9 Ocak 2012 Pazartesi

Başbuğ Koğuşta Yalnız

Eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, AKP hükümetine karşı darbe planlamaktan dolayı tutuklandı. "İnternet Andıç"ı denen şey, İlker Başbuğ komutanlığındaki Genelkurmayın bir çok internet sitesi kurdurarak, bu internet siteleri aracılığıyla AKP ve Cemaat aleyhinde yayınlar yapmasıydı. 

Osmanlı yıkıntıları üzerinde TC'yi kuran Kemalisterle, Kemalistlerin Osmanlı hanedanlığına haksızlık yaptığını söyleyen Türkçü ve islamcı kadrolar arasındaki çatışma hiç bitmedi. Bu çatışmalardan Kürtlere yüzyıla yayılmış bir red ve inkar rejimi, Şeyh Sait Hareketine yönelik katliam, Zilan ve Dersim soykırımları kaldı.
 
AKP faşizmiyle Başbuğ'un temsil ettiği Kemalist klik, aynı paranın iki yüzüdürler. Paranın bir yüzünde Atatürk'ün, diğer yüzünde Abdulhamit'in resimi vardır.

Kemalist devletle, İslamcı ve Türkçü devlet kadraoları arasındaki kavgadan Kürtlere, Dersim, Zilan ve en son Roboski katliamları düştü.

Bu nedenle ikili faşist klik arasındaki çatışmayı çekirdek çıtlatarak izleyin. Her dönemi idare eden yorum fırıldaklarının düşüncelerine zerre kadar önem vermeyin.

Bizler Türk devletinin yalanlarından, suçlarını birbirine yıkan ikiyüzlülüklerinden, mağdurları kullanarak kendi aralarından yaptıkları iktidar ve silah değiş tokuşlarından bıktık.

Bizi, Kürt halkının kayıtsız şartsız özgürlüğü ilgilendiriyor.
Bizleri Roboski katliamını Türk devletinin hangi kliğinin yaptığı da ilgilendirmememeldir. TC'nin resmi bombarduman uçakları ve maaşlı tetikçileri, 35 Kürdü planlayarak katletmiştir. Onlar, Marmarisli veya Zonguldak'lı oldukları için değil, Kürt oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu katliamdan Türk devletini yöneten AKP ve onun tetikçi ordusu sorumludur.
***
Cezaevinde tutuklu bulunan generallerden hiç biri İlker Başbuğ ile aynı koğuşta kalmak istememiş. Star gazetesinin haberi şöyle:
"Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, İnternet Andıcı davası tutuklu sanığı emekli Orgeneral Hasan Iğsız ve emekli Tümamiral Hıfzı Çubuklu ile Balyoz tutuklu sanıkları emekli Orgeneraller Çetin Doğan, İbrahim Fırtına ve emekli Oramiral Özden Örnek'in de kaldığı 5 No'lu L Tipi Cezaevi'nin F-2 koğuşuna yerleştirilmişti. İlk gecesini yalnız ve dinlenerek geçiren Başbuğ'un yanına bir veya iki tutuklu sanık daha verilmek istendi.

Cezaevi yetkilileri Başbuğ'un yanına cezaevinde tutuklu bulunan Orgeneral rütbeli sanıklardan vermek istedi. Ancak Hasan Iğsız, Çetin Doğan, Özden Örnek ve İbrahim Fırtına gibi isimlerin yer aldığı emekli orgenerallerin Başbuğ ile aynı koğuşta kalma teklifini kabul etmedikleri öğrenildi."

Görüldüğü gibi, Türk Generallerinin dava arkadaşlığı Türkiye'ye hükmettikleri yıllar için geçerlidir. Bu generallerden en köksüzü İlker Başbuğ'du. Basın karşısında bağırıyor, azarlıyor, sağa sola Genelkurmaylık numaraları çekiyordu. Tutuklandı ve işi bitti. Eski silah arkadaşlarından koğuşunda kalmak isteyen dahi yok. 
Hapisahaneye İslamcı-Türkçü bir kadro düşseydi, hapishanenin önü şimdi ziyaretgaha dönmüştü. Daha önceleri de bir çok kez dile getirmiştim. CHP, devlet rantıyla geçinen Kemalistlerin uyduruk partisidir. CHP'nin Kürdistan'daki oy oranına bakarsanız ne dediğimi anlarsınız. Türkiye'ye her zaman Türkçü ve islamcı kadrolar hakim olmuştur. Yerine göre ordu bunları, bunlar da orduyu kullanarak yüz yıl idare etmişlerdir. Ordu yıllarca Kürtlere ve solculara vurarak, Türkçü ve islamcı muhafazakarlığı iktidara taşıdı.

İlker Başbuğ yalnız başına kaldığı koğuştan sokağın ve iktidarın gerçek hakimleri kimlerdir herhalde görebiliyordur...  Yıllarca Türk muhafazakarlığının tetikçiliğini yaptıktan sonra, onlar tarafından tutuklanmak ve tutuklu koğuş arkadaşı bulamamak...  Bir generalin yaşayacağı en büyük trajedi bu olsa gerek...

