14 Ekim 2011 Cuma

"Tarihin Sonu"na Doğru mu?

 borsaSon 10 yıllık ekonomik ve politik bütün emareler, dünyanın yeni bir kavşakta olduğunu gösteriyor. Kimilerine göre yeni bir dünya kuruluyor kimilerine göre de dünyanın sonuna yaklaşıyoruz.
Bir yandan 'Arap Uyanışı ya da Baharı' üzerindeki kuşkulu bakışlar altında geldiği nokta, diğer yandan Madrid'e, Atina'da, Londra'da ve en son olarak Wall Street'ın girişine kamp kurmuş 'yeni kuşak' anti-kapitalistlerin sol-liberal medyada uyandırdığı heyecen, en önemlisi de 20. Yüzyılın muzafferi batı demokrasilerinin 'can çekişmeleri' ve demokrasiye karşı yükselen inançsızlık, bize yeni bir kavşakta olduğumuzu söylüyor.  

19. ve 20. Yüzyıl boyunca bilmem kaç kişi bu cümlelerle başlayan bir yazıyı kalem aldı.  Arşivlere baktığımızda birinci ve ikinci dünya savaşı sonrasında, 1930 daki büyük ekonomik kriz sonrasında ya da Berlin duvarı yıkıldığında aynı 'kavşaktan' söz edildiğini görebiliriz. Hatta 1990 dan sonra Yeni Dünya Düzeni' diye bir isim bile konulmuştu o günkü dünyanın ahvaline. Ama bu yeni 'kavşak' ve bu 'yeni dünya' bütün bunların ötesinde daha çok 19. Yüzyılın başlarındaki burjuvanın istihtam etmeye çalıştığı dünyanın ruh haline benziyor. Yani Karl Polanyi'nin "Büyük Değişim" dediği yeni bir çağa mı giriyoruz yoksa  Slovaj Zizek'in dediği gibi "Ahir Bir Zamana mı" yaklaşıyoruz.

Başta Immanuel Wallerstein gibi 'Dünya Sistem Analizcileri' olmak üzere bir çok siyasal bilimci; dünyanın yeni bir ' yol ayırımına'(çattalaşmaya) doğru yaklaştığını belirtiyor. Wallerstein göre; dünya ekonomik olarak ya daha eşitlikçi bir sisteme doğru evrilecek (Wallerstein buna pek ihtimal vermemekle birlikte muhalif kesimlerin çabalarının ve sosyal hareketlerin bu doğrultuyu belirleyeceğini vurguluyor) ya da daha anti-demokratik ve monopolistik bir dünya ya doğru. Bütün işaretler, dünyanın yörüngesinin karanlık bir belirsizliğe sürüklendiğini gösteriyor. Hatırlatmak ta yarar var: Wallerstein, bu satırları yazdığında dünya muhaleffeti anlamında Dünya Sosyal Forum Porto Allegra'da güçlü bir momentum yakalamıştı, ama aradan geçen sürede 'Porto Allegra'nın ruhu' sadece Brezilya eski Devlet Başkanı Lula'nun popülaritesine yaramaktan başka hiç bir şeye derman olmadığını gördükten sonra Well Street'te kamp kuranlara eleştiriel bir gözle bakmakta yarar var.

Başta ABD ve Avrupa ekomomik ve sosyal krizin buhranında sürüklenirken, Amerika hazinesinin başındaki adamlardan tutun, kapitalist ekonomistlere kadar (Nobel ödüllü Joseph Stiglitz IMF'yi suçlamaya devam ede dursun) dünyanın ekonomik rotasına dair söyleyecek çok fazla sözleri yok.

Amerika ve Avrupa stimuli paketleri ile ha bire ölü liberal ve finansal kapitali 'uyarmaya' çalışırken diğer taraftan gözlerini emekli maaşlarına ve işçi haklarına dayadıklarını artık saklamıyorlar.

Yaşadiğimiz sadece serbest rekabetçi liberal ekonominin krizi değil ya da Joseph Schumpeter'in kapitalizmin 'Yaratıcı Tahrip' (Creative Destruction) yöntemiyle bir şekilde 'öle öle yeniden dirildiği' teorisi içinde bulunduğumuz krizi tanımlamıyor. Çünkü bütün makro veya mikro ekonomik tedbirlere rağmen aradan geçen 3-4 yılda umut verici bir görüntü çıkmıyor ortaya.

Amerika hafiften Keynesçi ekonomik modele çark edip en azından financal alanda 'büyük abilere' ha bire para pompalama çalışırken, ironik olarak bankaları  'millileştirmeye' ve basbayağı korumacı devlet ekonomisine dönüyor. Ama elinde artık 1970 lerdeki gibi Almanya ve Japonya'yı korkutacak sopası yok.

Avrupa Birliği, Sarkozylerin, Berlusconilerin magazin hayatlarının döngüsünde yeni bir ekonomik ve politik yörüngeye doğru ilerlerken Avrupayı Avrupa yapan 'en azından iyidir denilen 'liberal değerlerine' ve sosyal devletine uzaktan el sallamanın zamanının yaklaştığını görüyoruz. Yunanistan, İtalya, İspanya Portekiz ve İrlanda'nın sokaklarında hayat artık eskisi gibi akmıyor.   
Slovaj Zizek, yaşadığımız durumu 'Ahir Zamanda Yaşamak' (Living In The End Times) olarak başlıklıyor son kitabında. Zizek gelecek konusunda çok fazla optimist olmadığını belirtirken hani ironic olarak Fukuyama'nın 'Tarihin Sonu' savını çağrıştıran bu başlıkla Fukuyama'nin 1990 lı yılların başında kapitalist-liberalizmin zaferinin ilanı olan 'tarihin sonunun'da  sonuna geldiğini belirtiyor. Zizak 'kapitalizmin kıyametin sıfır noktasına' adım adım yaklaştığını anlatıyor.

Kapitalizmin krizi yeni başlamadı ve hatta bazıları kapitalizm zaten hep krizdeydi diyebilir. Ama yaklaştiğimiz kriz kapitalizmin yapısal krizinin son terminale yaklaştığının göstergelerini içeriyor ki, bu durum  kapitalizmin sonundan çok dünyanın sonunu tanımlıyor. Ortada ne kapitalistlerin ne de onun  karşıtlarının kapitalizmin bitmesi ve bitirilmesi ve yeni bir sistem arayışının göstergelerinin olmadığı gerçeğinden hareketle 'dünyasız bir kapitalizme' gittiğimizin ihtimalini düşünebiliriz. Yada kapitalizmin 'harakirisini' mi beklemeliyiz?

Bu iddiaya karşı en optimistik söz ise 'insan doğasının tarihsel olarak krizlerden her zaman bir yol bularak çıkma' önsavına sığınmak ve bu sözdeki eklektizimin gölgesinde bir umut beklemekten başka bir şey değil.

 Bu önsavdaki problematik iki noktaya dikkat çekmeliyim. Birincisi insanın eğer yaşatma ve yaratma gibi bir doğası var ise de 500 yıllık kapitalist pratikten sonra bu yaratıcılıktan ve yaşatma üzerine olan doğasına dair neyin geriye kaldığı büyük bir soru işareti olarak orada duruyor. Zaten çoktan beridir insan doğasının 'mülk edinme, sınırsız ihtiyaç ve tüketim üzerine ' şekillendiğini savunmuyor muyduk? Hatta tanrının bile insanı böyle yaratığını söylemiyor muyduk? Peki hangi doğamız dünyanın devasa sorunlarını çözmeye aday? "Sınırsız ihtiyaçlar döngüsünde" sallanan bireyciliğimiz mi, yoksa kapitalizme alternatif bir sistemi düşünmeyecek kadar umutsuzlaşan ideolojiksizliğimiz mi?

İkincisi 'Kapitalizmin krizlerden  çıkma' eğilimine dair tarihsel olarak ortaya konulacak bütün referanslar, global ölçeğe ulaşan en ve ilk sistem olma şerefine nail olan kapitalizmin bir benzerinin dünyada olmadığıdır. Yani üzülerek söylemeliyim ki kapitalizmin kendi krizleri dahil, yaşadığımız krizi örnekleyecek bir tarihsel veri yok elimizde. Her ne kadar 1930 'büyük krizi' ya da 19. Yüzyılın sonundaki krizler üzerine ekomomi tarihçileri karşılaştırmalı tarih analizleri yapa dursun, yapısal olarak bu krizin tam da sistemin 'kalbine' dogru bir atak olduğunu saklamıyorlar. 

