkartması daha zor olacak bir ucube giysiyi Kürtlerin giymesini beklemek de neyin nesidir?

Kürt Özgürlük Hareketi bu gerçekliği gayet güzel anlamış ve anlatmakta ısrar ediyor işte. Üstelik hükümetin biçtiği giysi yerine kendi yöresel giysilerini giymeye başladılar bile.

Bakın 4. Kürtçe Eğitim ve Dil Konferansı'nı yapan TZP'nin kararlarına. Kürtçe eğitim sistemi oluşturulacak; Anadilde eğitim kampanyası başlatılacak; Savunmalar Kürtçe olacak.

Bunun dahası da var ve bu referanduma kadar da referandum sonrasında da sürecek.

13 Eylül sabahı başka bir dünyaya uyanacaklarını zannedenleri şimdiden bu gerçeğe uyandırmak için daha ne yapmak gerek? Yönünüzü şaşırmayın, bakın uyanık olanlara deniz ortasından ışığıyla yön gösteriyor deniz feneri.

Ayşe BATUMLU
batumlu.ayse@gmail.com

1 Eylül'ün şafağında savaş ve barış


Barış denilince akla ilk gelen beyaz güvercin ve zeytin dalı olur. Bu simgeselliğin kökeni Nuh Tufanı'na dayanır. Mitolojik düzlemde ilk savaş ve barışın tanrı (doğa) ile insan arasında yapıldığı rivayet edilir. Tanrı (doğa) ile insan arasındaki savaş ve barış hali en çarpıcı biçimiyle Nuh Tufanı'nda ifadesini bulur.

Şöyle ki, tanrı Nuh Peygamberi insanların kendisine itaat etmesini sağlamak için görevlendirir. Nuh, insanları doğru yola, tanrının yoluna davet eder. Bunun için olağanüstü bir çaba sarf eder. Ancak ne var ki, insanlar tanrının buyruklarına uymayı ve ona itaat etmeyi kabul etmezler. İnsanların kendisine itaat etmediğini gören tanrı çok öfkelenir ve bu davranışlarından dolayı onları cezalandırmak ister. İnsanları büyük bir tufanla cezalandırmayı planlayan tanrı, Nuh'u bu durumdan haberdar eder. Nuh son bir kez daha insanlara seslenerek tanrının emirlerine, yasalarına göre hareket etmelerini, aksi takdirde tanrının gazabına uğrayacaklarını salık verir. Fakat insanlar Nuh'un bu sözlerini de umursamazlar.

Henüz tufan başlamadan ağaçlardan büyükçe bir gemi yapan Nuh, yanına seksen hayvan türünden birer çift ile sekiz insan alır. Gemideki mürettebatıyla birlikte tufanın başlamasını bekler. Tufan büyük bir şiddetle yeri göğü inleterek başlar. Bütün yerleşim birimleri ve tüm insanlar sular altında kalır. Bir tek Nuh ve mürettebatına bir şey olmaz. Bunun dışındaki her şey tuzla buz olur. Tufan diner. Lakin Nuh bundan tam olarak emin olamaz. Gemisi okyanus büyüklüğündeki bir su birikintisinin ortasında durur. Nuh etrafta herhangi bir kara parçasının olup olmadığını ve tufanın tam olarak durup durmadığını anlamak için önce bir kırlangıcı peşinden de bir kargayı uçurur. Her iki kuş da etrafta herhangi bir kara parçası olduğuna dair bir belirti bulamadan gemiye geri dönerler. Bunun üzerine Nuh aynı amaçla beyaz bir güvercini gönderir. Nuh'un görevlendirdiği beyaz güvercin ağzında bir zeytin dalıyla gemiye geri döner. Böylece Nuh, tufanın sona erdiğini, etrafta büyük bir kara parçası olduğunu öğrenir ve yanındaki canlılarla birlikte karaya iner.

Nuh'un karaya inişiyle birlikte tanrı ile insanın yeniden barıştığı rivayet edilir. Yani tanrı ile insanın ilk savaşıyla başlayan bu mitos aynı zamanda tanrı ile insan arasında tekrardan bir mutabakatın, bir barışın gerçekleştiğini yansıtır. Görüldüğü gibi, her savaşın bir barışı vardır söylemi bu mitosta da işler. Savaş ve barış ikileminin mitolojik düzlemde böylesi tarihsel bir arka planı var. Günümüz açısından genelde tüm insanlığın özelde ise Ortadoğu halklarının en sık telaffuz ettiği kavramlardan biri olarak, tüm yakıcılığıyla ihtiyacı en çok duyulan bir olgu olma özelliğini korumaktadır.



TARİHSEL ÇAĞLARDA SINIFLAR

'Barut fıçısı', 'kan deryası', 'belalı coğrafya' diye tabir edilen kadim Ortadoğu coğrafyasında, baskının, şiddetin, sömürünün ve savaşın en yoğun, en trajedik biçimlerinin yaşandığı günümüzde, en çok özlemi duyulan fakat bir o kadar da kendisine yabancı ve uzak kalınan bir olgunun adıdır barış. Evrensel bir niteliğe ve değere sahip olan barış olgusu bugün itibariyle egemenler tarafından Ortadoğu somutunda özünden, gerçek anlamından boşaltılmış sükse bir kavram, ağızda çiğnenip atılan bir sakızdan öteye bir anlam ifade etmez. Burada şunun altını çizmekte yarar var; barış olgusu sömürücü-tahakkümcü egemen sınıfların çıkarlarına, dolayısıyla doğalarına en aykırı olan olgulardan biridir. Çünkü sömürücü-tahakkümcü güçler yedi bin yıllık hiyerarşik devletçi sınıflı toplum uygarlığını zora, şiddete ve savaşa dayalı olarak inşa etmişlerdir. Yani sınıflı toplum uygarlığının kök hücresinde zor ve şiddetin kurumsallaştırılmış hali olarak savaş vardır. Zor, şiddet, savaş kültürü sınıflı uygarlık sisteminin temel besin kaynağıdır.

Devletçi sistem yedi bin yıldır kök hücrelerini oluşturan bu kaynaktan beslenmektedir. İşte bu gerçeklik bize barışın öyküsünün, şiirinin, ezgisinin henüz yazılmadığını, sanatının edebiyatının henüz yapılmadığını gösterir. Kendi soyunu yiyip tüketen bir canavar olarak sınıflı toplum insanı tarafından şiirselleştirilen, destansal kılınan, yüceleştirilerek kutsiyet atfedilen hep savaş olagelmiştir. Bu durum bir sapma halini, yani ahlaki alandan kopma halini ifade eder. Egemenlerin ideolojik çıkarlarına göre biçimlendirilen resmi tarihin dünden bugüne ki, temel görevi insanlığın ruh, duygu ve düşünce dünyasında yaşanan bu sapmayı maskelemek olmuştur. Tarihe gerçekçi yaklaşılıp doğru okunduğunda resmi tarihin koca bir yalanlar silsilesinden ibaret olduğu fark edilecektir.

İnsanlığın altın çağı olarak değerlendirilen barışçıl doğal toplumun demokratik komünal değerlerinden koparak, savaşçı köleci uygarlık sistemine geçildiği tarihsel süreçten günümüze kadar yapılan hep savaşın edebiyatı, savaşın sanatı olmuştur. Bu aynı zamanda 'eril'liğin dışa vurumudur. Savaş doğayı, tüm ekolojik değerleri tamamen yadsıyarak gelişen ataerkil düzenin vazgeçilmez sihirli iktidar oyuncağı gibi iken, barış doğayla uyumlu, ekolojik ve komünal toplumsal değerlerle bütünlüklü bir birlikteliği yaşayan ana tanrıça etrafında şekillenen anaerkil düzenin saf, masum ve mazlum çocuğu gibidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus barışın dişil, savaşın ise eril değerler üzerinden vücut bulduğu hususudur. Kadının barış, erkeğin ise savaş ile özdeşleştirilmesi bu tarihsel-toplumsal rollerden ileri gelir. Kadının düşürülmesi barışın düşürülmesini ifade ederken, erkeğin yüceltilmesi savaşın yüceltilmesini ve kutsanmasını ifade eder.

Bu nedenledir ki, barışı savunan herhangi bir birey, grup, toplum ya da sosyal, siyasal, dinsel bir akım sınıflı toplum ölçüleri ekseninde 'kadınlıkla', korkaklıkla', 'ürkeklikle' ve 'güçsüzlükle' etiketlenir. Dikkat edilirse burada barış ve kadın eşanlamlı olarak korkaklığın, ürkekliğin ve güçsüzlüğün figürleri haline getirilerek sunulmaktadırlar. Savaş ve barış arasındaki bu denklem bile insanlığın ruhsal, duygusal, düşünsel hatta fiziksel açıdan köklü bir sapmaya uğradığını, tüm insani değerlerden kopuşu yaşadığını görebilmemiz için yeterli verileri sunmaktadır. Bu noktada sınıflı devletçi uygarlık sisteminin bin yıllardır insanlığın belleğine (eğitim kurumu ve ideolojik propaganda araçları aracılığıyla) kazıdığı verili geleneksel savaş kültürünün zihniyette değişime uğratılması gerçekliğiyle karşı karşıya kalırız. Verili olanın sorgulanması gerçeği burada karşımıza çıkar.

Sınıflı toplum uygarlığının üç büyük aşamasını ifade eden köleci, feodal ve kapitalist çağlar savaşlarla beslenen, savaşlarla kendilerini var eden sistemler olarak tarihe geçmişlerdir. Tahakküme ve zora dayalı olarak ayakta kalan sınıflı devletçi uygarlığın bu üç aşamasında sayısızca savaş, milyonlarca kitlesel katliam gerçekleştirilmiştir. Bu savaş ve katliamları anlatan binlerce filmin, milyonlarca kitabın olması ve her geçen gün yeni birinin yapılıyor-yazılıyor olması bile durumun vahametini yeterince ortaya koymaktadır.

Özellikle sınıflı toplum uygarlığının modern bilim-teknikle donatılan en gelişmiş aşamasını ifade eden kapitalist sistem, savaşın yıkıcılığını insanlığın ruh ve duygu dünyasına indirgemiştir. İnsan başta olmak üzere kapitalizm yerkürede yaşayan tüm canlı türlerinin doğal yaşam alanlarını kundaklamıştır. Bu yönüyle kapitalist çağ en büyük savaşların, dolaysıyla en korkunç yıkımların, en büyük acıların yaşandığı bir çağ olma özelliğini taşır. İki büyük dünya savaşı, Hiroşima-Nagazaki, Halepçe katliamları, Irak ve Afganistan savaşları bunun en bariz birkaç örneğini oluşturmaktadırlar. Bütün tarihsel, toplumsal, kültürel zenginliklerle birlikte, insana dair tüm ahlaki ve vicdani moral değerleri erozyona, yıkıma uğratarak bencil-tüketici ve hiçbir koşul altında tatmin olmayan doyumsuz-duygusuz mekanik insan tipolojisinin mimarı olan kapitalist sistem, kendi tekeli altında tuttuğu bilim ve tekniği de kullanarak ekosistemi adeta felç etmiştir. Sakat ve hasta kılmıştır. Kendi sınıf ve sistemsel çıkarları doğrultusunda her yere nükleer santraller, hidroelektrik santralleri, büyük sanayi merkezleri kurmuş, nükleer, biyolojik ve kimyasal çaplarda kitle imha silahları icat etmiştir.

