Selah Kemaloğlu
Son
10 yıllık ekonomik ve politik bütün emareler, dünyanın yeni bir
kavşakta olduğunu gösteriyor. Kimilerine göre yeni bir dünya kuruluyor
kimilerine göre de dünyanın sonuna yaklaşıyoruz.
Bir yandan 'Arap Uyanışı ya da Baharı' üzerindeki kuşkulu bakışlar
altında geldiği nokta, diğer yandan Madrid'e, Atina'da, Londra'da ve en
son olarak Wall Street'ın girişine kamp kurmuş 'yeni kuşak'
anti-kapitalistlerin sol-liberal medyada uyandırdığı heyecen, en
önemlisi de 20. Yüzyılın muzafferi batı demokrasilerinin 'can
çekişmeleri' ve demokrasiye karşı yükselen inançsızlık, bize yeni bir
kavşakta olduğumuzu söylüyor.
19. ve 20. Yüzyıl boyunca bilmem kaç kişi bu cümlelerle başlayan bir
yazıyı kalem aldı. Arşivlere baktığımızda birinci ve ikinci dünya
savaşı sonrasında, 1930 daki büyük ekonomik kriz sonrasında ya da Berlin
duvarı yıkıldığında aynı 'kavşaktan' söz edildiğini görebiliriz. Hatta
1990 dan sonra Yeni Dünya Düzeni' diye bir isim bile konulmuştu o günkü
dünyanın ahvaline. Ama bu yeni 'kavşak' ve bu 'yeni dünya' bütün
bunların ötesinde daha çok 19. Yüzyılın başlarındaki burjuvanın istihtam
etmeye çalıştığı dünyanın ruh haline benziyor. Yani Karl Polanyi'nin
"Büyük Değişim" dediği yeni bir çağa mı giriyoruz yoksa Slovaj Zizek'in
dediği gibi "Ahir Bir Zamana mı" yaklaşıyoruz.
Başta Immanuel Wallerstein gibi 'Dünya Sistem Analizcileri' olmak
üzere bir çok siyasal bilimci; dünyanın yeni bir ' yol
ayırımına'(çattalaşmaya) doğru yaklaştığını belirtiyor. Wallerstein
göre; dünya ekonomik olarak ya daha eşitlikçi bir sisteme doğru
evrilecek (Wallerstein buna pek ihtimal vermemekle birlikte muhalif
kesimlerin çabalarının ve sosyal hareketlerin bu doğrultuyu
belirleyeceğini vurguluyor) ya da daha anti-demokratik ve monopolistik
bir dünya ya doğru. Bütün işaretler, dünyanın yörüngesinin karanlık bir
belirsizliğe sürüklendiğini gösteriyor. Hatırlatmak ta yarar var:
Wallerstein, bu satırları yazdığında dünya muhaleffeti anlamında Dünya
Sosyal Forum Porto Allegra'da güçlü bir momentum yakalamıştı, ama aradan
geçen sürede 'Porto Allegra'nın ruhu' sadece Brezilya eski Devlet
Başkanı Lula'nun popülaritesine yaramaktan başka hiç bir şeye derman
olmadığını gördükten sonra Well Street'te kamp kuranlara eleştiriel bir
gözle bakmakta yarar var.
Başta ABD ve Avrupa ekomomik ve sosyal krizin buhranında
sürüklenirken, Amerika hazinesinin başındaki adamlardan tutun,
kapitalist ekonomistlere kadar (Nobel ödüllü Joseph Stiglitz IMF'yi
suçlamaya devam ede dursun) dünyanın ekonomik rotasına dair söyleyecek
çok fazla sözleri yok.
Amerika ve Avrupa stimuli paketleri ile ha bire ölü liberal ve
finansal kapitali 'uyarmaya' çalışırken diğer taraftan gözlerini emekli
maaşlarına ve işçi haklarına dayadıklarını artık saklamıyorlar.
Yaşadiğimiz sadece serbest rekabetçi liberal ekonominin krizi değil
ya da Joseph Schumpeter'in kapitalizmin 'Yaratıcı Tahrip' (Creative
Destruction) yöntemiyle bir şekilde 'öle öle yeniden dirildiği' teorisi
içinde bulunduğumuz krizi tanımlamıyor. Çünkü bütün makro veya mikro
ekonomik tedbirlere rağmen aradan geçen 3-4 yılda umut verici bir
görüntü çıkmıyor ortaya.
Amerika hafiften Keynesçi ekonomik modele çark edip en azından
financal alanda 'büyük abilere' ha bire para pompalama çalışırken,
ironik olarak bankaları 'millileştirmeye' ve basbayağı korumacı devlet
ekonomisine dönüyor. Ama elinde artık 1970 lerdeki gibi Almanya ve
Japonya'yı korkutacak sopası yok.
Avrupa Birliği, Sarkozylerin, Berlusconilerin magazin hayatlarının
döngüsünde yeni bir ekonomik ve politik yörüngeye doğru ilerlerken
Avrupayı Avrupa yapan 'en azından iyidir denilen 'liberal değerlerine'
ve sosyal devletine uzaktan el sallamanın zamanının yaklaştığını
görüyoruz. Yunanistan, İtalya, İspanya Portekiz ve İrlanda'nın
sokaklarında hayat artık eskisi gibi akmıyor.