Daha 2000 li yıların başında yaşadığımız ekonomik krizi görebilen tarihçi Robert Brenner, bu krizden çıkmanın yolları ve krizin geleceği konusunda bir tahmin yapmanın imkansızliğini belirtirken bu krizin yaşanan geçmiş krizlerle karşılaştırılmayacağının altını çiziyor. (http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1657)

Ne zaman içinde bulunduğumuz bu global karanlık belirsizliği düşündüğümde aklıma hep Richard Sennett'in uzun uzun mimariden, tiyatroya, oradan politik alana sirayet eden kamusal insandan 'özel insana' evrilmenin izleğinde, 19 yüzyılda yaşanan o şiddetli ekonomik, politik ve sosyal değişimin 'travmatik' halini ortaya koyduğu Kamusal İnsanın Çöküşü adlı eseri gelir. Sennett'in Marx'dan alıntıladığı gibi 'illisyonun şiirini' yazmakla meşgul bir kitlenin doğduğu, Marx'ın Avrupa'da dolaşan hayaletlerden, Komünizmin hayaletinden söz ettiği, dünyadaki inanılmaz ekomomik ve sosyal değişimlerin yaşandığı bir çağdı, 19. yüzyıl Avrupası.

Yani bugün içinde bulunduğumuz belirsizlik hali, 19. yüzyılın ortalarında Paris de bir caféde saatlerce hiç bir şey yapmadan tek başına oturan bunu da sosyal alanda kendine bir alan açma adına yapan bir bohem Parisian'in ruh halinden farklı değil. Ama bir farkla; dünyanın büyük kitlelerinin sessizliği bir protestodan çok bir yenilginin sessizliği. Tam da Zizek'in dediği gibi, biz bir kıyamete yaklaştığımızı 'biliyoruz' ama bunun hemen yarın gercekleşeceğine 'inanmıyoruz.' Ya da kanser olduğunu öğrenen "inkarcı", bir hastanın 5 aşamalı hastalıkla yüzleşme psikolijik gel-gitleri içinde adım adım sona yaklaşıyoruz. En önemlisi de, kapitalizmin kötülüğünü bilmemize rağmen onun bütün alternatiflerine artık inanmadığımız için sona doğru bir umarsızlık içinde derin bir sessizliğe gömülüyoruz. Orada burada yükselen itirazlar ise gürültücü ama hala anlaşılmaz görünüyor.

skemaloglu@yahoo.com

Elimizden Şey Gelmiyorsa Zulüm Yapana Beddua Edelim

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Diyarbakır İl Genel Meclis Başkanvekili Fatma Sünbül, Bağlar Belediye Başkanı Yüksel Baran, Bismil Belediye Başkanı Cemile Eminoğlu, Sur Belediye Başkan Yardımcısı Gülbahar Örmek, Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökhan, başkanı Çağlar Demirel'in tutuklandığı Derik Belediyesi'ni ziyaret etti.

Başkanlar heyetini Derik Belediye Başkanvekili Doğan Özbahçeci, Yardımcısı Nedim Karahan, BDP yöneticileri, meclis üyeleri ve yurttaşlar tarafından karşılandı. Tutuklu başkan Çağlar Demirel'in fotoğrafının makam odasına asıldığı görüşmede İl Genel Meclis Başkanvekili Fatma Sünbül, tutuklamaların bir amacının da belediyelerin iş yapmaması ve halka mahcup olma hedefi bulunduğunu söyledi. Bunu boşa çıkartmak için çalışılmasını gerektiğini ifade eden Sünbül, "Buradan Çağlar başkana selam gönderiyoruz. Bize bıraktığın yükü yerde bırakmayacağız" dedi.

'BOYUN EĞMEKTENSE ZİNDANI TERCİH EDERİZ'

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de tutuklamaların halkı öncüsüz bırakıp birlikteliği bozmaya yönelik olduğunu ifade ederek, "Bizim birbirimize bağlılığımız konusunda söz vermeliyiz. Onurlu bir barış sağlanana kadar, özgürlük sağlanana kadar bu birlikteliğimizi güçlendirmemiz lazım. İşte o gün kimse birlikteliğimizi bozamaz" dedi. Daha fazla çalışılması gerektiğini vurgulayan Baydemir, Diyarbakır halkı olarak Derik halkıyla dayanışma içinde olacaklarını söyledi. Baydemir, "Allah utandırmasın, halka hizmet noktasında zindan da bir onurdur. Bize boyun eğmekle zindan arasında tercih bırakırlarsa bizim için zindan bir onurdur. Biz zindan diyeceğiz. Baş göz üstüne. Bu nedenle halkımızın hizmetinde minnetsiz yürüyeceğiz" diye konuştu.

'DERİK HALKI BELEDİYEYE SAHİP ÇIKMALI'

Derik Belediyesi'nin halkın belediyesi olduğunu vurgulayan Baydemir, "O yüzden Derik halkı belediyesine sahip çıkmalıdır. Çalışma sadece belediyenin işi değildir, halkın da işidir. Biz evimizin önünü temizlemeliyiz" dedi. Derik halkına da çağrı yapan Baydemir, "Su parasını ödemeyenler ödesinler, emlak vergi borcu olanlar ödesinler. Bu dayanışmadır ve bir cevaptır. Herkes kendi çapında belediyesine sahip çıkması gerekir. Siz başkanımızı mı alıyorsunuz, biz de dayanışmamızı böyle gösteriyoruz demek lazım" şeklinde konuştu.

'AMİN DEYİN'

"Herkes kendi çapında bir şeyler yapmalıdır. Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa bile dua edelim. Yine hiçbir şey elimizden gelmiyorsa zulüm yapanlara beddua edelim. Diyelim ki kendi zulümlerinin kurbanı olsunlar" diyen Baydemir, salonda sessizlik olunca, "Amin deyin" diye salondakilere seslendi. Salondakiler de "Amin" diyerek gülüştü.

ERKAN ÇAPRAZ / YÜKSEKOVA HABER

Polis Devlet İse, Halk da Gerilla Oluyor


Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkışının 13.yıldönümüydü 9 Ekim. BDP'nin düzenlediği Gemlik Yürüyüşü için hazırlıklar tamamlanmış ve otobüsler hareket halindeydi. Derken devletin ta kendisi kolluk güçleri devreye girdi ve kameraya yansıdığı kadarıyla 'Ben Devletim' diyen bir polis halkın seçilmiş vekilini darp etmeye kalkıştı.

Biz doksanlı yıllarda bu sözü çok duyuyorduk. Yakasında veya kolunda armalar olan veya çızıkları olan her devlet memuru, karşısına aldığı ve evini bastığı her Kürd bireyine 'ben devletim' diyordu.
Amed'in kuçelerinde yürürken kimi zaman da karşına öyle fazla çızıgı olanlar da çıkmazdı. Zaman zaman "keşke çızıklı olanlar karşıma geleydi" derdin, tir tir titrerdin, ölüm korkusu her yanını sarar ve çızıksızın ne yapacağını kestiremeden, sorularını karşılardın. Cevap veremesen de dayağını yer, yerlerde sürüklenir ve tanınmayacak hale geldiğinde bir köşede bırakılırdın. Bütün bunlar sokak ortasında yapılırdı ve kendince şanslıydın. Onur, gurur, şeref ve namus kavram ile değerlerini çoktan yitirmiştin, çünkü çok şanslıydın; ölmemiştin. Üzerini silkeler ve arkana baka baka hızlı adımlarla hırpalandığın yerden kaçardın.

Ben küçük yaşta tüm bunlara şahit oldum ve devletin ta kendisiyle tanıştım. 1995 yılıydı. Bir gün hücreden çıkartıp mahkemeye götürdüklerinde, beni bir odada tuttular. Oda da benimle beraber bir kişi daha vardı; bu kişi devletti!  Sesinden tanımıştım. İçimden; bu kesinlikle Selami'dir, diyordum. 

DGM'nin ikinci katında boş bir odaydı. Yolu DGM'ye düşen birçok arkadaş hatırlar, bahsettiğim odayı. Selami pencerenin yanında ayakta duruyor, bende oturuyordum. Kalkıp Selami'nin yanına yaklaştım ve sen Selami'sin değil mi, dedim. Selami birden gözlerime baktı ve "ne bakıyorsun lan, o..... çocuğu otur oturduğun yerde. Şimdi çıkarsın mahkemeye ve bir daha göremezsin bu yüzü! Selami, bana ve arkadaşlarıma işkence yapan devletin bir görevlisiydi. İşkencede, soru sormamamıza rağmen, bu kişi kendini tanıyordu; her vuruşunda "ben devletim ulan"  diyordu...