Şu bir gerçek ki, insanlık savaş tekniğinde, savaş sanayisinde en gelişmiş aşamayı kapitalizmle tanımıştır. Günümüzde tek bir biyolojik silahla bir ülkenin tüm yaşamsal kaynaklarını (elektrik, su, gıda, sağlık, altyapı vs.) birkaç saat içinde yıkıma uğratacak, işlemez kılacak, yine bir kimyasal silahla birkaç dakika içinde büyük kitlesel katliamlar gerçekleştirebilecek modern teknik donanımlara sahip devletlerin var oluşu ve her türden silahlanma yarışının devam ediyor olması bunun en somut örneklerindendir.

Bugün barış yanlısı hükümetlerin değil, savaş yanlısı iktidarların cirit attığı, barış yanlısı politikaların değil, savaş yanlısı iktidarların hüküm sürdüğü bir coğrafya üzerinde yaşıyoruz. Tarihsel süreç içerisinde Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet gibi barış, sevgi ve kardeşliği şiar edinen üç büyük semai dine Zerdüşt, Mani, İsa gibi karakterlere, birçok klan, kabile, aşiret, etnisite ve kültürel topluluğa analık yapmış bu kadim coğrafya, bugün milliyetçiliklerin kışkırtıldığı ve çalıştırıldığı bir savaş merkezine getirilmekle yüz yüze kalmıştır. Kürtlerin yaşadığı bölgede, Filistin'de, Afganistan'da yürütülmekte olan savaşlar bunun ispatı niteliğindedir.

Sinan KÖSE *
* Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Egemenlikli Erkek=Devlet


Kadının biyolojik farkları insanın insanlaşma evresinde en temel ve yaşamsal adımı olan toplumsallık, topluluk kurmanın esasıdır.
Kadının biyolojik farkları insanın insanlaşma evresinde en temel ve yaşamsal adımı olan toplumsallık, topluluk kurmanın esasıdır. Doğuran, besleyen, koruyan duyguları ve vasıfları kadın merkezli yaşam gerçeğini beraberinde getirmiştir. Toplumsal tarihin % 98’ni oluşturan kadın öncülüklü bu yaşam tarzından günümüze kadar gelen, arkeolojik kazılarda 15 bin yıl öncesinin yerleşim yerlerinde en çok rastlanan kadın heykelcikleri bunun en somut göstergesidir. Kadın bedeninde üreme organlarının fazla öne çıkartan bu heykelcikler, kadın bedeni üzerinden sürdürülen yaşamın topluluk tarafından farkında lığının bilincini, saygısı ve değerini kanıtlar. Dolayısıyla kadın bedeni kutsanmayı hak eden ve layık olandır. Kadın bedeninden akan yaşama karşı sadece minnettar olunur. Bir ölçüsü karşılığı olmayan en özgür emek bu açıdan kadının bedeninden başlatarak yaratığı yaşamın emeğidir. Çünkü o olmasa insan adına hiçbir şey olmaz.

Dolayısıyla egemen erkeğin kadın bedenine yönelimi, köleleştirme halkasının ilkini ifade eder.     Bu açıdan bakıldığında anlaşılır bir gerçekliktir. Ana kadın Tanrıça Tiamat’ın bedeni erkek tanrılar tarafından parçalandıktan sonra, artık kadın Tanrıçalık statüsünden düşürülmüş olur. Ondan sonra da kadın bedeni pandoranın kutusu gibi akla gelebilecek her kötülükle anılır, erkek tarafından yüklenilir. Gaspa, talana, hükmetme üzerinden kendini var eden iktidar zihniyetinin mimarı ve sürdürücüsü erkekliktir. Sırlarla dolu olduğu kadar çekici, estetik, güzel, yaratıcı, kadın bedeninden korktuğu kadar kıskanan, kıskançlığını kontrole almadığı için de öfkeye ve kine dönüşen bir erkek gerçeğidir. Erkek, kadın bedenini horlama, çirkin gösterme, ahlaksızlığın tetikleyicisi yani her an erkeği yoldan çıkarmanın nedeni göstererek özgür yaşamın dolayısıyla emeğin temelini dinamitleyip onun tozu dumanı içinde de gerçek yüzünü saklar. Kadın bedeninden başlayıp yaşam karşıtlığı biriktirme üzerinden şekillenen erkekliğin en üst düzeydeki örgütlülüğünün ifadesi devlet gerçeğidir. Özgürlüğü, hakkı, ulusu, vatanı vs. korumanın güvencesi yalanı, gerçekte daha çok erkeklik hakkı demektir. İktidar doğası gereği aşağılar, parçalar, sınırlar ve nihayetinde yok etmeyi hedefler. Kendi çıkarının sınırları dışına taşan bir damla özgürlük istemini yok etmek için her türlü yöntemi kullanmaktan geri kalmaz. Ama en etkili sindirme yöntemi olan tecavüz erkekçe intikam duygularını tatmin eden kusursuz bir silahtır. Hangi özgür iradelere bu yöntemle boyun eğdirmemiş ki!  Tecavüz kültürünün kahramanı egemen erkeklik bu açıdan çok engin ve uzun bir pratik tecrübe mirasına sahiptir. Kadın bedenini sınırsız aşağılamak tecavüz nesnesi olarak bakılmasını ve uygulanmasını haklı çıkarmaz mı zaten. Böyle sınırsız aşağıladıktan sonra tecavüz nesnesi olarak bakılmasını ve uygulanmasını haklı çıkarır. Tüm bu vahşet gerçeğin kaynağı deşilirse, erkeğin hayvani cinsel güdüleri ortaya çıkar. Yani insanlık dışı güdülerine tatmin imkânı bulmak için kadın bedeni şahsında emekçi halkların, ezilenlerin özgürlük umutlarını, direnişlerini kırmaya, sindirmeye çalışıyor. Hâkim olma duygusu kadının bedeni, ruhu, bilinciyle başlar ve biter. İlk halkası da son halkası da kadın bedeni olmasa iktidarcı zihniyetin uygulama halkaları tamamlanmaz. Birkaç yüz yıl önce Grek’lerde kız çocukları on yaşına geldikten sonra evleninceye kadar babalarına görünmemeleri gerektiği yönünde bir gelenekleri varmış. Bu babaları da olsa yani en yakını olan erkekten bile korunma gereğini ortaya koyuyor. Sahip olduğu gerçeğe karşı benimsediği yöntemle bir tedbir alma biçimidir. Egemenlikli erkek gerçeği ömür uzattıkça daha çok çirkinlik biriktiriyor. Bu birikintinin içinden de her gün daha vahşi yeni yüzleriyle karşı karşıya kalıyoruz.

Kürt halkının özgürlük mücadelesi, başından beri özgür kadın öncülüğünü ideolojik yaklaşımın özü olarak esas almıştır. Özgürlüğe yol alan tüm mücadelelerin tıkanma ve sonuçta kırılma noktaları sömürünün ilk halkası olarak kadını ezilen bir cins, sınıf ve ulus olarak ele almamaları eleştirisi üzerinden kadın sorununa eğilmiştir. Kadın köleliği çözümlendikçe Kürt kadınında yeni bir gelişim düzeyi ortaya çıkmıştır. Bir süre önce Kürdistan coğrafyasının her yerinden ve hemen,  hemen tüm siyasi örgütlenmelerden, değişik statü ve mesleklerden bir araya gelerek kadını ve Kürt sorununu tartışan, çözüm arayan ve bu anlamda ciddi kararlara ulaşan Amed kadın konferansı Kürt özgürlük mücadelesi içinde kadının geldiği düzeye bir örnektir. Ancak diğer yandan varlıklarını Kürt halkı ve kadını şahsında ezilenler üzerine kuran egemenlikli sistemin karşıt saldırıları da binbir yöntemle devam etmektedir. Kürt halkının en hassas yönü olarak bilinen kadının bedenine yönelim tüm iktidar güçlerinin elerinde sürekli hazır bulundurdukları silahları olan tecavüz, Kürt kadınana karşıda yoğun olarak kullanılmıştır. Cansız gerilla kadınlarının bedenleri dâhil bu barbarlıktan kurtulamamıştır. Kürt analarına ve kız çocuklarına karşı işkence odalarında sayısız tecavüz uygulamaları yaşanmıştır. Kürt halkının ve kadınının bu tür uygulamalar karşısında mücadeleden vazgeçerek teslim bayrağı çektiği tarih otuz yıl öncesine aittir. Kürt kadını ve halkı biçimi ne olursa olsun her saldırı karşısında özgürlük düzeyini katlayarak sürdürmek, özgürlük hareketinin bir özelliği haline getirmiştir. Söz konusu, Siirt’te bir süreden beri gündemde olan tecavüz vahşeti tüm kadınlık kimliğine, Kürt halkı şahsında ezilen halklara karşı, devletin bir saldırı politikasıdır. Kürt halkını açlıkla terbiye ederek kontrole alma, özelliklede ahlaki yönden düşürmek stratejik yöntemlerindendir. Bu saldırıya karşı Kürt halkı gereken cevabı elbette vermesini biliyor. Yine kadınlık onuru ve kimliği adına söz söyleme gücü ve cesareti olan tüm kadınlar bir biçimde seslerini yükseltmeliler.
Çaresizliğin, korkunun, namertliğin silahı olan tecavüz kültürü kadınların örgütlü özgürlük yürüyüşü karşısında yenilmeye mahkûmdur  

Nergiz Faraşin

Agri:Ilk Modern ve Internasyonal Kurt Direnisi

(1926-1930)

XWEBUN



Dalgın,yürürken Ağrı da Murad havzasında

ayağıma takılır tarihin tahta bacağı,

kar çiçekleriyle örtülü bu dağ yamacında

içimi burkar yere düşürülmüş bir halk sancağı.

(HÜSEYİN FERHAD-KILIÇ İPEKTE SINANIR)



Kürdistan her ne kadar açık tarihten bu güne sömürgeleştirilerek parçalanmışsa da; Kürt Ulusal Direnişlerinin büyük bir kesimi bütün parçalar da yankılanmış, karşılıklı destekler; sömürgecilerin ve emperyalislerin çeşitli engellemelerine rağmen alınıp verilmiştir. Kürtlerin düçüncesinde Kürdistan bir bütündür, parçalanmamıştır. Yapay sınırları kullanırken bu düşünce ile hareket etmektedirler.

Ağrı Direnişinin modern ve kahraman komutanı İran'da şüpheli bir kaza ile hayata veda etmiştir. Bu vesile ile Kürdistanın kurtuluşu ve birliği için ömrünü vermiş: Dr. ABDURRAHMAN KASSEMLU yu anmak isteriz.Tarihi de ülkesi gibi parçalanmış
bu halkın, her zaman yeniden ve yeniden hatırlaması gerekmektedır. Kürt örgütlenmesine ve uluslararası alanda kürt davası için oldukça etkili çalışmalar yapmış,Kürt tarihine çok önemli katkılar sunmuş,büyük katkıları ile halkının unutlumaz evlatları arasına girmiştir.



