Foti BENLİSOY
"Pan-Faşizm" ve Demokrasi
29 Mart günü KESK'in 4+4+4 yasa tasarısına karşı düzenlemek istediği eyleme çok sert bir biçimde müdahale eden polisi tebrik eden Ankara Valiliği açıklamasında, KESK üyelerine amansızca saldıran polislerin "stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin emsalsiz" bir örneğini ortaya koyduklarını vurguluyordu. Aslında "emsalsiz" sıfatı biraz gereksiz olmuş. Mebzul miktardaki örneği anmaya gerek yok. AKP hükümetinin toplumsal muhalefetin hemen hemen bütün renklerine dair giderek daha saldırgan bir tutum aldığı, "çağdaş güvenlik mühendisliğinin" örneklerini sıklıkla ortaya serdiği aşikâr. Bu açık otoriter yönelim, sosyalist saflarda mevcut iktidarın karakterine dair bir tartışmayı da kışkırtmış durumda. Bu tartışma bağlamında AKP'nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu solda giderek daha popüler hale gelen bir argüman. AKP hükümetinin son dönemde otoriter karakteri iyiden iyiye pekişen performansı karşısında faşizm nitelemesine başvurmak, faşizme gidişten bahsetmek sosyalistler arasında iyiden iyiye kanıksanır hale gelmiş durumda.
Aslında Türkiye'de sosyalist hareketin önemli bir bölümünün bir tür "pan-faşizm" arazıyla, yani devletin neredeyse her baskı eyleminde, her türlü askeri veya başka diktatörlük ya da otoriterizm biçimlerinde "faşizm" keşfetmekle malul olduğunu söylemek mümkün. Bu "pan-faşizm", yani hemen her siyasal iktidarın faşizm olarak tanımlanması, Komintern tarafından 1928 sonrasında uygulamaya konan ve Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesinde payı büyük olan "üçüncü dönem" çizgisini andırıyor. O zaman da sosyal demokrasiden (sosyal faşist) Hitler'in faşist NSDAP'sine hemen bütün siyasal akımlar faşist olarak adlandırılmaktaydı. Bu anayışa göre tekelci kapitalizm devrinde şu ya da bu siyasal kılıf altında kim iktidarda olursa olsun bu faşizmden başka bir şey olamazdı. Nazilerin işçi sınıfının onca örgütlü gücüne rağmen 1933'te iktidarı görece rahat almalarında işte bu üçüncü dönemci "pan-faşist" algılayışın ve onun beraberinde getirdiği siyasal rehavet ve apatinin elbette ciddi payı vardı.
Bizdeki pan-faşizm Türkiye sosyalist hareketinin son yıllarına ait bir icad değil elbette. 1970'lerden beri faşizm hususunda muazzam bir kafa karışıklığının söz konusu olduğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki Türkiye'de birkaç yılda bir faşist bir rejim tesis ediliyor, sonra her nasılsa bu faşist rejim kendiliğinden bir biçimde çözülüveriyor. 12 Mart faşizminden MC faşizmine, oradan da 12 Eylül faşizmine, orada da yerinde duramayıp AKP faşizmine ilerliyoruz. Faşizm pinpon topu misali bir geliyor bir gidiyor. Oysa faşizmden faşizme bu evrimsel ve "yumuşak" geçişlerin ima ettiğinin aksine, sadece faşizmin bile değil, genel olarak bir siyasal rejimin çözülüp yerine bir yenisinin şekillenmesi bir politik krize denk düşer. Bunca faşizm gördükten sonra memlekette hâlâ sosyalist hareketten bahsedebiliyor oluşumuz herhalde artık faşizm hususunda hayli şerbetli oluşumuzdan olmalı. Bu kadar faşizm görmüş geçirmiş bir sosyalist hareket herhalde yeryüzünde yoktur. Şaka bir yana, "faşizm geldiğinde şaşıran, gittiğinde şaşıran bir sosyalist hareketin, gelene de gidene de müdahale etmekte aciz kaldığı da eklenirse, acizliğini geleni gideni kavramakta, tanımlamaktaki ve ona uygun geliştirdiğini sandığı mücadele arayışında aramak gerekmez mi biraz da?"(1)
Günümüzde "sağım solum faşizm" demek devrimciliğin neredeyse alamet-i farikası haline gelmiş durumda. Neyin faşist olup neyin olmadığını tartışmaya kalkmak dahi devrimciliğe halel getiren bir şey olarak anlaşılıyor. Faşizm bir siyasal belirleme olmaktan çıkıp devrimci jargonun, daha doğrusu pozun temel bir bileşeni haline gelmiş durumda. Dolayısıyla mesela AKP'nin faşist bir rejim tespit etmekte olduğu iddiasını sorgulamak dahi devrimci mahkeme-i kübrada bir günahkâr olarak hüküm giymeniz için kâfi. Aslında faşizm nitelemesi bizde büyük ölçüde pejoratif bir anlamı içeriyor. Bu anlamda AKP üzerinden faşizm tahlili yapan sosyalistlerin önemli bir bölümü siyasal görevler ve stratejiler bağlamından kopuk bir tartışma yürütüyor. Ancak belli ki ısrarla hatırlatmak gerek: Sosyalistler açısından önemli olan, teorik ve soyut düzlemde bir kavramsal kesinlik tartışmasından ziyade siyasal strateji ve taktikler tartışmasıdır. Yani faşist bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu iddia edenlerin bu tespitle kalmaması, faşizme karşı mücadeleye dair bir mücadele yöntemi (birleşik işçi cephesi, halk cephesi, faşizme karşı direniş komiteleri, birleşik devrimci merkez gibi) önermesi de gerekmez mi? Faşizmle karşı karşıyaysak alarm zillerini çalmak ve faşizm karşısında nasıl derlenmemiz gerektiğine dair bir acil tartışma yürütmek gerekmez mi? Memlekette faşist bir rejimin tesis edilmekte olduğuna dair onca patırtıya rağmen böyle bir siyasal arayış söz konusu mu? Belki de bu tedrici faşistleşme tespitinde bulunanlar dahi kendi faşizm "tespitlerine" itibar etmiyor olsa gerek ki böyle bir ihtiyaç hasıl olmuyor ve herkes bildiği biçimde yoluna devam ediyor.
Aslında bir boyutuyla pan-faşizm, faşizm ile "burjuva demokrasisi" arasındaki çelişkiyi mutlaklaştırma eğiliminin bir tezahürüdür. Oysa Troçki'nin ifadesiyle, "demokrasi ile faşizm arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki hiç de 'mutlak' değildir, ya da bunu Marksizmin diliyle söyleyecek olursak bu çelişki asla iki uzlaşmaz sınıfın iktidarı anlamına gelmez." Bu mutlaklaştırma burjuva demokrasisinin, yani kapitalist bağlamdaki demokrasinin idealize edilmiş bir anlayışına dayanıyor. Öyle anlaşılıyor ki sosyalist hareket içerisinde toplumsal mücadele ve direnişlere karşı şiddet ve baskı yöntemlerinin devreye sokulması, tanımı itibariyle bu idealize edilmiş liberal demokratik sisteme dışsal bir durum olarak değerlendiriliyor. Yani tabi sınıflara yönelik sistemik şiddet, burjuva demokrasisine dışsal ve arızi bir öğe olarak görülüyor. Aslında böylece bu tipte liberal parlamenter nizamların kendi kendilerine ilişkin algıları yeniden üretilmiş oluyor. Böylece alt sınıflara, onların örgütlülük ve mücadelelerine yönelik baskının olduğu koşullar otomatik olarak parlamenter demokrasi harici bir tür "faşizm" olarak değerlendirilmiş oluyor. Oysa liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine parlamenter demokrasi şiddeti dışarıda bırakan ya da onu mutlak olarak dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Bu anlamda demokrasi ve faşizm kutupları arasında burjuvazinin hem seçimsel hem de terörist dayanaklara yaslandığı, hem parlamenter hem de baskı mekanizmalarının devreye sokulduğu sayısız ara form bulunur. Hâkim sınıf içi fraksiyonların sermayenin toplam hâkimiyetini garanti edecek şekilde düzenlenmesi ve alt sınıfların bu hâkimiyet ilişkisine siyasal eklemlenme biçimlerinin devlet düzeyinde örgütlenmesi, rıza ve baskı uğraklarının bir dizi karmaşık bileşimlerini gündeme getiren sayısız biçim alabilir. Bir hegemonyayı oluşturan rıza ve zor öğeleri ancak analitik düzlemde ayrıştırabilir; somut gerçeklikte bu iki öğe daima farkla almaşıklarda biraraya gelir.
Kapitalist bağlamdaki demokrasiye dair bu idealleştirmenin yarattığı kafa karışıklığımız, AKP'nin kâh muhayyel bir burjuva demokratik devrimin taşıyıcısı, kâh faşist bir rejimin tesisinin müsebbibi olarak tanımlanmasına neden oluyor. Böylece ifratla tefrit arasında sıkışıp kalıyoruz. Dolayısıyla AKP'nin faşist olup olmadığına dair tartışmayı Bizansvari bir skolastik ihtilaf olarak telakki etmemek gerek. Bilakis bu tartışma, AKP iktidarının ne olup ne olmadığı ve dolayısıyla da onunla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair bir siyasal arayışın önemli bir parçası sayılmalı. Bu sebeple söz konusu tartışmayı sürdürmek elzem...
(1) Rüstem Reis (M. Kürkçügil), "Faşizm tartışmalarına bazı hatırlatmalar", Enternasyonal, Mart-Nisan 1984.
"Kahverengi Veba"
Çoğu zaman sanıldığının aksine faşizmi ayırt edici kılan ortaya koyduğu baskı yöntemlerinin gaddarlığı, sürekliliği ya da şiddeti değildir. Yani alt sınıfların muhalefet ve direnişinin karşılaştığı şiddet ve terörün boyutlarıyla ilgili “niceliksel” bir mesele değildir faşizm. Faşizmi ayırt edici kılan, onun alt sınıfların “bütün” örgütlerini “tam” olarak bastırması ve yeniden canlanmalarını önlemesidir. Yani faşizm, basitçe siyasal otoriterlik, toplumsal mücadelelere karşı tedhiş ve sindirmeye başvurulması değildir. Troçki’nin deyimiyle faşizm, “bütün işçi örgütlerinin yok edilmesi, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir; kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir.” Yani faşizm polisiye ve idari baskı biçimlerinin ötesinde işçi sınıfının ve ezilenlerin bir bütün olarak sindirecek, ezecek, dağıtacak bir “totaliter” aygıtın şekillenmesi anlamını taşır. En başta ve açıkça söylemek gerekirse, faşizmin bu topyekûn yıkıcı karakterini göz ardı ederek her köşe başında faşizm aramak, her şeyden önce gerçek bir faşizm tehdidini önemsizleştiren bir tutumdur.
Bu anlamda faşizmin hâkim olması, işçi sınıfı hareketi açısından topyekûn bir yıkım, altından kalkılması güç, tarihsel nitelikte bir yenilgi demektir. Yine Troçki’nin sözlerine başvuracak olursak, “Kapitalizm, faşizmden işini tam yapmasını ister; bir kez iç savaş yöntemlerine başvurduktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal ele geçirir.” Dolayısıyla proletarya açısından faşizm mutlak, “tarihsel” nitelikte bir yenilgidir.
O zaman daha 20’li yaşlarının sonunda olan Fransız devrimci militan Daniel Guerin'in Almanya’ya gerçekleştirdiği ve “Kahverengi Veba” adıyla kitaplaştıran seyahat notları, faşizm zafere ulaştığında işçi hareketinin karşı karşıya kaldığı mutlak yenilgi ve demoralizasyonu “sıcağı sıcağına” aktaran (ne yazık ki bizde pek bilinmeyen) çok iyi bir örnektir. Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Guerin 1932'de, daha Naziler iktidara gelmeden hemen önce Almanya'da yaptığı seyahatlerden izlenimlerini, karşılaştığı “sıradan” insanlara dair manzaraları aktarır. İkinci bölümse Nazilerin iktidara geçişlerinden birkaç ay sonra bu sefer bisikletle yaptığı turdan alınmış izlenimlerden oluşur. Guerin birkaç aylık bir arayla şahit olduğu, adeta iki ayrı ülkeye, adeta iki ayrı dünyaya aittir. Aslında ikinci seyahatinde Guerin, Nazi rejimine dair bugün belki artık iyice kanıksadığımız görünümleri sıralar. Ancak onun farkı, Nazi rejiminin Almanya'da yarattığı o hızlı ve kesin değişimi ilk aktaranlardan biri olmasıdır. Bizim bugün onca resim, belgesel ya da kurgu filmden tevarüs ettiğimiz “tanıdık” görsel imgeler, Guerin için sarsıcı bir yeniliktir. Yaşanan felaketin izleri tazeyken edinilen bu ilk elden izlenimlerin verdiği aciliyet hissi, Guerin'in çalışmasını özel kılar.
