AKP Hükümetinin 'silahları gömün' propagandasının gerçek bir barış süreciyle alakası yoktur.
Chris Stephenson
Recep Tayyip Erdoğan’ın
dediği gibi Kuzey İrlanda’daki İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) bütün
silahlarını betona gömdü. Başbakan Ahmet Davutoğlu da AKP’nin çakma
Newroz töreninde benzer sözler tekrarladı; “Silahları toprağa gömelim.”
Hepimiz silahların gömülmesini isteriz. Ama nasıl?
Elbette 400 senelik tarihe sahip İrlanda’nın sorunlarıyla Türkiye
Kürtleri’nin tarihi birbirinden farklı. Ancak karşımızda “IRA
silahlarını betona gömdü, sizin neyiniz eksik?” diyen bir devlet varsa
IRA’nın silahlarının hangi koşullar altında betona gömülmüş olduğuna
bakmakta fayda var.
Silahların gömülmesi öncesi
İrlanda’daki son “The Troubles” yani “Sorunlar” dönemi 1966-1967
yıllarında başlayan “Civil Rights Movement” isimli barışçıl bir
demokratik haklar mücadelesiyle başladı. Devlet ve devlet taraftarı
silahlı gruplar bu barışçıl harekete büyük bir şiddet uygulayarak cevap
verdi. Bunun sonucunda IRA 1971’de silahlı mücadeleye başladı.
27 senelik bir silahlı çatışma dönemi sonunda doğrudan bir müzakere
neticesinde 1998 Paskalya arifesinde bir anlaşma yapıldı: “Good Friday
Agreement” yani “Paskalya Arifesi Anlaşması”. Anlaşmanın tarafları
Kuzey İrlanda’daki silahlı gruplar ve politik partiler, Büyük Britanya
hükümeti ve İrlanda Cumhuriyeti hükümetiydi. Bu anlaşmayla Kuzey
İrlanda’da yeni bir anayasa oluşturulup referanduma sunuldu. Yeni
anayasadaki bazı önemli maddeler şöyle:
1. Yeni, özerk bir Kuzey İrlanda meclisi kurulması,
2. Yeni, özerk bir Kuzey İrlanda hükümeti kurulması,
3. Yeni Kuzey İrlanda hükümetinin “güç paylaşımlı” olması; yani
hükümetin bakanlıklarının partilerin meclisteki temsiliyet oranına göre
dağıtılması,
4. Kuzey İrlanda’ya Büyük Britanya devletinden referandumla ayrılma hakkının tanınması,
5. Kuzey İrlanda’nın Britanya’da kalma ya da Britanya’dan ayrılma
isteğinin eşit derecede meşru görüşler olarak kabul edilmesi; yani
“bölünme hakkına anayasal garanti”.
6. Devletin bütün kurumlarında “ırk, din ve mezhep ayrımcılığının
ortadan kaldırılması ve devletin her kesime eşit muamelesini” anayasal
bir görev olarak belirlenmesi.
1998 anlaşması silahsızlanma sürecini de belirledi:
(a) Silahlı taraflar silahlarını eşzamanlı olarak “kullanılmaz” hale
getireceklerdi; Büyük Britanya devleti de emniyet güçlerini “normal”
seviyesine indirecek, özel karakolları kaldıracak, askerlerini Kuzey
İrlanda’dan geri çekerek terörle mücadele kararnamelerini iptal
edecekti. Sadece IRA ve Britanya yanlısı Protestan silahlı gruplar
değil, aynı zamanda devlet de bir düzeyde silahsızlanacaktı.
(b) “Terör”den mahkûm olanların serbest bırakılması hızlandırılacaktı.
Silahsızlanma bu şartlara bağlıydı ve tek taraflı da değildi. Devlet de silahsızlanmaya katıldı.
Yeni anayasa, anlaşmadan 2 ay sonra referandumla kabul edildi. Aynı
şekilde bu süreci garantileyecek İrlanda Cumhuriyeti anayasa
değişikliği, İrlanda Cumhuriyeti’nde yapılan bir referandumla kabul
edildi.
Silahların gömülmesi
Yeni anayasa kabul edildi, ama silahlar hemen gömülmedi. Anlaşmaya
göre silahların gömülmesi 2000 yılında öngörülüyordu. Ama yeterli güven
henüz oluşmamıştı. Britanya yanlısı silahlı Protestan gruplar
silahlarına veda etme eğiliminde değildi. Yeni hükümetin bileşimi
konusunda, özellikle Kuzey İrlanda emniyet güçlerinin oluşumu ve kontrol
edilmesi konusunda anlaşmazlıklar vardı.
Sonuç itibarıyla IRA silahların gömülmesini erteledi. Silahların ilk
kısmı uluslararası bir izleme heyeti huzurunda 2001 yılında betona
gömüldü. Ondan sonra güven arttırıcı adımlar beklendi
2002 ve 2004’te yine izleme heyeti huzurunda iki taksit daha betona
gömüldü. Nihayet 2005’te IRA resmi bir açıklamasıyla silahlı mücadeleyi
bıraktığını ilan etti. Yani 1998 yılındaki anayasa değişikliğinden tam 7
sene sonra.
Silahlar gömüldükten sonra
Yine de Britanya yanlıları silahlarından hala vazgeçmediler ve Kuzey
İrlanda özerk hükümeti askıya alındı. Süreç ilerleyişi pürüzsüz değildi.
Ancak 2007 yılında Britanya yanlısı Protestanlar ortak bir paylaşımlı
hükümette yer almayı kabul ettiler. Silahlarını ise 2009 yılına kadar
ellerinde tutmaya devam ettiler. Kurulan hükümette başbakan Britanya
yanlısı Protestanlardan’dı, yanında resmi statüsü başbakan yardımcısı
olan, ama başbakan ile aynı yetkilere sahip bir tür eşbaşbakan vardı. Bu
koltukta oturan Martin McGuiness IRA Genelkurmayı’nın eski bir mensubu.
Gençken silah ve patlayıcı bulundurmaktan mahkûm olmuş biri. Yani
İrlanda’yla benzetme yapacaksak eğer, McGuiness’in o makama oturması,
Cemil Bayık’ın Özerk Güneydoğu Türkiye hükümetinin eşbaşbakanı olmasıyla
aynı şeydir.