Dr Abdurrahman KASSEMLU 22 Aralık 1930 ,İran,Urmiye de doğdu.Fransa ve Çekoslovakya da eğitim gördü.1952 Prag da Politika ve Soyal Bilimler Fakültesini bitirdikten sonra İran a döndü.Sosyalist bir altyapı ile yetişti.İran Kürdistan ında beş askeri vesiyasi örgütsel faaliyetler sürdürdükten sonra,yeniden Prag a dönmek zorunda kaldı.İktisat Doktora'sı yaptı.1960-70 arası Prag Üniversitesinde profesör olarak görev yaptı.1971-73 Bağdat'ta Irak Planlama Bakanlığın'da yöneticilik yaptı.1976-78 Paris
Sorbon Üniversitesin'de Kürdoloji profesörü olarak eğitmenlik yaptı.

1972 de İran Kürdistanı Demokrat Partisi nin 3.Konferansında genel sekreter oldu.1978 de İran Kürdistanın'da örgütlenme faaliyetleri için geri döndü.

13 Temmuz 1989 Viyana da;içinde Ahmedinejat'ında bulunduğu suikast çetesi tarafından 3 yoldaşı ile beraber katledildi.İran hükümeti görüşme için çağırmıştı.Toplantı sırasında katledildiler.


AĞRI direnişini XOYBUN örgütledi ve yönetti.1925 Şeyh Sait direnişinden sonra bazı Kürt Aydın ve savaşcılar İran , Irak ve Suriye ye sığındılar.Bölgede 'Kürt Milli Ligasını' kurmuşlardı.Dönem itibarı ile ,Kuzey Kürdistan'da direnişler bireysel ve kısmı örgütsel olarak sürmekteydi.Fakat genel program ve eksikliğinden,direnişler yerel kalıyor,askeri olarak başarısız oluyordu.

Kürt Ligası aydınları bu durumu gözönünde bulundururak bir birlik ve program arayışına girdiler.Be çabalar sonucunda 1927'de Xoybun'un temelleri atıldı.Kürt Milli Genel Kurultayı amaç olarak Kuzey Kürdistan'nın bağımsızlığını hedefliyordu.

5 Ekim 1927'de Kürdistan Teali Cemiyeti,Teşkilat-ı İçtimaiye,Kürt Millet Fırkası,Kürt İstiklal Komitesi örgütleri birleşerek Xoybun Cemiyetini oluşturdular.İlk ve sonuncu olarak bu kadar Kürt örgütü birleşerk yeni bir örgüt kuruyorlardı.Ağrı direnişinin Kürt tarihindeki ilklerinden birisiydi ,bu birlik.Xoybun bir 'İdari Komite' tarafından yönetiliyordu. bu da bir ilktir. Lübnan'da toplanan örgüt ilk kongresini ;Ağrı'da yaptı.1928'de Fransız'lar tarafından dağıtılana kadar,örgütün merkezi,tarihi Kürt kentlerinden biri olan Halep'teydi.

Kürt direnişlerine, 'emperyalist destek' ,iddialarının, tersine Xoybun'da emperyalist güçler tarafından dağıtıldı.Xoybun'un bütün önceki ve sonra ki Kürt örgütlenmelerinden farklı olarak modern; 'Aydınlar Komite'since kurulup yönetilmesidir.Kurucu aydınlardan Memduh Selim Bey,Lübnan'dan Ağrı'ya giderek savaşa katılmıştır.Tarihsel Kürt aydınlarından Emin Ali BEDİRXAN'ın oğullarından
Celadet BEDİRXAN komitenin başkanıydı.Ağrı direnişi,önceki direnişlerden çıkarılan derslerle yeni bir strateji planı ile hareket etmiştir.Buna göre askeri bir alan seçilmesi,bütün Kürt kesimlerinin kazanılması ve başta komşu ülkeler olmak üzere uluslarasıdestek oluşturulması idi.Özellikle Ermeni halkının desteğinin kazanılması hedeflenmiş ve bunda oldukça başarılı olunmuştur.

Taşnak Partisi'nin desteği alınmış;Vahan Papazyan 1.Kongreye katılmıştır.Papazyan ile bir Ermeni gerilla grubu savaşa bizzatkatılmış,sonuna kadar da direnişin içerisinde kalmıştır.

TKP'nin aksine Hikmet Kıvılcımlı Ağrı Direnişi için modern kürt ulusal direnişi olarak selamlamışsa da,bu ancak 1970'lerdeyayınlanabilmiştir.Xoybun'un, yaygın Avrupa çalışmaları vardır ve başarılı olmakla birlikte, buda bir ilktir.Sovyet Hükümeti direnişin karşısında olmuş TKP'nin yanlış ve eksik raporlarının etkisinde kalmışsa da;Ermenistan 'da yaşayan Kürtler ve Ermenilerin yoğun desteğini almıştır.Suriye kürtlerinin desteği her anlamda alınmış,Barzanlı Şeyh Ahmed ,İngilizlerin ;Türk ordusunun şikayeti üzerineher türlü engellemelere rağmen; iki ayrı zamanda her defasında 200 den fazla olmak üzere ;savaşcıyı Ağrı kürtlerine destek için harakete geçiriyor ve savaşcılar Türk silahlı güçleri ile çatışmalara girmiştir.Yine Suriye'de kürtleri aynı desteği veriyor.Kuzey Kürdistan'ın bir çok bölgesinde,başta; Colemerk(Hakkari) ,Siirt,Lice,Amed olmak üzere destek direnişleri ve savaşcı katılımları
oluyordu.

1926 yılında Celali Aşiretinden Broye Heski Telo ;Ağrı Direnişini başlatmıştır.1927'de ise İhsan Nuri Paşa ,Ağrı'ya gelerek komutayı devralmıştır.

İhsan Nuri Paşa 1893 Bitlis doğumludur.Osmanlı Ordusunda, Arnavutluk'tan,Yemen'e kadar birçk bölgede komuta görevlerindebulunmuş,hatta Yemen'de 33 ay savaşmıştır.1919'da 9.Ordu Komutanlığı emriyle,Kızıl Ordu yetkilileri ile görüşmek üzere Bakü'ye gönderilmiştir.Binbaşı İhsan Nuri Paşa 1925'de Beytüşşebab'ta isyan başlatıyor,daha sonra emrindeki ikiyüzden fazla Kürt askeri ile Ağrı'ya çekiliyor 1927'de Xoybun kongresine katılıyor.Direnişin öncülerinden BROYE HESKİ TELO başkanlığında Kürt Yönetimi oluşturuluyor.Üç renkli bayrak çekiliyor,ulusal marş yazılıp okunuyor ve Ağrı Cumhuriyeti kuruluyor.Direnişin gelişmesi ile Türk ordusuna büyük kayıplar verdiriliyor.Türk güçleri büyük Zilan direnişinden sonra buradan Diyadin'e çekilmek zorunda kalmıştır.

1928'de Türk devleti görüşme talebinde bulunuyor ve görüşmeler yapılıyor.Fakat öneriler direnişi bitirmek için önderlerine bazı haklara indirgenince;başta İhsan Nuri Paşa olmak üzere,direnişciler,kendilerinin Kürt halkının temsilcileri olduğunu,ancak kabul edilebilecek ulusal haklar çerçevesinde anlaşmaya varabileceklerini bildirerek geri çekilirler.Türk tarafı bu başarısızlıklardan sonra,İran ile anlaşarak Ağrının bir kısmını İrana bırakarak,İran toprakları üzerinde operasyon izni almıştır.Bu durum Türk silahlı kuvvetlerinin Ağrı'yı kuşatmasınaolanak tanımış ve Direnişcilerin yenilmesinde oldukca etkili olmuştur.

Eylül 1930'da direniş bastırılmıştır.Ağrı tarafında direnişin bastırılmasına rağmen;İran Kürtleri bölgede direnişi sürdürmüşlerdir.

Direnişin yenilgisinden sonra İran'a sığınan İhsan Nuri Paşa,uzun yıllar yokluk içinde İran'ın baskısı altında yaşamını sürdürür.

2.Dünya savaşında,Türk sömürgeciliğinin,olası bir direnişe önderlik edebileceği korkusu ile;talebi üzerine,İran hükümeti tarafından tutuklanır.

Bir dönem hapiste kalır.18 Mart 1976'da Tahran',evinin yakınlarında şüpheli bir kaza sonucu hayata veda eder.

İlk kez bütün bölgede ki kürt halkının birliğini sağlayan ve desteğini alan;ulusal uyanışın en önemli köşe taşı durumda ki Ağrı Direnişi Modern bir Kürt direnişidir.Bugün bile dersler çıkarılarak ileriye taşınabilecek bir harakettir.Başta Ermeni halkı olmaküzere diğer halkların desteği sağlanmış,ilk kez yine bu direnişte enternasyonal destekler elde edilmiştir.Fransa;İran ve Sovyetlerin yoğun desteğini alan Türk devleti,oldukca rahat davranmış,öyleki; 'bölünmez' ,dediği bölgenin bir kısmını İran'a devrederek,operasyon izni almışdirenişcileri en çok bu çevirme zorda bırakmıştır.Böylece bölge devletleri ve yerli sömürgecilerin yoğun işbirliği ve ortak haraketi ile direniş başarısızlığa uğratılmştır.



(NOT:YAZI; İHSAN NURİ PAŞA'NIN VE Dr ABDURRAHMAN KASSEMLU'NUN YAYINLANMIŞ ANILARINDAN

YARARLANILARAK HAZIRLANMIŞTIR)

Referandum: Diktatörlük için Kaldıraç


AKP iktidarı, darbe plan ve teşebbüslerinden, kontr-gerilla artıklarından gölgesi kendisinden büyük bir Ergenekon heyulası yarattı. Medyasıyla, partisiyle neredeyse her taşın altında Ergenekon izi arar oldular. Her yeri, herkesi dinlediler. Toplum hem komplo ve entrikanın hem de güvencesizlik ve korkunun egemen olduğu siyah bir gökyüzü ile kuşatıldı. Bu kuşatma içinde zihni de bükülmeye başladı. Yaratılan egemen zihniyet adeta bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi farklı olanı kendine çekip eklemliyor. Sınıf ve devlet kavrayışı körelmiş bir kısım sosyalist de bu çekim alanında. Halka karşı işlenen suçlardan hemen hemen hiçbiri yargı önüne getirilmediği halde davanın darbeci ve kontracılardan devleti arındırmak için açıldığına ve buradan bir demokratikleşme çıkacağına inanıyorlar. Oysa, davanın, TSK’yi, yargıyı teslim almak ve böylece iktidarı tekelleştirmek amacına hizmet ettiği, savcıların YAŞ kararlarına müdahale etmesiyle de bir kez daha kanıtlanmış oldu. Yani, başından beri iktidar mücadelesinin temel bir aracı olarak işlev görüyor.