Guerin mutlak bir yenilgi, siyasal topografyada kati bir değişimi dehşetle aktarır: “Bugün Ren nehrinin diğer tarafına yolculuk eden bir sosyalist deprem sonrasında tuzla buz olmuş bir şehrin kalıntılarını inceleyen birinin izlenimlerine sahip olur. Burada, sadece birkaç ay önce, bir siyasal partinin merkezi, bir sendika ve bir işçi gazetesi vardı; hemen şurada bir işçi kitapçısı bulunmaktaydı. Bugün aynı yerde devasa gamalı haçlı bayraklar dalgalanıyor. Burası bir kızıl sokak idi; burada nasıl mücadele edileceğini bilirlerdi. Bugünse burada sadece sessiz sedasız insanlara rastlanıyor.” Bu değişimin hızı ve yenilginin şiddeti karşısında Guerin “veba”, “kasırga” ya da şiddetle çarpan meteor benzetmelerinde bulunmaktan kendini alamaz. Değişim sadece siyasal manzarada değildir; insanların, hatta bir önceki yolculuğunda tanışmış olduğu insanların beden dili, jestleri, duruşları, konuşma şekilleri, sesleri değişmiştir. Guerin’in tanıklığı, Troçki’nin burjuvazi “faşizmden işini tam yapmasını ister” derken kastettiği “tam”ın ne olduğunu sarsıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Ortada böyle kapsamlı ve mutlak bir yenilgi yokken faşizmden bahsediyor olmak, daha mücadele vermeksizin teslim bayrağı çekmek anlamına gelmez mi? Faşizm tarihsel bir istisna sayılabilecek, “aşırılıklar çağının” bir kazası değil. Faşizm denen felaketin kökleri yaşadığımız dünyanın temel dinamiklerinde varolmaya devam ediyor. Hele hele içerisinden geçmekte olduğumuz kapitalist buhran koşullarında. “Komşu” Yunanistan örneğini şimdilik kaydıyla anıp geçelim. Dolayısıyla faşizmi bir metafor olarak kullanmakta, zihnimizin bir yanında faşizmi önümüzde duran olası bir felaket olarak daima tutmakta büyük yarar var. Ancak faşizmin bu uyarıcı etkisi, paralize eden bir apatiye de neden olabilir. Tanıl Bora’nın deyimiyle, “uluorta ‘faşizm geliyor’ alarmizmi ve Gestapo benzetmeleri, yalancı çoban etkisi yaratmak bir yana, korkuları çoğaltarak felç etmekten başka bir işe yaramayabilir. Nazi deneyimini bir mantıkî uç noktanın uyarıcı örneği olarak düşünmek, başka bir şeydir ve göz açar, uyanık tutar. Nazizmin hayaleti yol göstericidir kısacası.” Kestirmeden söylemek gerekirse: Metafor metanomiye, yani mecaz-ı mürsele dönüştüğünde , her şey faşizm olduğunda siyaseten kendi kendimizi paralize etmiş olmaz mıyız? AKP iktidarı karşısında da benzer bir mağlubiyet ve güçsüzlük hissi ve bu hissin tetiklediği bir paralize olma halinden, bir ataletten bahsetmek abartı mı olur? Aynı Guerin, bu kez faşizme dair “olgunluk” eserinde, “zaten faşizm, doğrudan doğruya, sosyalizmin ataletinin bir ürünü değildir de nedir? Faşizmin ardında, her zaman, sosyalizmin gölgesi hazır ve nâzırdır” derken kuşkusuz haklıydı.
AKP’nin bunca güçlü iktidarının ardında elbette bir yenilgi var; ancak dikkatli olalım: Söz konusu olan yukarıda ifade edildiği şekilde işçi sınıfı hareketini ve toplumsal muhalefeti yerle yeksan edip çok uzun bir zaman aralığında paralize edecek “topyekûn” bir yenilgi değil. AKP, tabi sınıfların 2001 krizi karşısında direnemediği, direnemediği için sermayenin saldırısına karşı kendi inisiyatifine, örgütlenme kapasitesine, kolektif enerjisine, muhalif potansiyeline dair özgüvenini kaybettiği bir momentte iktidar oldu. Dolayısıyla AKP’nin iktidarı elbette alt sınıflar açısından ciddi bir siyasal-sosyal yenilginin üzerine geldi. Ancak “faşizm” imalarıyla bizde bu yenilgiyi abartma yönünde bir eğilim hasıl olabiliyor. Düşmanı elbette küçümsemeyelim, ama onun güçlerini ya da uğradığımız mağlubiyeti de olduğundan büyük göstermeyelim, yoksa hareketsiz, inisiyatifsiz kalırız.
Dolayısıyla önümüzdeki temel “görev”, muhayyel bir faşist rejime karşı büyük ve geniş anti-faşist/demokratik cepheler inşa etmek değil, her şeyden önce AKP iktidarını mümkün ve berdevam kılan alt sınıfların bu kırılmış kolektif özgüvenini tamir etmeye soyunmaktır. AKP faşist teröre başvurduğu için değil, alt sınıfların kendi kaderlerini tayin etme, kendi kaderlerine sahip çıkma enerjileri akamete uğramış olduğu için güçlü. Bu anlamda “muhtaç olduğumuz kudret”, söz konusu enerjileri kışkırtacak, onaracak direnişlerdedir.
Karşıdevrimci umutsuzluğun mobilizasyonu
Faşizme karşı mücadelelerin tarihi faşizmi tanımlama, anlamlandırma ve onun tarihsel bir fenomen olarak ayırdedici yönlerini tarif etme yönündeki düşünsel çabaların tarihidir aynı zamanda. Bu düşünsel çaba akademik bir titizliğin değil, faşizme karşı nasıl ve hangi araçlarla mücadele edilmesi gerektiğine dair acil bir arayışın tezahürüdür. Bu nedenle faşizme dair en derinlikli Marksist analizlerin yapıldığı dönemin faşist tehdidin işçi sınıfı hareketi açısından en yakıcı biçimde hissedildiği 1920’li ve 1930’lu yıllar olması tesadüf değildir. Aslında Türkiye’de faşizme dair son dönemdeki tartışmalarda, iki savaş arası dönemde, yani 20. yüzyılın alacakaranlığında, faşizmle mücadelenin sıcaklığı içerisinde ortaya atılmış kuramsal yaklaşımlara referansların yok denecek kadar az olması şaşırtıcı. Faşizmin ne olup olmadığına dair onca yıllık ciddi teorik-politik birikim sanki bizi hiç ilgilendirmiyor. Herhalde bunca yıl “faşizmle” birlike yaşamayı becermiş olduğumuza göre bu hususta teorik-pratik birikimimizin aleme fark attığı düşünüyoruz.
Biraz kabalaştırma riskini de göze alarak, faşizme dair iki “mekanik” Marksizan tahlil çerçevesinden bahsedebiliriz. Bunlardan “sol” olanı faşizmi sermayenin elindeki sair baskı ve terör biçimlerinden sadece biri sayar. Faşizmi örneğin Bonapartizmden ya da askeri veya polisiye diktatörlük biçimlerinden ayıran özel karakteristikler üzerinde durmaz. 1928’den itibaren benimsenen “üçüncü dönem” politikalarının özü budur. Buna göre kapitalizmin ölümcül bunalım döneminde burjuvazinin her hâkimiyet biçimi artık faşizmden başka bir şey olamaz. Bu anlamda Hitler ya da Mussolini kadar örneğin Sırp Kralı Alexander da faşisttir. Faşizm “finans kapitalin terörist diktatörlüğü” ya da “tekelci kapitalizmin en saf hâkimiyet biçimi”nden ibaret bir olgudur. Faşizmin sermaye sınıfının proletaryaya karşı kullandığı bir baskı mekanizması olduğu görüşünde elbette gerçek payı vardır. Ancak bu paranın ancak bir yüzüdür. Bu tez faşizmin nasıl kendine has ciddi bir sosyal taban oluşturduğu, faşizmin nasıl kitleselleştiği ve çok geniş yığınları radikal bir biçimde seferber edebildiği üzerinde hiç durmaz. Burada faşizm özerk bir siyasal akım değil, sermayenin alelade bir piyonundan ibarettir.
“Sağ” analiz çerçevesi ise kapitalizmle faşizm arasında her türlü bağlantıyı es geçer ya da talileştirir. Faşizmi bir kitle hareketi olan özerk bir siyasal akım olarak değerlendirir; ancak bu siyasal akımın kapitalist hâkimiyetin sürmesindeki rolüne dair suskun kalır. Tam tersine, faşizmi kapitalist normalliğin dışında, kapitalist gelişmeyle ilgisiz bir reaksiyon sayar ve bu anlamda da faşist akımın bağımsız hareket kabiliyetini abartır. Buna göre faşizm capitalist modernliğin bir ürünü olmaktan ziyade ona verilmiş istisnai bir tepkiden ibarettir. Faşizme dair liberal ve sosyal demokratik görüşler genel itibariyle bu tahlil çerçevesinde şekillenmiştir.
Hatta, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin ardından “üçüncü dönem” politikalarından sağa doğru adı konmamış keskin bir dönüş yapan Stalinci Komintern’in 1934-5’ten itibaren hararetle savunduğu Halk Cephesi siyasetinin de ardında, faşizmle kapitalizm arasındaki rabıtayı talileştiren böyle bir perspektif vardır. Faşizm, o zamanın meşhur tabiriyle, “tekelci sermayenin en gerici, en şovenist, en saldırgan vs. kesimi”nin ifadesiyse bu, kapitalist sınıfın bu “aşırı” uç haricinde pekâlâ antifaşist olabileceğini varsayar. Bu da kapitalist düzenin temel kontürlerine ilişmeyen, “demokratik” ya da “ulusal” burjuvaziyle ittifak arayışında olan ve bu anlamda faşizme karşı mücadeleyi sosyal-sınıfsal içerisiğinden ayıran bir antifaşizm anlamını taşır (bkz. İspanya iç savaşı).
Neticede, kapitalist normallikten ve insanlığın evriminden bir sapma olarak faşizm anlayışı, bu siyasal hareketin milliyetçilik, devlet tapıncı vs. gibi hususiyetlerini kavramakta önemli ipuçları sağlasa da onun sosyal muhteva ve özellikle de sınıfsal işlevini gözardı eder. Bu “sağ” analiz çerçevesi, faşizmin özerk bir kitle hareketi olarak özgünlüğünü kavramaya dönük bir öğe barındırsa da onu kapitalizm bağlamından ayrıştıran yönü hayli problemlidir.
Faşizme dair bu “sol” ve “sağ” görüşlerin mekanik değerlendirmelerinin ötesinde sayılabilecek diyalektik bir analiz çerçevesi ise faşizmi ele alırken onun çelişkili yapısına vurgu yapar. Faşizm bir yandan mülksüzleşmekte olan geniş bir küçük burjuva kitlesini seferber eden bir kitle hareketiyken aynı zamanda sınıflar arası siyasal ve sosyal güç dengelerinde sermaye lehine ciddi bir kaymayı gündeme getirir. Faşizmin “küçük burjuvazinin karşı devrimci umutsuzluğunu” harekete geçiren bir kitle hareketiyle siyasal programının nihayetinde kapitalist doğası arasındaki bu ikili yapı, onun temel özelliğidir. Faşizmin burjuva düzeni terör yoluyla muhafaza etme işleviyle bir kitle hareketi olarak dile getirdiği özlemler arasında daima bir içsel gerilim bulunur. Troçki’nin özlü bir ifadesiyle, “faşizm, küçük burjuvaziyi, finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin ve örgütlemenin özgül bir yoludur.”
Burada bir hususu vurgulamak elzem. Faşizmin bir siyasal akım olarak özerkliği, onun radikal (çoğu zaman paramiliter) bir kitle seferberliği üzerine şekillenmesi Türkiye’deki faşizm tartışmalarında sıklıkla gözardı ediliyor. Oysa faşizmi “geleneksel” sağ kanat siyasal akım varyantlarından ayıran onun programından ziyade, ya da programı kadar, onun muarızlarını şiddet ve terör yoluyla sindirerek iktidara gelmeye çalışan parlamento dışı bir kitle hareketi olmasıdır. Faşizmin reaksiyoner bir kitle hareketi oluşu, yani aşağıdan gelişen ve sınıf hareketini hedefleyen bir kitle terörizmi biçimi olması, çoğu zaman sanıldığının aksine, onun şekli ve arızi değil, tanımlayıcı bir özelliğidir. Antonio Gramsci’nin deyimiyle, “faşizmin karakteristik özelliği, onun bir küçük burjuva kitle örgütü yaratmayı başarmasında düğümlenmektedir. Bu, tarihte ilk kez gerçekleşmektedir. Faşizmin özgünlüğü herhangi bir iç tutunuma ya da üniter ideolojiye hiçbir zaman sahip olamayan bir toplumsal sınıfa uygun düşen bir örgütlenme biçimi bulmuş olmasında yatmaktadır.” Bu anlamda faşizm, ezilen kitlelerin radikalizmini kendileri aleyhine seferber eder. Faşizm tam da bir kitle hareketi olduğundan iktisadi buhranı sermaye lehine çözmeye, sermaye ile emek arasındaki güç dengesinde radikal bir kırılma yaratmaya, sarsılmış burjuva iktidarını konsolide etmeye muktedirdir.
Faşizm basitçe siyasal reaksiyon biçimlerinden biri değildir. O “istisnai” bir formdur: Faşizm dışı otoriterlik biçimleri işçi sınıfını esas itibariyle sermaye sınıfının sosyal ve siyasal gücüyle tehdit ederken faşizmin arkasında bir kitle hareketinin fiziksel gücü bulunur. Faşizmin ezilenlerin sosyal ve siyasal varlığına yönelik “total” şiddetinin arkasında faşist liderlerin çılgınlıkları değil, bu maddi güç vardır. Bir başka deyişle, faşizm başka sağ kanat siyasal akımların sahip olmadığı bir güçle donanmıştır: Devrimci ya da antisistemik bir jargon kullanan radikal bir kitle hareketinin oluşturduğu siyasal ve sosyal güç. Aşağıdan gelişen kitlesel bir terör mekanizmasını seferber edilmesi faşist şiddeti karakterize eder ve bir kez iktidara geldiğinde faşizmin baskı aygıtının “geleneksel” metodlardan çok daha etkili ve bütünsel olmasına yol açar. Bu faşizmin gözardı edilebilir biçimsel bir karakteristiği değildir. Faşizmin işçi sınıfının ve ezilenlerin bütün sosyal ve siyasal kazanımlarını hızla ortadan kaldırabilmiş yıkıcı gücüne olanak veren bu hususiyetidir.
Dolayısıyla faşizmin tanımlayıcı bir özelliği olan onun radikal bir kitle seferberliği biçimi, bir kitle hareketi olduğunu es geçen her analiz, faşizme gücünü veren bu belirleyici kıstası atlamış olacak ve onu genel geçer bir olağanüstü hal rejimiyle eşdeğer kılacaktır. Böyle bakıldığında sermayenin emekçi sınıfara karşı “yukarıdan” bir manevra savaşı açtığı her durum, yani daha basitçe ifade etmek gerekirse her türden otoriter rejim otomatikman faşizm sıfatına hak kazanacaktır. Faşizm tabiri bu ölçüde genişletildiğinde, yani sermaye lehine her türden baskı rejimini ifade etmeye başladığında kavramın açıklayıcı gücü de ortadan kaldırır. Burjuva demokrasinin “tıkır tıkır” işlediği ideal durumlar haricindeki her hal faşizm olduğunda, faşizm diye ayrıksı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç da kalmaz açıkçası.