Barış bir süreçtir
Paskalya Arifesi Anlaşması’ndan ortak hükümetin nihai kuruluşuna
kadar 9 sene geçti. Süreç hep krizlerle ilerledi. Derin yaralar varken,
geçmişte katliamlar yapmış ya da katliamlara göz yummuş devletin emniyet
güçlerinin reformu ve kontrolü kritik bir öneme sahip oldu.
Süreç de bitmedi; hala eski nefretleri ve güvensizlikleri kışkırtmaya çalışanlar var.
Barış ve çözüm
1998 Anlaşması şu anda Türkiye devletinin masaya koymaya hazır
olduklarıyla karşılaştırıldığında Türkiye’deki barış sürecinin kat
etmesi gereken uzun bir yolun olduğunu ortaya koyuyor. Yine de
İrlanda’daki anlaşmanın birçok açıdan olumsuz yanları da var:
a) “Yukarıdan” bir anlaşma olduğundan Kuzey İrlanda’nın iki halkını
birleştirmek yerine, meclis ve hükümette Protestan-Katolik ayrımını
kurumsallaştırdı.
b) Kurulan özerk hükümet Britanya hükümetin verdiği bütçe ve uyguladığı
neoliberal politikalar çerçevesinde hareket etmek zorunda. Bu yüzden
Kuzey İrlanda’daki yoksulluk ve işsizlik sorunlarına çözüm getiremiyor.
Yoksulluk devam ettikçe halkları birbirine düşürmek ve eski nefretleri gündemde tutmak bazı politikacıların işine geliyor.
Silahlar sustu. Artık halkları birleştirip yoksulluğa karşı ortak bir
ekonomik mücadele başlatmak gerekiyor. Silahların susması birleşik
mücadelenin önündeki önemli bir engelin ortadan kalkması demek ama bu
mücadelenin bittiği anlamına gelmiyor.
Sonuç
Hükümetin “silahları gömün” propagandasının gerçek bir barış
süreciyle alakası yoktur. Herkese demokratik değişim ve hakları getiren
değişiklikler olmadan barış sürecinden bahsetmek mümkün değil.
Ama barış sadece bir anlaşmadan ibaret değil. İktisadi ve sosyal
adalet getirmeyen bir süreç kalıcı bir barışı garanti altına almaz.
Kaynak: http://t24.com.tr/haber/irlanda-surecine-hizli-bir-bakis-silahlari-betona-gommek,291858
HALUK GERGER
AKP iktidarı, “Yeni Türkiye”yi inşa ediyor. Ama AKP, aynı zamanda,
şimdi artık çökmüş bulunan “Eski Türkiye”den kalma devlet ve sistem
krizini de yönetiyor. Yani, AKP iktidarı bir “kriz yönetimi” de.
Türkiye krizinin üç boyutu var. Birincisi, “sorunların anası” Kürt
Sorunu. İkincisi, sistemik iktisadi kriz. Üçüncüsü de, bu iki yapısal
krizin politik, sosyal, kültürel, vb. yansımaları. “Eski Türkiye” bu
bunalımların ağırlığına dayanamayarak göçtü. AKP iktidarı dolayısıyla
devraldığı yapının krizini de yönetmek durumunda.
Türkiye, yakın tarihten, İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlarsak
çözümlememize, yapısal krizlerini hep iki yöntemle çözdü. Birincisi,
Devlet Terörü idi. Askeri darbeler bu devlet zorunun doruk noktalarıydı.
İkinci olaraksa, emperyalizmin çok yönlü destekleriydi Türkiye’yi
ayakta tutan. Bunlara bir de, kendi bölgesindeki statükonun, bütün
çalkantılara rağmen, özünde ve temel karakteristiklerindeki istikrarı
koruması ile içerdeki inkar-imha siyasetinin etkinliğini ekleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi içine düşmüş olduğu ölümcül
krizden çıkartan Soğuk Savaş oldu. O dönemde, kapitalist sistemin yeni
hegemonu ABD, bir elinde harcamakla bitmez görünen dolarlar, ötekinde de
gelişmiş silahlar, tetikçi aramaktaydı. Türkiye’nin o zaman neredeyse
içiçe geçmiş bürokrasisiyle burjuvazisi bu çağrıya yanıt verdiler ve
NATO üyesi olarak, yeni bir yaşam iksirine (ya da isterseniz “oksijen
çadırında nefes alma” imkanına) ulaştılar. 1957’den başlayarak iç ve dış
gelişmelerle çürük tekne su almaya başladı. 1955-57’deki bugünün karbon
kopyası gibi seyreden Suriye krizleri, iktisadi çöküş ve gençlik
eylemleri, Gezi’ye benzer Kızılay 555K olayları, Menderes iktidarının
sonunu getirdi; sistem 27 Mayıs 1960’da Devlet Zoru’na başvurmak
mecburiyetinde kaldı.
1960’lı yıllar küresel ölçekte “kapitalizmin altın çağı olarak”
anılır. İçten yanmalı motordan beyaz eşyaya üretici güçlerdeki büyük
gelişmeye eşlik eden tüketim dalgasıyla birlikte, kapitalizm her yerde
ve elbette bu arada Türkiye’de de, ekonomik gelişmeye, istikrara
kavuştu.
1974 petrol krizi, Asya ve Afrika’daki politik gelişmeler,
merkezlerde 68 hareketi ve Vietnam yenilgisinin travması, uluslararası
kapitalizmde genel, ABD’de de özel bir kriz süreci yarattı. Dış desteği
yitiren Türkiye de yeni ve ağır bir bunalıma sürüklendi. Krizden
yararlanarak iktidara gelen Ecevit hükümeti dönemindeki kıtlık
ölçüsündeki yokluklar, iktisadi çöküş ve bunun sosyal/politik etkileri,
önce faşist sokak saldırılarını, ardından 24 Ocak kararları ile
burjuvazi-sivil siyaset hamlesini ve nihayet çaresizlik girdabında CIA
ortaklığıyla 12 Eylül faşist darbesini getirdi.