Slovaj Zizek, yaşadığımız durumu 'Ahir Zamanda Yaşamak' (Living In
The End Times) olarak başlıklıyor son kitabında. Zizek gelecek konusunda
çok fazla optimist olmadığını belirtirken hani ironic olarak
Fukuyama'nın 'Tarihin Sonu' savını çağrıştıran bu başlıkla Fukuyama'nin
1990 lı yılların başında kapitalist-liberalizmin zaferinin ilanı olan
'tarihin sonunun'da sonuna geldiğini belirtiyor. Zizak 'kapitalizmin
kıyametin sıfır noktasına' adım adım yaklaştığını anlatıyor.
Kapitalizmin krizi yeni başlamadı ve hatta bazıları kapitalizm zaten
hep krizdeydi diyebilir. Ama yaklaştiğimiz kriz kapitalizmin yapısal
krizinin son terminale yaklaştığının göstergelerini içeriyor ki, bu
durum kapitalizmin sonundan çok dünyanın sonunu tanımlıyor. Ortada ne
kapitalistlerin ne de onun karşıtlarının kapitalizmin bitmesi ve
bitirilmesi ve yeni bir sistem arayışının göstergelerinin olmadığı
gerçeğinden hareketle 'dünyasız bir kapitalizme' gittiğimizin ihtimalini
düşünebiliriz. Yada kapitalizmin 'harakirisini' mi beklemeliyiz?
Bu iddiaya karşı en optimistik söz ise 'insan doğasının tarihsel
olarak krizlerden her zaman bir yol bularak çıkma' önsavına sığınmak ve
bu sözdeki eklektizimin gölgesinde bir umut beklemekten başka bir şey
değil.
Bu önsavdaki problematik iki noktaya dikkat çekmeliyim. Birincisi
insanın eğer yaşatma ve yaratma gibi bir doğası var ise de 500 yıllık
kapitalist pratikten sonra bu yaratıcılıktan ve yaşatma üzerine olan
doğasına dair neyin geriye kaldığı büyük bir soru işareti olarak orada
duruyor. Zaten çoktan beridir insan doğasının 'mülk edinme, sınırsız
ihtiyaç ve tüketim üzerine ' şekillendiğini savunmuyor muyduk? Hatta
tanrının bile insanı böyle yaratığını söylemiyor muyduk? Peki hangi
doğamız dünyanın devasa sorunlarını çözmeye aday? "Sınırsız ihtiyaçlar
döngüsünde" sallanan bireyciliğimiz mi, yoksa kapitalizme alternatif bir
sistemi düşünmeyecek kadar umutsuzlaşan ideolojiksizliğimiz mi?
İkincisi 'Kapitalizmin krizlerden çıkma' eğilimine dair tarihsel
olarak ortaya konulacak bütün referanslar, global ölçeğe ulaşan en ve
ilk sistem olma şerefine nail olan kapitalizmin bir benzerinin dünyada
olmadığıdır. Yani üzülerek söylemeliyim ki kapitalizmin kendi krizleri
dahil, yaşadığımız krizi örnekleyecek bir tarihsel veri yok elimizde.
Her ne kadar 1930 'büyük krizi' ya da 19. Yüzyılın sonundaki krizler
üzerine ekomomi tarihçileri karşılaştırmalı tarih analizleri yapa
dursun, yapısal olarak bu krizin tam da sistemin 'kalbine' dogru bir
atak olduğunu saklamıyorlar.
Daha 2000 li yıların başında yaşadığımız ekonomik krizi görebilen
tarihçi Robert Brenner, bu krizden çıkmanın yolları ve krizin geleceği
konusunda bir tahmin yapmanın imkansızliğini belirtirken bu krizin
yaşanan geçmiş krizlerle karşılaştırılmayacağının altını çiziyor.
(http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1657)
Ne zaman içinde bulunduğumuz bu global karanlık belirsizliği
düşündüğümde aklıma hep Richard Sennett'in uzun uzun mimariden,
tiyatroya, oradan politik alana sirayet eden kamusal insandan 'özel
insana' evrilmenin izleğinde, 19 yüzyılda yaşanan o şiddetli ekonomik,
politik ve sosyal değişimin 'travmatik' halini ortaya koyduğu Kamusal
İnsanın Çöküşü adlı eseri gelir. Sennett'in Marx'dan alıntıladığı gibi
'illisyonun şiirini' yazmakla meşgul bir kitlenin doğduğu, Marx'ın
Avrupa'da dolaşan hayaletlerden, Komünizmin hayaletinden söz ettiği,
dünyadaki inanılmaz ekomomik ve sosyal değişimlerin yaşandığı bir çağdı,
19. yüzyıl Avrupası.
Yani bugün içinde bulunduğumuz belirsizlik hali, 19. yüzyılın
ortalarında Paris de bir caféde saatlerce hiç bir şey yapmadan tek
başına oturan bunu da sosyal alanda kendine bir alan açma adına yapan
bir bohem Parisian'in ruh halinden farklı değil. Ama bir farkla;
dünyanın büyük kitlelerinin sessizliği bir protestodan çok bir
yenilginin sessizliği. Tam da Zizek'in dediği gibi, biz bir kıyamete
yaklaştığımızı 'biliyoruz' ama bunun hemen yarın gercekleşeceğine
'inanmıyoruz.' Ya da kanser olduğunu öğrenen "inkarcı", bir hastanın 5
aşamalı hastalıkla yüzleşme psikolijik gel-gitleri içinde adım adım sona
yaklaşıyoruz. En önemlisi de, kapitalizmin kötülüğünü bilmemize rağmen
onun bütün alternatiflerine artık inanmadığımız için sona doğru bir
umarsızlık içinde derin bir sessizliğe gömülüyoruz. Orada burada
yükselen itirazlar ise gürültücü ama hala anlaşılmaz görünüyor.