***

Kürdistan'ın özgür ve bağımsız sesi rojevakurdistan güçlenerek yoluna devam ediyor. Rojevakurdistan'ın kuruluş ve yayın felsefesi sağlamdır. Türk sömürgecilerinin kendi arasındaki silah ve iktidar değişikliğine alet olmuş tek yazarımız yoktur. AKP faşizmini Kürt halkının başına musallat eden ve bugün binlerce Kürt siyasetçisinin tutuklanmasının da önünü açan sömürge anayasasının ilgili maddelerinin onaylandığı refarandumda hiç bir arkadaşımız "evet" oyu vermedi. Hiç bir arkadaşımız, kemalist diktatörlerle Türkçü ve islamcı diktatörler arasındaki kavgada eğilimini bir tarafın aleyhine diğer taraf lehine kullanmadı. Siyaseti elbette bizler dar bir manevra alanı olarak görmüyoruz. Siyasetçiler manevra yapabilir. Fakat aydınların çıkar ilişkilerine dayalı manevra özgürlüğü olamaz. Aydınların işi, Kürt özgürlüğünü ve egemenliğini sınırlayan uyduruk mazeretlerin gerekçelerinin taşıyıcısı olmak değil, Kürt özgürlüğünü sınırlayan mazeretlerin çerçevesini ve sınırlarını yıkmak olmalıdır.

Faysal Dağlı, Haydar Işık, Selda Aksoy ve Metin Çiyayi de yazılarıyla Rojevakurdistan'a katıldılar.  Faysal Dağlı, yazarlığın yanı sıra, Rojevakurdistan'ın yeniden yapılanmasında editörlük görevi de yapacak... Bu demektir ki, bundan böyle daha nitelikli bir rojevakurdistan okuyacaksınız...


Kaynak:    http://www.rojevakurdistan.com/

Suriye’de Türkiye İstihbaratı Parmağı

Aralık ayında başkent Şam’daki istihbarat binalarına, 6 Ocak’ta yine başkentte de bir polis otosuna yönelik intihar saldırılarının düzenlenmesi gözleri komşu ülkelere çevirdi. Son iki hafta içinde Afrin sınırında Etme köyüne Hatay’dan silah yüklü 4 kamyonun gittiği belirtiliyor.

Suriye’deki Türkiye parmağı


Suriye’de Beşar Esad yönetimine karşı gerçekleştirilen bazı eylemlerde Türkiye tarafından gönderilen silahların kullanıldığı iddia edildi. Suriye’nin Humus şehri Valisi Hasan Mustafa Abdulall da kısa bir süre önce, muhalif gruplara Türkiye ve Lübnan’dan silah ve para yardımı yapıldığını tespit ettiklerini açıklamıştı.


Kasım ayı sonlarında Afrin’e bağlı Cindirese ilçesi-Mile Xelilan köyünde bulunan karakola saldırı düzenlendi. ANF haberine göre saldırıyı, Suriye ordusundan ayrılan askerlerden oluşturulan ‘Hür Suriye Ordusu’na bağlı 30 kişilik bir grubun gerçekleştirdiği ve bu grubun Dîlok’tan (Antep) gelen ağır silahlarla donatılmış olduğu kaydedildi. Karakola yapılan saldırı da karakolda bulunan askerlerin el ve kollarını bağladıktan sonra karakol ve askerlerin kullandığı araçlar ateşe verildikten sonra yine sınırın Türkler tarafından denetlenen bölümüne geçtikleri ileri sürülüyor.


Hatay ve Dîlok’u “merkez üs” haline getiren, Hür Suriye Ordusu’nun, Dîlok’ta 5. Zırhlı Tugayı’nda, 3. Tank Taburu içindeki kışla içinde Türk subayları tarafından askeri eğitime tabi tutuldukları gelen haberler arasında. Hür Suriye Ordusu’na burada, Kalaşnikof, BKC ve B7 gibi hafif silahların yanı sıra uçaksavar, mayın ve sabotaj eğitimleri veriliyor.


Silah sevki


İddialara göre, Türkiye’ye ait askeri üslerde eğitilen, Müslüman Kardeşler mensupları da, “Suriye ordusundaki askerleri firar ettirip kendi taraflarına çekmek için Suriye Ordusu’na ait kışla ve karakollara girerek karşı faaliyet yürütüyorlar.” İkna edilen askerler Türkiye’ye götürülerek eğitime alınıyor.


Son iki hafta içinde Afrin sınırında-İdlib’e bağlı Etme köyüne, Hatay-Altınözü’nden silah yüklü 4 kamyonun geldiği belirtiliyor. Köyde yaşayan iki kamyon şoförü, “Hatay’dan gelen kamyonların yüklerini, köyün dışında bekleyen Müslüman Kardeşlere ait başka kamyonlara boşalttıktan sonra geri döndüklerini gördüklerini” ifade ediyorlar. Aynı köylü, “Getirilen silahlar arasında, BKC, B7 roketatar ve el bombası ile TNT, A4 patlayıcıları ve tahrip kalıplarının ağırlıkta olduğunu” anlatıyor.