DEVLETİN İSLAMİ SURETTE YENİDEN-BİÇİMLENİŞİ
 
Gerçekte, bu çatışma dolayımıyla devlet yeniden biçimlendirilmektedir. Ancak bu yeniden biçimlenme (Anadolu sermayesi denilen) post-modern burjuvazinin İslami ideoloji vasıtasıyla sağladığı toplumsal hegemonya ile devletin fethine yöneliktir. Yani bu, burjuvazinin dünya görüşü aynı olan herhangi bir fraksiyonunun, zaten burjuva olan bir devleti ele geçirmesi demek değildir. Daha somut olarak, devletin yeniden biçimlenişi burjuva surette değil, İslami surette olacaktır, olmaktadır. Önemli olan nokta, taban örgütlenmesi cemaatlere dayanan post-modern–burjuvazinin ideolojik ve kültürel bakımdan pre-modern ve post-modern ögeleri temsil ediyor olmasıdır. Cemaat örgütlenmesinin İslami ilke ve kurallara dayandığı, dolayısıyla, bireyselliğin ancak sermaye hareketleri alanında geçerli olduğu görünür bir olgudur. Post-modernizmin eklektik bir karakteri olduğu bilinir. Bu burjuvazinin ideolojik vizyonu söz konusu olduğunda, siyasal İslam, doğrudan görünür olmamakla birlikte içkin olarak farklı ögeler arasında eklemleme ilkesi olarak iş görür. Tarihsel bakımdan önemli bir öge ise yeni-Osmanlıcılıktır.  Bu öge, dış politikada, özellikle Batı’da “eksen kayması” endişesine yol açacak ölçüde öne çıkarken siyasal İslamın yerlileştirilerek özümsetilmesinde de avantaj sağlamaktadır. O nedenle, bazı liberal yazarların yaptığı gibi, İslami cemaatleri sivil toplumla, siyasal İslamı muhafazakârlıkla özdeşleştirmek büyük bir aymazlıktır.
Burjuva (Batı) uygarlığı tarihin genel bir fonksiyonu olma özelliğini yitirmekte, kapitalizm gelişme potansiyellerini tüketmektedir. Bu ideolojik açıdan şu anlama geliyor: Burjuvazi, genel bir eğilim olarak, Aydınlanma felsefesinin araçsal aklına dayandırdığı rasyonellerinden de kopuş eğilimindedir. Bu eğilim, emperyalist dönemle birlikte burjuvazinin genel olarak içine girmiş olduğu siyasal gericiliği aşan bir olgudur.  Dünyanın iki kutupluluğu bu eğilimi belirli bir dengede tutuyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ‘Pandoranın Kutusu’ açıldı. Siyasal gericiliğe sosyo-kültürel alanlarda genel bir gericileşme eşlik etmeye başladı. Çöküşün ardından ivme kazanan kapitalizmin yeni küreselleşme dalgası ve onun ideolojik aracı post-modernizmle birlikte daha görünür olan bu eğilim, çoğu 3. Dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasal İslamın gelişmesi ve iktidar olmasında elverişli bir ortam yarattı. Sağlı-sollu post-modern liberaller ortamın yaratılmasının etkin destekçileri oldular, bugün de işbirlikçiliklerini belirginleştirerek sürdürmektedirler.

12 EYLÜL FAŞİZMİNDEN ILIMLI İSLAM PROJESİNE
 
12 Eylül faşizminin solun tasfiyesine yönelik İslamcı cemaatlerle zımni ittifakı, din derslerini zorunlu kılması, Türk-İslam sentezini resmî ideoloji haline getirmesi, Özal iktidarının bunu daha ileri boyutlara taşıması, İslami hareketin hem devlet içinde kadrolaşmasını, hem de toplumsal bir güç haline gelmesini sağladı. 1994 yerel seçimlerini kazandıktan sonra “kanlı mı kansız mı” sorusunu gündeme getirdiler. Bu çatışmacı tarz, 28 Şubat müdahalesi ile iktidardan uzaklaşmalarına yol açtı. Bu, onları AKP ve Gülen cemaati ile birlikte ve emperyalizmle işbirliği içinde kaleyi içten fethetme stratejisine yöneltti. Yine 12 Eylül’ün ürünü olan seçim barajı sayesinde tek başına iktidar oldular. 27 Nisan e-muhtırası ise, onlara mağduriyet üzerinden hem daha geniş bir toplumsal destek sağladı hem de yeniden bir çatışmacı tarza dönüş fırsatı verdi. Tabii ABD ve AB’nin desteği ile. Görüldüğü gibi darbe ve muhtıraların beslemesi olan bu hareket, parlamenter çoğunluğa dayanarak, devletin yapısını, İslami esasları referans alarak yeniden-üretmektedir. Bu yeniden-üretim, yeni stratejinin gereği olarak, biçim ve içerik arasında çelişki yaratarak, yani içeriği değiştirerek sürdürülmektedir. Bu süreç işledikçe iktidarın otoriter eğilimleri de tek-parti diktatörlüğü modeline uygun bir tarzda artıyor. Anayasa referandumuyla da yeni bir stratejik aşamaya geçilecektir.
Devletin yeniden biçimlendirilmesi ve yeni anayasa paketi bir sivilleşme ve demokratikleşme olarak lanse edilirken, iktidar, evet lehine her türlü baskı ve hileye başvurmakta, KESK ve YARSAV gibi emekçi ve mesleki örgütleri, hatta sermayenin öbür tarafı, TÜSİAD’ı tehdit edelebilmektedir. Kaldı ki, söyleminden başka demokratikleşmenin emaresi bile yok. YÖK ve yüzde 10 seçim barajı yerinde duruyor. Yüksek yargı organlarının tamamı ele geçirilmek isteniyor. Özelleştirmelere karşı yargıya başvurma hakkı toplumun elinden alınıyor.
O halde bu ikiyüzlülük niye? Tarihteki benzerleri gibi, İslamcı sermaye sınıfı da, eski iktidar bloğunu değiştirme ve bunun için gerekli hegemonyayı tesis etme süresince demokrasi söylemlerine ihtiyaç duymaktadır. Egemenliğini garantiledikten sonra bu söylemlere de, onları ödünç aldığı liberallere de ihtiyacı kalmayacaktır. Dolayısıyla, ABD’nin, radikal İslami, “ılımlı İslam” projesini (BOP) yayarak önleme stratejisi, model ülke seçilen Türkiye’de laik sistemi tasfiye etmek suretiyle hedefe ulaşıyor. Dolmabahçe’deki sırrın mezara gidecek oluşu ve ordunun hizaya gelişi de bu proje bağlamında anlam kazanıyor.

LAİKLİK/SEKÜLARİZM VE SOSYALİZM MÜCADELESİ
 
Eğer tarihsel materyalizm açısından bakacaksak, Kemalist devrim, meşruiyetini Tanrı’dan alan saltanat ve hilafete karşı aklı ve bilimi referans alan bir burjuva devrimidir. Ne kadarsa o kadar. Kürt halkına yönelik inkârcı, zorla asimilasyoncu politikalarını mahkûm ederken, onun bu yönünü de görmezden gelmek doğru bir tutum değildir. Bu devrimin –tarihsel ileri olan– reformlarını savunmak başka bir şeydir, kurduğu sınıf egemenliği sistemine destek olmak başka. Laikliği özgürlükçü bir içerikle savunarak ikisi arasındaki çizgi net bir şekilde çizilebilir. Laiklik ve daha da önemlisi toplumsal alandaki sekülerleşme (dünyevileşme), burjuvazinin devrimci döneminin, ama sadece burjuvazinin değil, proletaryanın da feodallere ve kiliseye karşı mücadelelerinin ürünleridir. Ve bu ikili, düşünce özgürlüğünün temelidir. Sekülarizmin yok edildiği bir ortamda gerçeklik kavramı da yok olur.
Bu nedenle, laikliğin Kemalist uygulamasının eleştirisi, onu bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmiş, doğası gereği aklın ve bilimin reddiyesi olan siyasal İslama karşı hayırhah bir tutum almayı asla haklı çıkarmaz. Aksine bu varlık koşulumuzun ortadan kaldırılması demektir. Sekülerleşme yalnızca gerçekliği kavrama ortamımızı sağlamakla kalmaz, kadının özgürleşmesinin de bir önkoşuludur. Gericiliğin, kadını burjuva erkek-egemenliğinden de daha geriye götürdüğü apaçık ortadadır. Bu nedenledir ki, sosyalizm mücadelesi aynı zamanda gericiliğe karşı mücadeledir. Dolayısıyla, laiklik en çok sosyalistlere, kadınlara ve emekçilere lazımdır.

REFERANDUM: DİKTATÖRLÜK İÇİN KALDIRAÇ
 
Şimdi bu çerçevede referandum ne anlama geliyor?
Bu referandumun temel amacı, siyasal islamın hegemonyasını konsolide etmek ve bir ölçüde genişletmek, pratikte MHP ve SP gibi Türk-İslamcı ve İslamcı partilerin kitle tabanını kazanmaktır. Erdoğan’nın propaganda stratejisi bunu gösteriyor. Böylece 2011 seçimleri de garanti edilecek. Özellikle MHP’ye yükleniyor. Onu CHP’nin kuyruğunda göstermesinin nedeni bu. İslami ideoloji ekseninde bir ayrıştırmadır bu. Amacın bu olduğunu 12 Eylül’e methiyeler düzmüş Fethullah Gülen’in mezardakilere bile evet oyu kullanmak için davetiye çıkarması da gösteriyor.
Bu referandumda oylanacak olan ne? Yargının yürütmeye tâbi olmasının yolunu açmak. Böylece burjuva siyasal düzenin temel ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez hale getirmek. Kamu çalışanlarına grev özgürlüğü mü var? Tam tersine, toplugörüşme yerine, toplusözleşme terimini koyarak aslında uluslararası yasalara dayanarak kullanılabilecek bir hakkı anayasal düzeyde engellemiş oluyor. Yoksa Anayasanın 15. Maddesini değiştirip 12 Eylül darbecilerine yargılama yolunu mu açıyor? Peki ama zaman aşımına karşı güvence koyulması önerisini reddeden de AKP değil mi? “Yetmez ama Evet” denilen bu mudur? Buna Hayır dediğimizde mi “solu sol yapan değerleri inkâr etmiş” olacağız? 15. maddenin, hem darbe karşıtlığı sahtekârlığını yutturabilmek, hem de solun hiç değilse bir kısmını yanına çekip, bir kısmını da pasif bir tutuma itmek için bir joker olduğunun farkında olmamak TUDEH körlüğü müdür acaba?
Boykota gelince... Bu koşullara uygun düşen bir “taktik” olmadığını boykotçu arkadaşlar da bilirler. Yine de, E. Yıldızoğlu’nun, Lenin’in taktik anlayışını özlü bir şekilde hatırlatan yazısı faydalı olmuştur. (bkz.www.sol.org.tr 19.8.2010) Bu anlayıştan baktığımızda, ortada boykot taktiği ile devrimci bir sıçramaya yönlendirilebilecek yükselen bir kitle hareketi yok. Bu nedenle, boykotun politik bir faydası olmayacak. Kürt hareketini özgüllüğü açısından ayrı tutarak söylüyorum. Onların boykotunun bir pazarlık taktiği içerdiği anlaşılıyor; şimdiden etkili olduğu da söylenebilir. Mesele “sermayenin iki cephesinden birinde yer almamak, onların kayıkçı kavgasına katılmamak”ise, Kürt özgürlük hareketinin boykotunu desteklemek daha kayda değer bir tutum olabilirdi. Ama karşı karşıya olduğumuz şey, sermayenin eski ve yeni bileşenleri arasındaki çatışmadan ibaret değildir yalnızca. Mesele, sivilleşme-demokratikleşme aldatmacasıyla, bu çatışmayı İslami bir rejimle/faşist bir düzenle aşma meselesidir.
“Bir burjuva devletinde, yürütmenin gücü ne kadar sınırlandırılmış, ne kadar geniş bir denetim ağıyla sarılmış olursa, emekçilerin rejimin içindeki haklar alanının o denli genişleyebileceği neredeyse bir fizik yasası hükmünde.”(E. Kürkçü) O halde, kabul gördüğü takdirde bir diktatörlüğe yol açacak referanduma hayır demek bu hükmün gereği değil midir?
Referandum diktatörlük için bir kaldıraçtır. Bunun için Hayır!
MEHMET ÖZGEN/Birgün

Onlar; Roman:İnsan!