Son kart, "Acheron"
Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir buhranının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Bu anlamda faşizm “olağan” bir siyasal rejim biçimi değildir. Yanlış anlaşılmasın: Faşizme istisnai karakterini veren şey parlamenter demokrasinin burjuvazi açısından “olağan” bir rejim biçimi olması değildir. Onun “istisnailiği” faşist hareketin ikili karakterinin sermaye açısından ortaya koyduğu risklerden kaynaklanır. Faşizm politik program ve eylemi itibariyle siyasal alana sermaye lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de diğer yandan bilhassa kapitalist buhran koşullarında tepkili küçük burjuva ya da kısmen de olsa proleter kitlelerin radikal özlemlerini değilse de hayal kırıklıklarını ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Faşizm “aşağıda” reaksiyoner yönde bir radikalleşmeyi ima eder. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim ya da faşizmin çelişkili doğası, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Burjuvazi açısından mevcut devlet aparatının hâlihazırda sağladığı disipline etme teknolojilerinin ve baskı aygıtının ötesinde aşağıdan harekete geçen bir kitlesel terör mekanizmasınına yaslanmak, toplumsal düzenin devamı açısından ciddi riskler ihtiva edebilir. Şu ya da bu işçi direnişinin bastırılması ya da terörize edilmesi için faşist çeteleri finanse etmek, bu çetelerin eylem ve saldırılarına göz yummak, hatta bizzat bu güçleri alt sınıfları terörize edecek provokatif eylemler için seferber etmek başka şeydir, iktidarı onlara teslim etmek başka.
Virgilius’un Aeneid adlı destanında Juno, “Flectere si nequeo superos, Acheronta movebo” diye, yani mealen, eğer cennetin kararını değiştiremezsem ben de Acheron’u, yani cehennemi ayağa kaldırırım diye seslenir (Acheron ölüler diyarını yaşayanlar diyarından ayıran nehirdir). Sermaye için de faşizm, kendi cennetini muhafaza etmek için yeraltına, cehenneme, yani kitlelerin bilhassa kapitalist buhran koşullarındaki tepki, öfke ve hayalkırıklığına başvurması anlamını taşır. Sermayenin kendi hâkimiyetini tehdit eden rakip toplumsal güçlere karşı yardıma çağırdığı Acheron’un karanlık güçleri, yani faşist hareket, burjuvazinin “geleneksel” siyasal akımlarından farklı ve kontrolü zor bir güçtür.
'Faşist hareketin sermayenin elinde bir kukla, basit bir alet, bir piyon olduğu' görüşü iki savaş arası dönemde komünist hareket içerisinde John Heartfield’in (asıl adı Helmut Herzfeld) etkileyici anti-faşist fotomontajlarıyla popülerleşmiştir. Komünist Parti üyesi olan Heartfield’in fotomontajlarında Hitler Nazi selamı vermek için elini kaldırırken arkada duran bir kapitalist onun eline bir tomar para sıkıştırır ya da Hitler dönemin büyük işadamlarından Thyssen tarafından kurulan bir oyuncak olarak gösterilir. Bizim sinemada da “Zengin Mutfağı” gibi nitelikli olanlarından “Yıkılmayan Adam” gibi daha kötü örneklerine, patronların parayla tuttuğu katil sürüsü olarak faşist çeteler imgesi oldukça popüler hale gelmiştir. Oysa sermayeyle faşist hareket arasındaki ilişki böyle tek yönlü bir kullanma ilişkisinin ima ettiği basitlikte değildir. Yani faşizm, basitçe sermayenin “en gerici, en şoven, en saldırgan, en yayılmacı” fraksiyonunun elinde bir oyuncak olmaktan daha fazlasını ifade eder. Faşizm sermaye sınıfının toplumsal ve siyasal hiyerarşideki ayrıcalıklı pozisyonunu muhafaza etmek adına yürürlüğe soktuğu sair baskı mekanizmalarından ayırdeden tam da bu husustur. Faşist akımların çoğu kendilerini kapitalizmle sosyalizm arasında bir 'üçüncü yol' olarak tarif ederler, demagojik de olsa radikal bir dil kullanarak kendilerini bir biçimde “sistem dışı” ya da “devrimci” olarak tarif ederler. Faşizmin radikal bir kitle hareketi olarak sermayeden bu “görece” özerkliği, onun siyasal alana neticede sermaye lehine olacak müdahalesini daha radikal ve şiddetli kılar.
Faşist bir rejimde partiyle devlet aygıtının bütünleşmesi, geleneksel devlet personelinin yerini önemli ölçüde faşist kitle hareketinden gelme kadrolara bırakmasına neden olur. Bu faşist seçkinler, aristokratik ya da servete dayalı “geleneksel” siyasal ve sosyal elitten gelmezler (İspanya’da Falanjizmin kurucusu J. Antonio Primo de Rivera önemli bir istisnadır). Sokak çatışmaları ve parti faaliyetleri aracılığıyla “yükselmiş” bu tiplerin devlet erkânına dahil olması, kapitalistler için ilk bakışta pek de makbul bir seçenek değildir. Faşist çete şeflerinin devletin iplerini ellerine alması, sermaye sınıfı, ordu ve yüksek bürokrasi açısından ancak çok özel koşullarda çekici bir seçenek olarak değerlendirilir. Hitler’in alelade bir birahane ajitatöründen Alman ulusunun yanılmaz führeri haline gelişi, Goebbels’in propaganda sanatına ilişkin dehasının değil, bu “özel” koşulların, yani ciddi bir iktisadi ve siyasal buhranın ürünüdür.
Faşizm neredeyse bütün ulusun siyaseten pasifize edilmesi demektir; bu anlamda bizzat burjuvazi de belli ölçülerde siyaseten mülksüzleştirilmiş olur. Faşist hareketi burjuvazinin paralı askerlerinden ibaret sayan vülger Marksist analizlerde bu husus es geçilir. Dolayısıyla faşistlerin iktidara gelmesi süreci sermaye açısından ciddi riskler ihtiva eder. “Kavgam”da özetlenen görüşleri sahiplenen radikal bir kitle hareketini iktidara taşımak sermaye açısından oldukça tehlikeli olabilecek bir şeydir. Faşizmin seferber ettiği kitle terörizminin kapsamlı bir iç savaşa yol açması ve bu iç savaş koşullarında işçi sınıfının kazanma ihtimali, sermaye açısından gerçek bir risktir. Bu nedenle faşist hareketin iktidara taşınması sermaye açısından ancak çok kritik durumlarda gündeme gelebilecek bir şeydir. Yani faşizm ancak ortada başka “makul” çözüm (mesela askeri bir diktatörlük) görünmediğinde, devreye girebilir. Faşizm ancak burjuvazinin manevra alanının ciddi ölçüde daraldığı, toplumu yeniden düzenleme ve örgütleme konusunda yetersiz kaldığı ve bunun getirdiği tıkanıklık halinde “gerçekçi” ve “uygulanabilir” bir seçenek halini alır.
Faşizmin gündeme getirdiği genelleşmiş ve topyekûn “manevra savaşı” koşullarında sermaye düzeninin geleneksel fren ve kontrol mekanizmaları işlevsizleşir. Bu durumda, yani “geleneksel” burjuva siyasal mimarisinin bunca kırılganlaştığı topyekûn “manevra savaşı” koşullarında, proleteryanın faşist terörizmi alt etmesi, siyasal ve sosyal güç dengelerinde bir bütün olarak sermaye düzenini tehdit edebilecek boşluklar yaratabilir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan şiddet, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, yani bir faşist hareketin kısmi hedefler doğrultusunda desteklenmesi değil de, faşist bir hareketin iktidara taşınması, burjuvazi için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Ya da faşizm, sınıf mücadelesi kumarında sermayenin masaya sürdüğü “son kart” olabilir ancak. Her köşede faşizm keşfetme meraklılarının anlayamadığı tam da bu. Mesele faşizmin “geçmiş günlere ait bir kötülük” olması değil, faşist bir rejim tesisinin ancak çok özel buhran koşullarında gündeme gelebilmesidir.
Halet-i ruhiyeden siyasal harekete
Günümüzde hayli popüler olan AKP’nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu ya da faşizmin AKP devresine geçtiğimiz iddiaları, AKP iktidarının sınıfsal muhtevası ve sosyal işlevine dair bir tartışmadan neşet etmiyor. İstisnalar baki (bu istisnaları tartışmak gerek), AKP’nin faşizmi söylemi sınıf ilişkilerinden, sosyal/sınıfsal güç dengelerinden, mevcut sermaye birikim rejiminin ortaya koyduğu olanak ve kısıtlardan bağımsız, ajitatif amaçlarla yaygınlaştırıyor. Plehanov’un ajitasyonla propaganda arasında yaptığı “klasik” ayrımı sıklıkla gözardı ettiğimiz için bu durum daha da vahim hal alabiliyor. Hatırlanacağı gibi Plehanov’a göre, "bir propagandist çok sayıda fikri bir ya da birkaç insana sunarken bir ajitatör bir ya da birkaç fikri çok sayıda insana sunar." Biz “birbirimize” karşı da, yani sol içinde de propaganda yapmaktan ziyade “ajitasyon çektiğimiz” için tartışma daha da içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Bu ajitatif çerçevede, AKP’nin otoriter, hatta faşizan kimi pratiklerini (faşizan pratiklerle faşist bir rejim tesisi arasında dağlar kadar fark var elbette) kınamak, teşhir ve telin etmek adına ortaya atılan ve çoğaltılan bir söylem bu. Yani faşizmi esas itibariyle siyasal baskı, otoriter pratikler ve milliyetçi, reaksiyoner ya da baskıcı söylemler çerçevesinde tanımlayan bir yaklaşım. Böylece AKP’nin bir faşist rejim tesis etme yolunda olduğunu iddia edenlerin büyük bir bölümü, faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlayarak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi, yargı üzerinde siyasal denetim vb.), onu sermaye birikim süreçleriyle bağlantılandırmayan Marksizm dışı düşünce akımlarının tipik bir eğilimini yeniden üretiyorlar.
Oysa faşizmin kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız “saf” bir siyasal olgu olmadığını ısrarla vurgulamak gerek. Daha önce de vurgulandığı üzere, faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir.Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının sermaye lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşizmin sosyal işlevi kabaca budur. Bu arada işçi sınıfının “gücü” demişken vurgulamak gerek: Faşizm bir iktisadi buhranın “otomatik” sonucu değildir. İşçi hareketinin ve aşağıdakilerin sosyal-siyasal hareketliliğinin de belli bir seviyede olması, mevcut siyasal rejimin hareket kabiliyetini daraltan, onu zorlayan bir düzeyde olması da denklemin bir parçasıdır. Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? Solun ve emek hareketinin bunca cılız oldugu bir durumda sınıfı “kıyacak” bir terör kampanyasına, böyle bir kitle seferberligine zaten ihtiyaç yok. Yani her köşede faşizm keşfetmek kendi güç ve konumumuza dair de gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapamamayı da ima ediyor. Ne AKP otoriterizminin kaynaklarını tartışabiliyoruz böylece ne de kendi güçlerimize dair sağlıklı bir değerlendirme yapmış oluyoruz...
Neticede faşizmle sermaye birikim süreçleri arasındaki bağları göz önüne almayan her tahlil “havada” kalmaya mahkûmdur. Bu noktada, konudan biraz uzaklaşmak pahasına, belki bir parantez faydalı olabilir: Aslında halihazırda faşizme dair uluslararası akademik yazında da esas itibariyle faşizmin sosyal veçhe ve işlevinden ziyade onun söylemlerine, ideolojik kökenlerine yoğunlaşılıyor ve dolayısıyla da kapitalizmle faşizm arasında Marksist yazının daima vurguladığı rabıta talileştiriliyor. Böylece de faşizm esas olarak bir “ideoloji” olarak ele alınmış oluyor. Son yirmi yılda faşizmi bu sosyal içerikten bağımsız olarak tarif etme eğilimi giderek daha baskın oldu, bu çerçevede neredeyse bir yeni konsensüs oluştu. Belki de bir önceki döneme hâkim olmuş kimi Marksizan indirgemeci eğilimlere tepki olarak, faşizmi tıpkı diğerleri gibi “bağımsız” bir ideoloji ve siyasal akım olarak ele alma eğilimi giderek kuvvetlenmiş durumda. Buna göre faşizmin “ne yaptığına” değil, “ne dediğine” yoğunlaşmak gerekir. Yani faşizm üzerine çalışmaların üzerinde durması gereken, faşit hareketin siyasal ve sosyal pratiğinden, sermaye düzeni bakımından gördüğü işlevden ziyade, faşist akımın sözcü ya da “teorisyenlerinin” beyanatlarıdır. Buna göre faşist squadristi’lerin ya da SA’ların grevlere, kent ve kır emekçilerine saldırılarını değil, Mussolini ya da Strasser’in milli sosyalizm üzerine beyanatlarını esas almak gerekir.
Kapitalizmden bağımsız böyle bir faşizm analizinin vahim sonuçları da oluyor elbette: Kapitalizmle faşizm arasında içsel illiyet yok sayılınca faşizmin basitçe (aslında tıpkı “komünizm” gibi) bir “totalitarizm” tipi olarak değerlendirilmesi mümkün oluyor. Böylece tıpkı “kızıl totalitarizm” gibi faşizm de totalitarizmin bir rengine indirgenebiliyor (kahverengi totalitarizm). Bu izleği takip edince mesela Stalin döneminde SSCB’nin Nazi Almanyası’ndan daha “totaliter” olduğunu öne sürmek bile mümkün hale geliyor. Dahası da var: Faşizm bir ideolojiden ibaretse, onun pratiği değil de kendi kendini adlandırma ve anlamdırma biçimleri önemliyse, o zaman faşizm de rahatlıkla bir “sosyalizm” tipi olarak tasnif edilebilir. Şaka değil, böylesi bir eğilim giderek yaygınlık kazanıyor, faşizmi liberal parlamenter nizama ve “piyasa ekonomisine” karşı bir tür devletçi sosyalizm türü saymak genelleşiyor.