Suriye’ye yönelik ABD destekli “örtülü harekat” kapsamında sürdürülen askeri faaliyetler yanında özellikle son zamanlarda Batı Kürdistan şehirleri; Afrin, Amude, Cizire, Dırbesiye, Haseki, Qamişlo, Kobani, başta olmak üzere Hama, Humus, Halep ve Şam’da Türk ajanları yoğun bir şekilde faaliyet yürüttükleri de biliniyor.


Esad rejimini devirmeye yönelik isyanın merkezi konumundaki Humus’un Valisi Hasan Mustafa Abdulall, muhalif gruplara Türkiye ve Lübnan’dan silah ve para yardımı yapıldığını açıklamıştı. Uluslararası basının katıldığı bir basın toplantısı düzenleyen Vali Abdulall, “Bu konuda ellerinde fotoğraf ve belgeler olduğunu” ifade etmişti. 23 Aralık’ta Şam’da istihbarat örgütlerine yönelik intihar saldırılarında onlarca kişi ölmüştü. 6 Ocak’ta Şam’da düzenlenen intihar saldırısında da 26 kişi öldü.

 
Erdoğan ve demir yumruk

Suriye’de İçişleri Bakanlığı, hükümet karşıtı saldırılarına “demir yumrukla yanıt vereceği” uyarısında bulunurken Suriye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Nacah El Attar, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Suriye karşıtı kampanyanın önde gelen aktivisti haline geldiğini belirtti. Nacah El Attar, Türkiye ile Suriye halkı arasındaki ilişkilerin siyasi krizlerin üstünde olduğunu belirterek “Erdoğan şimdi Suriye karşıtı kampanya yürüten en önde gelen aktivistlerden biri oldu” dedi. Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak’ı kabulünde konuşan El Attar, Erdoğan’ın Suriye politikasının iki ülke halkına zarar verdiğini, batılı ülkelerin hedeflerine hizmet ettiğini ve bölgeyi istikrarsızlığa sevk ettiğini ifade etti. El Attar, Suriye ile Türkiye halkı arasındaki ilişkilerin siyaset üstü olduğunu ve güçlendirilmesi gerektiğini de söyledi. El Attar, “Suriye ile yüksek strateji anlaşması imzalayan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı büyük bir müttefik olarak görüyordu. Ancak Erdoğan Şam’a karşı tavrını hızlı bir şekilde değiştirdi. Erdoğan şimdi Suriye karşıtı kampanya yürüten en önde gelen aktivistlerden bir oldu” dedi. Kamalak, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile de görüştü. Esad “Bir odada yangın çıktığında diğer odalar da zarar görür” dedi.  Lübnan’daki Hizbullah örgütü ise, ABD’yi Suriye’nin başkenti Şam’daki saldırının arkasında olmakla suçladı. Amacın İsrail’e karşı Hizbullah’ın yanında olan Suriye’yi cezalandırmak olduğu kaydedildi.

Başbuğ, Roboski ve ‘Muhalefet

Başbuğ tutuklandı. Medya Roboski Katliamı’nı “unuttu”. Katliamla ilgili mahkeme de “gizlilik” kararı alınca, kıvranıp duranların “içi rahatladı”. Öyle ya; “gündem değişmişti”, gündem değişince “eskiyen gündemde” ısrarın anlamı mı olurdu? Ve elbette medyamız hukuka “saygılıydı”, madem konunun ele alınması mahkeme tarafından yasaklanmıştı, “şeriatın kestiği parmak acımaz”dı...

Ama bu defa işler biraz değişmeye başladı gibi.


CHP Genel Başkanı “Başbuğ tutuklamasını, Uludere’yi örtmek amacıyla” bağladı. Bu yaklaşımın önemi şurada: Böylece uzun yıllar sonra, CHP’nin milyonlarca insanına, “muhalefet” konusu olarak “Kürt sorunuyla” ilgili pozitif bir mesaj verilmiş oldu. Düşünün, “Dersim özrü” karşısında bocalayan, Dersim Soykırımı’nı mahkum edemeyen CHP lideri, bir anda, AKP’ye muhalefet edebilmek için Roboski Katliamı’na dayandı. Şimdi BDP’nin, bizlerin sözlerine kulağı kapalı olan Ege’nin “Atatürkçüleri”, Başbuğ’un tutuklanmasına olan öfkelerini, Roboski Katliamı’yla bağladılar.


Neden acaba?


Çünkü artık onların “ordudan” umudu yok.


Ordu, “komutanını” AKP-Cemaat koalisyonunun yarattığı polis devletine “kaptırmış”. Genelkurmay Başkanı Özel, Erdoğan-Gülen komutasında Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı topyekün savaşı Roboski usulü yürütüyor. Tutuklanan Başbuğ darbe yapamadı, ama Özel’in yaptığı her şeyi Kürt topraklarında yaptı... Burada fark yok... Fark birinin hapse, ötekinin AKP-Cemaat emrine girmiş olmasında...


