27 Mayıs 2011 Cuma

Hasan Bildirici ile Söyleşi


İbrahim Sediyani, Ufkumuz sitesinin evsahipliği yaptığı "Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz" adlı bir imza kampanyası düzenledi. Bu çerçevede, imza veren kimi gazeteci ve yazarlara sorular yöneltti. Rojevakurdistan editörü ve yazarı Hasan Bildirici de İbrahim Sediyani'nin soru yönelttikleri arasındaydı....
*****

İbrahim Sediyani, Hasan Bildirici'nin yanı sıra, Gazeteci – Muhabir Semanur Sönmez Yaman, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Kurucusu, Kapatılan Diyarbakır Kürd Derneği (KÜRD – DER) Genel Başkanı, Siyasetçi – Yazar İbrahim Güçlü, Gazeteci – Yazar Hatice Yaşar ile de röportaj yapmış.
*****
Masa-yı Esma (İsimler Masası)’da konuk ettiğimiz diğer isim, çile dolu bir yaşamıyla biriktirdiklerini, bugünkü güzel karakteriyle birleştirerek yaşama geri kazandırmaya çalışan bir kalem erbabı: Araştırmacı – Yazar Hasan Bildirici.  
     Nüfûs cüzdanında “1960 Ahlat” doğumlu diye yazıyor Hasan Bildirici’nin. Ahlat doğru doğru olmasına da, gerçek tarihe dair çeşitli rivayetler var. Sorduk soruşturduk; herkes kafadan birşey uydurdu. “En doğrusunu halası bilir” dediler; biz de gittik, halasının elini öptük, rica ettik bize söylesin diye. Dedik, “Halası, bu işin doğrusunu sen bize anlatsan”; dedi, “iki siyâh ineğin evimizin önünden geçtiği gün doğmuştu bizim Hasan.”
 
     Hayatı tanıdığında annesizmiş küçük Hasan. Üvey annesi varmış. O’nu doğuran kadın, Ahlat’ın tanınmış Kürt aşiretlerinden birinin kızı. Kürtlüğünü O’ndan almış Hasan. Küçükken inatlaştığında, “Kürt damarı tuttu” derlermiş.
 
     Annesinin ve dayılarının kişiliği baskındır kendisinde. Baba tarafı, Van Gölü çevresine bin yıl önce gelip yerleşen Türk ailelerinden biri. Kürtler’den kız almışlar, ama kendi halindeki Türklük’leri hâlâ baskın. Anlayacağınız bizim Hasan, Türk – Kürt karışımı bir insan; benden duymuş olmayın ama, bu özelliğini seviyor da haa...
 
     Daha sonra götürülüp atıldığı Ahlat Yatılı Bölge Okulu’nda, köylerinden toplanıp getirilmiş Kürt çocuklarının, ağızlarından yanlışlıkla Kürtçe bir kelime çıkardıklarında parmak uçlarından nasıl sopa yediklerini görerek büyüyor, küçük Hasan. Fakat Hasan Kürtçe bilmiyordu. Arkadaşlarının parmak uçlarından sopa yemelerine neden olan bir dili de, orada öğrenemezdi herhalde.
 
     Hâlâ da öğrenememiş. Biraz anlar, ama konuşamaz. Konuşamaz; tıpkı Kürtçe bildikleri için parmak uçlarından sopa yiyen o Kürt çocuklarının da konuşamadığı gibi.
 
     Ortaokulu Tatvan Yatılı Ortaokulu’nda okuyor. Orada da bu kez Dersim, Varto ve Bingöl’den gelen Alevî çocuklarının inançlarını nasıl gizlediklerini görüyor. Parmak kadar boylarıyla, Alevî olduğundan şüphelendikleri arkadaşlarına, “ana – bacı bilip bilmediklerini” soruyorlarmış, Hasan ve arkadaşları. Egemen inanç ve ırk biçimi ilkokulda onları rahat bırakmadığı gibi, ortaokulda da bırakmıyordu ve küçücük halleriyle büyük yalanların ve iftiraların kurbanıydılar, bu şekilde.
 
     Ortaokul son sınıfta, sol eğilimle tanışıyor. 1974 yılı. Yavaş yavaş Alevîler’e ve solculara ilişkin algıları değişmeye başlıyor.
 
     Ortaokuldan sonra gittiği Malatya Ziraat Okulu, okul değil bir cehennem: 100 kişilik okulda 50 kişi MHP’li, 30 kişi İslamcı, 20 kişi Alevî, 10 kişi Kürt, 10 kişi de solcu. M. Ali Ağca’ların, Oral Çelik’lerin zamanı. Ortaokul talebelerinin bile kurşunlandığı, kablo ile boğulup atıldığı, kafalarının kesildiği bir zaman. Bu atmosferde onlara hep Türk millîyetçisi olmak için zaman tanınıyor. Nasıl bir psikoloji olduğunu bana değil kendisine sorun; okulunuzun Alevî olan hademesini gözünüzün önünde bıçakla delik deşik edip öldüren kişiyle aynı sınıfta olmak.
 
     “Malatya’da geçen üç kâbus yılı en iyisi anlatmayayım” diyor Hasan Bildirici, bizimle yaptığı sohbette. “İsyancı kişiliğim orada şekillendi” diyebiliyor ancak. Üstelemiyoruz biz de, üzerine varmıyoruz fazla. Malatya’yı tren istasyonu ve terminal MHP’liler tarafından tutulmuş olduğu için, 1978 yılında yürüyerek terk ediyor çünkü. O da, bir gece yarısı... Okulun bitmesine bir hafta kala!
 
     1980 yılında tutuklanıyor. Çok işkence görüyor, çok. Arkadaşları gözünün önünde işkenceyle öldürülüyor. Bir Sait Şimşek vamış meselâ. Nizipli bir sabun işçisiymiş; PKK’li. 1980 yılının Ekim ayında Gaziantep Adliyesi’nin altındaki sorgu merkezinde askıda iken, kafasının altında piknik tüpü yakılarak öldürülüyor. Piknik tüpünü işkenceci polisler, sorguya ara verdiklerinde çay demlemek için kullanıyorlarmış. Sait Şimşek’in yanık kafa kokusu genzinden hiç gitmemiş Hasan’ın. 1981 baharında ise, Gaziantep Askerî Cezaevi’nde Dev Yolcu Veysel Güney yanlarında idam ediliyor. Yaralı yakalanmıştı. Yaralarını iyileştirmeden asıyorlar.
 
     1991 yılında Ceyhan Özel Tip Cezaevi’nden tahliye oluyor. Çıktıktan sonra hesaplıyor; 12 yıl yatmış! Dile kolay... 
 
     Dışarıyı unutmuş... Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nde parmak izi alınıp sokağa salınıyor. Serbest güyâ artık; seviniyor. Bu sevinçle başlıyor yürümeye. Fakat o ne? Sokaklar, arabalar, şehir üstüne geliyor sanki. Emniyet Müdürlüğü’nün önüne çöküyor. Yürüyemiyor; bacakları tutmuyor. Epey bir süre oturduktan sonra bir taksi tutuyor ve cezaevinin kapısına geri gidiyor. Çünkü tahliye olduğu gün “görüş günü” imiş. “Kapıda mutlaka tanıdık aileler vardır” diye düşünüyor. Düşündüğü gibi de çıkıyor; onlardan birine sığınıyor, onlar da alıp götürüyorlar O’nu. Oradan da Bitlis’e gidiyor, memleketine.
 
     Bir hafta kadar kalıyor Ahlat’ta. Bir haftanın sonunda devletin “güvenlik” sorumluları O’nu karakollarına çağırıyorlar ve Ahlat’ı terk etmesini istiyorlar. O gün bugündür, bir daha da gidemiyor Ahlat’a.
 
     Çoğu yasaklı ve cezalı olan kitaplar yazdı, Hasan Bildirici. Birçok yazarı ve muhabiri öldürülen Özgür Gündem Gazetesi’nin kuruluşunda yer aldı. O’nu ilk fırsatta öldürmek için takip edenlerle köşe kapmaca oynayacak kadar gözü kara çalıştı. Yeniden cezalar da alınca, 1993 yılında Avrupa’ya çıktı.
 
     Şu an İsviçre’de yaşıyor. En kısa sürede yasaklanacak romanlar yazıyor ve Rojeva Kûrdistan (www.rojevakurdistan.com)  sitesini düzenliyor.
 
     Bir yatılı okulda, köylerinden toplanıp getirilmiş Kürt çocuklarının, ağızlarından yanlışlıkla Kürtçe bir kelime çıkardıklarında parmak uçlarından nasıl sopa yediklerini görerek büyüyen bir çocuk olarak, şu anda, “ülkede konuşulan tüm yerli dillerin resmî dil statüsünde olduğu” İsviçre gibi medenî bir ülkede yaşamanın kıymetini, Hasan Bildirici’den daha iyi kimse bilemez sanırım.
 
     4 tane resmî dili olan İsviçre’de yaşayan Hasan Bildirici, bir yandan Kürtçe’nin Türkiye’de özgürlüğüne kavuşması için kitaplar yazarken, bir yandan da yaşadığı ülkeye, İsviçre’ye bir “5. resmî dil” kazandırmanın mücadelesini veriyor. Bu dil, bizimle sohbet ettiği dil; “gönül dili”:
 
* * *
                                            
foto 24.jpg
 
 
     1 – Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isim, asimilasyon amaçlı olarak değiştirildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

 
     Coğrafyamızın ve insanlarımızın dengesiyle çok oynamaktan dengesiz bir toplum ve coğrafya yarattılar. Herkesi aynı ırk, dîn ve özellikten yapma uğraşı başlangıçta bu uygulamanın sahiplerine iktidar ve güç sağlamış olabilir. Fakat zaman içinde rejimi çürütüp yıkacak olan da birbirini soyup soğana çeviren tek ırk, tek dîn, tek özellik uğraşının yarattığı insan tipi olacaktır. Çürüme ve yıkım her yerde böyle başlamıştır. Şöyle düşünün: Bir ülkede daha çok Türk ve Müslüman görünmek maddî bir çıkar ve iktidar olanağı sağlayacaksa, o zaman başkaları da daha çok Türk ve Müslüman görünmek isteyecektir. Aynı şey bir Alman ve onun dîni olan Hristiyanlık için de geçerlidir. Tarihte, şimdi bile en zengin ve hükmeden imparatorluklar ve krallıklar çok kültürlü olanlardır. Çok kültürlülük büyük bir zenginliktir. Irkçılar bunu anlamazlar. Onlar herkesi kendi ırkından yapar, sonra da birbirlerine düşürürler.
 
     İsim ve köy değişikliklerini de tek soy, tek dîn, tek davranış istemenin isimlere yansıtılması olarak algılayın. Laz’ın, Kürd’ün, Arab’ın, Çerkes’in, Ermenî’nin elinden köyünü alıp, bir de ismini değiştirmek işlenmiş suçların delillerini ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Halbuki bundan bin yıl öncesine kadar Anadolu ve Kürdistan’da belki de tek Türkçe isim ve köy ismi yoktu. Şimdi ötekilerden bir kalıntı yok. Peki bu bizi mutlu etti mi? Ne kadar mutlu olduğumuz ortada.
 
     2 – Haritadan silinen isimlerin geri alınması için başlatılan imza kampanyası için düşünceleriniz nelerdir? Ve siz neden imzaladınız?

 
     İyi ve anlamlı bir çaba. Bu nedenle imzaladım.
 
     3 – Hasan Bildirici, siz sıfırdan bir köy kursaydınız, ona ne isim verirdiniz?
 
     İsim vermeyi köy çoğunluğunun kararına bırakırdım.
 
     4 – Ülkemizin en çok hangi şehrini seviyorsunuz ve en çok neyini seviyorsunuz?
 
     Anteb’i seviyorum. 18 – 20 yaş arası orada yaşadım. Bana çok mazlum ve çalışkan bir şehir gibi görünürdü. Yemek kültürü ve zanaatkârlık çok gelişkindi. İş disiplini ve anlayışını da ahlaklı bulmuştum.
 
     5 – Nehirler yönünden oldukça zengin olan ülkemizde, en çok hangi nehrimizin ismi hoşunuza gidiyor?
 
     Van Gölü benim için okyanus, deniz, göl ve nehirlerin toplamıdır. Denizlerden kopup, dağlara sığınmış asi bir çocuktur O. Onun için en çok Van Gölü’nü yazdım. İllâ bir nehir söylemem gerekirse, Nemrut Dağı patlamadan önce bugün Van Gölü’nün bulunduğu yerde nehirler varmış. Nemrut Dağı’nın lavları, Botan’a, yani Dicle ve Fırat’a doğru akan suların önünü kesmiş. Van Gölü’nün böyle oluştuğu söylenir. Gökyüzünün açık olduğu ve Van Gölü’nün mavi bir atlas gibi sakin durduğu zamanlarda su altında kalmış o nehirlerden birinin kaynamasını su yüzeyinden seçmek mümkündür. Ben en çok Van Gölü altında kalan gizemli akarsuları sevdim.
 
     6 – Desem ki, ben de ikinci bir Hasan Bildirici olmak istiyorum, bana ilk yapacağınız uyarı ne olurdu?
 
     Ben üç yaşındayken annemi kaybettim. Ondan bana bir siyâh – beyaz resim dahi kalmadı. En iyisi hiç Hasan Bildirici olmayın. Hasan Bildirici hayata daha üç yaşında yenik başlamış biridir. Bu yenikliği giderebilmek için kendini vurmadığı dağ taş kalmamıştır. Fakat hayat karşısındaki yenikliğini giderebilmiş değildir. Yazar ve isyancı kişiliğim de bu açığı kapatamadı. Baskı, zûlüm ve zorbalığın olmadığı bir ortamda çiftçilik yapmak isterdim. Bana ait mütevazi çiftlik, doğup büyüdüğüm Van Gölü’nün kıyısına yakın olmalıydı. En büyük sorunum da, komşu evlerdeki çocukların bahçemden meyve aşırması şeklinde cereyan etseydi keşke. Düşünsenize, kimsenin size ırkınızı, mezhebinizi, inancınızı, siyasal eğiliminizi sormadığı doğal bir ortam.
 
     7 – Dünyadaki 6 milyar insana aynı anda hitab etme şansınız olsaydı dünyaya neler söylemek isterdiniz?
 
     Eğer tek dîn, tek mezhep, tek inanç ve tek ırktan insanların hâkim olduğu bir sokak, mahalle, köy veya ülkede yaşıyorsanız çok şanssızsınız. Sabah evinizden çıktığınızda, sokağınızda Türk, Kürt, Ermenî, Arap, Afrikalı, Amerikalı, Rum, Yahudî veya Fransız ile karşılaşma olanağınız varsa çok şanslı bir yaşam sürdürüyorsunuz demektir ve lütfen bunun değerini bilin.
 foto 25.jpg
 

foto 26.jpg
 



foto 27.jpg
 




foto 28.jpg
 
 
foto 29.jpg 



foto 30.jpg
 
 
 
 
Söyleşi ve Biyografiler: İBRAHİM SEDİYANİ
 
 
İmza kampanyasına ulaşmak için:
 
http://www.ufkumuz.com/imza/

Zana ve Bağımsızlık


Leyla Zana’nın Kürdistan’ın küçük bir köyünde yaptığı konuşma herhalde Türk-Kürt ilişkilerinin dönüm noktalarından biri olarak geçecek tarihe.Uzun zamandan beri birçok insanın gördüğü, sezdiği ama bir türlü dile getiremediği, net bir şekilde söyleyemediği gerçeği Zana her zamanki açık sözlülüğüyle söyledi. “Oylarınızı Kürdistan’a, barışa, kardeşliğe ve gerilla için verin” dedi. Bu sözler, aslında bütün Kürtlerin aklının bir yerinde duran bir isteği nihayet aydınlığa çıkartıyor. Kürtlerin yönettiği bir Kürdistan. Geçen hafta Neşe Düzel’le yaptığı harikulade konuşmada “Kürtlerin hedefi değilse de ufku bağımsızlıktır” diyen Cihan Tuğal’ın “ufuk” olarak değerlendirdiği isteğin artık bir “hedef” haline geldiğini bu konuşmadan görüyoruz.

Önceki gün de Aysel Tuğluk, Kurtuluş Tayiz’e “Anayasal eşitlik bize yetmez, bize statü gerekir” derken aslında bunu söylüyordu herhalde.
Birçok Türk bu konuşmaya tepki gösterecektir.
Bence, nihayet gerçekleri tartışma imkânı verdiği için Zana’ya teşekkür etmeliyiz.

Çünkü bir türlü ne konuştuğumuzu, neyin müzakeresini yaptığımızı kavrayamıyorduk, şimdi herkes daha net bir şekilde tartışabilecek.

Kürtler bir bütün değil elbette, Türkler nasıl çeşitli fikirler ve çıkarlar etrafında kümelenmişse Kürtler de değişik fikirler etrafında toplanmışlar ama “özerk” ya da “bağımsız” bir Kürdistan fikri sanırım hepsinin ortak paydasını oluşturuyor.

Kürdistan’la ilgili farklı hayalleri var ama Kürdistan ortak hayalleri.

Bu aşamada sanırım “bağımsızlık” değil de “özerklik” talep ediyorlar.
Tam tarif edilmese de “özerklikten” bir tür konfederasyon ima ediliyor herhalde.

Kendi yöneticilerini kendilerinin seçtiği, kendi “güvenlik güçlerini” kendilerinin oluşturacağı bir siyasi yapı.

Şimdilik bağımsızlık istememelerinin bazı nedenleri var.

Birincisi, çevre ülkelerin ve dünyanın tepkisini toplamaktan çekiniyorlar, henüz böyle bir tepkiyi göğüsleyecek güce sahip değiller.
İkincisi, “güneyde” çok zengin, petrol gelirine sahip bir başka “Kürdistan” ın bulunması ve Erbil’in zenginliğiyle rekabet etmenin zorluğu.

Özerklik ilişkisiyle Türkiye’nin, Güneydoğu’daki Kürdistan’la dünya arasında bir “hava yastığı” görevini üstlenmesini istiyorlar.
Kafalarında nasıl bir devlet var, derseniz.
Zana’nın bir cümlesi bunu açıklığa kavuşturuyor derim.

“Gün gelecek, Öcalan kendi halkının arasında bu halkın çocuklarına öğretmen olacak.”
Bu cümleyi duyup da Atatürk’ün karatahta başında çocuklara “öğretmenlik” yaptığı sahneyi hatırlamayacak bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulmak zordur herhalde.

Benim anlayabildiğim kadarıyla Atatürk’ün yerine Öcalan’ı, Türk ordusunun yerine de PKK’yı koyan 1923 modeli Kemalist bir devlet istiyorlar.
Bizim değiştirmeye çalıştığımız, değiştirebilmek için birçok insanın hayatını verdiği Kemalist Cumhuriyet’i, onlar yeniden kurmak istiyorlar gibi gözüküyor.

Bir toplumun “nasıl” değil de, “kim” tarafından yönetildiği önem kazandığında, “ırk” her türlü değerden daha üst bir değer olarak görüldüğünde, gidilecek yer Kemalizm’dir ama bu konuda akıl öğretebilecek durumda değiliz.

İnsanlara neyi özlemeleri gerektiğini söyleyemezsiniz.

Bu devletin yapısı Kürtlerin kendi aralarında tartışacağı bir konu, doğrusunu kendi aralarında bulacaklar, daha demokrat bir yapı isteyenler bunun mücadelesini verecekler.

Kürtlerin istekleri netleşiyor, tavırları ve pozisyonları da öyle.

Peki, Türkler bu isteğe ne diyecek?

Üç şık var, “Hayır, idari yapıyı hiçbir şekilde değiştiremezsiniz” derler ve iç savaş çıkar, “Olur, zaten biz de özerk eyaletler sistemine geçeceğiz, bütün bölgeler kendilerini yönetsinler” derler ve mesele hallolur ya da “Kürdistan’ı yönetin ama bu Kürdistan’ı biz finanse etmeyiz, siz bağımsız olun” derler ve ayrılırız.

Türk siyasetçilerin hepsi sanki ortada böyle bir “Kürt talebi” yokmuş gibi davranmayı seçiyor, bunun için de söyledikleri bir mana ifade etmiyor.

Kürt meselesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti hep gecikerek hareket etti, Kürt taleplerini kabul etmekte hep gecikti ve o talebi kabul ettiğinde de Kürtler başka bir aşamaya geçmiş oldu, bu kopukluğu da savaşla ve ölümlerle ödedik.

Artık kendini kandırmanın anlamı yok, talep net ve açık.

Türkler de ne istediklerini söylesinler, bir tercih yapsınlar, bu bulanık belirsizlikten çıkalım.
Bir iç savaş herkes için felaket olur, buna gerek de yok, Kürtlerin isteklerini külliyen reddetmek herkese pahalıya patlar.

Türkler özerklikle ayrılık arasında bir seçim yapsınlar.
Bu işi bir çözüme kavuşturalım, ondan sonra da ya birlikte ya da ayrı ayrı daha özgür, daha zengin ve daha mutlu yaşamanın yollarını arayalım.

ahmetaltan111@gmail.com

Ah Devrim Özürlü Halkım

 
Devrim özürlü Türk halkımın perde gerilerinde çatılmış kanlı ve karanlık iktidarları nihayet 21. yüzyıla ayak uyduracak devrim biçimini buldular: Seks kasetleri devrimi…
Normal bir evrimi, reformu, namuslu ve dürüst iktidarları tanımamış bir halkın devrimi ve iktidar değişiklikleri böyle olur. İlkin MHP genel Başkan Yardımcıları Recai Yıldırım ve Metin Çobanoğlu’nun seks kasetleri çıktı. Bunların seks kasetlerini izlerken bizler de porno izleyicisi olup çıktık. Bunların nasıl şey ettiklerini izlerken bu ara konuşmalarda siyaset de dinlemiş oluyoruz. Bunlar seksle siyaseti birbirine o kadar çok karıştırmışlar ki, ben onun için bir yazımda Türkiye’deki iktidar biçimini “Cinsel Faşizm” olarak nitelemiştim.
MHP’li Recai Yıldırım’la gizli kamera eşiliğinde buluşan Kamelya soruyor:
“Sağ seçmen ne demek Recai?”
Recai Yıldırım cevap veriyor:
“Yuvarlak demek, gülle, hiç köşesi yok.”
Kamelya soruyor:
"Bir o tarafa, bir bu tarafa yani."
Recai Yıldırım cevap veriyor:
“Her tarafa yuvarlanır, evet”
Artık hepsinin seks kaseti olan MHP yöneticilerinin kendilerine de oy veren sağ seçmen yorumu bu:
“Yuvarlak demek, gülle, hiç köşesi yok. Her tarafa yuvarlanır.”
İçinde epeyi Kürt kökenlinin de olduğu Türkiyeli sağ seçmenin durumu bu. Bunları başkaları söylese ırkçılık yapmış olur. Rahmetli Hrant Dink bu sözü 1999 yılında söyleseydi ta o gün katledilmişti. Bu sözün yarısını bir Avrupalı söylese, muhtemelen o Avrupalının dahil olduğu ülkenin konsoloslukları basılır, bayrakları yakılırdı.
Fakat MHP’li Recai kendilerini iyi tarif ediyor:
“Sağ seçmen yuvarlak demek, gülle, hiç köşesi yok. Her tarafa yuvarlanır.”
Peki sol seçmen kim? Kime deniyor sol seçmen? Elbette ilk akla gelen sol olmadığı halde, CHP.
CHP seçmenini en iyisi hiç tarif etmemek… Tarif edersem tepki alırım. Tepkilerden korkmuyorum da, tepkileri okumak zaman alıyor.
CHP’yi ben, Türk devletinin her ulustan yetim bıraktığı belleksiz nesillerin sığındığı yanlış bir adres olarak nitelendireyim de varın siz CHP seçmeninin tarifini yapın.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin atası Osmanlı’ya isyandan asılmış. Üç göbek önce Rum, Kürt, Ermeni, Süryani, Yunan veya Arap olup olmadığını bilen var mı? Ama hepimiz Türküz. Anayasa böyle buyuruyor. Anayasa böyle buyurduğu için de, sağ ve solumuzla tarifteki gibiyiz:
"Yuvarlak, gülle, hiç köşesi yok. Her tarafa yuvarlanır.”
Sağı ve soluyla her tarafa yuvarlanan bu halkın demek ki, devrimi falan olmaz. Ülkeyi cinsel faşizmle yöneten yöneticilerin vakti geldiğinde kullanılmak üzere seks kasetleri olur. Devrim özürlü Türk halkımın perde gerisi karanlık yöneticileri ülke değişimini anlattığımdan da anladığınız gibi, seks kasetleriyle gerçekleştiriyorlar. CHP tahtına bir daha kalkmamak üzere oturmuş olan Deniz Baykal’ı Osmanlı devamı devlet yönetimi bir seks kasetiyle götürdü. Halbuki en fazla yüz yıl önce Osmanlı paşa ve padişaharının kadın ve oğlan çiftlikleri vardı.
Şimdi sıra MHP’de… Baraj altına mı itmek istiyorlar yoksa yönetimini mi değiştirmek istiyorlar çok önemli değil. Belki de yeni devleti kurmak için biraz da MHP burnu kırmak istiyorlar. Her ne ise, şu anda devrim özürlü Türk halkımın yöneticilerinin elindeki tek değişim aracı Seks Kasetleri.
MHP’li Recai, gizli kamera eşliğinde buluştuğu kadına bir de ayrıca şöyle diyor:
“Seni testtüre sokup şey etmek istiyorum."
Kadın, hafif tepki gösteriyor:
“Ayol sapık mısın?”
MHP yöneticisi Recai cevap veriyor:
“Evet sapığım!”
Din, iman, iktidar, mezhep, tesettür, türban; devrim özürlü Türk halkımın adına iktidar işleri görenlerin elinde işte böyle bir şeydir.
Türk halkımın iyi korunan ve kollanan yöneticilerinin seks kasetleri olur da, her an ensesine sıkılmak üzere korumasız gezen devrim tereddütlü Kürt halkının siyasetçilerinin kaseti olmaz mı? Olmaz olur mu canım! İnsan halidir. Sıradan insanların da hayatında kasete konu olabilecek üç-beş vaka varıdr. Ama şu anda devrim özürlü Türk halkımın yönetici kesimlerinin seks kasetli değişim sancıları yaşandığı için Kürt kasetleri beklemededir.
Devrim özürlü Türkiye halkımın perde gerisinde çatılmış iktidarlarının seks kasetleriyle yaşadığı değişim, kasetin kendisinden daha özürlüdür.
Seks kasetleriyle yapılan değişikliklere umut bağlayanların kendisi hepsinden özürlüdür.
Seks kasetli devrim, perde gerisindeki cin gözlü Türk iktidarlarının değişim isteyen dünyaya attığı bir Türk kazığıdır.
 
bildiricihasan@hotmail.com

Bu Resmi Unutmayacağız

Bu resim, BDP'li Ayla Akat Ata'nın bomba aldığı ayağının resmidir. Ayla Akat, BDP'li milletvekildir, bir kadındır. Sivil gösteri içerisindeyken, Türk polisinin kimyasal içerikli bambalı saldırısına maruz kalmıştır. Doktorlarının söylediğine göre, yaralı bacaktaki hücreler ölmektedir. Böyle devam ederse bacak kangren olacak ve kesilecektir. Bu yara aynı zamanda Türk devletinin Kürt kadınlarına, sivil insanlara ve çocuklara verdiği kimliktir...
Bu resmi unutmayacağız...