90'lı yıllarda yolda yürürken, arkandan hep Selamiler gelirdi. Ofis caddesinden tutun, Xançepek'in kuçelerine kadar, her an onlar ile yürürdün. Ya seni alır bir güzel sokak ortasında döverlerdi (ki bu dövülenler şanslıydı) ya da yaklaşıp ensende bir sıcaklık hissetmene neden olurlardı ki sadece o anda kalırdı tüm hissiyatların!

Sanırım vekilin karşısına dikilen de, bir Selami'ydi. Ben halktım ve soru sorma yetkim yoktu, ancak Vekil yetkiliydi ve sivil giyimli polise "sen kimsin" diye sorabiliyordu. Dün 90'lı yıllar ve polis devletken, bugün 2010'lu yıllar ve polis yine devlet. Öyle bir süreç ki bizimkisi, Kürd için, gelen her hükümet polisi, başımızda bir devlet. Öyle çoktu ki bu devletler; sorgu odasında biri iyi, biri, kötü ve bir diğeri sessiz sessiz sorgulu işkenceyi izlerler. Bunlar, nasıl olsa, hiç birisini görmüyorsun rahatlığı içerisindedirler ve sen içinden, "ax keşke birisini görebileydim de bana yaşattıklarının mislini ona da yaşatsaydım", diyordun.

İşte Selami'nin bekleme odasındaki hırçın tavrıyla, vekilin karşısına dikilen ve 'ben devletim' diyerek Kürd halkının seçilmişini darp etmeye çalışan gözü kara korkak polisin tavrı aynı ruh halini yansıtıyordu.

Ben devletim diyen polis, kendisini kameraların çektiğini ve kayıt altına alındığını ve yüzü şehir milisleriyle kaydedildiğini anlayınca, bilinçaltındaki Selami oluverdi ve "bunlar beni tanıdı, ne yapacaksam yapayım" düşüncesiyle saldırgan halinden taviz vermedi. Eğer vekil o anda Selami kılıklıya bir müdahalede bulunsaydı, şimdi ya o vekil hayatta olmayacaktı, ya da orada halkımızdan birkaç kişi yaşamını yitirecekti.

Sayın vekilin karşısında duran polis, Dersim ve Zilan katliamcısı zihnin komutanları ve 90'ların Jitemci devletiydi, evet. Ancak vekilin arkasında duranlar o zamanların halkı değil. Her biri doğal milis ve gerillaya dönüşmüş durumdalar ve tüm polislerin yüzünü teker teker görebiliyor ve zihinlerine kaydedebiliyorlar. Tüm bunlar karşısında devletin köhnemiş zihnini anlayabilmiş değilim, bu sömürgeci zihin Kürd halkını ne sanıyor? Anlayamadığım şey, bu devlet hiç mi halkın düştüğü duruma, polislerinin düşebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmuyor ve minimize edilen Özgür-Özerk Kürdistan'a karşı çıkarak siyasi ve askeri operasyonlarını günden güne fazlalaştırıyor?
Kim bilir, böyle giderse belki yarın öbür gün devlet olarak halkın karşısına dikilen polisler gibi, doğal milis ve gerillalar da, polislerin karşısına dikilir ve ben PKK'yim der ve dağlardaki hâkimiyetlerini ovada da kurduklarını devletin ta kendisinin evlerine operasyon düzenleyip, gözaltına alarak ilan ederler.


mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com

Beşar Esad’ın Tehdidi, Devlet ve PKK

Hasan Bildirici 
Suriye diktatörü Beşar Esad, Türkiye bizim yaşamakta olduğumuz sorunların daha ağırını yaşayacak demiş. Öyledir. Türkiye'de muhafazakar  Türk sünniliğinin faşist diktatörlüğü vardır. Bulgar devrimci Dimitrov'un faşizm tarifi Türklere uymaz.  Dimitrov faşizmi tekelci sermayenin kanlı diktatörlüğü olarak açıklar. Türkiye'de tekelci sermaye iktidarda olmadan önce de  faşizm vardı. Bir buçuk milyon Ermeni vatandaşı katleden İttihat-Terakki çeteleri, Türkçülük felsefesiyle donanmış burjuva cepçisi birer katildiler. Tek burjuva buluşları yoktu. Cineyet işleme konusunda çok becerikliydiler. Anadolu ve Kürdistan yıllarca ceset koktu.

Hiç bir tarife uymayan Türk faşizmi Andolu ve Kürdistan'da açıkta yaşayan tek Ermeni bırakmadıktan sonra bin yılın en büyük yalanını söyledi:
"Ermeniler bizi katletti!"

Kürtleri öldürüp aynı şeyi söylediler. Bir devlet düşünün ki, 20 milyon civarında olan Alevi yurttaşın inanç ve ibadetini yasaklamış. Yasaklamak yetmezmiş gibi, her biri Türkçülüğün ve sünniliğin militanı olan İmamların maaşlarını dilini ve inancını yasakladıklarına ödettirmiş.

Elbette Türkiye'nin sorunları Suriye'nin sorunlarından ağırdır. Fakat Araplar çağ açıp kapatan radikal bir halktır.  Müslümanlık bir şekilde Arap kökenlilere yakışır. Araplar dini bazen iktidar olarak kullanırlar, bazen de muhalefet olarak kullanıp rejimler yıkarlar. Türk sisteminde ve onun yarattığı kişide İslam tutuculuğun, paranın, rantın  ve iktidarın kaynağıdır. Radikalizm denen bir şey yoktur Türklerde. Türklerin radikalizmi komünistlere, Ermenilere ve farklı inançta olanlara karşı işler. Türkiye'de sistem bastırılmış pis kokulu bir konserve kutusudur.

Geçenlerde Neşe Düzel'in Şerif Mardin ile yapmış olduğu röportajı okudum. İsabetli tespitleri vardı. Atatürk'ün cumhuriyeti Müslümanlara ve onların toplum üzerindeki etkilerine hiç dokunmadı diyor. Bu nedenle de tarikatlar aldı başını gitti. Türk ırkçılığıyla donanmış İslamcılık 21. Yüzyılda Kürtlere ve Türklere yeni bir ekmek ve özgürlük kapısı olarak sunuluyor. 

Halbuki batılı toplumlar dini günlük yaşamdan azad ederek gelişti. Türklerin ve Kürtlerin üç kağıtçı liberalleri Türk faşizminin şu andaki uygulayıcısı AKP'ye övgüler düzüyorlar.  Her inanç ve etnik kimlikten derledikleri kelaynak kuşlarını sirk soytarıları gibi televizyonlarda ve gazetelerde dolaştırarak  ne kadar değişimci ve demokrat olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Otuz yıldır Kürtleri kışkırtıp dağa salan Kürt ve Türk aydınları da bu muhafazakar koronun içinde.

Benim devletlerle ilgili bir görüşüm vardır. Devletler de canlılar gibidir, doğar, genç olur, yaşlanır ve ölür... Türklerin cumhurbaşkanı forsunda bulunan 16 yıldız Türklerin kurduğu devletlerin sayısını işaret ediyormuş. Daha öncekiler neden yıkıldı? Bugün hala kanunlarının önemli bir kısmı kullanılan Roma imparatorluğu neden çöktü?

Soykırım suçlusu Türk devleti, uyduruk düzenlemelerle iyileştirilecek bir devlet değildir. Sistemler ve dinler arası çekişmelerden hayat bulan ucube bir organizmadır. Barış ve sükunetten nefret eder. Gerilim ve savaş olmalı ki, ara çelişkileri kullanarak Türk devleti yaşayabilsin.

PKK, Türk devleti Kürt sorununu çözsün derken, Kürt sorununu çözecek devletin hangisi olduğunu düşünürüm hep. 20 milyon Alevinin inancını yasaklamış olan devlet mi? Sınırları içinde yaşayan herkesi Türk ve sünni Müslüman ilan eden devlet mi, yoksa bir buçuk milyon Ermeniyi özürsüz ve üzüntüsüz soykırıma tabii tuttuktan sonra "Ermeniler Türkleri katteltti" diyen yalancı devlet mi? İşi sadece ırkçı Türklere, sünni Müslümanlara ve bunların her inanç ve kökenden işbirlikçi uşaklarına hizmet sunan devlet mi? Sahi hangi devlet Kürt sorununu çözecek?