Kemalist yalnız kalmıştır. Umudunu yitirmiştir. Artık, ABD’nin ve Türk tekelci sermayesinin başına geçen ve muhafazakar halk kitlelerinin desteğini alan “sivillerin” despotizmini “darbe” tehdidiyle “dengeleme” imkanı kalmamıştır.


Genelkurmay başkanlarını da tutuklayan ve artık “tam egemenliğini” ilan eden ‘Polis Devleti’ karşısında Kürt halkından ve Özgürlük Hareketi’nden başka dayanılacak “caydırıcı” hiçbir güç kalmamıştır. Kılıçdaroğlu’nun “Başbuğ tutuklamasına” karşı muhalefetini Roboski Katliamı’na dayandırması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu bir... İkincisi, Roboski Katliamı, liberal, demokrat ve onlara yakın solcu cenahta da sert tepkilere yol açmakla kalmadı, bunların AKP hükümeti karşısındaki tutumunda giderek bir netleşme de ortaya çıktı. Taraf gazetesinin “cemaate ve polis akademisine bağlı olanlar” dışındaki yazarları, şimdiye kadar görülmemiş sert eleştirilerle Başbakan’ı hedef almaya başladı.


Neden? Çünkü liberal, demokrat ve onlara yakın solcuların Avrupa Birliği üyeliğinden umutları kalmadı. ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle birlikte hükümetin ABD’den aldığı destek, AB perspektifini büsbütün Kaf dağının ardına attı. İran, Suriye ve Irak sorunları çözülmedikçe, Türkiye’nin AB’ye üyeliği gerçekleşemez. Söz konusu çevreler bunu anladı. Umut yok. Perspektif yok. Umut ve perspektif yaratacak örgütlü bir Türk liberal-demokrat muhalefeti yok...


Liberal, demokrat ve ona yakın solcu yalnız kalmıştır. Artık “reformcu barutu tükenmiş” AKP’nin polis devletinin tutuklamalarını, katliamlarını dengeleyecek bir AB baskısına güvenemez. O nedenle Ahmet Altan Roboski Katliamı karşısında AKP iktidarıyla olan bağlarını birer birer koparıyor. Şu anda, AKP-Cemaat arasında meydana gelen çatlak bu kopuşu daha da hızlandırıyor. Roboski Katliamı özgürlükçü ve sosyal Mümsülan çevrelerde de benzer tepkilere neden oluyor.


Buradan nasıl bir sonuç çıkıyor?


CHP “oligarşisinde” olmasa bile, bu partiyi destekleyen milyonların arasında Kürt halkına ve onun Özgürlük Hareketi’ne karşı önyargıları yok etme imkanı büyüyor. Bu kitleler “zayıflıklarını” ordu gücüyle değil, kardeş Kürt halkının gücüyle aşabileceklerini görme sürecine girebilirler. Aynı şekilde, liberal, demokratlar ve onlara yakın solcular ve özgürlükçü Müslümanlar da, içine itildikleri yalnızlıktan, aynı yolla çıkabileceklerini görebilirler.


Yeni bir “muhalefetin” ip uçları doğmaktadır. Elbette bu yeni bir gelişmedir. Ne CHP tabanında Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı ırkçı, milliyetçi, şoven önyargılar ortadan kalkmıştır; ne de liberal demokratların ve onlara yakın solcuların kafasındaki “sosyal-liberal milliyetçi önyargılar” son bulmuştur.


Dolayısı ile de, bizlerin, bu önyargılarla mücadele görevimiz de devam etmektedir.


Böyle olmakla birlikte, Kürt halkının ve Türk halkının çıkarları, CHP’yi destekleyen milyonları ve AKP’yi ve cemaati destekleyen “laik ve İslamcı” demokrat liberal aydın çevreleri dikkatli bir yaklaşımla Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinde birleştirmeyi gerektiriyor. Bu zor ve karmaşık bir iştir.


CHP içindeki ırkçılar, Kürt halkıyla dayanışma içinde bir “sosyal demokrat” muhalefeti doğmadan boğmak için elden geleni yapacaklardır. Laik ve İslamcı Liberal, demokrat aydın çevrelerin içindeki Cemaatçiler, gerçek anlamda demokratik radikal bir muhalefete geçit vermemek için her türlü oyunu oynayacaklardır.


O halde, CHP içindeki ırkçılarla, liberal, demokrat saflar içindeki cemaatçileri samimi CHP’li ve samimi liberal demokratlardan ve özgürlükçü Müslümanlardan ayırmak, mücadelenin sivri ucunu birincilere yöneltmek akla uygun biricik yoldur.


Ordudan  ve AB’den medet yok; karşınızda polis devleti, arkanızda sünnisi, alevisiyle Kürt halkı... Gidilecek yer, tutunacak bir başka dal kalmadı... Ve tek şans, AKP-Cemaat koalisyonuna karşı “büyük halk koalisyonunda.”