Yeni_Özgür_Politika Fransa’da istatistiklere göre 250 bini aşkın Roman yaşıyor. Romanya’nın Avrupa Birliği’ne dahil olmasından sonra gelenler hariç Fransa’da yaşayan Romanlar; her hangi bir kimliğe ve belgeye sahip değil. Adressiz, kimliksiz, eğitim hakkından yoksun, iş olanaklarına sahip değiller.
Hayatımızın aslında içinde olan ama dışında tutmayı yeğlediğimiz insanlar; Romanlar...Çöpleri karıştırıp içinden satıldığında para edenleri ayıklayan, motorlu taşıtlar için ayrılan yollarda at arabalarıyla trafiği tıkayan, yüzleri hep mahsun, gözleri hep düşünceli, genelde eğlendirerek, kalaycılık, bakırcılık yaparak, çiçek satarak veya çöp toplayarak geçimlerini sağlayan Romanların, birçok ülkede nasıl oluyorda ortak yaşam koşullarında ve geleneklerini yüzyıllardır bozmadan yaşadıkları hep merak edilmiştir. Romanlar kadar dünya üzerinde darmadağın olmuş ama onlar kadar da temel özelliklerini kaybetmemiş bir halk bulamazsınız. Avrupa’nın ücra köşesindeki bir Roman ile Amerika’nın, doğunun, uzak köşelerindeki Roman kamplarında yaşayanlar arasında çok az fark vardır. Bunca güçlü genetik ve kültürel özellikler hayran bıraktıracak nitelikte.

Fransa’da istatistiklere göre 250 bini aşkın Roman yaşıyor. Romanya’nın Avrupa Birliğine dahil olmasından sonra gelenler hariç Fransa’da yaşayan Romanlar; her hangi bir kimliğe ve belgeye sahip değil. Adressiz, kimliksiz, eğitim hakkından yoksun, iş olanaklarına sahip olmayan 250 bin Roman... Şimdi Fransa Hükümeti Sarkozy’nin isteği üzerine Romanlara ilişkin bir dizi yasal düzenleme getiriyor. Şimdi polis her yerde Roman avında. Garlarda bulduğu Romanlara anında kelepçe takılıyor. Fransız Cumhurbaşkanı’nın bizzat ağzından dillendirilen “onlar hırsız, çevreye zarar veriyorlar, insan kaçırıyorlar, her türlü belanın başını onlar çekiyor....” Çoğunluğu dilenerek sokaklarda dolaşan Romanların yaşadığı yerler ise Paris’i çevreleyen banliyölerin girişlerindeki boş araziler. Boş araziler üzerine kurulmuş karavan ve çadırlarda yaşayan Romanların kamp yerleri son haftalarda boşaltılmaya çalışılıyor.

Montreuil belediyesi sahip çıktı
Montreuil, Paris’i çevreleyen bir banliyö. Yani küçük bir şehir. Ağırlıkta göçmenlerin oturduğu bu bölgenin belediyesi Yeşiller Partisi’nden kadın olan bir belediye başkanı tarafından yönetiliyor. Dominique Voynet belediye başkanı ve ekibinin çoğu kadınlardan oluşuyor. Bölgede yaşayan tüm halk inisiyatifleriyle ve sivil toplum örgütleriyle bir kontak içerisinde bulunan belediye başkanı bu yönüyle ön plana çıkıyor. Özellikle geçtiğimiz soğuk kış nedeniyle Voynet, hükümetin ve devletin kurumlarının hedefi haline geldi. Geçtiğimiz yıl Fransa’da neredeyse sokakta birçok insanın donarak can verdiği ağır kış karşısında bölgesinde bulunan ve karavanlarda donmakla yüzyüze olan Romanlara okulları ve spor salonlarını açtığı için hükümetin hedefine giren belediye başkanı tüm baskılara karşı direnmeye devam ediyor. Aynı dönem Roman çocuklarının okul kayıtları ve çalışma izni olanlar için iş imkanı yaratmaya çalışan Voynet’e karşı halkın tepkisi bizzat hükümet tarafından örgütlenmişti. Montreuil Belediyesi’nden konut talep eden 6 bin kişi, konut beklerken Romanlarla belediyenin ilgilenmesi bu hedef göstermenin aracı oldu. Belediye, Yeşiller Partisi Avrupa Birliği parlamenterleri aracılığıyla ekolojik-sosyal ev projesini bizzat Avrupa Birliği Parlementosu’na sunmuştu. Bu projenin amacı bölgede belediyeye ait olan bir arazi üzerinde konut sorunu yaşayan göçmen ailelerin ve 800 civarında Roman aileye konut sağlamaktı. Ama bu konuda somut bir yanıt hala belediye tarafından alınamamış.

Larissa... 10 yaşındaki yetişkin!
Bölgede son bir haftadır belediyenin tüm çabasına karşı polisin operasyonları sürüyor. Yapılan operasyonlarda bir karavana sahip olan Romanlar, bölgeden ayrılmış durumda. Bir kısmı sokaklara dağılmış, hala belediyenin kontrolünde olan 150 aile ise belediyenin 4 Eylül’e kadar yerleştirdiği okulların spor salonlarında kalıyor. 4 Eylül tarihinden sonra okullar açılacak. Zorunlu olarak bu salonlar boşaltılacak. Bu nedenle belediye kalıcı bir çözüm üretmek için bölgede bulunan tüm sivil toplum örgütleri ve partilerin de katıldığı toplam 80 kurumla birlikte, hem hükümetin Romanlara uyguladığı bu politikanın yanlışlığına dikkat çekmek hem de acil olarak 150 ailenin barınma sorununu çözme amacıyla bir platform oluşturmuş durumda. Belediye yetkilileri ve bölgedeki Romanlarla görüşmek için Monteuil’e bir ziyaret düzenledik. Belediye binasının hemen arka sokaklarından birinde bulunan okul ilk ziyaret yerimiz. Kapıda Larissa isimli 10 yaşında kız çocuğu bizi karşılıyor. İçlerinde en iyi Fransızca bilen kişi o. Sadece dil bilmek değil mesele... Larissa ilk beş dakika kim olduğumuzu sorguluyor. Polis olup olmadığımızı anlamaya çalışıyor. Aynı anda okul salonunun bulunduğu sokakta Larissa’nın büyük abileri etrafı gözlemliyor. Bir nevi gözcülük yapıyorlar. Yaşanan tüm baskınlardan çıkarttıkları derslerle hareket ediyorlar. Larissa’ya gazeteci olduğumuzu söyler söylemez ilk işi fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, gazetecilerin polisi bilgilendirdiğini söylüyor. İçeri girmemizin yasak ve ancak kendileri isterse bir aile ile görüştürebileceklerini belirtiyor. Önce oradan ayrılmamızı isteyen Larissa bir süre yaptığımız sohbetin ardından içeri giriyor ve ailesini dışarı çağırıyor. Kapı aralığından onlarca kadın, erkek ve çocuğun yerlere serilen şilteler üzerinde bekleyişlerine tanık oluyoruz. Daniel ve Miga üç yıldır Fransa’da Montreuil bölgesinde yaşıyorlar. Üç çocukları var: Dayana, Marta ve Larissa. Anlaşılan İçerde bulunan ailelerin reisi Daniel. Günlerdir operasyonlar sonucu yaşadıkları yerlerden çıkarıldıklarını söylüyorlar. Larissa tercümanlık yapıyor. Paralarının olmadığını, belediye dışında kimsenin kendilerine yardım etmediğini belirten Daniel, bulundukları yeri 3 Eylül günü boşaltacaklarını ve ondan sonrasını bilmediğini belirtiyor. Kendi güvenlikleri nedeniyle daha fazla görüşemeyeceklerini, gelen gazetecilerin polise bilgi vermesi nedeniyle gazetecilerle görüşme yapmadıklarını söyleyen Daniel bizimle vedalaşıyor. Kamp ziyaretimizin ardından Montreuil Belediyesi’nin Romanlarla ilgilenen birimiyle görüşmeye gidiyoruz. Günlerdir kamp baskınlarına engel olmaya çalışan belediye başkan yardımcılarından Fabienne Vansteenkiste Montreuil bölgesinde yaşanan baskın ve süreci bize aktarıyor:

Sosyal sorumluluk gereği!
Fabienne Vansteenkiste şunları ifade ediyor: „Biz bir şehrin yöneticileriyiz. Devletin işi ile bizim işimiz ayrı şeyler. Bölgemize gelip yerleşen insanların barınma ve sosyal ihtiyaçları elbet bizi ilgilendirir. Öncelikle insan hakları kapsamında bu sorunu değerlendiriyoruz. Bu nedenle yıllardır Montreuil toprakları üzerinde yaşayan Roman vatandaşlara ilişkin yapılan baskınlara bir tampon olmaya çalıştık. Oluşturmaya çalıştığımız tampona ve barikata rağmen polis büyük oranda başarılı oldu. Birçok Roman bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Geriye kalanları belli yerlere yerleştirdik. İlk kamp alanının boşaltılmasının ardından bir kısım aileyi özel evleri kiralayarak yerleştirdik. Sonra ev sahiplerinin polisle kontağa geçmesiyle buralar boşaltıldı. Evler özel olduğu için bizim müdahalemizin dışında kaldı“

Ancak Vansteenkiste, evsiz kalan Romanları, kilise, cami ve diğer sivil toplum örgütlerininde desteği ile belli yerlere yerleştirildiklerini belirtiyor. „Bugün ziyaret ettiğiniz Hoche sokağındaki okulda 35 aile mevcut. Bunun gibi iki ayrı yerde daha aileler var. Bizim pozisyonumuzdaki bir kurumun yapması gereken onların barınma konusundaki sorununu çözmek, iş ve meslek sahibi olmaları için eğitmek ve entegrasyonlarını sağlamak gibi sorumlulukları var. Ki öncelikli sorunumuz barınma olmasına karşın çok yakında okullar açılacak. Bu ailelerin çoğunun çocuğu var. Bunların eğitime ihtiyacı var. Evet burada oturumları yok. Ama bu bizim sorunumuz değil. Bu insanlar bizim topraklarımız üzerindeler. Bu çocukların eğitime ihtiyacı var. Ailelerin ise barınma koşullarına. İki yıldır neredeyse bu sorunla ilgileniyoruz“ şeklinde konuşan Fabienne Vansteenkiste bu nedenle hükümetin hedefi durumuna geldiklerini söylüyor.