Diktatör Beşar Esad, Türk devletinin sorunlarının kendi sorunlarından daha ağır olduğunu söylemekle abartılı bir tespit yapmış olmuyor.

PKK, Kürt sorununu yeni anayasanın çözeceğini sanıyor. Fena yanılıyor. Tepeden tırnağa çürümüş bir devlet, bürokrasi ve halka sahip bir sisteme İngiliz, Fransız veya Amerikan anayasası kar etmez.  Osmanlı bu anayasaları çok denedi olmadı. Bir devlet ve toplumda demokratik gelenek yoksa, hiç bir demokratik formül ve proje de kar etmez.

Ne olur?

Devlet baskıyla, şiddetle, kabadayılıkla muhalifi de zaman içinde kendine benzetir ve bunun adına iyileşme ve demokratikleşime denir . Kimler benzemedi ki Türk devletine?

Arayış halindeki bir toplum için en büyük talihsizlik, bütün iyilikleri, iyi adımları, demokrasiyi ve özgürlüğü devletten bekleyen tutumdur. Bir dönem Kürtleri kışkırtıp deli danalar gibi ortalığa salan "nice koca insan" muhafazakar devlet terbiyesinin donuna girdi.  Kendileri şurada burada konuşuyor ya, haklarında dava falan açılmıyor ya, o zaman her şey iyiye gidiyor demektir.

PKK'ye bağlı çalışan legal Kürt siyaseti yarım ağızla özerklik ilan etmişti. Türklerin devleti o gün bugündür özerkliği inşa edecek legal siyaset kadrolarına vurup duruyor. Şu anda "Özerk Kürdistan" kavramını ağzına alan var mı?

Süleyman Demirel'in ünlü bir sözü var:
"Yarım hamilelik olmaz!"

Kürtler hep yarım davrandılar. Ben bazı şeylerin çok kolay olduğunu söylemiyorum. Ama bu kadar zorlaştırmaya da bir anlam veremiyorum.

Yeni tutuklama dalgası gündeme geldiğinde Türk basınının köşe yazarları Kürtlerle alay ediyor ve şöyle diyorlardı:
"Tutuklamalara kitlesel tepki yok!"

Evet yok! Neden?

Kürtler bölük pörçük işlere canhıraş bir şekilde tepki göstermekten bıktı da onadan.

Bir ara Napolyon'un Rus seferini okumuştum. Rakam aklımda yanlış kalmamışsa yüzbin kişilik bir orduyla çıktığı Rus seferinden on bin kişiyle canını zor kurtarmıştı. Kışı hesaplayamamıştı.  
Moskova'da, girdiği Çarların sarayında derdini anlatacak bir Rus asker de bulamamış, gerisin geri kaçmıştı. İşgale gitmiş Fransız imparatoruyla Ruslar neyi konuşacaktı?

Kürt siyasetçileri, anadilini yasaklamış Türk devletine ve onun halkına sabahtan akşama kadar empati üflüyorlar. Mektuplar yazıp, aşk ilanlarında bulunuyorlar. Sonuç bir hiç.

Başkan Öcalan'ın Marks'ın teorisi ile ilgili bir görüşü vardı:
" Marks'ın teorisinden en  çok kapitalizm faydalandı," diyordu.

Türk devleti ve Türk basını PKK  mücadelesinden çok faydalandı.

PKK mücadelesinden Kürt halkından çok Türk devleti ve onun uşağı Kürtler iş çıkardı.  

 Açılımın emektarı PKK'lilere ise hapis, dağ, sürgün ve mezardan başka bir şey düşmedi.  Üstelik Türk sistemi içinde bir gelecekleri de yok.

Türk sistemi içinde bir gelecek yoksa, kendi sistemini kuracaksın. O sistem de bir türlü kurulamadı.

Beşar Esad, Türkiye'nin sorunları bizimkinden ağırdır derken Türk sistemini tanıyarak konuşuyor.

Büyük ideallerle yola çıkanlar; örgütler, aydınlar, liderler bir süre sonra çürümüş Türk rejimi içinde kendilerine ve örgütlerine yer arıyorlar...

Soykırım ve katliam suçlusu devleti yaşatan da bu...

PKK için de artık ufuk çok net görünüyor:
Ya adım adım iyi hesaplanmış kendi sistemini kuracak ya da Kürt sorununu Türk sisteminin yeni efendilerinin insafına terk edecek.

Üçüncü bir yol yok....

bildiricihasan@hotmail.com

Bölgemizde Fırtınalar Kopabilir

kurd-suriyeAmerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği Ortadoğu'daki zengin kaynakları ellerine geçirmek/tutmak istiyorlar.  Bu nedenle Afganistan rejimini militarist zoru kullanarak değiştirmekle başlangıç yapıp Irak rejimini aynı yöntemlerle değiştirip devam ettiler. Kullandıkları yöntem hepinizin bildiği gibi doğrudan askeri müdahaleydi ve doğal olarak maliyeti çok yüksek oldu.

Zengin kaynaklara ulaşmanın daha ekonomik olması için Büyük Ortadoğu Projesi oluşturuldu. Bu projenin eş başkanlığına bölgenin içinden bir ülke olarak Türkiye seçildi/tercih edildi. Bunun birçok nedeni ve boyutu olduğu muhakkak, ancak en önemlisi Türkiye'de Milli kurumların özelleştirilmesi, global kapitalizme açılması, global kapitalizme sunulması, liberal ekonomik düzenin hakim kılınmış olmasıdır.

Türkiye'nin Demokrasi ve insan hakları karnesi bölgenin en zayıflarından, ırkçı/ulusalcı ideoloji egemenliğinin liberalizmle çekişmesi ve buna rağmen özelleştirmelerin devam etmesi, Milli kurumların satılması ideolojik özelliklerini ortadan kaldırmamıştır.
Yine de emperyalizm Türkiye'yi bu büyük projenin eş başkanlığına atamakta sakınca görmedi. Buna Kaleyi içerden fethetme hesabı da diyebilirsiniz.

Bölge Devletleri rejimleri çağımızın sahip olduğu insan hakları ve demokratik değerlerle derin çelişkilere sahiptir. Batının Demokratik değerleri ile çelişmeleri ve taşıdıkları bu farklı özelliklerden dolayı halkların nefretini kazanmış olmaları yeni yöntemin, projenin en önemli ayağıdır. Batı, Emperyalizmi bu çelişkiden yararlanıp halkları ayaklandırmaktadır.

Mısır, Tunus, Libya ve sıradaki Suriye... Daha bu başlangıç, esas fırtına İran'la kopacak, henüz kopmadı.

Bu değişim göreceli olarak bölge halklarına şeker uzatabilir, fırtına dindikten sonra özellikle ülkelerin ekonomik zenginlik değerlerine inecek kamçı ile feleğini şaşırabilirler.

Mevcut rejimler ve ideolojiler emperyalizme bu olanağı adeta altın tepside sunmaktadır. Yağmurdan kaçıp doluya yakalanmak, halkların beklentileri, ihtiyaçları ve talepleri global kapitalist düzenlerle karşılanamaz. Şimdi bölge halkları genel olarak yoksulluk içindedirler ve diktatörlerin zulmünden dolayı acı çekiyorlar. Global kapitalizm yanlısı Hedeflenen, liberal iktidarlarla yine yoksul kalacaklardır.

Libya'da on binlerce yoksul iç savaşta hayatını kayıp etti ve hayal ettiği, uğruna canını verdiği düzen, sistem hiçbir zaman kurulamayacaktır. Çünkü onların hayal ettiği düzenin sosyal ve siyasal altyapısı oluşmamış, emperyalizm, oluşmasına da asla müsaade etmeyecektir. Ülkedeki zengin kaynakları şimdiden paylaşmaya ve talan etmeye başladılar bile, küçük bir azınlık zengin olmaya devam edecek, diktatörlüğün yıkılması için canını veren ve çoğunluk olanlar, emekçi ve yoksul sınıflar ise yine aç ve hasta kalmaya devam edeceklerdir.