Cemaat, Erdoğan’dan Niye Vazgeçti?

Doğan DURGUN
AKP’nin, Mao’nun deyimiyle kâğıttan kaplan olduğu ayan beyan ortaya çıktı. Muhalif olanlar bunu biliyordu ama bir şekilde AKP’ye angaje olmuş liberal artıklar bunun farkında değildi. Her şey Başbakan Erdoğan’ın rahatsızlanması ile ortaya saçıldı. Roboski Katliamı sonrası iktidar güçleri arasında yaşanan çelişki ise flu olan resmin netleşmesine yardımcı oldu. Ortaya çıkan tabloyu şöyle açıklayabiliriz: Cemaat, Erdoğan’ın üzerini çizmiş ve kendisine yeni bir başbakan aramakla meşgul. Cumhurbaşkanlığı’na Erdoğan’ı yollayıp, başbakanlığa da cemaate sıkı sıkıya bağlı birini getirmek istiyorlar. Erdoğan köşke çıkmaya razı ve bunu istiyor ama arkasında emanetçi bir başbakan bırakmak koşuluyla. Sadece bununla da yetinmek istemiyor. Yeni anayasa dedikleri şeyi, bir yarı başkanlık sistemi ile şekillendirmek istiyor.

Şu soru sorulabilir, Neden cemaat Erdoğan’dan vazgeçti? Bu vazgeçişin iç siyasetle, kadrolaşmayla, demokrasiye bakışla, Kürt sorununun çözüm yöntemiyle alakası yok. Bütün bunlarda muntazam bir ortaklaşma var zaten. Temel ayrılık noktası dış politika. Cemaatin lideri ABD’de yaşıyor ve ABD’nin dış siyasetine uygun politika izliyor. Orda bulunmasının varlık nedeni de bu. Mavi Marmara faciasından sonra Fethullah Gülen, hükümeti eleştiren, İsrail’in tavrını olumlayan açıklamalar yapmıştı. Ha keza Arap ülkelerinde gerçekleşen halk muhalefetini ABD’nin re-organize etmesini desteklemişti. Oysa başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere iktidar kurmayları, ABD’nin yerine Türkiye’nin oralardaki boşluğu doldurması gerektiği gibi bir politika düşlüyorlardı. Yani ABD ve Avrupa ile çekişen Emperyal bir Türkiye hayali kurmuşlardı. Bu siyasetin mimarı da Davutoğlu’ydu. AKP iktidarının ilk başta Libya’da Kaddafi’den yana tavır koymalarının temel nedeni de buydu. ABD ve Avrupa Birliği’ne karşı bir güç gösterisi sahnelemek istediler. ABD bu tavır karşısındaki rahatsızlığını, Fethullah Gülen üzerinden AKP iktidarına karşı basınç uygulamasına gitti. Küresel çıkarları bire bir ABD politikalarının desteklenmesinden geçen cemaatin, AKP’ye fırça atmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmeliyiz.


Okyanus ötesi bu nasihatlerin(!) etkili olduğunu Suriye olaylarında gördük. Esad iktidarı ile kanki olan Erdoğan’ın birdenbire Esad düşmanı olmasının temel nedeni de Cemaatin dış politikasına uyumlu hale gelmek istemesinden kaynaklı. Erdoğan biliyor ki, cemaati karşısına aldığı an, iktidarı kâğıttan kaplana dönüşecektir. Cemaat, Erdoğan’ın zaman zaman Ortadoğu’da liderliğe oynama hevesinden yaka silkmiş durumda. Gelecekte de bu tür zikzaklı çıkışların olmasından kaygı duyduğu için, Erdoğan ve ekibini gözden çıkarmış durumda.


Otuz beş Kürdün savaş uçakları ile öldürülmesi sonrasında yaşanan tablo da bu saptamaları destekler nitelikte. Roboski Katliamı, cemaatin kılıçlarını çekmesi için bir fırsat oldu. Cemaatin bütün yayın organlarında, yanlış istihbarat verildiği, hükümetin bu yanlış istihbaratın tuzağına düşürüldüğü söylendi. Erdoğan’ın çalışma arkadaşlarından bazılarının istifa etmesi istendi. Demokrasinin gereği olarak istenmedi bu istifalar. Amaç, Erdoğan ve hükümetinin yıprandığı, terörle mücadelede yetersiz kaldığı düşüncesini topluma yedirmekti. Sanki ocaklarını söndürün diyenler kendileri değilmiş gibi. Oysa Erdoğan hükümeti de, cemaat liderinin söylediğini yapmış, ocakları söndürmüştü. Bu olay bana Irak’ın Kuveyt işgalini hatırlattı. ABD Saddam’a ''Kuveyt’i ilhak etmek senin hakkın, bunu yaparsan göz yumarız'' demiş, Saddam bu güvence ile Kuveyt’i işgal etmişti. Aynı ABD, bu sefer Saddam’ı Kuveyt’i işgal ettiği için bombalamıştı. Sonrasını biliyorsunuz zaten.