Özellikle manipülasyonların Belediye Başkanı üzerinden yapıldığını söyleyen Vansteenkiste şunları ifade ediyor: „Bölge halkı üzerimize kışkırtılıyor. Bölgede 6 bin kişinin konut sorunu varken neden Romanlarla ilgilendiğimiz konusu sürekli ön plana çıkartılıyor. Evet biz bugün bu insanlık dramıyla ilgilenmek durumundayız. Çünkü bu insanlar sokakta ve Montreuil’de yaşıyorlar. Ama 6 bin konut bekleyen ailenin kötü de olsa içinde kaldığı bir evi ya da bir mekanı var. Ayrıca bu sadece bizim sorunumuz değil. Hem Romanlara hem de 6 bin kişiye konut yaratacak bütçe sorunu bizzat hükümetin de problemi“

Ellerinde yeteri bütçe olmadığına dikkat çeken Vansteenkiste, bundan dolayı kalıcı bir çözüm sunamadıklarına vurgu yapıyor. Sorunu bölgedeki diğer kurumların da gündemine taşıdıklarını söyleyen Vansteenkiste, 80 kurumla ortak bir toplantı yaptıklarını dile getirdi. Vansteenkiste devamla „Pazartesi bir toplantımız mevcut. Aynı zamanda ortak bir deklarasyon yayınlamak için komisyon oluşturduk bugün biraraya geliyorlar. Ama acil sorunumuz 4 Eylül günü Romanları nereye yerleştireceğimiz. Hep birlikte bir çözüm arayışındayız. Halk bize tepki duyabilir. Örneğin aile sorunu yaşayan bir Cezayirli kadın çocuklarıyla arabasında belediyenin önünde bir gece sabahladı. Talebi ‘Bana ev verin, Romanlarla ilgileneceğinize vatandaşınızla ilgilenin’ Elbet böyle tepkiler oldu ve olacak. Ama biz bu insan hakları sorunu karşısında sessiz ve duyarsız kalamazdık. Roman ailelerle görüşmelerimiz başladı. Çocuklarını okullara yazdırmak için çaba harcıyoruz. İkna etmek biraz güç. Çünkü onlar bize bizim kızlarımız 14’ünde evleniyorlar. 16 yaşına kadar okul mu olur diyor. Ama biz ısrarla ikna etmeye çalışıyoruz. Aynı zamanda meslek edindirmemiz gerekiyor. Çünkü Avrupa Birliği sözleşmeleri gereği 2014 yılına kadar sadece belli alanlarda Fransa’da çalışma iznine sahipler. Bu nedenle meslek edinmeleri şart „ dedi.

Karşılaştıkları sorunların diğer belediyelerin de sorunu olduğunu belirten Vansteenkiste, ortak bir çözüm üretmemin kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor.

Vansteenkiste son olarak şunları söyledi „Birlikte bu soruna bir çözüm üretmek zorundayız. Hükümet kararlar alabilir, onları insanlık dışı koşullarda buradan sürebilir. Ama bizim görevimiz ve sosyal sorumluluğumuz onlardan farklı. Bu konuda elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz. Bizim için önemli olan 4 Eylül’de yersiz kalan insanların nasıl barındırılacağı sorunu“

Horlandılar, kovuldular!
Fransızların Jitan (gitan) olarak adlandırdığı Romanlar, tarih boyunca yeryüzünde en sevilmeyen halk oldu. Her yerde horlandılar ve kovuldular. Küçük Asya’da da sevilmeyen konuklar olarak görüldüklerinden çoğunluğu, Balkanlar’a geçti ve büyük kısmı bugün Yunanistan, Yugoslavya ve Macaristan’a yerleşti. Onlar ise kendilerini „Swinti“ ve „Roman“ olarak adlandırıyor. Bu halkın çoğunluğu da asosyal bir topluluğu ve „göçebe serseriyi“ çağrıştırdığından Çingene tanımını reddediyor. Gerçi Çingene adının Farsça’daki müzisyen, dansör karşılığı olan „cinganeh“ sözcüğünden geldiği sanılıyorsa da onlar, kendilerine karşılığı ‘insan’ demek olan Roman adını veriyorlar. Almanya’da yaşayan Romanlar, kendilerine Pakistan’ın bir eyaleti ve eski yurtları olan Sindh’den türetilmş „Sinti“ adını uygun görüyolar. Sinti ve Romanların tarihi üzerine uzun süre bilgisizlik hüküm sürdü. Yanlış biçimde anayurtlarının Mısır olduğu kabul edildi. Bugün ise Aşağı Hint Yarımadası’nın kuzeybatısındaki Pencap bölgesine, onların anayurdu olarak bakılıyor.

500 bini katledildi!
Almanya’da Romanlara yapılan muamele, Avrupa’nın diğer bölgelerinden farklı değildi. 1899 yılında imparatorluk, ilk kez tüm Romanları kayıt altına almak için „Çingene İstihbarat Servisi“ni kurdu. Weimar Cumhuriyeti’nde de tutulmaya devam edilen bu kayıtlardan „Çingene Sorununun Nihai Çözümü“ için SS-Reich yöneticisi Heinrich Himmler de yararlandı. Naziler, herşeyden önce onların yaşam tarzlarından hoşlanmadılar. Zira Nazilerin insanları tamamen denetleme isteğinden ısrarla kaçıyorlardı. Bundan başka, Tübingenli sinir hastalıkları doktoru Robert Ritter gibi saf ırk uzmanları, „melez Çingeneleri“ (bunlar sözü edilen kimselerin yüzde 90’ını oluşturmakta) kriminolojik ve asosyallik için olağanüstü bir malzeme olarak gördüler. Nazi yönetiminin ilk günlerinde Robert Ritter ve diğerleri, Romanların kısırlaştırılmasını „sorunun“ çözümü olarak gördüler. 18 Eylül 1942 tarihinde yapılan Wannsee konferansında bir araya gelen SS liderleri „asosyal unsurlar olan Yahudi, Roman, Rus ve Ukraynalıları, çalıştırarak imha etmek maksadı ise SS-Reich liderlerine teslim etme“ kararı aldılar. Böylece Alman Ordusu’nun girmiş olduğu bölgelerde, tüm Romanlar için toplama kamplarındaki planlı imha çalışmaları başlamış oldu. Katledilenlerin tam sayısı bilinmiyor. Çünkü Güney ve Güneydoğu Avrupa’da pekçok Roman, daha kamplarına giderken yolda yerel faşistlerin yapmış olduğu katliamlarda yaşamlarını yitirdiler. Ciddi kabul edilen tarihçilere göre, Nazi iktidarı sırasında katledilen Romanların sayısı 500 bin kadar.

AB ve İnsan hakları manzarası!
AB üyeliğine aday 11 ülkede ve bizzat AB üyesi ülkelerde yaşayan Romanlara karşı yaşanan ırkçı eğilimler bugüne kadar hep görmezden gelindi. Doğu Avrupa’daki Romanların zulme uğramasını; Fransa’da yaşayan Romanların vatandaş bile sayılmamasını kimse umursamıyor. Resmi rakamlara göre Avrupa’da 8 milyon Roman yaşıyor, ancak gerçek rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor, çünkü Romanların çoğu vatansız sayıldığı için nüfus kütüklerine yazılmıyor. Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya ve Polonya’da Romanlar sırf kendi kültürlerini yaşamak istedikleri için toplumdan dışlanıyor. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde de „demokrasiye“ geçtik dedikleri süreçte Romanlar verilen hakların dışında tutuldu. Daha da kötüsü mahkemeler de dahil olmak üzere hiçbir devlet makamı Romanları korumaya yanaşmıyor. Bulgaristan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Polonya ve Almanya’nın doğusunda Romanlara yönelik ırkçı saldırılar tamamen cezasız bırakılıyor.
SELMA AKKAYA

29 Ağustos 2010 Pazar

Kürdistan delegesi Mustafa Kemal

Demokratik Özerklik tartışmaları sonunda sistem partilerinin tüm aksi yönlü çabalarına karşın, referandum mitinglerinde de ağırlığını hissettiriyor. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli de tartışmaya dahil oldu.

Uzun zaman görmezden gelmeye çalışsalar da, KCK tarafından ilan edilen eylemsizlik kararının Abdullah Öcalan ile yürütülen görüşmelerin sonunda alındığının açıklanması, merkez siyasetin dengesini alt üst etti. Durumu Hükümet adına yalanlayamayan AKP, konuya ilişkin açıklamasını parti genel merkezi adına yaparak siyasi iradesizliğin yeni bir örneğini sergiledi. Geçmişte de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile mecliste yaptığı görüşmeyi başbakan değil parti lideri sıfatı ile yaptığını altını çizerek belirtme ihtiyacı duymuştu.

Ne dün, ne de bugün AKP ve Erdoğan'ın bu tavırlarıyla neyi amaçladıkları, kime ne mesaj vermeye çalıştıkları anlaşılamadı. AKP sürmekte olan görüşmelerin içeriği yerine biçimini gündemleştirerek, tartışmanın içini boşaltmaya çalışsa da, AKP genel merkezinin açıklamasından kısa bir süre sonra yine AKP'li Adalet Bakanı, Öcalan ile düzenli olarak görüşüldüğünü açıkladı.

Görüşmelerin varlığını kabul etmek zorunda kalan AKP, bu kez de miting alanlarında Demokratik Özerklik karşıtı söylemini yükseltmeye başladı. Bu yolla toplumda derinleştirilmek istenen bölünme paranoyasını besleyen AKP, müsebbip olarak da BDP'yi hedef tahtasına oturttu. Amaç, referandum boykotu sonrasında daha da güç kazanması beklenen Demokratik Özerklik tartışmalarını kriminalize etmek, kitlelerin gözünde şaibeli hale getirmek.

Oysa, Abdullah Öcalan avukatları ile yaptığı son görüşmede, bu sürece yeni bir bilgi ile oldukça önemli bir katkıda bulundu. Öcalan, Mustafa Kemal'in ilk kez 1916'da Kürdistan'a gittiğini hatırlatarak, "Mustafa Kemal'in, 1919'da Erzurum Kongresi'ne Kürtler'in sayesinde delege olduğunu, Kongre'deki Bitlis delegesinin çekilerek, yerini Mustafa Kemal'e bıraktığını ve Mustafa Kemal'in esasen bir Kürt delegesi olarak kongreye katıldığını" anlatıyor. Anlaşılan o ki, Mustafa Kemal Kongre'ye Kürdistan delegeleri arasında katılıyor.

Erzurum Kongresi'ne katılan Mustafa Kemal, İstanbul yönetimi tarafından, "bölücü, vatan haini" ilan edilmişti.

Bugün hala resmi makamların telaffuz etmemek, anmamak, hatta unutturmak için bin bir çaba sarf ettiği Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu iradesini oluşturan ve Kürtler'e otonomi öngören 1921 Anayasası'nın ruhunu bu gerçekler oluşturuyor. Kürtler'in kendi bölgelerinde özerk yönetim sahibi olmalarına ilişkin tartışmaların tarihi cumhuriyet tarihi kadar eskiye dayanıyor.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye İşçi Partisi(TİP) Genel Başkanı Behice Boran da Kürdistan'dan, Urfa'dan bağımsız milletvekili olarak TBMM'ye girmiştir. Kürtler'in ortak yaşam konusundaki yaklaşımları tarihsel olarak kanıtlanmış bir iradedir. Kendi bölgelerini yönetme hakkı saklı kalmak kaydıyla.

Ayrıca, Öcalan'ın, sürmekte olduğu anlaşılan görüşmelere ilişkin olarak, "Gelenlerin genelkurmaydan, istihbarattan veya sivil otoriteden olmasının önemi yoktur, devlet sıfatıyla görüşüyorlar." sözleri konuyu çok açık bir biçimde ortaya koymakta. Öcalan, AKP'nin bu tavrının, Kürt sorunu konusunda hazırlıksız olduğunu aslı hazırlığınınsa, bugüne kadar, "Türk-İslam" sentezi olarak belirlenen ideolojinin, "İslam-Türk" sentezine dönüştürülmesi olduğuna dikkat çekiyor.