Suriye rejimi Demokratik uygarlık felsefesini kavrayabilirse, ittifaklarını seçebilirse, bölgenin talihini derinden etkileyebilir. Fırtınalar değil, bölgede meltemler yaratabilir ve emperyalizmi, global kapitalizmi hayal kırıklığına uğratabilir. Bu da milyonda bir olasılık, olmayacak duaya amin demek gibidir.

İran rejimi de yıkılacağı sırasını bekliyor, bölgede iktidardaki diktatörler hayal kurmaya devam ediyor, global kapitalizme direnebileceklerini düşünüyorlar.

Gerçekten rejimler halklara dayanırlarsa, zorun rolü olmadan, gönüllü olarak halklara dayanırlarsa bunu başarabilir varlıklarını sürdürebilirler. Bugüne kadar yaptıkları gibi zorun araçlarını kullanarak, militarizm ve para militarizm baskı ve şiddet güçlerine dayanarak halkları kontrol ederek iktidarda kalacaklarını düşünüyorlarsa bu imkansızdır.  Döktükleri kan ve zulümle sadece global vahşi kapitalizme imkan sunmaktan başka işe yaramadığının en güzel örneği Afganistan, Irak, Mısır ve Libya rejimleridir, yıkıldılar, şimdi halkları tarafından nefretle anılıyorlar.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanı Türkiye'yi ülkede yaşanan ayaklanmaların en önemli destekçisi olarak görmeye başlaması ve İran'ı arkasına alma çabaları var. Türkiye'nin emperyalizmle birlikte, ıslah edilen Bağdat hattını yanına alıp, konumunu Suriye ve İran'a karşı güçlendirme arayışlarına sahne oluyor. Görünürde dört ülkenin karıştığı bu ikili kamplaşmanın en önemli kozlarından birini bölgenin Kürt siyasal hareketi oluşturuyor. 

Kürt halkı Demokratik uygarlık projesi ile bölge halklarına alternatif bir proje sunmuştur. Merkez noktada duran, bir tarafında vahşi kapitalizmin Büyük Ortadoğu Projesi, diğer tarafta ırkçı/ulusalcı diktatörlükler.

Ortadoğu üç değişik sistemin çatışma seslerinin, yakıcılığı altında yön bulmaya çalışıyor. 

Irkçı/ulusalcı rejimlerin yıkılıp yok olacağı gün gibi ortadadır. Çünkü halklar istemiyor, sosyal sınıflar istemiyor, farklı kültürler bu rejimleri istemiyor. Bu sosyal kesimlerin istemediği bir rejimin zorla ayakta kalması, varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
Bundan önceki dayanakları Emperyalizmdi, Sovyetler Birliği bloku ve karşı her iki tarafa tampon görevi nedeniyle kabul edilebilir bir noktada tutuluyordu. Sovyet rejiminin yıkılıp global kapitalizme sığınması ırkçı/ulusalcı rejimlere olan ihtiyacı ortadan kaldırdı.
Ortadoğu halkları şimdi kendi seçimlerini yapmak zorundadırlar. Mevcut ırkçı/ulusalcı rejimleri tarihin çöplüğüne atılacak, bunun aşağısı, yukarısı, lamı, cimi yok. Önlerinde kalan seçenek global kapitalist veya demokratik uygarlık düzenidir. Global kapitalizm herkesin bildiği, tanıdığı bir düzen ve Ortadoğu'ya yerleşme çabasını hızla sürdürüyor.

Demokratik uygarlık ise yeni bir anlayış, yeni bir düzen/sistemdir. Demokratik uygarlık kısaca her türlü bitkinin, nesnenin, toplumun, canlının öz değerleri, kökü üzerinde yeşermesi, hayat bulmasıdır. Devletleşme özgür özerk halkların gönüllü ortaklaşması sonucu oluşacak örgütlenmedir. En küçük birimden en büyük topluluğa kadar milliyet ve inançların özgürlüğü ve özerkliği ve paylaşımcı ekonomik sistem olarak tarif edilebilir.

Demokratik uygarlık sisteminde vahşi kapitalizme geçit yok ve kaynaklar değerlendirilirken çevrenin doğal haliyle kalması sağlanır. Enerji, madenler elde edilirken ekolojiye uygun çalışmalar yapılır.

Vahşi kapitalizmin dünyamıza, canlılara verdiği zararı gözlemlediğimizde ciddi ve büyük bir vahşetin yaşandığını, geleceğin kar ve para hırsı ile yok edildiğini görebiliyoruz.
Dünyamızın bitki popülasyonu ve hayvan popülasyonu ağır tahribat altında ve yok olma ile yüz yüzedir.  Demokratik uygarlık sistemi buna asla müsaade etmeyen bir düzen meydana getirir.
Vahşi kapitalizmin yer altından çektiği fosil yakıtların yerine dünyayı yok edebilecek galeriler, boşluklar, mağaralar oluştuğu biliniyor. Vahşi kapitalizm yaşam kaynaklarını aşırı hoyratça kullanıyor. Gelecekte çok büyük yıkımlara neden olabilecek şekilde kullanmaya devam ediyor.

Global vahşi kapitalizm yeryüzündeki halklar ve toplumlar arası savaşın ana nedeni olarak değerlendirilebilir. Yüksek düzeyli stratejik iş birliği bölge üzerindeki hesaplara dayalı olarak hız kazanmıştır. Demokrasi adı sıkça kullanılarak sürecin şekillendirilmesine hız verilmiştir. Hiç kimse bir diğerine demokrasi getirmiyor, yönetimsel bazda göreceli bazı değişiklikler olacak, sürü zihniyeti ile yönetilip hiçbir hakkı olmayan halklara insan oldukları hatırlatılacak, ancak yaşam kaynakları olan değerler iliğine kadar sömürülecektir.  Geçmişte örnek olarak Afrika halklarına uygulandı, şimdi tümü açlıkla karşı karşıyadır.

Ortadoğu'da fırtına öncesi sessizliğe kanmamalıyız. Bu yalancı bahar, bunun ardından tufan gelebilir. Medeniyeti kurtarmanın, huzurun, özgürlüğün ilacı Demokratik uygarlık sisteminin anlaşılması ve inşasıdır.

nkizilban@gmail.com

Şamil Tayyar'dan BDP'lilere Tehdit

tayyarAKP'nin gazeteci kökenli Antep milletvekili Şamil Tayyar, katıldığı bir televizyon programında BDP'lileri tehdit ederek, "Böyle giderse Meclis'in ortasında evire çevire dayak yerler" dedi.

TV 24 kanalında "Erkan Tan'la Başkentten" programına katılan AKP Antep milletvekili Şamil Tayyar, BDP'nin çatışmacı bir üslupla siyaset yaptığını ileri sürdü.

BDP'nin Meclis'teki dillerinin kendisini son derece rahatsız ettiğini belirten Tayyar, "Bu şekilde devam edeceklerse parlamento zemininden Kürt meselesinin çözümüne ilişkin bir sonuç çıkacağını zannetmiyorum. Onların kıbleleri farklı. Vahim şeyler olabilir. Böyle giderse Meclis'in ortasında evire çevire dayak yerler! Çatışmacı dil karşılığını bulur. Bu ortam, sorunun çözümüne katkı sunmaz! Bağcıyı döversniniz; ama üzüm yiyemezsiniz" dedi.
 
BDP'den Tayyar'a sert yanıt

 sirrisakik2AKP'li vekilin tehdidine cevap veren BDP'li Sırrı Sakık, "Biz şiddetten uzak durmaya çalışıyoruz, ama dayatırlarsa hodri meydan. Buna eyvallah deriz. Göreceğiz bakalım el mi yaman bey mi yaman" diye karşılık verdi.

Baskıların yanı sıra yargı kıskacında da bulunan BDP'li vekillere bu kez bir AKP'li vekilden, "Gerekirse mecliste evire çevire dayaklar yerler" tehdidi geldi. AKP'li vekilin tehdidine cevap veren BDP'li Sırrı Sakık, "Biz şiddetten uzak durmaya çalışıyoruz, ama dayatırlarsa hodri meydan. Buna eyvallah deriz. Göreceğiz bakalım el mi yaman bey mi yaman" diye karşılık verdi.

AKP'li Milletvekili Şamil Tayar, bu kez açık açık BDP'li milletvekillerini ilkel bir yöntem olan, "dayak" ile tehdit etti. Daha önce polis şiddetine maruz kalan, yargı kıskacına alınan BDP'li vekilleri, çıktığı TV programlarında "dayakla" tehdit eden AKP Milletvekili Şamil Tayar'a en sert tepki BDP'den geldi.