Taraf’ın polis muhabiri ve belge taşıyıcısı Mehmet Baransu köşesinde Başbakan Erdoğan’a açıktan hakaret eden bir yazı yazmış, sosyal medyada da ‘eli silah tutanlardan korkmadım, senin Kasımpaşalılığından mı korkacağım’ diye meydan okumuştu. Salı günkü grup toplantısında konuşan Erdoğan BDP’lilere hakaret ve küfürler savururken, Baransu için sadece ‘ben Kasımpaşalılığımdan gurur duyuyorum’ diyebilmişti. Başka biri Baransu’nun dediklerini yazmış olsa, anından gazeteden atılır, mahkemeye verilirdi. Daha önce Nuray Mert, Cüneyt Özdemir, Hasan Cemal gibi yazarları alenen hedef gösteren Başbakan’ın, cemaatin bu kalemşörü karşısında savunma pozisyonuna geçmesi Cemaatin gücü karşısında diz çökmesidir. Bütün bu olanlara rağmen cemaatin AKP’de yeni bir dizayna gideceği artık açıkça belli olmuş durumda. Tüm cemaat yazarlarının Baransu’yu destekler şeyler yazmış olmaları da bu savı desteklemektedir.


Hem cemaat hem de Erdoğan Kürtlerle bütün ipleri koparmış durumda. Hem öyle, hem böyle Kürt sorununun, demokratikleşmenin bunlarla olmayacağı aşikâr. Sürekli ‘Yeni bir anayasa’ sloganı ile hareket eden demokratların, Kürtlerin yeni siyasal projeler üretme vaktidir. Yeni bir anayasa olmayacak çünkü. Yeni bir anayasanın niçin olmayacağı ve CHP’nin geldiği yeni durum hakkındaki düşüncelerimi de sonraki yazıya bırakayım.

Başbuğ'un Dramı ve Bakanın Katliam İtirafı

Tımarhanede terör olan Türk rejiminde "demokrasi" yalanlar dolambacı, gerçeği ise diktatörlüktür. Çünkü demokrasi, uğruna acılar çekip, savaşlar vererek kazanılan bir yaşama kültürü, bunlarınkisi, "Atatürk ilke ve inkılapları" adıyla diktatöre biat, bir başka yönüyle körün tuttuğunu altına almasıdır.
 
Kürdistan, gelmiş geçmiş tekmil diktatörlerin daimi düşmanı, zalimlikte rekor kıran da, bu sistemde "birinci sınıf vatansever"dir.


O nedenle, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ tutuklanmasının hak, hukuk ve adaletle ilgisi yok, tımarhanede üstünlüğü ele geçirme tepişmesidir. 

Selanikli General, Kürdistan’da köyleri ateşe verip, katliam yapan birliklerin komutanı olarak AKP iktidarının gözüne girmiş, "hizmetleri" madalyalar ve Genelkurmay Başkanlığı makamıyla ödüllendirilmiştir. Ama kullanım süresini doldurup, çaptan düşmüş bir tekaüttür, artık. Ardı boşalmış, gücü tükenmiş, el üstünde tutulan günler geride kalmış, üstelik eski arkadaşları generaller tarafından hain diye terk edilmiştir. Tutuklanmasının darbe ve darbecilerle hesaplaşmanın alakası yoktur. O, son Kemalistleri sindirme taarruzunda, yalnızlığıyla altta kalıp, kolay yem olarak ezilmiş, tımarhane içi tepişme teröründe, "bana biat edip, el bağlayarak selama durmayanın hali budur" müsameresinde, figüranı olarak kullanılmıştır.

Darbecilere, insaniyet adına hesap sorma yok çünkü, AKP darbecilerin ürünüdür. Darbe anayasası ve yasaları sayesinde diktatörlüğünü pekiştirmektedir. Böğürlerine süngü dürtükleyen General İsmail Hakkı Karadayı, Çevik Bir ve cuntasına soru bile soramamışlardır. Çünkü onlar yalnız değil, arkaları da güçlüdür. Bu bir kurt düzenidir. Kıtlık günlerinde, yaşlanmış, hastalıktan takattan düşmüş kurt sürüye yemdir. Bunlar da, Atatürk'ten beri, rakiplerini sindirmek için, güçsüzü alt edip, ezmektedirler. Generalin başına gelen, rejimin adam yeme geleneğinin tekrarından ibarettir. Planlı, programlı...

Nitekim, tutuklanması, 7 bin 500 Kürdün toplama kamplarına doldurulacağını önceden bilen televizyon tarafından açıklandı. Fetullah Gülen’in televizyonu mahkeme kararından tastamam 21 dakika önce generalin tutuklandığını duyuruverdi.

Faşisit rejimlerin teröründe hukuku budur. Önce infaz, kararın gerekçesi sonra gelir. Teslim olmamış, biata geçmemiş herkes nasibi alır.