Bu kısa yazıda bu meseleleri hakkıyla ele almak mümkün değil elbette. Ancak şu husus kabaca da olsa vurgulanmalı: Faşizmin düşünsel kaynakları aslında bizzat kapitalist modernlikte temellenir. 19. yüzyılın sonunda faşizmi belirleyecek düşünsel temalar büyük ölçüde şekillenmişti aslında: Saldırgan milliyetçilik, insan toplumlarını tasnif etmede “bilimsel” bir kategori olarak ırk düşüncesi, anti-semitizm, emperyalizm ve sömürgeleştirilen insanların bir tür “aşağı insan” olarak görülmesi, sınıf mücadelesinin “bölücü” etkilerine tepki, savaşın toplumsal yozlaşmayı arıtıcı etkisine inanç, saldırgan erkeklik rollerinin benimsenmesi vs. Bu temaların somut bir siyasal akıma dönüşmesi ve evrenselleşmesi ise ancak Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden siyasal, iktisadi ve sosyal buhran içerisinde söz konusu olabilmiştir. Bu buhran koşullarında bahsi geçen düşünsel temalar somut bir toplumsal muhteva kazanmış, faşizm bir siyasal hareket halini almış ve yine somut bir sınıfsal-sosyal işlev görmüştür.
Yani faşizmi oluşturan düşünsel temalar hâkim ideolojinin temel bileşenlerinde zaten mevcuttur. Faşizm zaten bir anlamda her yerdedir; belli fikirler ya da daha doğru bir ifadeyle bir halet-i ruhiye olarak daima gündelik dolaşımdadır. Seren Yüce’nin Çoğunluk adlı filmi gündelik tedavüldeki bu faşizan halet-i ruhiyenin gerçekçi (ve boğucu) bir tasvirini verir. Yani faşizm, kapitalist modernlikten bir sapma değil, bizzat onun yarattığı bir potansiyelse hemen her yerde faşizmin izlerini bulmak mümkün elbette. Ancak dikkat: bir siyasal akım olarak faşizm, zaten mevcut olan, kapitalist modernliğin her gün yeniden ürettiği bu düşünsel temaları ve halet-i ruhiyeyi yeni ve eklektik bir bütün halinde yeniden anlamlandırır. Bu temaları çeşitli sınıfları ve sınıf bağlantılı katmanları mobilize eden bir siyasal vizyona dönüştürür. Dolayısıyla faşizmde bir düşünsel özgünlük aramak yerine, söz konusu fikri temaların hangi sınıfsal-sosyal güçler dengesi bağlamında bir siyasal hareket halini aldığı ve bu hareketin bu güçler dengesine ne yönde müdahale ettiği sorgulanmalıdır. Netice itibariyle faşizmi kapitalizmden ve toplumsal sınıflardan, sosyal güç dengelerinden bağımsız bir siyasal ideoloji ve rejim olarak tartışmak, bizi bizzat faşizmin ne olduğuna dair bir çıkmaza sürükler. Zira böyle “havada” bir faşizm tanımı, bizi gerçekten her yerde faşizm keşfetmeye sürükler. Bu anlamda, hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun, faşizme dair her tartışmanın “ayaklarını yere indirmek” bir zorunluluktur.
Uzatmayalım: Günümüzde cereyan eden ve AKP’nin faşist olup olmadığı yönündeki tartışma, (istisnalar baki olmak kaydıyla) faşizmi “saf” siyasal bir görüngü olarak değerlendirmekle, yani “ayakları havada olmakla” malul. Sermaye birikim süreçleri ve sınıfsal güç dengeleriyle bağı kurulmamış bir faşizm tartışmasıyla karşı karşıyayız. Bu anlamda bu tartışma biraz önce aktarılan akademik eğilimle (siyasal sonuçları değil de çıkış noktası itibariyle) paralellik arzediyor. Tam da bu yüzden, AKP otoriterizmine karşı mücadelenin sınıfsal/sosyal muhtevasını es geçerek onu saf bir demokrasi tartışması içerisine sıkıştırmak gibi bir riski ihtiva ediyor. Oysa mesele, sosyalist hareketin AKP karşısında oluşmakta ve yaygınlaşmakta olan reaksiyonlara antikapitalist bir muhteva verip veremeyeceği aslında. Sosyalist hareketin sade suya tirit kuru bir “AKP karşıtlığı”na minnet etmemesi gerek. Önümüzdeki süreçte belirleyici olan, yaygınlaşabilecek AKP karşıtı reaksiyonun nasıl ve kimler tarafından içeriklendirilebileceği meselesidir. Tam da bu nedele “AKP faşizmi” gibi ajitatif açıdan belki yararlı görülen ama geniş kitleler nezdinde antikapitalist bir istikamette siyasallaşmaya pek de el vermeyen, dahası sosyalist muhalif dili genel bir AKP karşıtı jargonda eritme tehdidi olan söylemlerden uzak durmak gerek.
Gizli, açık, kurumsal, derinleşen faşizmler
Aslında 1970’li yıllarda daha popüler olan, Türkiye’de kapitalizmin emperyalizme bağımlı, dolayısıyla da “çarpık” bir gelişme gösterdiği, bunun da burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasına imkân tanıyacak güçte (yani “ulusal” ve “demokratik”) bir kapitalist sınıfın gelişmesine izin vermemesi sonucu faşizmin devlete “içsel” bir mahiyet kazandığı tezleri son zamanlarda yeniden gündeme geliyor. AKP faşizmini “sömürge tipi faşizmin” aktüel bir rehabilitasyonu ya da uyarlaması addeden bu yaklaşım, faşizmi saf bir siyasal görüngüden ibaret saymaması itibariyle ayrıksı bir yerde duruyor elbette. Bu yüzden de bilhassa ele alınması, tartışılması gerekiyor.
Esasında bu yaklaşımın temel bir sorunu (kabaca özetlemek gerekirse), Türkiye’deki kapitalizmi “çarpık” benzeri sıfatlarla neredeyse “gerçek” olmayan bir (montaj) kapitalizm sayması ve dolayısıyla da burjuvaziyi hegemonik olamayacak bir zayıflıkta görmesidir. Buna göre Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmamış, yeni-sömürgecilik bağlamında yarıda kalmıştır. Bu nedenle Türkiye’de bir “burjuva demokrasisi” değil, ancak onun bir karikatürü söz konusu olmuştur. (“Burjuva devriminin” tamamlanmamış olmasını demokrasinin gelişkinliğinin temel kıstası olarak ele almanın “otantik”, yani emperyalizmce çarpıtılmamış –ulusal- bir sermayeyle demokrasi arasında bir özdeşlik ima ettiğini geçerken not edelim).
Bu görüşe göre Türkiye kapitalist sınıfı, güçlü bir hegemonik projeyle ortaya çıkabilecek, yani bütün ulusa politik, moral ve entelektüel düzeyde liderlik edebilecek kudrette değil. Olmadığı için de sürekli olarak baskı aygıtını seferber ederek (faşizm) ayakta durmaktadır. İkna değil korku, Türkiye hâkim sınıfının temel yönetme metodudur. Dolayısıyla tabi sınıflar üzerinde hâkimiyet ya temsili demokrasi vitrini ardında söz konusu olan “gizli faşizm” yoluyla ya da daha kritik durumlarda bu vitrine dahi gerek duymaksızın “açık faşizm” yoluyla icra edilir. Böylece Türkiye’de (ve elbette Türkiye’nin konumunda bulunan tüm ülkelerde, yani dünyanın hemen hemen üçte ikisinde) “sömürge tipi” faşizmin açık ya da gizli türleri dışında bir yönetim biçimi yoktur. Yani faşizm her yerdedir; azgelişmiş ülkelerde varolan ve varolabilecek yönetimlerin tümü faşizmin çeşitli varyantlarından ibarettir.
Bu görüş, aslında tam da AKP iktidarının gücünü oluşturan temel karakteristiklerini talileştirmekle malul. “Emperyalizme göbekten bağımlı olduğu için” zayıf ve dolayısıyla hegemonik olamayacak, daima ancak gizli ya da açık zor yoluyla domine edebilecek bir sermaye sınıfı tanımı, AKP’nin neoliberal-muhafazakârlaştırıcı hegemonik projesinin popüler talepleri nasıl kapsamına alarak yeniden içeriklendirdiğini, AKP’nin popülist siyasetinin “alnı secde görmüş millet” ile “gayrimilli, vesayetçi elitler” saflaşmasını seferber ederek burjuvazinin 1990’lı yıllardaki temsil krizini nasıl çözdüğünü atlıyor. Mesele basitçe sömürge tipi faşizmin asker değil, daha sivil bir görünümlü bir varyantına geçiş olarak ifade edilmiş oluyor. Oysa günümüzde Türkiye’deki neoliberal hegemonyayı gizli ya da açık, derinleşen, koyulaşan vs. bir faşizmin eseri, yani “suni” bir dengenin ürünü saymak siyaseten cidden sorunlu.
Aslında bu ve benzeri argümanlar yoluyla sadece faşizm değil, AKP’nin hegemonik gücü küçümsenmiş oluyor. Oysa AKP, 1980 sonrasında ve özellikle 1990’larda başarısız ya da ancak kısmen başarılı olan neoliberal hegemonya girişimlerini, özgün bir biçimde başarıya ulaştırmış durumdadır denebilir. Türkiye’de sermaye düzenini adeta dışarıdan monte edilmiş yapaylıkta gören, kapitalist sınıfı ise hegemonik olamayacak ölçüde cılız olarak değerlendiren bu tür yaklaşımlar, ismi ve cismiyle bir neoliberal hegemonya (elbette Gramsci’nin deyimiyle “zor ile kuşanmış bir hegemonya”) karşısında olduğumuzu atlıyor. AKP’nin toplumsal muhalefete pervasızca saldırırken aynı zamanda kendisini nasıl bir demokratikleştirici güç olarak sunabiliyor ve üstelik onay alabiliyor oluşunu es geçiyor. AKP iktidarı gücünü baskı ya da tahakkümden ziyade ya da onunla birlikte esas olarak etrafında kenetlenen geniş bir toplumsal koalisyona ideolojik ve moral önderlik yapabilmesinden alıyor. AKP’yi güçlü kılan, işçi sınıfı örgütlerinin karşısına çıkardığı paramiliter gruplar, ya da grevleri ya da direnişleri basan “şok birlikleri” değil, işçi sınıfının sosyal ve siyasal gücünü kırarken aynı zamanda rıza üretebiliyor oluşudur. AKP’nin “başarısı”, faşizan bir demagojik “sosyalist” dil kullanması değil, sosyal-sınıfsal meseleyi depolitize ederken kendisini gayrimilli elitlere karşı mücadele eden milletin otantik temsilcisi olarak sunabilmesidir. Yani sınıfsal sorunları talileştirip onları kültürelleştiren bir sağ-otoriter popülizmin başarılı bir örneği olmasıdır. Bu durumu atlayıp emekçi sınıfların günümüzde yaşadığı atomizasyonun ardında faşist terör olduğunu söylersek yalnızca kendimizi kandırmış oluruz. Tam da bu bağlamda, ister istemez siyasal baskı ve sindirme çerçevesinde şekillenen, bu yönde bir vurguyu öne çıkartan “faşizm” argümanı, siyasal saflaşmaları ekonomi dışı alana kaydıran AKP’nin hegemonik söylemini bu kez tersinden yeniden üretme riskini ihtiva ediyor.
Netice itibarıyla AKP faşizmine dair belirlemeler, “sömürge tipi faşizm” tezlerinin yeniden güncelleştirilmiş versiyonuna dayansın dayanmasın, AKP iktidarının özgün karakterini gözardı ediyor, AKP’nin tesis ettiği neoliberal hegemonyayı küçümsüyor. (Hemen eklemek ve unutmamak gerek: Bir hegemonyanın tesis edilmiş olması sermaye düzeni açısından bütünüyle sorunsuzluk anlamına gelmez elbette. Tam aksine hegemonya devamlı suretle kırılgandır, sürekli olarak sınıfların karşılıklı ilişkilerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik bütünselliğinin yeniden dengelenmesi gerekir.) Bu tip bir argüman, mevcut iktidarı kapitalist küreselleşmenin ya da BOP misali emperyalist projeksiyonların basit bir taşeronu, bir aracısı seviyesine indirgiyor. Böylece de AKP’nin farklı sınıfsal ya da sınıf-bağlantılı güçleri hâkim sınıfın siyasi, entelektüel ve moral liderliği altında nasıl örgütleyebildiği meselesini, özel sınıfsal çıkarları ayrıcalıklı kılan ulusal-popüler projesinin başarısını talileştiriyor. Dahası, G20 üyesi olan, Ortadoğu, Afrika, hatta Latin Amerika’da “iş çeviren” Türkiye’yi basitçe bir “taşeron” addetmek, Türkiye hâkim sınıfının emperyalist “zincir” içerisinde yeni konumlanma denemelerini ve bu denemelerle bağlantılı olarak sermayenin yapılanmasındaki dönüşümleri anlamamızı imkânsız kılıyor. Oysa bir “rejim” tartışması tam da bu dönüşümlerle bağlantılı değil midir? Önümüzdeki dönemde AKP iktidarının “stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin” başka emsallleriyle daha da sık karşılaşmamız kuvvetle muhtemel olduğundan bu küçümseme, mevcut iktidarı adeta “monte edilmiş”, “suni” bir güç sayma hali siyaseten etkisizleştirici bir hal alıyor. Unutmayalım; kısa erimli ajitatif amaçlarla da olsa düşmanı küçümseme lüksümüz yok.