Öcalan, AKP'nin bu yeni yapılanmaya Kürtleri de eklemlemeyi amaçladığını vurguluyor. Öcalan'ın, "Yani Hamidiye alaylarının bir tür güncellenmesiyle karşı karşıyayız. Abdulhamit bunu koruculuk temelinde yaptı. Ama AKP modern Hamidiye Alaylarını geliştiriyor; özellikle ekonomik ve kültürel yozlaşma anlamında uyguluyor" sözleri de, bugün özellikle referandum üzerinden ortalıkta AKP propagandası yapan Kürtler'in işlevini tarif eder gibi.

Ne AKP, ne de yakın çevresinde kümelenen Kürtler, KCK tarafından tek taraflı olarak ilan edilen zamana dayalı eylemsizlik kararının kalıcılaşmasına bir katkı sunma çabası içerisinde değiller. Aksine sanki böyle bir ilanda bulunulmamış gibi davranmayı tercih ediyorlar. Demokratik Özerklik tartışmaları ise, Erdoğan tarafından mitingler aracılığı ile, "Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak" dörtlüsüyle karşılanıyor. Oysa, bu dörtlü aracılığı ile kutsanmak istenen Cumhuriyet'in kuruluş hamlesi sayılan Erzurum Kongresi'nin de Kürdistan coğrafyasında yapıldığı unutulmamalıdır.

1071'de Anadolu'nun kapılarını kim açıyorsa, 1919'da da kapısı çalınan aynı muhataptır. Bugün gürültülü seslerle Demokratik Özerkliği ayrılma hesaplarının bir parçasıymış gibi göstermeye çalışanlar, bekçisi yapıldıkları yalan tarihin kurbanı durumundadırlar. Dikkat edilirse, Demokratik Özerklik karşıtı olanlar, eylemsizlik sürecini de boşa çıkarmaya çalışanlardır.

Demokratik Özerklik eksenli tartışmalar gazete ve televizyon yorumlarında da ele alınıyor. Irkçı, faşist hezeyanları bir yana bırakırsak, sosyalistler, Demokratik Özerkliği sorunun çözümü açısından önemli bir model olarak değerlendirirken liberaller AKP'nin ekseni etrafında ama farklıymış gibi görünme çabasından öteye gidemiyorlar.

Türk, "liberallerinin" siyasal kimliksizliklerine yakışır bir anlamsızlıkla ortaya atılan, Demokratik Özerkliğin, "doğru bir önerinin, yanlış zamanda gündeme getirilmesi" hercümerci en çok rağbet gören, "fikirler" arasında. Burada amaçlanansa, sorunun çözümünden çok, hala zamanlama adı altında bir oylama ile AKP hükümetine 2011 seçimlerine kadar zaman kazandırmadır.

Dün olduğu gibi bugünde siyasal varlıklarını sınırlar üzerinden değil, devletin yapılanması üzerinden tartışan Kürtler, Demokratik Özerkliğin de bugünden yarına birlikte yaşayabilmenin teminatı olduğunu vurguluyor. Dikkate değer olan da budur.

canerdem2126@gmail.com

Seçim barajı hep Kürtleri vurdu

KCK’nin kalıcı bir ateşkes ve Kürt sorununun demokratik çözümü için 4 maddeden biri olarak ortaya koyduğu yüzde 10’luk seçim barajı, 12 Eylül askeri darbesinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Seçim barajı son 15 yıl içersinde yapılan tüm seçimlerde milyonlarca Kürdün iradesini Türkiye Parlamentosu’na yansıtmamasına yol açtı. Baraj, dönem dönem tartışılsa da söz konusu Kürtler olunca kimi dönem barajdan muzdarip olan MHP, CHP ve DP gibi partiler bile sus pus oldu. AB, Türkiye’deki seçim barajına ’hayretle’ baktığını ifade ederken, seçim barajı, Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi bir 'istikrar’ yaratmaktan çok milyonlarca insanın iradesinin hiçe sayarak bir ‘ayıp’ olarak duruyor.

12 Eylül’de yapılacak Referandum öncesi Türkiye siyasi arenasında Kürt sorunu konusunda çözüm tartışmaları da alevlendi. Kürt cephesi çözüm konusunda‚ ‘Demokratik özerklik’ konusunda net bir tutum ortaya koyarken, KCK ise özellikle 1 Haziran’dan bu yana şiddetlenen savaşın karşılıklı ateşkese dönüşmesi için sivil toplum örgütleri ve Demokratik Toplum Kongresi’nin çağrılarına yanıt vererek eylemsizlik kararı aldı. Eylemsizlik kararında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 'diyalog var’ şeklindeki mesajı etkili olurken, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan kalıcı bir ateşkes için 4 madde sıraladı. Operasyonların durması, Kürt siyasetçilerinin serbest bırakılması ve Öcalan ile sürecin geliştirilmesi istenirken, dördüncü madde ise Kürtlerin son yirmi yıldır iradesini Parlamento’ya yansıtmasına engel olan yüzde onluk seçim barajının düşürülmesi oldu.

KÜRT CEPHESİ BARAJ KONUSUNDA NET

Kürt sorununda müzakere sürecinin başlamasında önemli bir madde olan seçim barajının düşürülmesine ilişkin Demokratik Toplum Kongresi ve BDP’de açıklamalar yaparak, Kürtlerin siyasal iradesini parlamento dışında tutmak için uygulana gelen yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılması gerektiğini kaydetti. AKP Hükümeti’nden bu konuda net bir yanıt gelmezken, milliyetçi bakanlarından ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’nin barajın korunması gerektiği hatta yükseltilmesi yönünde açıklama yapması Çiçek’in çözümsüzlüğü dayattığı ve savaş borazanlığı yaptığı yönünde yorumlara neden oldu.

AVRUPA TÜRKİYE’YE HAYRETLE BAKIYOR

Keza seçim barajının düşürülmesi için geçmişe göre CHP daha ılımlı bakarken, TÜSİAD, aydınlar, sendikacılar, yazarlar, demokratik ve liberal çevreler ve hatta düne kadar bu barajı savunan ancak çözümsüzlüğün farkına varan köşe yazarları da barajın düşürülmesinden yana. 12 Eylül askeri darbesinin bir ürünü olan Türkiye’deki yüzde onluk seçim barajı girmek istediği Avrupa Birliği tarafından hayretle karşılanıyor. Avrupa’da baraj uygulaması yapan ülkeler de seçim barajı yüzde 3 ve 5 arasında değişiyor.

AB’ye giren ülkelerin demokrasiye geçişi sağlamaları için kurulan Venedik Komisyonu’nun 2009 yılında hazırladığı raporda, Türkiye’nin seçim barajının yüzde 10 olmasının demokratik olmadığı vurgusu yapılırken, seçim barajlarının yol açtığı “Arzu edilmeyen sonuçlar” bölümünde Türkiye örneği verilirken. AB üyesi hiç bir ülkede seçim barajının yüzde 5’in üzerinde olmaması gerektiğinin altı çiziliyor. Avrupa’nın önemli ülkelerinden Almanya, Belçika, Estonya, Gürcistan, Macaristan, Moldova, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya seçim barajı yüzde 5 iken, Avusturya, Bulgaristan, İtalya, Norveç, Slovenya, İsveç’te yüzde 4, İspanya, Yunanistan, Romanya ve Ukrayna’da yüzde 3, Danimarka’da yüzde 2, Hollanda’da yüzde 0.67 iken İsveç, Finlandiya, İrlanda ve İzlanda’da ise baraj uygulaması bulunmuyor.

MİLYONLARCA KÜRT İRADESİNİ YANSITAMADI

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir süre önce seçim barajına ilişkin bir değerlendirmesin de ülkeye‚ ’istikar’ sağladığını ileri sürerek barajı savundu.

Seçim barajının düşürülmemesinin en temel nedeni 'istikrar’ değil Kürtlere dönük bir yaklaşım olduğu yorumları yapılırken, BDP'nin geldiği siyasal geleneğin son 15 yıl içerisinde yapılan tüm seçimlerde Kürt illerinde birinci parti olmasına rağmen kazandığı milletvekillerini seçim barajından dolayı meclise gönderememesi de bu tezi doğruluyor.

Kürt legal siyasi hareketi ilk olarak 1991 yılında yapılan genel seçimler de Halkın Emek Partisi olarak genel başkanlığını Erdal İnönü’nün yaptığı SHP ile ittifak kurarak Parlamento’da yer buldu. Ancak Kürtlerin siyasi iradesi ancak Mart 1994 yılında aralarında hayatını kaybeden Orhan Doğan, Leyla Zana, Selim Sadak ve Hatip Dicle’nin de bulunduğu milletvekillerinin cezaevine girmesi ile son bulmuştu. O tarihten sonra Türkiye'de 'seçim barajı' nedeniyle yılladır Kürt illeri iradesini meclisi yansıtamazken, on binlerce Kürt ise bölgede yaşanan çatışmalı ortamdan dolayı göç ettikleri bölgelerde seçmen kütüklerine yazılmadıkları için oy kullanamadı.

BDP'nin gelmiş olduğu siyasal gelenek olan HADEP ve DEHAP üzerinde her seçim döneminde yoğun baskılar geliştirildi. Seçim çalışması yapanlar polis ve askerler tarafından gözaltına alınırken, özellikle kırsal bölgeler de askerlerin köylere giderek, HADEP yada DEHAP'a 'oy vermeyin' şeklindeki tehditler yapıldığı iddiaları hiç dinmedi. Seçim propagandası yapan araçlar bazen 'tebeşir yok' diye bağlanırken, ev baskınları ve gözaltılar ise her seçim döneminde had safhaya ulaştığı İHD gibi insan hakları kurumlarının raporların da yer aldı.

BARAJI AZ GÖRÜP PUSULAYI EKLEDİLER

Hem seçim barajı, hem de yaşanan baskılar kapatılan Demokratik Toplum Partisi DTP, 22 Temmuz seçimlerinde bağımsız olarak seçimlere girme kararı aldı. DTP bu kararı almasının ardından seçime kısa bir süre kala, o dönem adeta sözde kan davalı gibi gözüken AKP ve CHP hiç bir konuda uzlaşamazken 'bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer alması' için hazırlanan Anayasa değişikliği gündeme birleşti ve Kürtlerin önüne set çekmek için genel seçimlerde bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer almasını öngören Anayasa maddesini 430 oyla kabul etti.

Yasanın kabul edilmesi uluslararası haber ajansları ve kamuoyunda, 'Kürtlerin parlamentoya girmesini engellemeye dönük bir girişim' olarak değerlendirilirken, Kürtler seçim barajının delmek isterken bu kez de birleşik oy pusulası ile engelledi. Tüm baskın ve engellemelere rağmen 'Bin umut’ olarak adlandırılan DTP’nin bağımsız adayları, Kürdistan’da aldıkları oy oranları ile rekor kırsa da ancak 23 milletvekili çıkarabildi. Birçok ilde siyasi parti ile seçime girilmesi durumunda tümünü kazanabilecek olan DTP, bağımsız adaylar ve birleşik oy pusulasından kaynaklı parlamentoya ancak 23 milletvekili gönderebilirken bir kez daha milyonlarca Kürdün iradesi parlamentoya tam olarak yansımamış oldu.