Kürtler ateş çemberinde boğulmak istenirken, ateşin harlayın diye bağırıyorlardı. Sıra kendilerine gelince Hitler rejimi kurbanları gibi "vay başıma gelenlere" diye ağlaşıyorlar, şimdi.

Bir coğrafyayı saran bela eskidir. Roboski katliamı cinayetlerine ortak olmak istemeyen Kürtlere yeni gözdağıdır. Katliam, tasarlanarak planlanmıştı. İstedikleri suçu işlemeyen Kürtlerin çocuklarını tuzağa çekip, bir araya toplayarak berhava ettiler.

Eskiden bu tür katliamları, Kürdistan gerillalarının boynuna atıyor, kimseyi değil, ama kendilerini inandırıyorlardı. AKP iktidarı, bu kez 12 saat boyunca yalan aradı. Fakat onca tanık ve ince plan varken yalana kılıf bulamayınca, "kaza" kılıfını çektiler, kan deryasının üstüne. Katliamı çarpıtarak savunma görevini de, AKP rejiminin kıravatlı korucuları Kemal Burkay, Galip Ensarioğlu, Mehmet Metiner ve ekmeğe esir düşmüş "Kürt aydını" adını denilen çürümüşlere verdiler.

Ama zekasının kısa boyu ile düzenin medyasında ironi ve alay konusu olan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, itiraflarıyla kıravatlı korucuları, foseptik kokulu utanç çukuruna gömüverdi. Bakan, parlamentoda Kürdistan temsilcilerine cevap verirken, katliamın haklı ve yerinde olduğunu savunurken şöyle diyordu:
"Oradaki ölümün bir adım ötesi, bölücü terör örgütüdür. Kandil'dir. Oradaki ölümü görmek için, o hayatını kaybeden insanlara kaçakçılık malını görmek lazım."

Bakanın zekasından süzülen sözler yorum gerektirmeyecek derekede açık. Gerilla ile ilişkileri olduğu, gerilladan mal aldıkları için öldürüldüklerini söylüyor. Kırımı hak ettiklerini…

Olan AKP aydını kıravatlı koruculara oldu. Onlar uydurmaya çalıştıkları yalan kılıfla kala kaldılar. Ama, henüz belayı tam olarak göremediler. Onların da çaptan düşecek günleri gelecektir.

General için yine de bayrak kaldıran Türkler var. Ama onlar gırtlaklarını kaptırdıklarında utançlarıyla tek, yalnız kalacaklardır. Arkalarında "yazık oldu" diyecek kimse de olmayacak…

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Suç Ortağı Suçunu İtiraf Etti, Ama Taraf Gazetesi Susuyor

Ankara - Özellikle son günlerde yoğunlaşan eleştirilerine bakmayın, Ahmet Altan'ın AKP-MGK koalisyonunun cinayetlerini örtbas edebilmek için canhıraş çabalara girdiği de biliniyor. Hatta bu uğurda, yalan yazmaktan, insanları karalamaktan, iftira atmaktan ve tüm bu kirli fiillerinin üstünde “yükselerek”, “demokrasi, insan hakları, dürüstlük” dersleri vermeye kakıştığı da olmuştur.

Hatta kendisinin unuttuğu ancak başkalarının hala yaşatmak için mücadele ettiği değerlerle kendisine hitaben yazılan mektupları art niyetle okuyacak kadar da ölçüsüzleşebildiğini göstermişliği de vardır.

AKP-MGK koalisyonu, 17 Ağustos günü Güney Kürdistan'da bulunan gerilla güçlerine yönelik hava saldırısı başlattı. Ağırlıklı olarak sivil yerleşimler vurularak gerilla ile bölge halkının ilişkisini tahrip etmeyi amaçlayan saldırı hala devam ediyor. Türk savaş uçakları 21 Ağustos’ta Pişder’e bağlı Kortek Köyü'nde sivil bir aracı hedef aldı. Saldırıda araç içerisindeki biri altı aylık olmak üzere 4 çocuk ve 2 kadının da aralarında olduğu aynı aileden 7 sivil katledildi. Kurbanların cesetleri yanmış ve parçalanmıştı.

Roboski katliamında olduğu gibi bu olayı da Kürt basın duyurdu. Türk basını her zamanki gibi Kürtler'in söz konusu olduğu olayı görmemeyi tercih etti. PKK katliamın TSK tarafından gerçekleştiğini duyurdu. Ankara bu saldırıyı, “yalanladı” hatta TSK konuya ilişkin bir takım, “görüntüler” yayımlayarak “kesinlikle kendilerinin bu olayla ilgileri olmadığını” savundu.
Ahmet Altan yönetimindeki Taraf, “bağımsız” gazeteciliğin gereği olarak olayın üstüne gitmeyi-örtmeyi onu başaramazsa hedef saptırmayı kendine görev bildi. Bu konuda, bir yayın organı aracılığı ile söylenebilecek hemen tüm yalanları söyleyerek, katliamın, “PKK tarafından gerçekleştirildiğini” kanıtlanmaya çalışıldı. Dahası, PKK'yi kendini “aklamaya” davet etti.