Sendika.Org
"Pan-Faşizm" ve Demokrasi
29 Mart günü KESK'in 4+4+4 yasa tasarısına karşı düzenlemek istediği eyleme çok sert bir biçimde müdahale eden polisi tebrik eden Ankara Valiliği açıklamasında, KESK üyelerine amansızca saldıran polislerin "stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin emsalsiz" bir örneğini ortaya koyduklarını vurguluyordu. Aslında "emsalsiz" sıfatı biraz gereksiz olmuş. Mebzul miktardaki örneği anmaya gerek yok. AKP hükümetinin toplumsal muhalefetin hemen hemen bütün renklerine dair giderek daha saldırgan bir tutum aldığı, "çağdaş güvenlik mühendisliğinin" örneklerini sıklıkla ortaya serdiği aşikâr. Bu açık otoriter yönelim, sosyalist saflarda mevcut iktidarın karakterine dair bir tartışmayı da kışkırtmış durumda. Bu tartışma bağlamında AKP'nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu solda giderek daha popüler hale gelen bir argüman. AKP hükümetinin son dönemde otoriter karakteri iyiden iyiye pekişen performansı karşısında faşizm nitelemesine başvurmak, faşizme gidişten bahsetmek sosyalistler arasında iyiden iyiye kanıksanır hale gelmiş durumda.
Aslında Türkiye'de sosyalist hareketin önemli bir bölümünün bir tür "pan-faşizm" arazıyla, yani devletin neredeyse her baskı eyleminde, her türlü askeri veya başka diktatörlük ya da otoriterizm biçimlerinde "faşizm" keşfetmekle malul olduğunu söylemek mümkün. Bu "pan-faşizm", yani hemen her siyasal iktidarın faşizm olarak tanımlanması, Komintern tarafından 1928 sonrasında uygulamaya konan ve Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesinde payı büyük olan "üçüncü dönem" çizgisini andırıyor. O zaman da sosyal demokrasiden (sosyal faşist) Hitler'in faşist NSDAP'sine hemen bütün siyasal akımlar faşist olarak adlandırılmaktaydı. Bu anayışa göre tekelci kapitalizm devrinde şu ya da bu siyasal kılıf altında kim iktidarda olursa olsun bu faşizmden başka bir şey olamazdı. Nazilerin işçi sınıfının onca örgütlü gücüne rağmen 1933'te iktidarı görece rahat almalarında işte bu üçüncü dönemci "pan-faşist" algılayışın ve onun beraberinde getirdiği siyasal rehavet ve apatinin elbette ciddi payı vardı.
Bizdeki pan-faşizm Türkiye sosyalist hareketinin son yıllarına ait bir icad değil elbette. 1970'lerden beri faşizm hususunda muazzam bir kafa karışıklığının söz konusu olduğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki Türkiye'de birkaç yılda bir faşist bir rejim tesis ediliyor, sonra her nasılsa bu faşist rejim kendiliğinden bir biçimde çözülüveriyor. 12 Mart faşizminden MC faşizmine, oradan da 12 Eylül faşizmine, orada da yerinde duramayıp AKP faşizmine ilerliyoruz. Faşizm pinpon topu misali bir geliyor bir gidiyor. Oysa faşizmden faşizme bu evrimsel ve "yumuşak" geçişlerin ima ettiğinin aksine, sadece faşizmin bile değil, genel olarak bir siyasal rejimin çözülüp yerine bir yenisinin şekillenmesi bir politik krize denk düşer. Bunca faşizm gördükten sonra memlekette hâlâ sosyalist hareketten bahsedebiliyor oluşumuz herhalde artık faşizm hususunda hayli şerbetli oluşumuzdan olmalı. Bu kadar faşizm görmüş geçirmiş bir sosyalist hareket herhalde yeryüzünde yoktur. Şaka bir yana, "faşizm geldiğinde şaşıran, gittiğinde şaşıran bir sosyalist hareketin, gelene de gidene de müdahale etmekte aciz kaldığı da eklenirse, acizliğini geleni gideni kavramakta, tanımlamaktaki ve ona uygun geliştirdiğini sandığı mücadele arayışında aramak gerekmez mi biraz da?"(1)
Günümüzde "sağım solum faşizm" demek devrimciliğin neredeyse alamet-i farikası haline gelmiş durumda. Neyin faşist olup neyin olmadığını tartışmaya kalkmak dahi devrimciliğe halel getiren bir şey olarak anlaşılıyor. Faşizm bir siyasal belirleme olmaktan çıkıp devrimci jargonun, daha doğrusu pozun temel bir bileşeni haline gelmiş durumda. Dolayısıyla mesela AKP'nin faşist bir rejim tespit etmekte olduğu iddiasını sorgulamak dahi devrimci mahkeme-i kübrada bir günahkâr olarak hüküm giymeniz için kâfi. Aslında faşizm nitelemesi bizde büyük ölçüde pejoratif bir anlamı içeriyor. Bu anlamda AKP üzerinden faşizm tahlili yapan sosyalistlerin önemli bir bölümü siyasal görevler ve stratejiler bağlamından kopuk bir tartışma yürütüyor. Ancak belli ki ısrarla hatırlatmak gerek: Sosyalistler açısından önemli olan, teorik ve soyut düzlemde bir kavramsal kesinlik tartışmasından ziyade siyasal strateji ve taktikler tartışmasıdır. Yani faşist bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu iddia edenlerin bu tespitle kalmaması, faşizme karşı mücadeleye dair bir mücadele yöntemi (birleşik işçi cephesi, halk cephesi, faşizme karşı direniş komiteleri, birleşik devrimci merkez gibi) önermesi de gerekmez mi? Faşizmle karşı karşıyaysak alarm zillerini çalmak ve faşizm karşısında nasıl derlenmemiz gerektiğine dair bir acil tartışma yürütmek gerekmez mi? Memlekette faşist bir rejimin tesis edilmekte olduğuna dair onca patırtıya rağmen böyle bir siyasal arayış söz konusu mu? Belki de bu tedrici faşistleşme tespitinde bulunanlar dahi kendi faşizm "tespitlerine" itibar etmiyor olsa gerek ki böyle bir ihtiyaç hasıl olmuyor ve herkes bildiği biçimde yoluna devam ediyor.
Aslında bir boyutuyla pan-faşizm, faşizm ile "burjuva demokrasisi" arasındaki çelişkiyi mutlaklaştırma eğiliminin bir tezahürüdür. Oysa Troçki'nin ifadesiyle, "demokrasi ile faşizm arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki hiç de 'mutlak' değildir, ya da bunu Marksizmin diliyle söyleyecek olursak bu çelişki asla iki uzlaşmaz sınıfın iktidarı anlamına gelmez." Bu mutlaklaştırma burjuva demokrasisinin, yani kapitalist bağlamdaki demokrasinin idealize edilmiş bir anlayışına dayanıyor. Öyle anlaşılıyor ki sosyalist hareket içerisinde toplumsal mücadele ve direnişlere karşı şiddet ve baskı yöntemlerinin devreye sokulması, tanımı itibariyle bu idealize edilmiş liberal demokratik sisteme dışsal bir durum olarak değerlendiriliyor. Yani tabi sınıflara yönelik sistemik şiddet, burjuva demokrasisine dışsal ve arızi bir öğe olarak görülüyor. Aslında böylece bu tipte liberal parlamenter nizamların kendi kendilerine ilişkin algıları yeniden üretilmiş oluyor. Böylece alt sınıflara, onların örgütlülük ve mücadelelerine yönelik baskının olduğu koşullar otomatik olarak parlamenter demokrasi harici bir tür "faşizm" olarak değerlendirilmiş oluyor. Oysa liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine parlamenter demokrasi şiddeti dışarıda bırakan ya da onu mutlak olarak dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Bu anlamda demokrasi ve faşizm kutupları arasında burjuvazinin hem seçimsel hem de terörist dayanaklara yaslandığı, hem parlamenter hem de baskı mekanizmalarının devreye sokulduğu sayısız ara form bulunur. Hâkim sınıf içi fraksiyonların sermayenin toplam hâkimiyetini garanti edecek şekilde düzenlenmesi ve alt sınıfların bu hâkimiyet ilişkisine siyasal eklemlenme biçimlerinin devlet düzeyinde örgütlenmesi, rıza ve baskı uğraklarının bir dizi karmaşık bileşimlerini gündeme getiren sayısız biçim alabilir. Bir hegemonyayı oluşturan rıza ve zor öğeleri ancak analitik düzlemde ayrıştırabilir; somut gerçeklikte bu iki öğe daima farkla almaşıklarda biraraya gelir.
Kapitalist bağlamdaki demokrasiye dair bu idealleştirmenin yarattığı kafa karışıklığımız, AKP'nin kâh muhayyel bir burjuva demokratik devrimin taşıyıcısı, kâh faşist bir rejimin tesisinin müsebbibi olarak tanımlanmasına neden oluyor. Böylece ifratla tefrit arasında sıkışıp kalıyoruz. Dolayısıyla AKP'nin faşist olup olmadığına dair tartışmayı Bizansvari bir skolastik ihtilaf olarak telakki etmemek gerek. Bilakis bu tartışma, AKP iktidarının ne olup ne olmadığı ve dolayısıyla da onunla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair bir siyasal arayışın önemli bir parçası sayılmalı. Bu sebeple söz konusu tartışmayı sürdürmek elzem...
(1) Rüstem Reis (M. Kürkçügil), "Faşizm tartışmalarına bazı hatırlatmalar", Enternasyonal, Mart-Nisan 1984.
"Kahverengi Veba"
Çoğu zaman sanıldığının aksine faşizmi ayırt edici kılan ortaya koyduğu baskı yöntemlerinin gaddarlığı, sürekliliği ya da şiddeti değildir. Yani alt sınıfların muhalefet ve direnişinin karşılaştığı şiddet ve terörün boyutlarıyla ilgili “niceliksel” bir mesele değildir faşizm. Faşizmi ayırt edici kılan, onun alt sınıfların “bütün” örgütlerini “tam” olarak bastırması ve yeniden canlanmalarını önlemesidir. Yani faşizm, basitçe siyasal otoriterlik, toplumsal mücadelelere karşı tedhiş ve sindirmeye başvurulması değildir. Troçki’nin deyimiyle faşizm, “bütün işçi örgütlerinin yok edilmesi, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir; kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir.” Yani faşizm polisiye ve idari baskı biçimlerinin ötesinde işçi sınıfının ve ezilenlerin bir bütün olarak sindirecek, ezecek, dağıtacak bir “totaliter” aygıtın şekillenmesi anlamını taşır. En başta ve açıkça söylemek gerekirse, faşizmin bu topyekûn yıkıcı karakterini göz ardı ederek her köşe başında faşizm aramak, her şeyden önce gerçek bir faşizm tehdidini önemsizleştiren bir tutumdur.
Bu anlamda faşizmin hâkim olması, işçi sınıfı hareketi açısından topyekûn bir yıkım, altından kalkılması güç, tarihsel nitelikte bir yenilgi demektir. Yine Troçki’nin sözlerine başvuracak olursak, “Kapitalizm, faşizmden işini tam yapmasını ister; bir kez iç savaş yöntemlerine başvurduktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal ele geçirir.” Dolayısıyla proletarya açısından faşizm mutlak, “tarihsel” nitelikte bir yenilgidir.
O zaman daha 20’li yaşlarının sonunda olan Fransız devrimci militan Daniel Guerin'in Almanya’ya gerçekleştirdiği ve “Kahverengi Veba” adıyla kitaplaştıran seyahat notları, faşizm zafere ulaştığında işçi hareketinin karşı karşıya kaldığı mutlak yenilgi ve demoralizasyonu “sıcağı sıcağına” aktaran (ne yazık ki bizde pek bilinmeyen) çok iyi bir örnektir. Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Guerin 1932'de, daha Naziler iktidara gelmeden hemen önce Almanya'da yaptığı seyahatlerden izlenimlerini, karşılaştığı “sıradan” insanlara dair manzaraları aktarır. İkinci bölümse Nazilerin iktidara geçişlerinden birkaç ay sonra bu sefer bisikletle yaptığı turdan alınmış izlenimlerden oluşur. Guerin birkaç aylık bir arayla şahit olduğu, adeta iki ayrı ülkeye, adeta iki ayrı dünyaya aittir. Aslında ikinci seyahatinde Guerin, Nazi rejimine dair bugün belki artık iyice kanıksadığımız görünümleri sıralar. Ancak onun farkı, Nazi rejiminin Almanya'da yarattığı o hızlı ve kesin değişimi ilk aktaranlardan biri olmasıdır. Bizim bugün onca resim, belgesel ya da kurgu filmden tevarüs ettiğimiz “tanıdık” görsel imgeler, Guerin için sarsıcı bir yeniliktir. Yaşanan felaketin izleri tazeyken edinilen bu ilk elden izlenimlerin verdiği aciliyet hissi, Guerin'in çalışmasını özel kılar.