'Şamil ve partisi daha Kürtleri tanımamış'

BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık, "Şamil de bilir, Şamil'in partisi de bilir ki bedeli ne olursa biz doğruları söylemeye devam edeceğiz. Kürtler yüz yıllardır zaten onların atalarından dayak yedikleri için isyan ediyorlar. Artık bu zalimane politikaları kabul etmiyorlar" diye konuştu. Bu baskı politikalarının Kürtlere ve Kürtlerin temsilcileri olarak kendilerine hiç bir şekilde geri adım attırmayacağını belirten Sakık, "Bu milletvekilini ciddiye almıyoruz, zaten topulumda bir karşılığı yok, kimse de ciddiye almıyor. Bu zat ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Bizi tehditle sindirmeye çalışıyorsa yanılıyor. Deme ki bizi, Kürt halkını daha tanımamışlar. Kürtlerin 'Şam dûr e ma mişar jî dûr e' diye bir ata sözü var. (Yapta görelim anlamında) Biz kavga etmek için değil, sorunlarımızı barış ve diyalog yöntemleriyle çözmek için parlamentoya geldik. Kavga tercihimiz değil, ama dayatırlarsa ona da eyvallah deriz, başımızın üstünde yeri var. Hodri meydan, kavga diyorsa buyursun" diye konuştu.

'Göreceğiz bakalım el mi yaman bey mi yaman'

Tayar için, "O bir miktar polisiye senaryolar yazıyor, hiç ciddiye almadığım, toplumda karşılığı olmayan bir vekil, bununla ayakta kalmaya çalışıyor" sözlerini sarf eden Sakık, "Bu bizi tehdit eden milletvekiliyle 4 yıl mecliste birlikte olacağız. Bedenimiz inançlarımıza ihanet etmezse göreceğiz, el mi bey mi yaman göreceğiz" diye konuştu. "Biz Kürt sorununu şiddetin dilinden çıkarmak istiyoruz, ama eğer AKP şiddeti egemen kılmaya çalışıyorsa bu onların sorunudur" diyen Sakık, Tayar'ın "KCK" operasyonlarını savunmasını da şu sözlerle değerlendirdi:
"Başbakanın Makedonya gezisi sonrası yaptığı açıklama ve AKP'den gelen açıklamalar KCK operasyonlarının hükümetin iradesi dışında olmadığını teyit etti. İçişleri Bakanı 'gerekirse şu kadar insan yakalanır' diyor. Bir vekil KCK operasyonlarını bu kadar açık savunuyorsa siyasi iktidar suçüstü yakalanmıştır. Kürtlerin demokratik haklarını bastırmaya çalışıyorlarsa yanılıyorlar. KCK operasyonları sorunu çözmez, aksine sorunu derinleştirir kangren haline getirir."

AKP'nin Karadeniz Sahil Yolu ve Duble Yollar Gerçeği



Bu yazı, Rize’de 25 Eylül günü meydana gelen selin ardından yazıldı. Selin ardından Karadeniz Sahil Yolu’nun kentleri göle çevirdiğini tekrar gördük. Seller karşısında önceden alınacak tedbirlerin can kayıplarını azalttığını, yağışın yaşamı olumsuz etkilemesinin önüne geçtiğini biliyoruz. Ancak bunu kentleri yönetenler bilmiyor galiba. Şimdi de Manisa, Denizli ve Antalya’dan benzer haberler gelmeye başladı. 9 Ekim günü manşetlerde şu ifade yer aldı: ‘Antalya sele teslim’

“Biz Ferhat’ız” diyordu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 12 Haziran seçimleri öncesinde başladığı Karadeniz gezisinde, duble yollardan söz ederken. Efsaneye göre Ferhat, sevdiği Şirin’e kavuşmak için şimdiki Amasya’nın olduğu bölgede kente su getirmek için vurur kazmayı kayalara. Külüngünün altında kalıp can verse de Ferhat’ın deldiği dağlardan gelen su halka hayat verir ve efsane dilden dile anlatılır.
(1)

Evet, Tayyip de Ferhat gibi, su getirdi Karadeniz dağlarından kentlere ancak kontrolsüz bir biçimde. Bundan binlerce yıl önce dağları delip suyolu yapan ustalar modern matematik bilgisinden ve teknolojiden yoksun bir şekilde yaptılar yollarını. Bin yıllar öncesinin ustalarının hassasiyetleri, getirdikleri sudan herkesin faydalanması ve suyun başına herhangi bir zeval gelmemesi ya da suyun taşkınlara yol açacak şekilde halkı mağdur etmemesi idi. İstanbul’da Eylül 2009’da meydana gelen ve 30’un üzerinde insanın hayatını kaybettiği çok sayıda binanın kullanılmaz hale geldiği selde Mimar Sinan’ın Büyükçekmece Gölü üzerinde Osmanlı ordularının geçmesi için günümüzden 450 yıl önce inşa ettiği köprünün ayakta kalması, Sinan’ın dehasından veya öngörüsünden ziyade çevre koşullarına ve doğaya uygun bir mimari tarzı benimsemesinden kaynaklanır.


Mimar Sinan’ın eserleri hakkında birçok hikaye vardır. Gerçek olmasa bile Mimar Sinan’ın eserlerinden etkilenerek Müslüman olanlardan bahsedilir. Şimdi Karadeniz Otoyolunu, Gökçek’in köprülü kavşaklarını, AKP’nin duble yollarını görüp hayran kalınmayacağı kesin. Ecdadını el üstünde tutan AKP’nin, usta Sinan’ın kemiklerini sızlattığı da kesin.


AKP döneminde gerçekleştirilen Karadeniz Sahil Yolu Projesi, Gökçek’in köprülü kavşakları, AKP’nin duble yolları ustaların binlerce yıl öncesinden bıraktıkları mimari mirasa kara leke sürüyor.


2002’den beri yapılan yollar neredeyse her sene onarılmak zorunda kalıyor. Çünkü, yeni bir yol inşası yok, sadece basit bir yol genişletme çalışması yapılıyor. AKP döneminde, yılda 2 bin kilometre bölünmüş yol yapılıyor ancak her yıl 18 bin kilometre asfalt tamiri yapılıyor. Örneğin, Avrupa ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, yollarda ağırlıklı olarak beton kullanılmış olsaydı, hem daha az petrol ithal edilecekti hem de yollar 20 kat daha dayanıklı olacaktı.


Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı dönemindeki militan kadrosu (Binali Yıldırım, Erdoğan Bayraktar, Veysel Eroğlu) ülkenin can damarlarından biri olan ulaşım ve kentleşme politikalarını belirliyor. Üstelik bu politikalar mimar, mühendis ve şehir plancılarının uyarıları dikkate alınmadan yapılıyor.


Karadeniz Sahil Yolu ya da Karadeniz Otoyolu 7 Nisan 2007’de Tayip Erdoğan tarafından resmen açıldı. 1987’de inşasına başlanılan yol kısım kısım bitirildi. AKP’li ekonomistler yolun bölünmüş yol (duble yol) haline getirilmesi ile ülke ekonomisine 2007 vergisiz fiyatlarıyla yıllık toplam 552 milyon 299 bin 112 lira katkı sağlanacağını bildirdi.


Karadeniz Sahil Yolu’nun inşaatının başladığı 1987’den sonra Rize, Ordu, Artvin, Trabzon ve Giresun’da meydana gelen sellerde 336 kişi hayatını kaybetti. Karadeniz Sahil Yolu resmen açıldıktan sonra meydana gelen sellerde ise 22’si Ordu, Giresun ve Rize’de; 10’u Artvin’de olmak üzere 32 kişi yaşamını yitirdi. Karadeniz Sahil Yolu ile direk bağlantılı seller genel olarak Ordu, Trabzon, Giresun ve Rize’de yoğunlaşmaktadır. Bu yüzden Artvin’de meydana gelen selleri ve 22 Temmuz 2009 ile 28 Temmuz 2008’de Rize’de meydana gelen selleri ve buna benzer daha çok iç kesimlerden meydana gelen selleri ayrı değerlendirmek gerekir. 22 Temmuz ve 28 Temmuz’da HES inşaatları sebebiyle yapılan istinat duvarları ve derelere boşaltılan molozlar sebebiyle oluşan selde çok sayıda ev ve işyerini su basmıştı. 2007’den sonra Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki kentlerde her yıl bir veya iki defa meydana gelen seller sonucunda 10 binlerce ev ve işyeri kullanılmaz hale geldi. Bu sellerin hemen hemen hepsinde Karadeniz Sahil Yolu’nun kentlerin göle dönmesindeki büyük etkisi defalarca saptandı.
(2) 1929’dan bu yana meydana gelen sellerde ise toplam 582 kişi hayatını kaybetti.(3)

“Rizeli hemşerim en büyük sorununuz nedir?” Herkes “Çay alım fiyatları” diye bağırırken Tayyip Erdoğan “Evet, Ovit Dağı Tüneli” diyebiliyordu.