Gelin görün ki, Korket katliamı sırasında AKP hükümetinde içişleri bakanlığı yapan Beşir Atalay, Roboski katliamının, “bir operasyon kazası” olduğunu ispatlamak üzere iki gün önce CNN Türk'te katıldığı bir programda, “Ağustos ayından beri yapılan operasyonlarda az hata olduğunu, bu süre içerisinde daha önce Irak’ta bir hata olduğunu” ikrar ederek, 21 Ağustos günü Federe Kürdistan Bölgesi Ranya’ya bağlı Kortek’te 7 kişilik Hasan ailesini katlettiklerini ikrar etti.

Atalay'ın basın aracılığı ile yaptığı ikrarı yine fikri takibi olan yayın organları tarafından haber yapıldı. Katliam sonrası olayı PKK'nin üzerine yıkmak için Atalay ile suç ortaklığı yapan Taraf'tan ses yok. Herkese hesap soran, demokrasi, insan hakları dersi veren Ahmet Altan'dan da ses yok.

Oysa, Ahmet Altan yönetimindeki Taraf'ın hafiyelerinden biri utanmadan, sıkılmadan-gerçi kızmamak gerek belki bu duyguları bilmiyor, bunu öğretmemiş efendileri- Kortek katliamına ilişkin olarak, bazı fotoğraflarda yer alan, parçalanmış otomobil görüntüsündeki araba tekerlerinin ne kadar zamandır o alanda durduğunu anlatacak kadar yalanda sınır tanımayacaklarını ispatlamıştı.

Peki ya Ahmet Altan?

Altan da şöyle yazmıştı, “Ne oldu o yedi sivile” (31 Ağustos 2011) başlıklı yazısında;

“PKK’ya yakın ajanslar, “Türk uçakları tarafından vurulup öldürülen sivillerin” resimlerini yayınladı.

Çoğunluğu çocuk yedi sivil.

Yanmış, kavrulmuş, parçalanmış bedenlerinin resimleri.

Genelkurmay, bir iki gün sonra bir açıklama yaptı.

“O siviller bizim uçaklarımızın attığı bombalarla vurulmadı” dedi.

“Bizim uçaklarımızın attığı bombalar düştükleri yerde en aşağı sekiz metre çapında bir çukur açar, hâlbuki bu sivillerin vurulduğu arabanın çevresinde böyle bir çukur yok, arabanın yanındaki duvar bile sağlam duruyor, bu ölümler bizim bombalarımız sonucu gerçekleşmedi” diyerek açıklamasının mantıklı gerekçelerini de ortaya koydu.

Uydu fotoğraflarını da delil olarak yayınladı.

PKK, buna bir cevap vermedi, sustu, sanki ortada böyle bir sorun yokmuş gibi davrandı.

Bu savaştır, iki tarafın da yalan söyleyebileceğini, olayları çarpıtabileceğini baştan kabul etmek gerekiyor ama Genelkurmay’ın bu açıklamalarına PKK’nın bir cevap verme zorunluluğu var.’’

Hızını alamayan Altan, 6 Eylül 2011 tarihli “Kürtlerin askeri vesayeti” başlıklı yazısında da askeri yalnız bırakmıyor.

“Önce bizim Genelkurmay'dan başlayalım

PKK'nın Kandil'de “yedi sivil öldürüldü” iddiasını biz sür manşetten vermiştik, Genelkurmay, “Fotoğraflar ve krokilerle” yedi kişinin içinde bombalanarak öldüğü iddia edilen arabanın bulunduğu bölgeye bomba isabet etmediğini kanıtlamıştı, bunun üzerine PKK, “Bombalanan araba aşağıya uçtu onun için onun bulunduğu yerde bomba izi yok, yukarısında var” diyerek bir video yayınladı.

Bunu da gazeteye koyduk.

Genelkurmay, bu iddiayı da geçiştirmedi, demagoji yapmadı, hamasete sapmadı, özel görev verdiği bir uçakla “arabanın vurulduğu söylenen” yerin de resimlerini çektirip bize gönderdi ve “Orada da bomba izi yok incecik duvar bile sağlam duruyor” dedi.

Şimdi, “Parçalanmış yedi kişinin” resimlerini yayımlayan PKK'nın buna bir cevap vermesi gerekiyor... Genelkurmayın ciddiyetle, saygıdeğer ve güvenilir olmanın önemini kavrayarak çaba gösterdiğini ilk kez görüyorum...”

Görüldüğü üzere Altan, “Bizim Genelkurmay” diye andığı, askerin katliamının üstünü yine onun sözleriyle örtmeye çalışıyor.

Altan aynı yazısında, “Sivil öldürmenin alçaklık” olduğunu söylüyor. Ancak, katledilen sivillerin katillerini gizlemenin, bu katliamı elinde hiçbir kanıt yokken başkalarının üstüne yıkmaya çalışarak iftirada bulunmanın nasıl bir sıfatı hak ettiğine ilişkin hiçbir şey söylemiyor.

ANF NEWS AGENCY