Guerin mutlak bir yenilgi, siyasal topografyada kati bir değişimi dehşetle aktarır: “Bugün Ren nehrinin diğer tarafına yolculuk eden bir sosyalist deprem sonrasında tuzla buz olmuş bir şehrin kalıntılarını inceleyen birinin izlenimlerine sahip olur. Burada, sadece birkaç ay önce, bir siyasal partinin merkezi, bir sendika ve bir işçi gazetesi vardı; hemen şurada bir işçi kitapçısı bulunmaktaydı. Bugün aynı yerde devasa gamalı haçlı bayraklar dalgalanıyor. Burası bir kızıl sokak idi; burada nasıl mücadele edileceğini bilirlerdi. Bugünse burada sadece sessiz sedasız insanlara rastlanıyor.” Bu değişimin hızı ve yenilginin şiddeti karşısında Guerin “veba”, “kasırga” ya da şiddetle çarpan meteor benzetmelerinde bulunmaktan kendini alamaz. Değişim sadece siyasal manzarada değildir; insanların, hatta bir önceki yolculuğunda tanışmış olduğu insanların beden dili, jestleri, duruşları, konuşma şekilleri, sesleri değişmiştir. Guerin’in tanıklığı, Troçki’nin burjuvazi “faşizmden işini tam yapmasını ister” derken kastettiği “tam”ın ne olduğunu sarsıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Ortada böyle kapsamlı ve mutlak bir yenilgi yokken faşizmden bahsediyor olmak, daha mücadele vermeksizin teslim bayrağı çekmek anlamına gelmez mi? Faşizm tarihsel bir istisna sayılabilecek, “aşırılıklar çağının” bir kazası değil. Faşizm denen felaketin kökleri yaşadığımız dünyanın temel dinamiklerinde varolmaya devam ediyor. Hele hele içerisinden geçmekte olduğumuz kapitalist buhran koşullarında. “Komşu” Yunanistan örneğini şimdilik kaydıyla anıp geçelim. Dolayısıyla faşizmi bir metafor olarak kullanmakta, zihnimizin bir yanında faşizmi önümüzde duran olası bir felaket olarak daima tutmakta büyük yarar var. Ancak faşizmin bu uyarıcı etkisi, paralize eden bir apatiye de neden olabilir. Tanıl Bora’nın deyimiyle, “uluorta ‘faşizm geliyor’ alarmizmi ve Gestapo benzetmeleri, yalancı çoban etkisi yaratmak bir yana, korkuları çoğaltarak felç etmekten başka bir işe yaramayabilir. Nazi deneyimini bir mantıkî uç noktanın uyarıcı örneği olarak düşünmek, başka bir şeydir ve göz açar, uyanık tutar. Nazizmin hayaleti yol göstericidir kısacası.” Kestirmeden söylemek gerekirse: Metafor metanomiye, yani mecaz-ı mürsele dönüştüğünde , her şey faşizm olduğunda siyaseten kendi kendimizi paralize etmiş olmaz mıyız? AKP iktidarı karşısında da benzer bir mağlubiyet ve güçsüzlük hissi ve bu hissin tetiklediği bir paralize olma halinden, bir ataletten bahsetmek abartı mı olur? Aynı Guerin, bu kez faşizme dair “olgunluk” eserinde, “zaten faşizm, doğrudan doğruya, sosyalizmin ataletinin bir ürünü değildir de nedir? Faşizmin ardında, her zaman, sosyalizmin gölgesi hazır ve nâzırdır” derken kuşkusuz haklıydı.
AKP’nin bunca güçlü iktidarının ardında elbette bir yenilgi var; ancak dikkatli olalım: Söz konusu olan yukarıda ifade edildiği şekilde işçi sınıfı hareketini ve toplumsal muhalefeti yerle yeksan edip çok uzun bir zaman aralığında paralize edecek “topyekûn” bir yenilgi değil. AKP, tabi sınıfların 2001 krizi karşısında direnemediği, direnemediği için sermayenin saldırısına karşı kendi inisiyatifine, örgütlenme kapasitesine, kolektif enerjisine, muhalif potansiyeline dair özgüvenini kaybettiği bir momentte iktidar oldu. Dolayısıyla AKP’nin iktidarı elbette alt sınıflar açısından ciddi bir siyasal-sosyal yenilginin üzerine geldi. Ancak “faşizm” imalarıyla bizde bu yenilgiyi abartma yönünde bir eğilim hasıl olabiliyor. Düşmanı elbette küçümsemeyelim, ama onun güçlerini ya da uğradığımız mağlubiyeti de olduğundan büyük göstermeyelim, yoksa hareketsiz, inisiyatifsiz kalırız.
Dolayısıyla önümüzdeki temel “görev”, muhayyel bir faşist rejime karşı büyük ve geniş anti-faşist/demokratik cepheler inşa etmek değil, her şeyden önce AKP iktidarını mümkün ve berdevam kılan alt sınıfların bu kırılmış kolektif özgüvenini tamir etmeye soyunmaktır. AKP faşist teröre başvurduğu için değil, alt sınıfların kendi kaderlerini tayin etme, kendi kaderlerine sahip çıkma enerjileri akamete uğramış olduğu için güçlü. Bu anlamda “muhtaç olduğumuz kudret”, söz konusu enerjileri kışkırtacak, onaracak direnişlerdedir.
Karşıdevrimci umutsuzluğun mobilizasyonu
Faşizme karşı mücadelelerin tarihi faşizmi tanımlama, anlamlandırma ve onun tarihsel bir fenomen olarak ayırdedici yönlerini tarif etme yönündeki düşünsel çabaların tarihidir aynı zamanda. Bu düşünsel çaba akademik bir titizliğin değil, faşizme karşı nasıl ve hangi araçlarla mücadele edilmesi gerektiğine dair acil bir arayışın tezahürüdür. Bu nedenle faşizme dair en derinlikli Marksist analizlerin yapıldığı dönemin faşist tehdidin işçi sınıfı hareketi açısından en yakıcı biçimde hissedildiği 1920’li ve 1930’lu yıllar olması tesadüf değildir. Aslında Türkiye’de faşizme dair son dönemdeki tartışmalarda, iki savaş arası dönemde, yani 20. yüzyılın alacakaranlığında, faşizmle mücadelenin sıcaklığı içerisinde ortaya atılmış kuramsal yaklaşımlara referansların yok denecek kadar az olması şaşırtıcı. Faşizmin ne olup olmadığına dair onca yıllık ciddi teorik-politik birikim sanki bizi hiç ilgilendirmiyor. Herhalde bunca yıl “faşizmle” birlike yaşamayı becermiş olduğumuza göre bu hususta teorik-pratik birikimimizin aleme fark attığı düşünüyoruz.
Biraz kabalaştırma riskini de göze alarak, faşizme dair iki “mekanik” Marksizan tahlil çerçevesinden bahsedebiliriz. Bunlardan “sol” olanı faşizmi sermayenin elindeki sair baskı ve terör biçimlerinden sadece biri sayar. Faşizmi örneğin Bonapartizmden ya da askeri veya polisiye diktatörlük biçimlerinden ayıran özel karakteristikler üzerinde durmaz. 1928’den itibaren benimsenen “üçüncü dönem” politikalarının özü budur. Buna göre kapitalizmin ölümcül bunalım döneminde burjuvazinin her hâkimiyet biçimi artık faşizmden başka bir şey olamaz. Bu anlamda Hitler ya da Mussolini kadar örneğin Sırp Kralı Alexander da faşisttir. Faşizm “finans kapitalin terörist diktatörlüğü” ya da “tekelci kapitalizmin en saf hâkimiyet biçimi”nden ibaret bir olgudur. Faşizmin sermaye sınıfının proletaryaya karşı kullandığı bir baskı mekanizması olduğu görüşünde elbette gerçek payı vardır. Ancak bu paranın ancak bir yüzüdür. Bu tez faşizmin nasıl kendine has ciddi bir sosyal taban oluşturduğu, faşizmin nasıl kitleselleştiği ve çok geniş yığınları radikal bir biçimde seferber edebildiği üzerinde hiç durmaz. Burada faşizm özerk bir siyasal akım değil, sermayenin alelade bir piyonundan ibarettir.
“Sağ” analiz çerçevesi ise kapitalizmle faşizm arasında her türlü bağlantıyı es geçer ya da talileştirir. Faşizmi bir kitle hareketi olan özerk bir siyasal akım olarak değerlendirir; ancak bu siyasal akımın kapitalist hâkimiyetin sürmesindeki rolüne dair suskun kalır. Tam tersine, faşizmi kapitalist normalliğin dışında, kapitalist gelişmeyle ilgisiz bir reaksiyon sayar ve bu anlamda da faşist akımın bağımsız hareket kabiliyetini abartır. Buna göre faşizm capitalist modernliğin bir ürünü olmaktan ziyade ona verilmiş istisnai bir tepkiden ibarettir. Faşizme dair liberal ve sosyal demokratik görüşler genel itibariyle bu tahlil çerçevesinde şekillenmiştir.
Hatta, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin ardından “üçüncü dönem” politikalarından sağa doğru adı konmamış keskin bir dönüş yapan Stalinci Komintern’in 1934-5’ten itibaren hararetle savunduğu Halk Cephesi siyasetinin de ardında, faşizmle kapitalizm arasındaki rabıtayı talileştiren böyle bir perspektif vardır. Faşizm, o zamanın meşhur tabiriyle, “tekelci sermayenin en gerici, en şovenist, en saldırgan vs. kesimi”nin ifadesiyse bu, kapitalist sınıfın bu “aşırı” uç haricinde pekâlâ antifaşist olabileceğini varsayar. Bu da kapitalist düzenin temel kontürlerine ilişmeyen, “demokratik” ya da “ulusal” burjuvaziyle ittifak arayışında olan ve bu anlamda faşizme karşı mücadeleyi sosyal-sınıfsal içerisiğinden ayıran bir antifaşizm anlamını taşır (bkz. İspanya iç savaşı).
Neticede, kapitalist normallikten ve insanlığın evriminden bir sapma olarak faşizm anlayışı, bu siyasal hareketin milliyetçilik, devlet tapıncı vs. gibi hususiyetlerini kavramakta önemli ipuçları sağlasa da onun sosyal muhteva ve özellikle de sınıfsal işlevini gözardı eder. Bu “sağ” analiz çerçevesi, faşizmin özerk bir kitle hareketi olarak özgünlüğünü kavramaya dönük bir öğe barındırsa da onu kapitalizm bağlamından ayrıştıran yönü hayli problemlidir.
Faşizme dair bu “sol” ve “sağ” görüşlerin mekanik değerlendirmelerinin ötesinde sayılabilecek diyalektik bir analiz çerçevesi ise faşizmi ele alırken onun çelişkili yapısına vurgu yapar. Faşizm bir yandan mülksüzleşmekte olan geniş bir küçük burjuva kitlesini seferber eden bir kitle hareketiyken aynı zamanda sınıflar arası siyasal ve sosyal güç dengelerinde sermaye lehine ciddi bir kaymayı gündeme getirir. Faşizmin “küçük burjuvazinin karşı devrimci umutsuzluğunu” harekete geçiren bir kitle hareketiyle siyasal programının nihayetinde kapitalist doğası arasındaki bu ikili yapı, onun temel özelliğidir. Faşizmin burjuva düzeni terör yoluyla muhafaza etme işleviyle bir kitle hareketi olarak dile getirdiği özlemler arasında daima bir içsel gerilim bulunur. Troçki’nin özlü bir ifadesiyle, “faşizm, küçük burjuvaziyi, finans kapitalin çıkarları için seferber etmenin ve örgütlemenin özgül bir yoludur.”
Burada bir hususu vurgulamak elzem. Faşizmin bir siyasal akım olarak özerkliği, onun radikal (çoğu zaman paramiliter) bir kitle seferberliği üzerine şekillenmesi Türkiye’deki faşizm tartışmalarında sıklıkla gözardı ediliyor. Oysa faşizmi “geleneksel” sağ kanat siyasal akım varyantlarından ayıran onun programından ziyade, ya da programı kadar, onun muarızlarını şiddet ve terör yoluyla sindirerek iktidara gelmeye çalışan parlamento dışı bir kitle hareketi olmasıdır. Faşizmin reaksiyoner bir kitle hareketi oluşu, yani aşağıdan gelişen ve sınıf hareketini hedefleyen bir kitle terörizmi biçimi olması, çoğu zaman sanıldığının aksine, onun şekli ve arızi değil, tanımlayıcı bir özelliğidir. Antonio Gramsci’nin deyimiyle, “faşizmin karakteristik özelliği, onun bir küçük burjuva kitle örgütü yaratmayı başarmasında düğümlenmektedir. Bu, tarihte ilk kez gerçekleşmektedir. Faşizmin özgünlüğü herhangi bir iç tutunuma ya da üniter ideolojiye hiçbir zaman sahip olamayan bir toplumsal sınıfa uygun düşen bir örgütlenme biçimi bulmuş olmasında yatmaktadır.” Bu anlamda faşizm, ezilen kitlelerin radikalizmini kendileri aleyhine seferber eder. Faşizm tam da bir kitle hareketi olduğundan iktisadi buhranı sermaye lehine çözmeye, sermaye ile emek arasındaki güç dengesinde radikal bir kırılma yaratmaya, sarsılmış burjuva iktidarını konsolide etmeye muktedirdir.
Faşizm basitçe siyasal reaksiyon biçimlerinden biri değildir. O “istisnai” bir formdur: Faşizm dışı otoriterlik biçimleri işçi sınıfını esas itibariyle sermaye sınıfının sosyal ve siyasal gücüyle tehdit ederken faşizmin arkasında bir kitle hareketinin fiziksel gücü bulunur. Faşizmin ezilenlerin sosyal ve siyasal varlığına yönelik “total” şiddetinin arkasında faşist liderlerin çılgınlıkları değil, bu maddi güç vardır. Bir başka deyişle, faşizm başka sağ kanat siyasal akımların sahip olmadığı bir güçle donanmıştır: Devrimci ya da antisistemik bir jargon kullanan radikal bir kitle hareketinin oluşturduğu siyasal ve sosyal güç. Aşağıdan gelişen kitlesel bir terör mekanizmasını seferber edilmesi faşist şiddeti karakterize eder ve bir kez iktidara geldiğinde faşizmin baskı aygıtının “geleneksel” metodlardan çok daha etkili ve bütünsel olmasına yol açar. Bu faşizmin gözardı edilebilir biçimsel bir karakteristiği değildir. Faşizmin işçi sınıfının ve ezilenlerin bütün sosyal ve siyasal kazanımlarını hızla ortadan kaldırabilmiş yıkıcı gücüne olanak veren bu hususiyetidir.
Dolayısıyla faşizmin tanımlayıcı bir özelliği olan onun radikal bir kitle seferberliği biçimi, bir kitle hareketi olduğunu es geçen her analiz, faşizme gücünü veren bu belirleyici kıstası atlamış olacak ve onu genel geçer bir olağanüstü hal rejimiyle eşdeğer kılacaktır. Böyle bakıldığında sermayenin emekçi sınıfara karşı “yukarıdan” bir manevra savaşı açtığı her durum, yani daha basitçe ifade etmek gerekirse her türden otoriter rejim otomatikman faşizm sıfatına hak kazanacaktır. Faşizm tabiri bu ölçüde genişletildiğinde, yani sermaye lehine her türden baskı rejimini ifade etmeye başladığında kavramın açıklayıcı gücü de ortadan kaldırır. Burjuva demokrasinin “tıkır tıkır” işlediği ideal durumlar haricindeki her hal faşizm olduğunda, faşizm diye ayrıksı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç da kalmaz açıkçası.