1980’ler, emperyalist bloğun Reagan-Thatcher öncülüğündeki atak
yılları oldu. Bu ülkelerde hem içerde, hem de dışarda büyük bir
saldırıya geçildi. İçerde sendikal hareketler, muhalefet, geniş emekçi
yığınlar yer yer Devlet Zoru’nun da acımasızca kullanılmasıyla
bastırıldı, sermayeye muazzam alanlar açıldı, tekelci devlet toplumsal
kaynağı burjuvazinin emrine tahsis etti. Dışardaysa, bütün borçlu
kapitalist devletler çökertildi, uluslararası kapitalizm yeniden tanzim
edildi ve Reagan’ın büyük İkinci Soğuk Savaş saldırısı başlatıldı. Yeni
Soğuk Savaş bir yandan uzayın silahlandırılması dahil her alanda
Sovyetler Birliği’ni hedef aldı, öte yandan da petrol bölgesi Körfez’i
gündemine koydu. Özal’ın Körfez’de rol üstlenmeye yönelik “bir koyup üç
alma” siyaseti, Muş, Batman gibi askeri üslerin de devreye sokulmasıyla,
yeni bir tetikçilik siyasetinin geliştirilmesi biçiminde tecelli etti.
Böylece bir yandan içerdeki ABD destekli Devlet Zoru, öte yandan da
istikrara kavuşmuş emperyalizme hizmet siyaseti, Türkiye’nin günü
kurtarmasını mümkün kıldı.
1990’larda Sovyetlerin yıkılması, Doğu Avrupa’dan Çin’e, yeni bakir
pazarların denetimsiz bir hoyratlıkla sermayeye açılması ve spekülatif
sermayenin egemenliği, gelecek kuşakları ipotek etme pahasına da olsa,
yeni bir nefes borusu oldu.
Yine de, 2001’de Türkiye yeni bir krizin pençesine düştü ve eski
Türkiye fiilen çöktü, AKP krizi de yönetmek üzere iktidarı devraldı.
Tam da bu dönemde Türkiye “istikrarı”nın öteki iki kaynağı da artık
kurumuştu. Ortadoğu statükosu çökme sürecine girmişti ve Kürt
asimilasyonu bir daha geri dönmemek üzere parçalanmıştı.
Nihayet bu durumun ölümcül etkisini bildiğinden, ABD duruma özel
olarak müdahil olmuş, tam bir dağılmayı önlemek üzere Öcalan’ı kaçırıp
Türkiye’ye teslim etmişti. Bu büyük stratejik hamle “Eski Türkiye”yi
kurtarmaya yetmemiş ama AKP’ye krizi yönetmede yaşamsal önemde kredi
açmıştı.
Benzer bir imkan da, kapitalizmin devasa birikim bunalımının
sonuçlarıyla ortaya çıktı. Bu bunalım klasik Keynezyen yöntemlerle
çözülemeyince, liberal Batı’da büyük iflaslar eşliğinde bankaların
devletleştirilmesinden şirketlere hazineden muazzam miktarlarda paranın
aktarılmasına uzanan politikalar devreye sokuldu. Devlet müdahalesi
yakın tarihte görülmemiş boyutlarlara ulaştı. Öyle oldu ki, şirketlere,
bankalara ve sermaye gruplarına aktarılan “havadan paralar” ile ‘gökten
dolar yağar” oldu bütün dünyada. Buradan Türkiye’ye de damlalar aktı ve
böylece kriz Türkiye’yi “teğet geçti.”
Ama yapısal kriz sistemi olduğu gibi kaldı; AKP sadece günü kurtarma mertebesinde krizi yönetti.
Şimdi artık deniz bitti.
Gökten yağan dolarlar, şimdi güvenli liman olarak Amerika’ya gidiyor.
Yarın Amerikan Merkez Bankası’nın faizde yapacağı yarım puanlık bir
artışın Türkiye için ne devasa sorunlar yaratacağını göreceğiz. Bir
zamanlar birim bazında 1 dolar sınırına yaklaşan, 1 İsviçre Frankıyla
eşitlenen Türk Lirası’nın sadece faiz arttırımı dedikodularıyla tarihi
diplere doğru hareketlendiği ortada. Petrol fiyatlarındaki arızi düşüşün
ya da Avrupa Merkez Bankası’nın genişleme kararının yaraya merhem,
büyük kara deliğe yama olamayacağını göreceğiz. Genç işsiz nüfusun yüzde
20’lere ulaştığı, bütün makro verilerin alarm verdiği Türkiye’nin
doludizgin uçuruma sürüklenmekte olduğu açık.
Deniz sadece yaşamsal ekonomi alanında bitmedi. Amerikan gücündeki
gerilemeyi Obama da açıkça ifade ediyor. Türkiye’nin sığındığı dağlara
sadece kar yağmıyor, tipi ve bora, tektonik depremler etrafı hallaç
pamuğu gibi atıyor, darmadağın ediyor. Ortadoğu ve Kürt istikrarı ise,
çoktan bitti.
AKP, bu durumda, krizi nasıl yönetmeye soyundu?
Kapitalizmde, yani sermaye devletlerinde bu türden yapısal
bunalımların belirli bir noktadan sonraki aşamalarında gündeme gelen
kriz yönetimi çıplak faşizm olarak ortaya çıkıyor. Faşizmin, bir kriz
yönetimi olarak, iki temel ayağı var. Birincisi, “tek adam diktatoryası”
ile içerde zorbalık yönetimi, devlet terörü. İkincisi ise, dışa
yayılma, yani kendine bir hayat sahası açmak. Proje bu: Bir kriz
yönetimi olarak “Hayat Sahası”, yani, Hitler Almanyası’ndan kalan ve
artık teknik uluslararası bir deyim olarak literatürde yerini almış
bulunan LEBENSRAUM...
Birinci yöntemin devreye sokulmasını yaşıyoruz. MİT Yasası’ndan şimdi
tartışılan İç Güvenlik Yasası tasarısına, sadece yasal bir zemin
hazırlanmakla kalınmıyor, Esnaf örgütlenmesinden yargının,
üniversitelerin, bütün eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasına, su
altında ve üstünde, çok çoraplar örülüyor. “Başkanlık rejimi” ile tek
dil, tek bayrak, tek millet sisteminin “tek adam” ile taçlandırılması
tamamlandığında, bizi içine tıktıkları kriz yönetimi tabutuna son çivi
çakılacaktır kuşkusuz.
İşin bu boyutu çok yazıldı, anlatıldı.
Bu yazıda konumuz “hayat alanı” ihtiyacı ve arayışı...
Bu ihtiyacı dayatan iki kriz odağı var. Birincisi, iktisadi kriz.
Mali ve ekonomik anlamda “denizin bittiği” anda sermaye mutlaka dış
açılım, pazar, müşteri, kaynak, ticaret ortağı, acenta aramak zorunda
kalır. Eskinin TÜSİAD sermayesi, ideoloji, politik-teknik-ekonomik
altyapı, perspektif, tarihsel miras, gelenek gibi çok çeşitli nedenlerle
bu konuda özellikle Ortadoğu bağlamında yetersizdi. Oysa, MÜSİAD
sermayesi, yine benzer çok çeşitli nedenlerle krizin yönetilmesinde
Ortadoğu’ya açılmayı zaruri ve mümkün görüyor. Bunu da hayata geçiriyor.
Türkiye’nin yeşil holding sermayesi olan “Anadolu kaplanları”,
Ortadoğu’yu doğal hayat alanı olarak algılıyor. Nazi Almanyası’nda bu
hayat alanı, Doğu Avrupa idi ve Rusya’ya kadar uzanan bir coğrafyayı
kapsıyordu. Türk sermayesi bakımından, Mısır ve Libya dolayımıyla
Afrika’ya kadar uzanan bu yaşam alanı algısı ve iddiasında, tarihsel
miras, ortak din ve kültür, coğrafi yakınlık argümanları var. Büyük
burjuvazinin şimdiki bu hegemon tabakası, Anadolu muhafazakarlığıyla,
İslam’la ve esnaf-çarşı kökenlerinin kültürüyle, siyasi temsilcisinin
oluşturmaya soyunduğu Osmanlı-Türk-İslam sentezinin ivmesini de arkasına
alıyor.
Elbette, bir sistemin, tek adam diktatoryasının emir-komuta zinciri
içinde, kriz yönetme tarzının bir parçası olan hayat alanı arayışını,
“Önder”in kişiliğinden bağımsız olarak ele almak, O’nun damgasını
görmezden gelmek yanlış olur. Örneğin, Nazi Almanyası’nın Lebensraum
saldırganlığını “Führer”in (Hitler’in) kişiliği biçimlendirmişti.
İtalyan macerasında da “İl Duçe”nin (Mussolini’nin) karakterinin
traji-komik izleri vardı.
“Ulu Önder”lerin denetimsiz hırs, kapris, vehim ya da öteki patolojik
gelgitlerinin öne çıkması, kendinden büyük davaların, (Aryan ırkının,
ya da İslam dünyasının veya başka bir büyük misyonun) mesihliğine
soyunulması, bunun dış dünya ile gerilimler, hatta çatışmalar yaratması,
bu stratejinin yaşanması kaçınılmaz yan etkileri. Sonuçta, o ihtiras ve
üretilen ululuk yanılsaması, misyon algısı ve benzeri insanüstü
mertebeler, hem iktisadi ve politik gereklerle örtüşüyor, çakışıp onları
tamamlıyor, hem de gidişatı biçimlendiriyor.
Kuşkusuz, ele geçirilen her sermaye alanı, pazar ya da üretim-dağıtım
zinciri, kültürel ve politik değerlerin de taşınmasını içerir ve
dolayısıyla, stratejik bir hegemonyanın da kurulması/dayatılması
anlamına gelir. Yani ekonomik nüfuzun mutlaka stratejik bir karşılığı da
olur. Dolayısıyla, sermayenin pazar ve ekonomik alan açma uğraşı,
siyasetin (devlet ve hükümetin) politik/askeri hegemonya inşasından
soyutlanamaz, bu ikisi birlikte yürür, birbirlerini beslerler. “Hayat
alanı” kavramının ve siyasetinin stratejik karakteri de bundan
kaynaklanır. Yani, MÜSİAD’ın krizi aşmak için zorunlu gördüğü salt
iktisat karakterli bölgesel hayat alanı açma uğraşı bile, ekonomiyle
sınırlı kalmaz, politik/askeri bir olguya da dönüşür. Sadece o
düzlemlerdeki hegemonyayı da beraberinde taşıdığı için değildir bu.
Devletsiz ve askersiz gerçekleşemeyeceği, güvenceye bağlanmış kalıcılık
taşıyamayacağı için de, ekonomik olanla siyasi/askeri hegemonya organik
bir bütün oluştururlar. Ekonomik hamleler, politik huruçla, devlet
katkılarıyla, resmi-bürokratik kılıkla ve askeriyesiyle birlikte
harekete geçer.
İktisadi olanla stratejik olanın çakışmasının Türkiye bağlamında
ayrıca salt/saf politik ve askeri gerekçesi de vardır. O da Kürt
Sorunu’dur. Türk sermayesinin dış açılımının, genişletilmiş hayat
alanının giriş kapısı Kürdistandır ve dolayısıyla ekonomik bir mantık da
sözkonusudur ama Kürdistan coğrafyasının önemi sadece buradan
kaynaklanmamaktadır elbette.
Herşeyden önce, o kapıların kilitlerini açacak ekonomi dışı
zorlamalara, onları yalamalaştıracak maymuncuklara, aşacak mancınıklara
ihtiyaç vardır. Ama asıl mesele bu da değildir. Bunlar sonuçta ekonomik
yayılmanın destekleridir. Oysa, burada, ekonomi başka bir stratejik
hedefe yardımcı konumdadır aynı zamanda.
Türkiye, Kürt krizini eski yöntemlerle çözemediğini, salt şiddete
dayalı ve topyekun tasfiyeyi öngören yöntemin başarısız kaldığını, hatta
aksine kendisini zayıflattığını, örselediğini, yıkıma götürdüğünü
yaşadı, gördü. Zaten kriz de böyle ortaya çıktı ve egemenlik sisteminde
strateji değişikliğini gündeme getirdi. Özal’la başlayan süreç, yani
Kürt eksenli krizi yeni yöntemlerle yönetme politikası, iş başa düşünce
AKP tarafından geliştirilerek uygulamaya sokuldu.
Kürt sorununun yarattığı ölümcül krizi yönetme sürecinde de
LEBENSRAUM ihtiyacı, bir politik/askeri çare olarak iktisadi alandaki
zorunlulukla örtüşüyor, hatta onu da belirliyor. O olmasa da kendi
hükmünü icra edecek başat dinamik bu.
Bu noktayı tam kavramak için bir “ulusalcı” ya da “Eski Türkiye”ci
kavrayıştan yola çıkabiliriz. Buna göre, Türkiye Kürt krizini ancak
genişleyerek yönetebilir. Bunun sloganlaşmış hali, “Musul’u almazsak
Diyarbakır’ı kaybederiz” biçiminde formüle edilmişti. Türkiye’nin bu
hedefe salt şiddet yoluyla, savaşla ulaşamayacağı, özellikle Kürt
yükselişi, Güney Kürdistan’ın kuruluşu ve bunlara ilişkin Amerikan
“kırmızı çizgileri”yle ortaya çıkmıştı. AKP yönetimi, şimdi, Kürt
krizini “genişleyerek çözme” stratejisinde yeni yöntem ve taktik
uygulamalarıyla yol almaya çalışıyor. Bir yandan ekonomik düzlemdeki
yayılmayı bir altyapı olarak kullanıyor, bir yandan da bunun stratejik
yollarını döşüyor. Yani, bu alanda da “hayat alanı” bir kriz yönetimi
olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Bu perspektifte “hayat alanı”, münhasıran olmasa da, esas olarak,
Kürdistan coğrafyası elbette. Onu çevreleyen alanın da stratejik değeri
görülüyor kuşkusuz. Dolayısıyla, Irak, Suriye ve İran da doğrudan bu
stratejik ilgi alanı içinde. Bunların destek ya da kuşatma imkanları
olarak değerlendirildiklerini varsayabiliriz. Dolayısıyla, Irak
siyaseti, Güney Kürdistan’a yaklaşım, Iran’la ilişkilerin seyri ve
Suriye stratejisi, işgal ya da tampon bölge kışkırtmaları, IŞİD
kankalığı, hepsi birden, Lebensraum stratejisinin taktik hamleleri
olarak görülmeli.
AKP iktidarı, Kürt krizini, Kürdistan coğrafyasını, Osmanlı’daki gibi
bir imparatorluğun organik parçası olmasa da, bir hegemonik alanı
olarak dizayn ederek; Kürtleri bir millet değil de ümmetin unsuru ve
sömürge türü organizasyonun uzvu olarak biçimlendirerek; aşiretvari
beylik yapılanması çerçevesinde vassal türü bir bağımlılık kontratına
hapsederek, reaya-tebaa zincirleri cenderesinde, denetim altına almayı,
ya da hayat alanını böyle oluşturmayı, düşlüyor. Bu projede, Osmanlı
türünden bir “muhtariyet”in sömürgeci için yük olmayacağını, bu türden
sanal bir özerkliğin, sorunun ve krizin, tasfiye temelinde çözümü
anlamına geleceği hesaplanıyor. Böylece Türkiye’nin hayat alanı içindeki
Kürtler kendi hayatiyetlerini yitireceklerdir. Türkiye’nin hayat sahası
Kürtlerin ölüm tarlaları olacaktır. Dayatılan tarz içinde feodal
saiklerle ve merkezi manipülasyonlarla birbirlerine karşı
yönlendirilecek Kürtlerin böylece, coğrafi parçalanmışlıklarına ek
olarak, ulusal birliği de ölümcül yaralar alacak, psikolojik, sosyal,
ekonomik, politik, ideolojik yeni bölünmelerle derinleştirilecektir.
Bu yeni hayat sahası inşası başarıyla ulaşırsa, Türkiye emperyalist
desteklerini tahkim etmede de avantaj elde edecektir. Şimdilik,
gördüğümüz gibi, bu hamle, Türkiye ile Batı ve İsrail arasında
kaçınılmaz olarak gerilimler, çelişki ve çatışkılar da yaratmaktadır ama
ilerde bölgesel hegemon olarak Türkiye’nin manevra alanını
genişletebilecektir. Davutoğlu, 30.11.2014’deki “Yeni Türkiye Yolunda”
başlıklı televizyon konuşmasında, “Türkiye kendi coğrafyasına
hapsedilemeyecek kadar büyük bir ülkedir” derken tam da kendi Lebensraum
argümanının mesajını iletmekteydi Batı’ya. Aslında Davutoğlu’nun
“stratejik derinliği” bir anlamda hayat alanı projesinin
teorileştirilmesi çabasıdır.
Lebensraum örneği, gelişmiş bir kapitalist ülke olarak Almanya’nın
emperyalist paylaşımı da içeren kriz yönetimi ve krizi aşma çabasını
anlatıyor. Bu, Türkiye gibi bir ülkede, alt emperyalist hevesler taşısa
ve sermayenin olağan yayılmacı dinamikleriyle beslense de, nesnel
sınırlılıklarla biçimlenmiş bir “Bölgesel Hegemonya”ya tekabül ediyor.
Daha önemlisi, bu tür ülkelerin hayat sahası arayışı efendilere karşı
değil de, onlara sığınarak gerçekleştirilmeye çalışılır. Onu örneğin
Nazi Almanyası’ndan ayıran bir temel özellik de budur. Dolayısıyla
AKP’nin hayat sahası projesi de, bütün gerilimlere karşın, esasta, ABD
ve İsrail destekli yürütülmek isteniyor. Yine de, projenin, özellikle
kişisel boyutunun öngörülemeyen istikrarsızlaştırıcı etkileri ve dış
dünyanın hesaplanamayan tepkileriyle ivme kazanıp farklı çatışma
noktalarına, intiharvari serüvenler türünden savrulmalara açık olduğu da
gözden kaçırılmamalıdır. Hayat fırsat ve risklerle dolu. IŞİD de,
örneğin, bu projede hem yol açıcıdır, kullanılan bir fırsattır, hem de
bir engeldir ve bir engel olarak aşılması bile bir fırsattır. Bu
özelliğini Rojava’da gördük. Bugünlerde Musul’da da denenmekte.
Sözkonusu bölgesel hegemonya ya da hayat alanı, demek ki, iktisadi,
kişisel ve Kürt Sorunu’na ilişkin politik kriz ihtiyaçlarının üstüste
gelmesiyle güçlü bir stratejik yönelime, bir devlet ve düzen
politikasına, düşsel hezeyanlarla süslenmiş sahici bir projeye, kriz
yönetimi yöntemine dönüştü.
Osmanlıcılık ve İslam, projenin ideolojik dayanaklarının bir bölümünü
oluşturuyor. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” tezleri teorik
altyapıyı inşa çabaları. Bir de elbette moral unsur eklenmelidir bu
türden hamlelere. “Türk-Kürt kardeşliği” demogojisi bunların bir
tanesidir. İkincisiyse, klasik “medeniyet götürme” efsanesidir.
Unutmamak gerekir ki, Amerikalılar da yerlilere medeniyet götürmüştü;
Avustralyalılar da aborjinleri uygarlaştırmıştı; ve nihayet, İsrail de
Filistinli vahşi Araplara Batı medeniyetini öğretmektedir. Erdoğan
bunları şöyle harmanlıyor bir konuşmasında: “Fetih zorla almak değildir,
gasp etmek hiç değildir. Fetih engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih
hem kapılardaki hem gönüllerdeki kilitleri kırıp atmaktır. Fetih şehir
surlarını aşmak değil gönüllerin etrafına örülmüş surları aşmak,
gönüllere ulaşmaktır...Fetih, gönüller yapmak, ekmeğini yoksulla
paylaşmak, komşunun hatırını sormak, yetimin başını
okşamaktır...Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet
vardır, Fatih varsa medeniyet vardır.”
Bu arada eklemek gerekir ki, faşizan kriz yönetimlerinde, şovenizm ve
militarizm en esaslı iki cankurtaran simidi olarak işlev görürler.
Lebensraum uygulamasının bir büyük avantajı da işte bu iki aracı
söylemden pratiğe aktararak kendiliğinden somut ve belirleyici dinamik
mertebesine yükseltmektir. Tabiri caizse, ideolojik retoriğin somut bir
güce dönüşmesi böyle gerçekleşir. Böylece, topluma pratiğin şırıngasıyla
zerkedilen zehirle, çürük yapıda aktif ve sağlam bir toplumsal zemin
yaratılır. Benzer işlevi, toplumu insani tahribata, moral yıkıma, ahlaki
çürümeye mahkum eden bilinçli pratikler de görür ve dolayısıyla onlar
da devreye sokulur. Aslında, bu manada, krizin toplum üzerindeki olumsuz
etkileri, faşist kriz yönetimine çok yardımcı olur. İşin bu boyutunu da
yaşamaktayız...
Eski Türkiye’nin inşası, kriz ortamında imparatorluktan daralmaya
yönelmiş bir süreçti. O zaman Kürtler, feodal temizlik ve saflığın da
etkileriyle ve elbette uluslaşmadaki eksiklikleriyle, “kardeş bir halkı
zor zamanında vurmayalım ve ortak bir vatan inşa edelim” dediler, feodal
onura yakışan bir alicenaplık gösterdiler. Ve, kısa sürede, onlara
şükran duyması gereken “kardeşleri”nden cevaplarını aldılar...
Bu sefer “Yeni Türkiye,” krizini yönetirken, genişlemeye yönelen bir
politika izliyor. Bakalım, “Yeni Kürtler” bu tarihsel momentte ne
yapacaklar? Türkiye’nin hayat sahası Kürtlerin can damarlarını kesen bir
saldırı olarak mı görülecek, yoksa, kardeşlerin ortak vatanda buluşması
olarak mı?
Kürtler yine kritik/stratejik bir yol ayrımında, karar kavşağında.
Eski Türkiye’nin Sol’u, Komintern’le birlikte, Kürtlere el vermedi,
aksine onları gericilikle suçlayarak yalnız bıraktı. Şimdi de durum çok
farklı değil. Yeni Kürtler de, aynen eski Kürtler gibi, yine yalnızlar.
Evet top yine mazlum Kürdün sahasında...
KAYNAK: Newroz Gazetesi
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, çözüm sürecin ilerlemesi için Abdullah Öcalan ile
görüşmelerinin sağlanması gerektiğini söyledi. “İstenirse kendilerinin
İmralı’ya götürülebileceğini" belirten Bayık, “Bizim istediğimiz artık
Apo’nun İmralı’da tutulmamasıdır. Bu gecikmiş bir taleptir” dedi.
"PKK'yı silah bırakmaya ikna edecek tek kişinin Öcalan olduğunu"
söyleyen Bayık, “Biz kim iktidarda ise onunla masaya otururuz. Bu
sorunları çözenlerin hepsi ya faşist iktidarlarla meseleleri çözmüş ya
da müzakere etmiştir” dedi. Bayık, Türkiye’de diktatörlüğü temsil eden
kişinin Tayyip Erdoğan olduğunu savundu.
Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Şık'ın sorularını yanıtlayan (15 Mart 2015) Bayık'ın açıklamalarından satır başları şöyle:
Abdullah Öcalan ile doğrudan iletişime geçmeniz sağlanıyor mu?
- Hiçbir zaman doğrudan ilişkimiz
olmadı. İlişki kurmak istediğimizi belirttik. Oslo sürecinde bunun
olabileceği bize söylendi ama sözden öte herhangi bir şey ortaya
çıkmadı. HDP heyeti gidiyor, görüşme notlarını getiriyor, varsa bizim
mektuplarımızı götürüyor. Arada HDP heyeti var. Başka herhangi bir
iletişim yok.
Abdullah Öcalan ile doğrudan iletişime geçmeniz sağlanıyor mu?
- Hiçbir zaman doğrudan ilişkimiz olmadı. İlişki kurmak istediğimizi
belirttik. Oslo sürecinde bunun olabileceği bize söylendi ama sözden öte
herhangi bir şey ortaya çıkmadı. HDP heyeti gidiyor, görüşme notlarını
getiriyor, varsa bizim mektuplarımızı götürüyor. Arada HDP heyeti var.
Başka herhangi bir iletişim yok.
'Yüz yüze görüşmeliyiz'
Telekonferans gibi bir yöntem dahil mi buna?
- Hayır. Telekonferans olmaz. Bizzat yüz yüze görüşmemiz gerekiyor.
Abdullah Öcalan’ın sizin yanınıza gelme şansı yok. Siz mi gideceksiniz? Siz giderseniz bırakmazlar...
- Biz de gidebiliriz. İstenirse götürebilirler fakat bizim
istediğimiz artık önder Apo’nun İmralı Cezaevi’nde tutulmaması,
özgürleşmesi gerektiğidir.
Banu Güven’le İMC televizyonu adına yaptığınız son
söyleşinizde silah bırakma kararının Öcalan’ın katılacağı bir kongreyle
olabileceğini söylediniz. Bu Öcalan’ın serbest bırakılması anlamına mı
geliyor?
- Elbette. Önder Apo gelip görüşmeden hiç kimse gerillayı ikna
edemez. Biz bu hareketin eşbaşkanlığını yürütüyoruz ama biz bile
gerillayı ikna edemeyiz. İkna edecek tek kişi önder Apo’dur. Gelip
gerilla ile gerilla komutanlarıyla görüşürse ancak o zaman ikna etmek
mümkün olur. Onun dışında ikna edebilecek bir güç yoktur.
'Bizim etkimiz sınırlı'
Öcalan’ın silah bırakma kararını yöneticiler gerillaya deklare etse bile yeterli olmaz mı?
- Bizim gerillamız elbette normal bir gerilla değil. Düz bir asker
değil. İdeolojiktirler. Eğitilmişlerdir. Amaçlara ve önder Apo’ya
bağlıdırlar. Bizim etkimiz sınırlıdır. Ancak önder Apo gelip onlarla
konuşursa ikna olabilirler.
Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasını talep etmek ne kadar gerçekçi?
- Bana göre gerçekçidir. Hatta gecikmiş bir taleptir.
Olabilirlik koşulu ne kadar gerçekçi?
- Olabilirlik koşulları da vardır. İstenirse rahatlıkla gerçekleşir.
Bu karar iktidarın, devletin elindedir. Türkiye’de devletle iktidar
istediği gibi algı yaratabilmekte oldukça etkilidir. İsterse önder
Apo’nun serbest kalması gerektiği algısını rahatlıkla yaratabilir ve
toplumda bir tepkiyle karşılanmaz.
'Üzerimize düşeni yaptık'
Bu koşul gerçekleşmezse Türkiye içindeki silahlı mücadelenin sona ermeyeceğini, silahların bırakılmayacağını mı anlamalıyız?
- Silahlı mücadelenin son bulması için Türk devleti ve hükümetinin
atması gereken adımlar vardır. Biz bu halkın sorunlarını çözmek için ilk
önce siyasi bir mücadele yürüttük. Hiçbir zaman silahlı mücadele
istemedik. Ancak bize sadece bu yol bırakıldı. Devlet katında reddedilen
bu sorunu başka türlü görünür hale getiremezdik. Bu sorunu tüm
yönleriyle ortaya çıkarmak, çözüm ortamını yaratmak ancak silahlı
mücadele ile mümkün oldu. Yeterli düzeyde silahlı mücadele yürütüldüğüne
inanıldıktan sonra da sorunu siyasi taleplerle dile getirmeye başladık.
Tek taraflı olarak defalarca ateşkes ilan ederek bunun zeminini
yaratmaya çalışıyoruz. Biz kendi cephemizden atılması gereken tüm
adımları attık.
'İmza atılmadan adımlar atılmaz'
Nedir onlar?
- Dünyada hiçbir gücün atmadığı adımları attık. Dünyada benzer
sorunların olduğu yerlerdeki örneklere baktığımızda üçüncü bir tarafın
gözetiminde ateşkes olur, gerilla mevzilerinden çıkar, esirler bırakılır
ve sonra savaş durdurulabilir. Üçüncü tarafın gözetimi olmadan,
taraflar anlaşmadan, imza atmadan bu adımlar atılmazdı. Biz bunlar
olmadan bile tek taraflı olarak bu büyük adımları attık. Ama artık
atacağımız başka adım kalmadı. Sıra devlet ve hükümettedir. Onlar bunu
yaparsa biz üzerimize düşeni tereddütsüz yaparız. Önder Apo, eğer
müzakere başlayacaksa paralel adımlar atılması gerektiğini söylemesine
rağmen bu olmadı. Tek taraflı hatta merdiven basamaklarını zıplayarak
adımlar atmak mümkün değilken biz geçmişte bunların hepsini yaptık. Ama
devlet ve hükümet bunun karşısında atması gereken adımları atmadı.
'Türkiye, üçüncü tarafı hiç istemedi'
Üçüncü bir taraf var mı peki? Geçmişte oldu mu?
- Hayır şu anda yok. Bir dönem, Oslo sürecinde vardı. Ama Türkiye devleti üçüncü tarafı hiçbir zaman istemedi.
Üçüncü taraf derken bağımsız bir yapıdan mı yoksa bir devlet gözetiminden mi bahsediyorsunuz?
- Biz aslında daha 2013 Nevruzu’nda önder Apo tarihi açıklamayı
yapmadan önce kendisiyle HDP heyeti üzerinden haberleşiyorduk. Biz hem
Apo’ya hem de devlet ve hükümete şunu ilettik: Mademki tarihi bir
açıklama yapılacak, Kürt sorununun demokratik yöntemle çözümü ortaya
konacak, o halde bunun mekanizmalarını da ortaya konması gerekiyor.
Bizim önerimiz üçüncü bir tarafın olmasıdır.
İşaret ettiğiniz belirli bir adres var mıydı?
- Hayır. Türkiye parlamentosu olabilir veya Türkiye sivil toplum
örgütlerinden oluşturulabilecek bir komite de olabilirdi. Birçok seçenek
sunduk. Kabul etmeyerek iki taraflı olarak bunu çözelim dediler. Yerel,
milli bir çözüm olmasını istiyoruz dediler. Aslında ipe un sermekti bu.
Çünkü dünyada böylesi bir çözüm örneği yok. Ama Türkiye bu yönde adım
atmadı. Üçüncü taraf olursa süreç bozulur, ilerlemez dediler.
'Gerçekçi değildi'
Bize göre gerçekçi değildi. Sorunu
çözme niyetleri olup olmadığı açığa çıksın diye, madem istemiyorsunuz
sizin dediğinize de varız dedik. Çünkü biz çözüm istiyoruz. Bu yüzden o
şartları da kabul ettik. Ama gördük ki milli ya da yerel dediklerinde de
bir çözüm amacı yok.
'Kürt sorununu kabul etmiyorlar'
Bu söylediğinizden hükümetin ya da Türkiye devletinin Kürt sorununu değil de PKK sorununu mu çözmek istediğini anlamalıyız?
- Tamamen öyle. Devlet ve hükümeti Kürt sorununu kabul etmiyor. Kürt
halkı diye bir halkı kabul etmiyor. Sorun siyasi olarak ele alınmak ve
çözülmek zorundadır.
'Tezleri iflas etti'
Meseleye terör sorunu diye
yaklaşırsanız zaten çözümünüz de savaşla olur. Türkiye devleti, “Kürt
sorunu yok, terör sorunu var” tezi üzerinden hareket ediyor. Ama artık
bu tez iflas etmiştir. PKK’nin mücadelesi ne Türkiye’nin içinde ne de
uluslararası alanda bu yaklaşımın sürdürülemeyeceğini ortaya çıkardı.
Bunu bütün dünya da görüyor ve gelinen nokta da artık bu sorunu
çözmekten kaçamazlar.
'Biz suç işlemedik'
AKP kanadı görüşme masasında PKK’yi
affedilmesi gereken suçlular olarak mı yoksa artık sınır ötesine taşan
ve uluslararası aktörlerin de içinde yer aldığı Kürt sorununun önemli
bir aktörü olarak mı görüyor?
- Elbette Türkiye hükümetine göre suçluyuz. Ama biz herhangi bir suç
işlemedik. Bir halkın en doğal haklarının mücadelesini yürütüyoruz.
Onlar ise böyle bir halk ya da haklarının olmadığını söylüyor. Onların
yasalarına göre de suç işlemiş sayılıyoruz. Bu suçsa biz bu suçu işledik
ve işlemeye de devam edeceğiz. Ta ki amaçlarımıza ulaşıncaya kadar.
"Ankara'nın 'Yerel çözüm' demesi gerçekçi değil"
Nedir amacınız?
- Bu halkın en doğal haklarını kazanmak. Bir kere Kürt sorunu sadece
Türkiye’nin bir sorunu değil. Kürtlerle Türk devletinin ve
hükümetlerinin arasındaki bir sorun da değil. Ortada bunu aşan bir sorun
var. Türkiye’yi ilgilendirdiği kadar Ortadoğu’yu ve hatta uluslararası
alanı ilgilendiren bir sorun var. Kürdistan parçalanmış bir ülke ve
halktır. Her bir parçası da bir başka devletin egemenliği altındadır.
Hepsi de sahip olduğu parça üzerinde politika yürütüyor. Bu devletlerin
uluslararası alanda çeşitli güçlerle de ilişkisi var. Hem bu açıdan
herkesi ilgilendiriyor hem de bu sorunu ortaya çıkaran, ağırlaştıran
uluslararası bölgesel nedenler var. Bölgede önderliği alan ABD var. NATO
ülkesi olan Türkiye Avrupa Birliği adayı ve İslam Birliği Teşkilatı’na
üye.
'Dünyanın bütün güçleri içinde'
Dolayısıyla bu sorun bütün bu
yapıları ilgilendiren bir mesele haline gelmiştir. Türkiye ile herhangi
bir sorunu çözmek ABD, NATO, AB ve İslam Teşkilatı ile bir sorunu çözmek
anlamına geliyor. Kısacası dünyanın bütün güçleri bu sorunun içindeyken
Türkiye’nin milli ya da yerel çözüm demesi gerçekçi değil.
'28 Şubat'ı özellikle istedi'
28 Şubat’ta HDP ve AKP’nin
toplantısında Öcalan’ın deklare ettiği 10 maddelik bir plan ortaya
konuldu. Böylece Öcalan sürece dair son sözünü söyledi mi?
- Hayır. Çünkü son sözü söylemek artık amaca ulaşmak demektir. O
anlamda orada bir bitiş ve gerileme, çürüme ve yozlaşma başlar. Oysa
önder Apo ve PKK, devrimi devrim içinde gerçekleştirmeyi amaçlar.
Son sözden kastım şu; 10 maddelik bir deklarasyon ortaya
konarak AKP de bir sorumluluğun altına sokulmuş olundu. Sorumluluğun
yerine getirilmemesi durumunda ne olur?
- Önder Apo ısrarla açıklamanın 28 Şubat’ta yapılmasını istedi. Darbe
karşıtı bir hareket olduğumuz için açıklamanın 28 Şubat’ta yapılması
istendi. Ortak açıklama taraflarca imzalanmış ortak bir metninin
duyurulmasıyla olur. Orada tabii ki hükümet ve HDP heyeti birlikte
görüntü verdi. Anlamlıydı. Çünkü ilk kez hükümet, sorumluluk altına
girdiğini gösteriyordu. Türkiye’nin böyle bir adım atması kolay olmadı
ve önemlidir.
Peki, sorumluluk yerine getirilmezse ne olacak?
- Öcalan çağrı yapacak, PKK silah bırakacağını açıklayacak. Böylece
sorun çözülmüş olacak. Toplumu aldatmaya yönelik sığ bir kurnazlıktır
bu. Bu yanlış algıyı topluma yayarak seçimlerde başarı kazanmak
istiyorlar. Kürt hareketi bunları yutmaz.
'Demokrasi olsa Kürt sorunu olmaz'
Peki, neden AKP’yle masaya oturmaya devam ediyorsunuz?
- Biz kim iktidarda ise onunla masaya otururuz. Bu yadırganamaz.
Dünyada benzer sorunları çözenlerin hepsi ya faşist iktidarlarla ya da
diktatörlerle meseleleri çözmüş ya da müzakere etmiştir. Burada olan da
budur. Türkiye’de demokratik bir yönetim olsa zaten ne Kürt sorunu ne de
demokrasi sorunu olur.
Türkiye’de faşizmi Erdoğan ve AKP mi temsil ediyor?
- AKP hegemonyasını ve diktatörlüğü temsil eden Erdoğan’dır. AKP bir
yandan Türkiye’de Erdoğan diktatörlüğünü geliştirecek öte yanda güya
Kürdistan’da sorun çözecek. Bu mümkün değil.
Milliyetçi seçmene yönelik bir politik girişim mi bunlar?
- Hem milliyetçi kesime sesleniyor hem de bizi tahrik ederek, halkı
kışkırtarak adeta “yeter artık” deme noktasına getirerek bizi masadan
kalkmaya zorluyor. AKP sorunu çözmez, tahrik etmeye devam eder, sürecin
önünü tıkarsa tek taraflı olarak sorunu çözmekte bir aşamaya kadar
gelebilirsin. Bunların üstüne tahrikleri ve tehditleri de eklerseniz
masadan bizi kalkmaya itebilirlerdi. Bütün çabaları da bu yöndeydi ama
sonuçsuz kaldı.
'AKP oy hesabı yapıyor'
AKP’nin bundan çıkarı ne? Masadan kalksanız kazancı ne olur?
- Elbette olur. Kendisini hep sorunu çözen taraf, bizi de çözüme
karşıymışız gibi gösteriyor. Bizi zorlayarak çözüm noktasına getiriyor,
adımlar attırıyor sabırlı davranıyor. Bunu işliyorlar. Eğer masadan biz
kalkarsak, “Ben sorunu çözmek istedim. Sabırlı davrandım ama PKK çözüme
gelmeyip savaşta ısrar etti. Barışa razı olmadılar. Savaşın dışında bir
şey düşünmüyorlar” diyecekler. Böylece kendisine haklılık kazandırıp
bunu da oya dönüştürecek. Hesapları hep bu yöndedir.