BARAJ KÜRTLERE DÖNÜK ÖZEL BİR YAKLAŞIM

Barajın Kürtlere dönük bir yaklaşım olduğu vurgulanırken, BDP'nin geldiği siyasal geleneğin son 10 yıl içerisinde yapılan tüm seçimlerde Kürt illerinin çoğunda birinci parti olmasına rağmen kazandığı milletvekillerini seçim barajından dolayı meclise gönderememesi de bu tezi doğruluyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 47'lik bir nüfusun iradesinin TBMM'ye yansımaması aslında Türkiye’nin nasıl bir anti demokratik uygulamanın içersinde olduğunu ortaya koymuştu.

2002 milletvekili seçimlerine ilişkin birkaç örnek, bunu açıkça ortaya koymaktadır: Diyarbakır’da DEHAP yüzde 56 oyla hiç milletvekili çıkaramamış, AKP yüzde 16 oyla sekiz, CHP yüzde 5.9 oyla iki milletvekili çıkarmıştır. Hakkâri’de DEHAP yüzde 45 oyla hiç milletvekili çıkaramamış, CHP yüzde 8’le bir, AKP de yüzde 7 ile bir milletvekilliği elde etmiştir. Batman’da DEHAP’ın yüzde 47 oyla hiç milletvekilliği kazanamamasına karşılık, AKP yüzde 20.6 oyla üç, CHP yüzde 7 oyla bir milletvekilliği kazanmıştır.

Diyarbakır, Hakkâri, Van, Batman, Mardin, Şırnak ve Siirt'te 1995 seçimlerinden 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar HADEP ve DEHAP birinci parti olmasına rağmen, yüzde 10'luk seçim barajı nedeniyle mecliste temsilini bulamadı.

CHP BARAJA TAKILDI

Türkiye'de 24 Aralık 1995 tarihinde 79 ilde yapılan milletvekili genel seçimlerinde 28 milyon 126 bin 993 kişi oy kullandı. Seçimlerde, kapatılan Refah Partisi (RP) birinci parti olurken, ANAP, DYP, DSP ve CHP parlamentoda yerlerini aldı. Aralarında HADEP ve MHP'nin de bulunduğu 8 parti ise ülke barajından dolayı meclise giremedi.

18 Nisan 1999 tarihinde yapılan seçimi ise 80 ilde 31 milyon 184 bin 496 kişinin geçerli oyuyla gerçekleşti. PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinden 2 ay sonra yapılan seçimler özellikle milliyetçilerin zaferi ile sonuçlandı. DSP'nin birinci parti olduğu seçimlerde MHP, Fazilet Partisi (FP), ANAP ile DYP meclise giren diğer partiler oldu, 16 parti ise meclis dışında kaldı. Seçimde 6. parti olan CHP, 2 milyon 786 bin oy (yüzde 8.7) , HADEP ise bir milyon 482 bin oy (yüzde 4.7) almasına rağmen parlamentoda temsil bulamadı.

2 PARTİLİ MECLİS

81 ilde ve 31 milyon 510 bin geçerli oyun kullanıldığı 3 Kasım 2002 seçimlerinde 10 milyon 848 bin 704 oyla (yüzde 34) AK Parti birinci olurken, CHP ise 6 milyon 114 bin 843 oy ile (yüzde 19) meclise giren ikinci parti oldu. Geriye kalan 17 parti ise temsil ettikleri yüzde 47'lik oy oranına rağmen mecliste temsiliyet bulamadı. Seçimler sonucunda AK Parti 365 milletvekili, CHP ise 177 milletvekili çıkardı. 8 milletvekili ise bağımsız olarak TBMM'ye girebildi. Kürt oylarının seçim barajı nedeniyle temsiliyetini bulamadığı son 3 seçimde bölge illerinde seçimler şöyle gerçekleşmişti.

DİYARBAKIR

10 milletvekili seçme hakkı bulunan Diyarbakır'da 24 Aralık 1995 seçimlerinde 339 bin geçerli oyun 152 bin 803'ünü (yüzde 47) HADEP alırken, yüzde 18'ini RP, yüzde 13'ünü ANAP, yüzde 10'unu ise DYP aldı. Aldığı oy oranına göre 7 milletvekili çıkarması gereken HADEP baraj nedeniyle milletvekili çıkaramadı; RP 5, ANAP 3, DYP 2 milletvekilini paylaştı.

18 Nisan 99 seçimlerinde de 407 bin geçerli oyun 186 bin 808'ini (yüzde 46) alan HADEP'in 8 milletvekiliyle TBMM'de temsil edilmesi gerekirken, Fazilet Partisi (FP) 4, DYP 3, ANAP 3 ve DSP ise 1 milletvekilini parlamentoya gönderdi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde de DEHAP geçerli 437 bin oyun, 236 bin 683'ünü (yüzde 57) alırken, AKP oyların yüzde 15'ini alabildi. Ancak yine baraj nedeniyle 8 milletvekilliği kazanan DEHAP, TBMM dışında kaldı, AKP 8 ve CHP ise 2 milletvekili çıkardı. 22 Temmuz seçimlerinde Bin Umut bağımsız adayları Diyarbakır’da yüzde 46 oy oranı ile 4 milletvekili çıkarırken AKP ise yüzde 43 oy oranı ile 6 milletvekili çıkardı. 22 Temmuz’daki bu sonuçta Kürtlerin tam olarak parlamentoya iradelerini yansıtmadığını ortaya koydu. Keza DTP olarak seçime girilseydi Diyarbakır’da 8 milletvekili çıkmış olacaktı.

HAKKÂRİ

Hakkâri'de seçmenlerin yüzde 28 bini (yüzde 54) 24 Aralık 95 seçimlerinde oylarını HADEP'e verdi. HADEP listesinden milletvekilliği hakkı kazanan 2 aday baraj nedeniyle TBMM'de temsilini bulamadı. 18 Nisan 99 seçimlerinde Hakkâri halkının tercihi değişmedi. Geçerli 60 bin oyun 28 binini (yüzde 46) alan HADEP yine birinci parti oldu ancak 3 milletvekilini DYP, FP ve ANAP paylaştı. HADEP barajı aşmış olsaydı 2 milletvekili çıkarmış olacaktı. 3 Kasım seçimlerinde de geçerli 75 bin oyun 33 binini alan DEHAP (yüzde 45), 2 milletvekili çıkarabiliyordu. DEHAP barajı aşamayınca 3 milletvekili kontenjanından biri bağımsız diğerleri ise CHP ve AKP’ye kaldı.

BATMAN

1995 seçimlerinde 4 milletvekilinin seçildiği Batman'da, 146 bin 247 oyun yüzde 34'ünü alan HADEP kazandığı 2 milletvekilini baraj nedeniyle meclise gönderemeyince milletvekillerini ANAP ve DYP paylaştı. 18 Nisan 99 seçimlerinde HADEP oy oranını yüzde 43'e yükseltirken kazandığı 3 milletvekili hakkı yine baraj kurbanı oldu. Milletvekilleri yine aynı şekilde ANAP, DYP ve FP arasında paylaşıldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde de Batman'da geçerli 148 bin 665 oyun 70 bin 27'sini alan DEHAP yüzde 47 oy oranıyla birinci parti olurken, AK Parti yüzde 20 ve diğer partiler ise yüzde 33 oy aldı. DEHAP 3 milletvekili çıkarabilirken baraj nedeniyle 3 milletvekilini AK Parti, 1 milletvekilini ise CHP aldı.

VAN VE IĞDIR

7 milletvekilinin seçildiği Van'da 95 seçimlerinde 217 bin 971 oydan 61 binini (yüzde 27) HADEP alırken, oyların yüzde 23 RP ve yüzde 16'sını ANAP alabildi. 99 seçimlerinde de HADEP oyların yüzde 35'ini alarak 4 milletvekili hakkı kazanırken baraj nedeniyle milletvekilleri FP, DYP ve ANAP arasında paylaştırıldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Van'da 105 bin 520 oy alan DEHAP'ın (yüzde 41) kazandığı 5 milletvekili yine baraj kurbanı oldu, AK Parti 4 ve CHP ise bir milletvekili kazanmış oldu. Iğdırlılar da Aralık 95, Nisan 99 ve Kasım 2002 seçimlerinde HADEP ve DEHAP'a oylarını vererek 2 milletvekilinden birini seçti ancak bugüne kadar mecliste kendi iradeleriyle seçtikleri vekilleri göremediler.

'ŞIRNAK AİHM’E GİTTİ’

Şırnak'ta Nisan 1999 seçimlerinin galibi HADEP oldu. Geçerli oyların 20 bin 782'sini (yüzde 24) alan HADEP bir milletvekili çıkardı ancak barajdan dolayı milletvekilliğini DYP aldı. Şırnak'ta 3 Kasım seçimlerinin açık ara galibi 103 bin oyun 47 binini alan DEHAP oldu. DEHAP yüzde 45 oy oranıyla 3 milletvekilinin 3'ünü de almasına rağmen yine baraja takıldı. Şırnak'ta 3 Kasım 2002 seçimlerinde DEHAP'tan milletvekili seçilen, ancak parlamentoya giremeyen Mehmet Yumak ve şu anda İdil Belediye Başkanı olan Resul Sadak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuruda bulundu. Başvuruda yüzde 10'luk ülke barajının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) Ek Protokolü 3. Maddesi'nde yer alan 'Serbest Seçim Hakkının' ihlal edilmesine yol açtığı belirtilerek, ihlalin tespit edilmesi istendi. AİHM geçtiğimiz Ocak ayında bu davaya ilişkin kararını verdi. Mahkeme, 'yetkili' olmadığını belirttiği gerekçeli kararında, sorunun insan hakları ihlali olduğu ancak Türkiye'nin kendi içerisinde çözmesi gerektiğini açıkladı.

DİĞER KÜRT İLLERİ

Ağrı'da 1995'te 2. olan HADEP, 99 seçimlerinde 3 milletvekili hakkı kazandı. DEHAP da 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ağrı'da birinci parti olarak 3 milletvekili hakkı kazanmasına rağmen TBMM'de temsil hakkı bulamadı. Mardin'de 1999 yılı seçimlerinde yüzde 25 oyla birinci olup 3 milletvekili çıkarması gereken HADEP ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 39 oyla 4 milletvekili hakkı kazanan DEHAP, TBMM'de temsil hakkı bulamadı. Ve milletvekilleri her zaman olduğu gibi diğer partilere dağıtıldı. Dersim, Siirt, Mardin, Urfa, Adıyaman ve Bingöl gibi birçok kentte halk tercihini HADEP ve DEHAP'tan yana yaptı ancak seçim barajı nedeniyle temsilcilerini mecliste göremedi.

1991’den sonra bir daha seçim barajından kaynaklı iradelerini Parlamento’da göremeyen Kürtler, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Bin Umut’ bağımsız adayları olarak seçimlere giriş yaptı. Bu seçimde Kürtler kendi temsilcilerini Parlamentoya az sayıda da olsa gönderdi. Rekor düzeyde oy alan Bin Umut adaylarının 22’si Parlamento’da yerlerini aldı. Ancak Aralık 2009’da DTP kapatılarak DTP Eşbaşkan Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un milletvekillikleri düşürüldü. Bunun üzerinde yine Bin Umut Adayı olarak Meclis’e giren İstanbul Milletvekili Ufuk Uras ve 19 DTP Milletvekili’nin BDP’ye katılması ile Meclis’te bir kez daha Kürtleri temsil eden grup kuruldu. Barajın yüzde 5 yada 6 inmesi durumunda Kürt siyasal geleneğinin çok rahat Parlamento’ya 55 milletvekili gönderebileceği hesaplanıyor.