Son kart, "Acheron"
Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir buhranının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Bu anlamda faşizm “olağan” bir siyasal rejim biçimi değildir. Yanlış anlaşılmasın: Faşizme istisnai karakterini veren şey parlamenter demokrasinin burjuvazi açısından “olağan” bir rejim biçimi olması değildir. Onun “istisnailiği” faşist hareketin ikili karakterinin sermaye açısından ortaya koyduğu risklerden kaynaklanır. Faşizm politik program ve eylemi itibariyle siyasal alana sermaye lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de diğer yandan bilhassa kapitalist buhran koşullarında tepkili küçük burjuva ya da kısmen de olsa proleter kitlelerin radikal özlemlerini değilse de hayal kırıklıklarını ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Faşizm “aşağıda” reaksiyoner yönde bir radikalleşmeyi ima eder. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim ya da faşizmin çelişkili doğası, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Burjuvazi açısından mevcut devlet aparatının hâlihazırda sağladığı disipline etme teknolojilerinin ve baskı aygıtının ötesinde aşağıdan harekete geçen bir kitlesel terör mekanizmasınına yaslanmak, toplumsal düzenin devamı açısından ciddi riskler ihtiva edebilir. Şu ya da bu işçi direnişinin bastırılması ya da terörize edilmesi için faşist çeteleri finanse etmek, bu çetelerin eylem ve saldırılarına göz yummak, hatta bizzat bu güçleri alt sınıfları terörize edecek provokatif eylemler için seferber etmek başka şeydir, iktidarı onlara teslim etmek başka.
Virgilius’un Aeneid adlı destanında Juno, “Flectere si nequeo superos, Acheronta movebo” diye, yani mealen, eğer cennetin kararını değiştiremezsem ben de Acheron’u, yani cehennemi ayağa kaldırırım diye seslenir (Acheron ölüler diyarını yaşayanlar diyarından ayıran nehirdir). Sermaye için de faşizm, kendi cennetini muhafaza etmek için yeraltına, cehenneme, yani kitlelerin bilhassa kapitalist buhran koşullarındaki tepki, öfke ve hayalkırıklığına başvurması anlamını taşır. Sermayenin kendi hâkimiyetini tehdit eden rakip toplumsal güçlere karşı yardıma çağırdığı Acheron’un karanlık güçleri, yani faşist hareket, burjuvazinin “geleneksel” siyasal akımlarından farklı ve kontrolü zor bir güçtür.
'Faşist hareketin sermayenin elinde bir kukla, basit bir alet, bir piyon olduğu' görüşü iki savaş arası dönemde komünist hareket içerisinde John Heartfield’in (asıl adı Helmut Herzfeld) etkileyici anti-faşist fotomontajlarıyla popülerleşmiştir. Komünist Parti üyesi olan Heartfield’in fotomontajlarında Hitler Nazi selamı vermek için elini kaldırırken arkada duran bir kapitalist onun eline bir tomar para sıkıştırır ya da Hitler dönemin büyük işadamlarından Thyssen tarafından kurulan bir oyuncak olarak gösterilir. Bizim sinemada da “Zengin Mutfağı” gibi nitelikli olanlarından “Yıkılmayan Adam” gibi daha kötü örneklerine, patronların parayla tuttuğu katil sürüsü olarak faşist çeteler imgesi oldukça popüler hale gelmiştir. Oysa sermayeyle faşist hareket arasındaki ilişki böyle tek yönlü bir kullanma ilişkisinin ima ettiği basitlikte değildir. Yani faşizm, basitçe sermayenin “en gerici, en şoven, en saldırgan, en yayılmacı” fraksiyonunun elinde bir oyuncak olmaktan daha fazlasını ifade eder. Faşizm sermaye sınıfının toplumsal ve siyasal hiyerarşideki ayrıcalıklı pozisyonunu muhafaza etmek adına yürürlüğe soktuğu sair baskı mekanizmalarından ayırdeden tam da bu husustur. Faşist akımların çoğu kendilerini kapitalizmle sosyalizm arasında bir 'üçüncü yol' olarak tarif ederler, demagojik de olsa radikal bir dil kullanarak kendilerini bir biçimde “sistem dışı” ya da “devrimci” olarak tarif ederler. Faşizmin radikal bir kitle hareketi olarak sermayeden bu “görece” özerkliği, onun siyasal alana neticede sermaye lehine olacak müdahalesini daha radikal ve şiddetli kılar.
Faşist bir rejimde partiyle devlet aygıtının bütünleşmesi, geleneksel devlet personelinin yerini önemli ölçüde faşist kitle hareketinden gelme kadrolara bırakmasına neden olur. Bu faşist seçkinler, aristokratik ya da servete dayalı “geleneksel” siyasal ve sosyal elitten gelmezler (İspanya’da Falanjizmin kurucusu J. Antonio Primo de Rivera önemli bir istisnadır). Sokak çatışmaları ve parti faaliyetleri aracılığıyla “yükselmiş” bu tiplerin devlet erkânına dahil olması, kapitalistler için ilk bakışta pek de makbul bir seçenek değildir. Faşist çete şeflerinin devletin iplerini ellerine alması, sermaye sınıfı, ordu ve yüksek bürokrasi açısından ancak çok özel koşullarda çekici bir seçenek olarak değerlendirilir. Hitler’in alelade bir birahane ajitatöründen Alman ulusunun yanılmaz führeri haline gelişi, Goebbels’in propaganda sanatına ilişkin dehasının değil, bu “özel” koşulların, yani ciddi bir iktisadi ve siyasal buhranın ürünüdür.
Faşizm neredeyse bütün ulusun siyaseten pasifize edilmesi demektir; bu anlamda bizzat burjuvazi de belli ölçülerde siyaseten mülksüzleştirilmiş olur. Faşist hareketi burjuvazinin paralı askerlerinden ibaret sayan vülger Marksist analizlerde bu husus es geçilir. Dolayısıyla faşistlerin iktidara gelmesi süreci sermaye açısından ciddi riskler ihtiva eder. “Kavgam”da özetlenen görüşleri sahiplenen radikal bir kitle hareketini iktidara taşımak sermaye açısından oldukça tehlikeli olabilecek bir şeydir. Faşizmin seferber ettiği kitle terörizminin kapsamlı bir iç savaşa yol açması ve bu iç savaş koşullarında işçi sınıfının kazanma ihtimali, sermaye açısından gerçek bir risktir. Bu nedenle faşist hareketin iktidara taşınması sermaye açısından ancak çok kritik durumlarda gündeme gelebilecek bir şeydir. Yani faşizm ancak ortada başka “makul” çözüm (mesela askeri bir diktatörlük) görünmediğinde, devreye girebilir. Faşizm ancak burjuvazinin manevra alanının ciddi ölçüde daraldığı, toplumu yeniden düzenleme ve örgütleme konusunda yetersiz kaldığı ve bunun getirdiği tıkanıklık halinde “gerçekçi” ve “uygulanabilir” bir seçenek halini alır.
Faşizmin gündeme getirdiği genelleşmiş ve topyekûn “manevra savaşı” koşullarında sermaye düzeninin geleneksel fren ve kontrol mekanizmaları işlevsizleşir. Bu durumda, yani “geleneksel” burjuva siyasal mimarisinin bunca kırılganlaştığı topyekûn “manevra savaşı” koşullarında, proleteryanın faşist terörizmi alt etmesi, siyasal ve sosyal güç dengelerinde bir bütün olarak sermaye düzenini tehdit edebilecek boşluklar yaratabilir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan şiddet, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, yani bir faşist hareketin kısmi hedefler doğrultusunda desteklenmesi değil de, faşist bir hareketin iktidara taşınması, burjuvazi için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Ya da faşizm, sınıf mücadelesi kumarında sermayenin masaya sürdüğü “son kart” olabilir ancak. Her köşede faşizm keşfetme meraklılarının anlayamadığı tam da bu. Mesele faşizmin “geçmiş günlere ait bir kötülük” olması değil, faşist bir rejim tesisinin ancak çok özel buhran koşullarında gündeme gelebilmesidir.
Halet-i ruhiyeden siyasal harekete
Günümüzde hayli popüler olan AKP’nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu ya da faşizmin AKP devresine geçtiğimiz iddiaları, AKP iktidarının sınıfsal muhtevası ve sosyal işlevine dair bir tartışmadan neşet etmiyor. İstisnalar baki (bu istisnaları tartışmak gerek), AKP’nin faşizmi söylemi sınıf ilişkilerinden, sosyal/sınıfsal güç dengelerinden, mevcut sermaye birikim rejiminin ortaya koyduğu olanak ve kısıtlardan bağımsız, ajitatif amaçlarla yaygınlaştırıyor. Plehanov’un ajitasyonla propaganda arasında yaptığı “klasik” ayrımı sıklıkla gözardı ettiğimiz için bu durum daha da vahim hal alabiliyor. Hatırlanacağı gibi Plehanov’a göre, "bir propagandist çok sayıda fikri bir ya da birkaç insana sunarken bir ajitatör bir ya da birkaç fikri çok sayıda insana sunar." Biz “birbirimize” karşı da, yani sol içinde de propaganda yapmaktan ziyade “ajitasyon çektiğimiz” için tartışma daha da içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Bu ajitatif çerçevede, AKP’nin otoriter, hatta faşizan kimi pratiklerini (faşizan pratiklerle faşist bir rejim tesisi arasında dağlar kadar fark var elbette) kınamak, teşhir ve telin etmek adına ortaya atılan ve çoğaltılan bir söylem bu. Yani faşizmi esas itibariyle siyasal baskı, otoriter pratikler ve milliyetçi, reaksiyoner ya da baskıcı söylemler çerçevesinde tanımlayan bir yaklaşım. Böylece AKP’nin bir faşist rejim tesis etme yolunda olduğunu iddia edenlerin büyük bir bölümü, faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlayarak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi, yargı üzerinde siyasal denetim vb.), onu sermaye birikim süreçleriyle bağlantılandırmayan Marksizm dışı düşünce akımlarının tipik bir eğilimini yeniden üretiyorlar.
Oysa faşizmin kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız “saf” bir siyasal olgu olmadığını ısrarla vurgulamak gerek. Daha önce de vurgulandığı üzere, faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir.Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının sermaye lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşizmin sosyal işlevi kabaca budur. Bu arada işçi sınıfının “gücü” demişken vurgulamak gerek: Faşizm bir iktisadi buhranın “otomatik” sonucu değildir. İşçi hareketinin ve aşağıdakilerin sosyal-siyasal hareketliliğinin de belli bir seviyede olması, mevcut siyasal rejimin hareket kabiliyetini daraltan, onu zorlayan bir düzeyde olması da denklemin bir parçasıdır. Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? Solun ve emek hareketinin bunca cılız oldugu bir durumda sınıfı “kıyacak” bir terör kampanyasına, böyle bir kitle seferberligine zaten ihtiyaç yok. Yani her köşede faşizm keşfetmek kendi güç ve konumumuza dair de gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapamamayı da ima ediyor. Ne AKP otoriterizminin kaynaklarını tartışabiliyoruz böylece ne de kendi güçlerimize dair sağlıklı bir değerlendirme yapmış oluyoruz...
Neticede faşizmle sermaye birikim süreçleri arasındaki bağları göz önüne almayan her tahlil “havada” kalmaya mahkûmdur. Bu noktada, konudan biraz uzaklaşmak pahasına, belki bir parantez faydalı olabilir: Aslında halihazırda faşizme dair uluslararası akademik yazında da esas itibariyle faşizmin sosyal veçhe ve işlevinden ziyade onun söylemlerine, ideolojik kökenlerine yoğunlaşılıyor ve dolayısıyla da kapitalizmle faşizm arasında Marksist yazının daima vurguladığı rabıta talileştiriliyor. Böylece de faşizm esas olarak bir “ideoloji” olarak ele alınmış oluyor. Son yirmi yılda faşizmi bu sosyal içerikten bağımsız olarak tarif etme eğilimi giderek daha baskın oldu, bu çerçevede neredeyse bir yeni konsensüs oluştu. Belki de bir önceki döneme hâkim olmuş kimi Marksizan indirgemeci eğilimlere tepki olarak, faşizmi tıpkı diğerleri gibi “bağımsız” bir ideoloji ve siyasal akım olarak ele alma eğilimi giderek kuvvetlenmiş durumda. Buna göre faşizmin “ne yaptığına” değil, “ne dediğine” yoğunlaşmak gerekir. Yani faşizm üzerine çalışmaların üzerinde durması gereken, faşit hareketin siyasal ve sosyal pratiğinden, sermaye düzeni bakımından gördüğü işlevden ziyade, faşist akımın sözcü ya da “teorisyenlerinin” beyanatlarıdır. Buna göre faşist squadristi’lerin ya da SA’ların grevlere, kent ve kır emekçilerine saldırılarını değil, Mussolini ya da Strasser’in milli sosyalizm üzerine beyanatlarını esas almak gerekir.
Kapitalizmden bağımsız böyle bir faşizm analizinin vahim sonuçları da oluyor elbette: Kapitalizmle faşizm arasında içsel illiyet yok sayılınca faşizmin basitçe (aslında tıpkı “komünizm” gibi) bir “totalitarizm” tipi olarak değerlendirilmesi mümkün oluyor. Böylece tıpkı “kızıl totalitarizm” gibi faşizm de totalitarizmin bir rengine indirgenebiliyor (kahverengi totalitarizm). Bu izleği takip edince mesela Stalin döneminde SSCB’nin Nazi Almanyası’ndan daha “totaliter” olduğunu öne sürmek bile mümkün hale geliyor. Dahası da var: Faşizm bir ideolojiden ibaretse, onun pratiği değil de kendi kendini adlandırma ve anlamdırma biçimleri önemliyse, o zaman faşizm de rahatlıkla bir “sosyalizm” tipi olarak tasnif edilebilir. Şaka değil, böylesi bir eğilim giderek yaygınlık kazanıyor, faşizmi liberal parlamenter nizama ve “piyasa ekonomisine” karşı bir tür devletçi sosyalizm türü saymak genelleşiyor.