Ulaşıma ve kent politikalarına kâr amacını önde tutarak yaşanabilirlik ve halka hizmet kriterlerinden bakmayan kişinin göreceği tabii ki Ovit Dağı Tüneli, Karadeniz Otoyolu’nun ekonomik getirisi, yıkılmayı bekleyen gecekondular, yağmalanmayı bekleyen İstanbul’un kuzey ormanları olur; göremedikleri görmeyeceği de TMMOB’nin Karadeniz Otoyolu’na dair uyarıları, halkın barınma, temiz çevre, ulaşım ve yaşam hakkı olacaktır.


Dokuz gün süren Ramazan Bayramı’nda 200’e yakın ölümlü kaza, AKP’nin duble yollarında oldu. AKP’nin övündüğü Karadeniz Otoyolu değil mi, hem kentlerin denizle bağlantısını kesen hem de her yağmurda o kentleri göle çeviren. Gökçek’in köprülü kavşakları değil mi içinde dalgıçların araç aradığı. Ayamama deresi taştığında hayatını yitiren İstanbulluları hangi kentsel dönüşüm projesi geri döndürür?


Notlar:

(1) Amasya’da Ferhat Su Yolu diye adlandırılan ve 6 kilometre uzunluğundaki suyolu günümüzden 2.500 yıl önce inşa edilmiş. Geç Helenistik veya Erken Roma dönemine denk gelen, Horasan Harcı(*) benzeri bir harç kullanılan suyolu, antik Amasya kentine geldikten sonra yeraltına girer ve kentin altından geçer. Yolun Ferhat tarafından yapıldığı konusu sadece bir efsanedir.

(2)
Karadeniz Sahil Yolu yapıldıktan sonra meydana gelen ve yolun sele sebep olan unsur olarak saptandığı seller ve bilançoları şu şekilde:
30 Haziran 2007’de Rize’yi sel bastı, çok sayıda ev ve işyeri kullanılmaz hale geldi. 19 Eylül 2008’de Rize’nin Pazar İlçesi’ni sel bastı, 2 kişi öldü, çok sayıda evi su bastı. 15 Temmuz 2009’da Ordu’da meydana gelen selde birçok evi su bastı, çok sayıda tekne alabora oldu. 21 Temmuz 2009’da Giresun’u sel bastı, 3 bine yakın ev kullanılmaz hale geldi. 29 Temmuz 2009’da Giresun’u sel bastı 100’den fazla evi su bastı. 2 Kasım 2009’da Trabzon’da meydana gelen selde 2 kişi öldü, 2 bina yıkıldı, 20’ye yakın ev kullanılmaz hale geldi. 17 Haziran 2010’da Giresun’u sel bastı 1 kişi öldü. 26 - 27 Ağustos 2010 tarihlerinde Rize’de meydana gelen sellerde 14 kişi hayatını kaybetti, binlerce ev kullanılmaz hale geldi. 29 Haziran 2010’da Ordu’da meydana gelen selde çok sayıda ev kullanılmaz hale geldi. 23 Temmuz 2011’de Giresun’u sel bastı 2 kişi öldü, çok sayıda ev ve işyeri kullanılmaz hale geldi. 19 Ağustos 2011’de Ordu’yu sel bastı 2 kişi öldü. Çok sayıda ev ve işyeri kullanılmaz hale geldi. 25 Eylül 2011’de Rize’yi sel bastı, 1 kişi öldü binlerce ev yine kullanılmaz hale geldi.

(3)
1929 Trabzon Of/heyelan 146 kişi; 1959 Tirebolu, Görele, Trabzon, Rize taşkınları 13 kişi; 1963 Trabzon Oksu taşkını 3 kişi; 1963 Trabzon Akçaabat taşkını 2 kişi; 1965 Giresun, Trabzon taşkınları 2 kişi; 1973 Rize, İyidere ve Hemşin taşkınları 4 kişi; 1973 Rize Güneysu, Kalkandere, Pazarköy heyelanları 4 kişi; 1974 Gümüşhane, Harşit taşkınları 3 kişi; 1977 Rize Pazar, Hemşin Deresi taşkını 6 kişi; 1981 Rize Pazar sel 27 kişi; 1982 Rize İkizdere heyelan 8 kişi; 1983 Rize Pazar, Fındıklı taşkın ve heyelanlar 27 kişi; 1985 Rize sel 10 kişi; 1988 Rize, Pazar, Ardeşen, Fındıklı heyelanlar 3 kişi; 1988 Trabzon Çatak heyelanı 64 kişi; 1990 Trabzon Değirmendere, Akçaabat, Söğütlü sel 56 kişi; 1990 Rize Çamlıhemşin heyelanı 51 kişi; 1995 Rize Güneysu, Ardeşen, Pazar sel ve heyelanlar 9 kişi; 1997 Giresun taşkınlar 5 kişi; 1998 Trabzon Sürmene, Beşköy sel ve heyelan 50 kişi; 2001 Rize Taşlıdere, Güneysu sel ve heyelan 10 kişi; 2002 Rize Taşlıdere, Güneysu, Çayeli sel ve heyelan 34 kişi; 2005 Rize İyidere, İkizdere-Kalkandere sel 1 kişi; 2005 Trabzon Of Solaklı havzası sel 7 kişi; 2005 Rize Çamlıhemşin, Çayeli sel 4 kişi; 2005 Rize Taşlıdere taşkın 7 kişi; 2005 Trabzon Of heyelan 1 kişi; 2006 Artvin Arhavi heyelan 1 kişi; 2006 Giresun taşkın 2 kişi; 2006 Rize Güneysu Başköy heyelan 3 kişi; 2009 Rize Kalkandere heyelan 1 kişi; 2009 Artvin Şavşat taşkın 5 kişi; 2009 Artvin Borçka taşkın 5 kişi; 2010 Rize Gündoğdu 14 kişi; 2011Ordu Perşembe heyelan 2 kişi; 2011 Rize sel 1 kişi hayatını kaybetti.

(*)
Horasan Harcı olarak bilinen harç; Türkler tarafından bulunan, içinde pişirilmiş ve öğütülmüş toprak ürünleri katılan bir malzemedir. Bu harcın benzerini Türklerden önce de yapı ustaları kullandı. Ustalar bu harcı, kullandıkları malzemelerin mukavemetini arttırmak için; malzemenin içine yumurta akı, peynir, reçine, pişmiş toprak gibi katkı maddeleri katarak oluştururlar. Çok kuvvetli ve suya dayanıklı bir bileşimdir. Bizans, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde çok sık kullanılan harcın kullanım alanı 15. yüzyıldan sonra genişlemiştir. 

Alp Tekin Babaç

YJA: Fatma Şahin Kadınlara AKP Aile Modelini Dayatıyor

Kadın hareketi YJA Koordinasyonu, Türkiye’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in AKP hükümetinin başında olduğu devletin kadınlara uyguladığı şiddeti görmediğini belirterek, erkek zihniyetli AKP’nin geleneksel kadın tipini ve aile modelini topluma empoze etmek için Şahin’in öne sürüldüğünü belirtti.

YJA Koordinasyonu yaptığı yazılı açıklamada, AKP hükümetinin kadın sorununa yaklaşımını sert bir dille eleştirdi. Bugün binlerce BDP’li kadının AKP hükümetinin uyguladığı devlet şiddetinin mağduru olduğunu kaydeden YJA, Şahin’in kadına karşı şiddetle mücadele ederken, Kürt kadınlarının maruz kaldığı devlet terörünü görmeyerek samimiyetsizliğini ortaya koyduğunu ifade etti.

YJA Koordinasyonunun açıklaması şöyle:

“Yaşamımızın her anında ve alanında, yıllardır erkek egemenlikli zihniyet ve sistem tarafından uygulanan kadına karşı şiddet, sistematik olarak hızından ve yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmeden süregelmektedir. Buna karşı bilinçlenen ve örgütlenen kadının da mücadelesi her zaman olduğu gibi, bu günde devam etmektedir. Ancak toplumsal cinsiyetçiliğin ve egemen sistemin politikalarıyla toplumun her kademesine işlenmesi, erkeğin bireysel şiddetinin yanı sıra, toplumsal ve özelde devlet yapılanmasıyla bağlantılı geliştirilen şiddet kadını ne yazık ki, açık veya örtülü vurmaya devam ediyor. Kadınların bilinçlenmesi ve örgütlenmesiyle kadına karşı uygulanan çok yönlü şiddete karşı mücadelede ivme kazanılmasına rağmen, ortak mücadele yeterince açığa çıkarılamamıştır. Kapitalist modernitenin özgürlük bilinci ve örgütlülüğünü çarpıtan politikaları karşısında güçlü bir kadın dayanışması yaratılamamıştır. Bundan dolayı kadın adına geliştirilmek istenen birçok politika veya mücadele yöntemi adı altında kadını derin ve gizli köleliğe, geleneksel kadın duruşuna yöneltme son dönemlerin en fazla başvurulan tehlikeli politikalar olmaktadır.

Kürt kadınları toplumsal cinsiyetçilikten kaynaklı şiddetle, en fazla da devlet terörüyle yıllardır karşı karşıya kalmaktadır. Kazandığı özgürlük bilinci ve örgütlülüğüyle toplumsal cinsiyetçilik ve karşılaştığı çok yönlü şiddetle mücadelesini her geçen gün daha da yükseltmekte ve yaymaktadır. Kürt kadınları yaşamının her anında devlet terörü ve şiddetliyle karşı karşıyadır. Türk devleti nasıl Kürt halkına karşı inkar-imha siyasetiyle neredeyse Kürdistan’ı açık bir cezaevi ve işkencehaneye çeviriyorsa, özelde Kürt kadınına karşı çok daha ağır saldırılar geliştirmektedir. AKP Hükümetinin tek tipleştiren faşizan karakteri Kürt kadınları karşısında ise tam bir maço devlet kimliğini kazanmakta ve Kürt kadınlarına karşı uyguladığı tacizi, fuhuşu, işkenceyi, tecavüzü ‘terörle mücadele’ adı altında bir devlet politikası olarak meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Kürt kadınları çok yönlü bu sistematik devlet terörü ve şiddeti karşısında direnişini sürdürmekte ve özgürlük duruşunu tavizsiz korumaktadır.

FATMA ŞAHİN KADIN MÜCADELESİNİ FRENLEMEYE ÇALIŞIYOR

Kadınların özelde Kürt kadınlarının yükselen özgürlük duruşu ve mücadelesi karşısında geleneksek erkek zihniyeti ve politikalarına sahip AKP hükümeti, bir kadın bakanı öne sürerek kadın mücadelesini kadın eliyle geriye çekmeye ve geleneksel kadın duruşunu topluma empoze ettirmeye çalışmaktadır. Bakan Fatma Şahin kadın kimliği üzerinden sözde kadına karşı şiddete yönelik bir mücadele başlatmanın propagandasını yapmakta, kendince etrafına bazı kadınları da alarak Türkiye’de ve Kürdistan’da gelişen kadın mücadelesini frenlemeye, AKP politikaları doğrultusunda revize etmeye çalışmaktadır.

NEDEN KADINA YÖNELİK DEVLET TERÖRÜNÜ GÖRMÜYOR


Kadına karşı şiddetle mücadele ederken, Kürt kadınlarının yaşadığı devlet terörünü görmemek, AKP’nin, özelde başbakanın tamamen egemen erkek zihniyetini, dilini ve devreye koyduğu şiddet uygulamalarını es geçmek hangi Kürt kadınına inandırıcı gelebilir? Başbakanın ‘kadın da olsa, çocuk da olsa, gereken neyse yapılacaktır’ sözünü, Ceylan Önkol gibi onlarca kız çocuğunun polis, asker tarafından katledilişini, barış isteyen yaşlı anaların demokratik taleplerini dile getirirken coplar altında kan revan içerisinde bırakılışını, yerlerde sürüklenmesini, tekmelenmesini bakan Fatma Şahin neyle tanımlıyor acaba? Kendisiyle aynı mecliste yer alan ve kadın özgürlüğü için yıllardır mücadele eden halkın temsilcilerine saldırılar geliştirilirken Fatma Şahin gibileri neden ek bir tepki açığa vurmuyorlar? Bu halkın seçilmiş milletvekili olan Ayla Akat’ın karnına asker silahının namlusunu dayatırken, Sebahat Tuncel ve Sevahir Bayındır tazyikli su sıkılarak hastanelik edilirken, en son tüm dünyanın gözü önünde BDP eşbaşkanı Günten Kışanak’ın üzerine polis panzeri sürerken Bakan Şahin tüm bunları hangi şiddet kapsamına alıyor? N. Ç. Gibi Kürt genç kızlarına polis, asker, devlet memurları başta olmak üzere yüzlerce devlet yetkilisi tecavüz etmesine rağmen, bu ve buna benzer onlarca davanın hasır altı edilmesini nasıl tanımlıyor? Tüm bunlar kadına karşı şiddet kapsamında değil midir? Başbakanın veya hükümetin, polisinin bu şiddetine karşı bakanın bir kınama açıklaması oldu mu? Kürt kadınlarına karşı uygulanan polis, yargı şiddetine karşı tavrı nedir?

AKP’NİN GELENEKSEL AİLE MODELİ EMPOZE EDİLİYOR


Kuşkusuz içine girdiği tutumlar, sözde şiddete karşı parlamentoda ortak mücadele arayışında CHP ve MHP’li kadınlarla bir araya gelirken, en fazla şiddete maruz kalan BDP’li kadınlarla Fatma Şahin’in görüşmemesi hangi amaçlarla yola çıktığını açıkça ortaya koymaktadır. Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesini görmezden gelmesi, erkek zihniyetli AKP’nin geleneksel kadın tipini ve aile modelini topluma empoze etmekten başka hiçbir amacının olmadığını, kadın olarak kadın adına bir mücadele arayışında samimi olmadığını ortaya koymaktadır.

KADINLAR AKP ŞİDDETİNİN MAĞDURU

Ama ne var ki, bakan Fatma Şahin gibi devlet ve erkek zihniyetiyle hareket eden ancak ‘kadın adına mücadele ediyoruz, bize destek verin, bakın AKP bu kadar kadın için çalışma yürütüyor’ edebiyatıyla toplumun zihnini karartmayı, kadın cephesinde de kendince bir yanıltmayı veya en ucuz hesapla alternatif kadın politikaları geliştireceğini sanıyor. AKP’nin erkek egemen zihniyetini hemen herkes görüyor. Özellikle Kürt kadınları her gün zaten şiddet politikalarının sonuçlarını yaşıyor. Şu an binlerce Kürt kadını zindanlara sudan gerekçelerle tıkılmış durumdadır. Binlerce oyla seçildiği halde milletvekilliği kabul edilmemekte, onlarca seçilmiş kadın belediye başkanı hapislere atılmaktadır. Bu kadına karşı şiddetin en üst boyutudur ve bizzat Bakan Şahin’in üyesi olduğu AKP hükümetinin uyguladığı devlet şiddetidir. Bunlara karşı bir mücadele, tepki, tavır olmadığı müddetçe yapılan çalışmaların Kürt kadınları nezdinde hiçbir değeri yoktur. Çünkü Fatma Şahin eliyle yürütülmek istenen politika; özgürlük için mücadele eden kadınları sınırlamak, geleneksel kadın ve aile çizgisinde boğmaktır.

Kürt kadınları her zaman olduğu gibi, gerçek özgürlük mücadelesi veren tüm kadınlarla ortak mücadelesini ve dayanışmasını sürdürecektir. Özgürlük mücadelesi ve kadın dayanışmasına inan tüm kadınların erkek zihniyetiyle yürütülmeye çalışılan bu tehlikeli politikalara karşı gereken cevabı vereceklerine ve kadının öz iradesi, bilinci ve örgütlülüğüyle eşit- özgür- demokratik bir toplum yaratılmasında daha güçlü bir mücadele ve örgütlülük içerisinde olacaklarına inanıyoruz. Başta Kürt kadınları olmak üzere tüm kadınları kadın eksenli örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyoruz.”