Bu kısa yazıda bu meseleleri hakkıyla ele almak mümkün değil elbette. Ancak şu husus kabaca da olsa vurgulanmalı: Faşizmin düşünsel kaynakları aslında bizzat kapitalist modernlikte temellenir. 19. yüzyılın sonunda faşizmi belirleyecek düşünsel temalar büyük ölçüde şekillenmişti aslında: Saldırgan milliyetçilik, insan toplumlarını tasnif etmede “bilimsel” bir kategori olarak ırk düşüncesi, anti-semitizm, emperyalizm ve sömürgeleştirilen insanların bir tür “aşağı insan” olarak görülmesi, sınıf mücadelesinin “bölücü” etkilerine tepki, savaşın toplumsal yozlaşmayı arıtıcı etkisine inanç, saldırgan erkeklik rollerinin benimsenmesi vs. Bu temaların somut bir siyasal akıma dönüşmesi ve evrenselleşmesi ise ancak Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden siyasal, iktisadi ve sosyal buhran içerisinde söz konusu olabilmiştir. Bu buhran koşullarında bahsi geçen düşünsel temalar somut bir toplumsal muhteva kazanmış, faşizm bir siyasal hareket halini almış ve yine somut bir sınıfsal-sosyal işlev görmüştür.
Yani faşizmi oluşturan düşünsel temalar hâkim ideolojinin temel bileşenlerinde zaten mevcuttur. Faşizm zaten bir anlamda her yerdedir; belli fikirler ya da daha doğru bir ifadeyle bir halet-i ruhiye olarak daima gündelik dolaşımdadır. Seren Yüce’nin Çoğunluk adlı filmi gündelik tedavüldeki bu faşizan halet-i ruhiyenin gerçekçi (ve boğucu) bir tasvirini verir. Yani faşizm, kapitalist modernlikten bir sapma değil, bizzat onun yarattığı bir potansiyelse hemen her yerde faşizmin izlerini bulmak mümkün elbette. Ancak dikkat: bir siyasal akım olarak faşizm, zaten mevcut olan, kapitalist modernliğin her gün yeniden ürettiği bu düşünsel temaları ve halet-i ruhiyeyi yeni ve eklektik bir bütün halinde yeniden anlamlandırır. Bu temaları çeşitli sınıfları ve sınıf bağlantılı katmanları mobilize eden bir siyasal vizyona dönüştürür. Dolayısıyla faşizmde bir düşünsel özgünlük aramak yerine, söz konusu fikri temaların hangi sınıfsal-sosyal güçler dengesi bağlamında bir siyasal hareket halini aldığı ve bu hareketin bu güçler dengesine ne yönde müdahale ettiği sorgulanmalıdır. Netice itibariyle faşizmi kapitalizmden ve toplumsal sınıflardan, sosyal güç dengelerinden bağımsız bir siyasal ideoloji ve rejim olarak tartışmak, bizi bizzat faşizmin ne olduğuna dair bir çıkmaza sürükler. Zira böyle “havada” bir faşizm tanımı, bizi gerçekten her yerde faşizm keşfetmeye sürükler. Bu anlamda, hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun, faşizme dair her tartışmanın “ayaklarını yere indirmek” bir zorunluluktur.
Uzatmayalım: Günümüzde cereyan eden ve AKP’nin faşist olup olmadığı yönündeki tartışma, (istisnalar baki olmak kaydıyla) faşizmi “saf” siyasal bir görüngü olarak değerlendirmekle, yani “ayakları havada olmakla” malul. Sermaye birikim süreçleri ve sınıfsal güç dengeleriyle bağı kurulmamış bir faşizm tartışmasıyla karşı karşıyayız. Bu anlamda bu tartışma biraz önce aktarılan akademik eğilimle (siyasal sonuçları değil de çıkış noktası itibariyle) paralellik arzediyor. Tam da bu yüzden, AKP otoriterizmine karşı mücadelenin sınıfsal/sosyal muhtevasını es geçerek onu saf bir demokrasi tartışması içerisine sıkıştırmak gibi bir riski ihtiva ediyor. Oysa mesele, sosyalist hareketin AKP karşısında oluşmakta ve yaygınlaşmakta olan reaksiyonlara antikapitalist bir muhteva verip veremeyeceği aslında. Sosyalist hareketin sade suya tirit kuru bir “AKP karşıtlığı”na minnet etmemesi gerek. Önümüzdeki süreçte belirleyici olan, yaygınlaşabilecek AKP karşıtı reaksiyonun nasıl ve kimler tarafından içeriklendirilebileceği meselesidir. Tam da bu nedele “AKP faşizmi” gibi ajitatif açıdan belki yararlı görülen ama geniş kitleler nezdinde antikapitalist bir istikamette siyasallaşmaya pek de el vermeyen, dahası sosyalist muhalif dili genel bir AKP karşıtı jargonda eritme tehdidi olan söylemlerden uzak durmak gerek.
Gizli, açık, kurumsal, derinleşen faşizmler
Aslında 1970’li yıllarda daha popüler olan, Türkiye’de kapitalizmin emperyalizme bağımlı, dolayısıyla da “çarpık” bir gelişme gösterdiği, bunun da burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasına imkân tanıyacak güçte (yani “ulusal” ve “demokratik”) bir kapitalist sınıfın gelişmesine izin vermemesi sonucu faşizmin devlete “içsel” bir mahiyet kazandığı tezleri son zamanlarda yeniden gündeme geliyor. AKP faşizmini “sömürge tipi faşizmin” aktüel bir rehabilitasyonu ya da uyarlaması addeden bu yaklaşım, faşizmi saf bir siyasal görüngüden ibaret saymaması itibariyle ayrıksı bir yerde duruyor elbette. Bu yüzden de bilhassa ele alınması, tartışılması gerekiyor.
Esasında bu yaklaşımın temel bir sorunu (kabaca özetlemek gerekirse), Türkiye’deki kapitalizmi “çarpık” benzeri sıfatlarla neredeyse “gerçek” olmayan bir (montaj) kapitalizm sayması ve dolayısıyla da burjuvaziyi hegemonik olamayacak bir zayıflıkta görmesidir. Buna göre Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmamış, yeni-sömürgecilik bağlamında yarıda kalmıştır. Bu nedenle Türkiye’de bir “burjuva demokrasisi” değil, ancak onun bir karikatürü söz konusu olmuştur. (“Burjuva devriminin” tamamlanmamış olmasını demokrasinin gelişkinliğinin temel kıstası olarak ele almanın “otantik”, yani emperyalizmce çarpıtılmamış –ulusal- bir sermayeyle demokrasi arasında bir özdeşlik ima ettiğini geçerken not edelim).
Bu görüşe göre Türkiye kapitalist sınıfı, güçlü bir hegemonik projeyle ortaya çıkabilecek, yani bütün ulusa politik, moral ve entelektüel düzeyde liderlik edebilecek kudrette değil. Olmadığı için de sürekli olarak baskı aygıtını seferber ederek (faşizm) ayakta durmaktadır. İkna değil korku, Türkiye hâkim sınıfının temel yönetme metodudur. Dolayısıyla tabi sınıflar üzerinde hâkimiyet ya temsili demokrasi vitrini ardında söz konusu olan “gizli faşizm” yoluyla ya da daha kritik durumlarda bu vitrine dahi gerek duymaksızın “açık faşizm” yoluyla icra edilir. Böylece Türkiye’de (ve elbette Türkiye’nin konumunda bulunan tüm ülkelerde, yani dünyanın hemen hemen üçte ikisinde) “sömürge tipi” faşizmin açık ya da gizli türleri dışında bir yönetim biçimi yoktur. Yani faşizm her yerdedir; azgelişmiş ülkelerde varolan ve varolabilecek yönetimlerin tümü faşizmin çeşitli varyantlarından ibarettir.
Bu görüş, aslında tam da AKP iktidarının gücünü oluşturan temel karakteristiklerini talileştirmekle malul. “Emperyalizme göbekten bağımlı olduğu için” zayıf ve dolayısıyla hegemonik olamayacak, daima ancak gizli ya da açık zor yoluyla domine edebilecek bir sermaye sınıfı tanımı, AKP’nin neoliberal-muhafazakârlaştırıcı hegemonik projesinin popüler talepleri nasıl kapsamına alarak yeniden içeriklendirdiğini, AKP’nin popülist siyasetinin “alnı secde görmüş millet” ile “gayrimilli, vesayetçi elitler” saflaşmasını seferber ederek burjuvazinin 1990’lı yıllardaki temsil krizini nasıl çözdüğünü atlıyor. Mesele basitçe sömürge tipi faşizmin asker değil, daha sivil bir görünümlü bir varyantına geçiş olarak ifade edilmiş oluyor. Oysa günümüzde Türkiye’deki neoliberal hegemonyayı gizli ya da açık, derinleşen, koyulaşan vs. bir faşizmin eseri, yani “suni” bir dengenin ürünü saymak siyaseten cidden sorunlu.
Aslında bu ve benzeri argümanlar yoluyla sadece faşizm değil, AKP’nin hegemonik gücü küçümsenmiş oluyor. Oysa AKP, 1980 sonrasında ve özellikle 1990’larda başarısız ya da ancak kısmen başarılı olan neoliberal hegemonya girişimlerini, özgün bir biçimde başarıya ulaştırmış durumdadır denebilir. Türkiye’de sermaye düzenini adeta dışarıdan monte edilmiş yapaylıkta gören, kapitalist sınıfı ise hegemonik olamayacak ölçüde cılız olarak değerlendiren bu tür yaklaşımlar, ismi ve cismiyle bir neoliberal hegemonya (elbette Gramsci’nin deyimiyle “zor ile kuşanmış bir hegemonya”) karşısında olduğumuzu atlıyor. AKP’nin toplumsal muhalefete pervasızca saldırırken aynı zamanda kendisini nasıl bir demokratikleştirici güç olarak sunabiliyor ve üstelik onay alabiliyor oluşunu es geçiyor. AKP iktidarı gücünü baskı ya da tahakkümden ziyade ya da onunla birlikte esas olarak etrafında kenetlenen geniş bir toplumsal koalisyona ideolojik ve moral önderlik yapabilmesinden alıyor. AKP’yi güçlü kılan, işçi sınıfı örgütlerinin karşısına çıkardığı paramiliter gruplar, ya da grevleri ya da direnişleri basan “şok birlikleri” değil, işçi sınıfının sosyal ve siyasal gücünü kırarken aynı zamanda rıza üretebiliyor oluşudur. AKP’nin “başarısı”, faşizan bir demagojik “sosyalist” dil kullanması değil, sosyal-sınıfsal meseleyi depolitize ederken kendisini gayrimilli elitlere karşı mücadele eden milletin otantik temsilcisi olarak sunabilmesidir. Yani sınıfsal sorunları talileştirip onları kültürelleştiren bir sağ-otoriter popülizmin başarılı bir örneği olmasıdır. Bu durumu atlayıp emekçi sınıfların günümüzde yaşadığı atomizasyonun ardında faşist terör olduğunu söylersek yalnızca kendimizi kandırmış oluruz. Tam da bu bağlamda, ister istemez siyasal baskı ve sindirme çerçevesinde şekillenen, bu yönde bir vurguyu öne çıkartan “faşizm” argümanı, siyasal saflaşmaları ekonomi dışı alana kaydıran AKP’nin hegemonik söylemini bu kez tersinden yeniden üretme riskini ihtiva ediyor.
Netice itibarıyla AKP faşizmine dair belirlemeler, “sömürge tipi faşizm” tezlerinin yeniden güncelleştirilmiş versiyonuna dayansın dayanmasın, AKP iktidarının özgün karakterini gözardı ediyor, AKP’nin tesis ettiği neoliberal hegemonyayı küçümsüyor. (Hemen eklemek ve unutmamak gerek: Bir hegemonyanın tesis edilmiş olması sermaye düzeni açısından bütünüyle sorunsuzluk anlamına gelmez elbette. Tam aksine hegemonya devamlı suretle kırılgandır, sürekli olarak sınıfların karşılıklı ilişkilerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik bütünselliğinin yeniden dengelenmesi gerekir.) Bu tip bir argüman, mevcut iktidarı kapitalist küreselleşmenin ya da BOP misali emperyalist projeksiyonların basit bir taşeronu, bir aracısı seviyesine indirgiyor. Böylece de AKP’nin farklı sınıfsal ya da sınıf-bağlantılı güçleri hâkim sınıfın siyasi, entelektüel ve moral liderliği altında nasıl örgütleyebildiği meselesini, özel sınıfsal çıkarları ayrıcalıklı kılan ulusal-popüler projesinin başarısını talileştiriyor. Dahası, G20 üyesi olan, Ortadoğu, Afrika, hatta Latin Amerika’da “iş çeviren” Türkiye’yi basitçe bir “taşeron” addetmek, Türkiye hâkim sınıfının emperyalist “zincir” içerisinde yeni konumlanma denemelerini ve bu denemelerle bağlantılı olarak sermayenin yapılanmasındaki dönüşümleri anlamamızı imkânsız kılıyor. Oysa bir “rejim” tartışması tam da bu dönüşümlerle bağlantılı değil midir? Önümüzdeki dönemde AKP iktidarının “stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin” başka emsallleriyle daha da sık karşılaşmamız kuvvetle muhtemel olduğundan bu küçümseme, mevcut iktidarı adeta “monte edilmiş”, “suni” bir güç sayma hali siyaseten etkisizleştirici bir hal alıyor. Unutmayalım; kısa erimli ajitatif amaçlarla da olsa düşmanı küçümseme lüksümüz yok.
Sendika.Org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder