Artık karşımızda aynı rolü üstlenmekte çok kararlı görünen
erkekleşmiş bir Çiller var: Erdoğan. Israrla vurguluyor; ‘Kürt sorunu
yoktur, PKK Sorunu vardır.’ Bu sözleri geçmişte Çiller de çok sık
kullanıyordu. Diline doladığı ‘toplumsal haklar değil, bireysel haklar
verilir’ sözü de Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’e aittir
Türkiye’de politik krizin yönü belli değil. Nereye doğru sürüklendiğini kimse kestiremiyor. Ancak bilinen şu ki, bu gidiş Türkiye’nin iç dengelerini toptan alt üst edecek. Birincisi, devlet nereye doğru gidiyor? İkincisi Kürtler kendi kararlarını nasıl verecek? Hem birbirini tamamlayan hem de birbirinden uzaklaşan iki durum söz konusudur. Her iki cephedeki netleşme olumlu ve olumsuz sonuçlar doğursa da, meselenin çözümünü aslında giderek belirginleştirecektir.
Merkezinde Kürt sorunu duran bu sürecin aşılması tamamen devletin zihinsel değişikliyle ilişkilidir. Peki, bu mümkün mü? Gelişmenin yönü bunun giderek zorlaştığını, yeniden 1990’lı yıllara götürülmek istendiğini gösteriyor. Böyle bir olasılık var mı? Devlet bakımından mümkün ama Kürtler bakımından ise mümkün değildir. Kürtler açısından o süreç çok ciddi oranda aşıldı.
1990’lı yıllarda devletin oluşturduğu strateji: Çiller-Güreş ittifakı içerisinde Kürtlerin topyekûn tasfiyesinin sağlanmasıydı. Yaşamın bütün hücrelerine kadar sızan şiddet içerikli bir politika uygulandı. Kürtler çok ciddi acılar çektiler, köyleri yakıldı, binlerce faili meçhul cinayet yaşandı, milletvekilleri parlamentoda tutuklandı. Peki devlet ne kazandı? Hiçbir şey. Galip gelebildiler mi? PKK’yi tasfiye edilebildiler mi? İkisinin de yanıtı hayır. Bunu artık herkes kabul ediyor. Kürtler bütün acılara, hüzünlere rağmen güçlendiler.
Tarihe katil kadın başbakan olarak geçen ABD vatandaşı Çiller’in de işi bitti, kızağa çekildi. Türkiye’de sayısı unutulan operasyonlar yapıldı, hemen her gün generaller tutuklanıyor, Ergenekondan, faili meçhul cinayetlerden subaylar yargılanıyor ama nedense bu işin birinci dereceden sorumlusu Çiller’in adı hiçbir operasyonda yok. Öldürülmesi için Kürt işadamlarının listesini yayınlayan ABD vatandaşına dokunmaya kimse cesaret edemiyor.
Erkekleşmiş bir Çiller: Erdoğan
Türkiye’de politik krizin yönü belli değil. Nereye doğru sürüklendiğini kimse kestiremiyor. Ancak bilinen şu ki, bu gidiş Türkiye’nin iç dengelerini toptan alt üst edecek. Birincisi, devlet nereye doğru gidiyor? İkincisi Kürtler kendi kararlarını nasıl verecek? Hem birbirini tamamlayan hem de birbirinden uzaklaşan iki durum söz konusudur. Her iki cephedeki netleşme olumlu ve olumsuz sonuçlar doğursa da, meselenin çözümünü aslında giderek belirginleştirecektir.
Merkezinde Kürt sorunu duran bu sürecin aşılması tamamen devletin zihinsel değişikliyle ilişkilidir. Peki, bu mümkün mü? Gelişmenin yönü bunun giderek zorlaştığını, yeniden 1990’lı yıllara götürülmek istendiğini gösteriyor. Böyle bir olasılık var mı? Devlet bakımından mümkün ama Kürtler bakımından ise mümkün değildir. Kürtler açısından o süreç çok ciddi oranda aşıldı.
1990’lı yıllarda devletin oluşturduğu strateji: Çiller-Güreş ittifakı içerisinde Kürtlerin topyekûn tasfiyesinin sağlanmasıydı. Yaşamın bütün hücrelerine kadar sızan şiddet içerikli bir politika uygulandı. Kürtler çok ciddi acılar çektiler, köyleri yakıldı, binlerce faili meçhul cinayet yaşandı, milletvekilleri parlamentoda tutuklandı. Peki devlet ne kazandı? Hiçbir şey. Galip gelebildiler mi? PKK’yi tasfiye edilebildiler mi? İkisinin de yanıtı hayır. Bunu artık herkes kabul ediyor. Kürtler bütün acılara, hüzünlere rağmen güçlendiler.
Tarihe katil kadın başbakan olarak geçen ABD vatandaşı Çiller’in de işi bitti, kızağa çekildi. Türkiye’de sayısı unutulan operasyonlar yapıldı, hemen her gün generaller tutuklanıyor, Ergenekondan, faili meçhul cinayetlerden subaylar yargılanıyor ama nedense bu işin birinci dereceden sorumlusu Çiller’in adı hiçbir operasyonda yok. Öldürülmesi için Kürt işadamlarının listesini yayınlayan ABD vatandaşına dokunmaya kimse cesaret edemiyor.
Erkekleşmiş bir Çiller: Erdoğan
Son günlerde zaman zaman sesini duyurmak istiyor. Sanki yeniden rol almak ister gibi mesajlar veriyor. Ama yeni süreçte, artık karşımızda aynı rolü üstlenmekte çok kararlı görünen erkekleşmiş bir Çiller var: Erdoğan.
Erdoğan da ısrarla vurguluyor; ‘Kürt sorunu yoktur, PKK Sorunu vardır.’ Bu sözleri geçmişte Çiller de çok sık kullanıyordu. Diline doladığı ‘toplumsal haklar değil, bireysel haklar verilir’ sözü de Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’e aittir.
Asmaktan bahsediyor, tasfiyede kararlı olduğunu vurguluyor. ‘Tek’lerden asla vazgeçmeyeceğini ısrarla belirtiyor. 2002 yılında söylediklerinin hiçbirine sahip çıkmıyor. Çünkü ona söyletildi. ‘Kürt sorunu vardır, devlet vatandaşından özür dilemelidir’ söylemi onun resmi görüşüydü. Esas görüşü ise bugün söyledikleridir. O koşullarda konjonktürel olarak bu sözlerin söylenmesi gerekirdi. İslamcı AKP güçlendi, iktidar oldu, devleti ele geçirdi, bu kez esas görüşünü açıkladı: Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır. Bu yaklaşım devletin hiç değişmeyen bir politikasıdır.
Erdoğan’ın yaptığı basın açıklaması bunun en somut örneğidir. Erdoğan: “Terörist kötü niyetlidir. Bizden iyi niyet beklemesin. Biz taktik, stratejik adımları çok daha farklı şekilde atacağız. Buna göre atılacak çok adım var. Arkadaşlarımız çalışmalarını yapıyor. Biliyorsunuz önceki dönemde hudut birlikleri adında bir adım atmıştık. Bu dönemde yeni adımlar atacağız. Bölgeye yönelik atacağımız adımların istihbari kaynaklara varıncaya kadar, Kuzey Irak'a varıncaya kadar farklı bir şekilde gelişecektir. Bu mücadele kısa süreli bir mücadele değildir. ETA, IRA diyorlar ama hangisi bitirebildi? Terörle mücadele sıfırlandı mı oralarda? Kim bitirdi? İşte biz bunu minimize etmenin mücadelesini veriyoruz.”
Devletin politik stratejisi çok açık: kuruluşundan beri yaptığı katliamları devam ettirme çizgisinde tek bir değişiklik yapmadı, yapmayacaktır. Bunu artık anlamak gerek. Varlıklarını ‘tek’ kavramlar üzerine kuranların yapacağı bir şey bulunmuyor. Devletin bu tasfiye ve yok sayma politikasında zihinsel kopuş olmayacağına göre, meselenin çözümü de farklılaşıyor.
Kürtler ne yapıyor, devlet ne yapıyor?
Devletle barış masasına oturmak, anlaşmalar yapmak, çözüm için ortak planlar yapmak Kürt sorununu çözmede yardımcı olacaksa, mutlaka yapılmalıdır. Ancak bunun tek bir ön koşulu vardır. Devlet sistemsel bir kurum olarak hem zihinsel olarak, hem politik olarak buna hazır olmalıdır. Hatta devlet çok daha büyük bir irade ve kararlılık göstermelidir.
Peki, bizde olan nedir? Tam tersi, KCK ve Öcalan barış için bütün gücünü kullanırken, devlet tam aksine oyalama ve kandırma yöntemiyle süreci götürmeye çalışıyor. Bu mantığın altında yatan şudur: zaman kazanma ve etkisizleştirmek için yeni planlar devreye koyup, hareketin gücünü kırıp işlevsizleştirmek. Çözüm için somut adımlar atmak gibi bir planları bulunmuyor. Artık bunun çok iyi kavranması gerekir.
Son 3 yılın sürecine baktığımızda bunu çok net olarak görmek mümkün. Kürtler her kritik dönemde makul öneriler sundular. Kabul görecek düzeyde illeri sürülen taleplerin bir teki dahi yerine getirilmedi. Tam tersi oldu. KCK tutukluların hiçbiri serbest bırakılmadığı gibi binlercesi tutuklandı, Kürtçe savunma yapmaları engelleniyor. Anadilde eğitime dair en ufak bir adım atılmadığı gibi bazı belediyelerde Kürtçe konuşma kararı alındığı için soruşturma açıldı. Operasyonlar çok daha kapsamlı bir şekilde devam etti, onlarca gerilla yaşamını yitirdi.
12 Haziran 2011 seçimleri sürecinde ‘idamın dahi gündemleştirilerek bir tehdit unsuru olarak kullanılması, devletin ‘tek’lerine çok özel bir vurgu yapılması, MGK’nın yani devletin-hükümetin politik yönelimini çok açık olarak ortaya çıkartmıştır. Bloğun 5 bağımsız milletvekilinin serbest bırakılmaması ve özellikle Hatip Dicle’ye yönelik uygulanan politika, devletin bugünkü yaklaşımı hakkında çok somut bir fikir veriyor. Gerisi işin ayrıntısı…
Öcalan’ı dinleyen var mı?
Barış için hala çok ciddi bir çaba sarf eden ve Kürtler üzerinde belirgin bir ağırlığı olan Öcalan, parlamentonun veya hükümetin kendisine bir çağrı yapmasını istedi. Kimlerden oluştuğu bilinmeyen heyetin de buna olumlu yaklaştığını belirtti.
Peki, duyan oldu mu? Olmadı.
Sonra “15 Temmuz’a kadar” denildi. “Parlamento tatile girmeden bir adım atılsın” dedi. Kim ciddiye aldı? Kimse. Parlamento da tatile girdi.
BDP-Cemil Çiçek, BDP-AKP görüşmesi oldu, ortaya çıkan somut bir şey var mı? Yok. Hatta çok açık bir tehdit var.
Öcalan 15 Temmuz’un artık bir hükmü olmadığını söyledi ve şunu belirtti: “[Heyetle yapılan görüşmede] Barış Konseyi ve Anayasa Hazırlama Komisyonu kurulmasına karar verildi.”
İçeriği ve işlevi henüz tam bilinmeyen bu komisyonların kurulması söz konusu olur mu? Olmaz.
Devlet bunların oluşturulmasını sağlar mı? Sağlamayacağını peşinen söyleyelim.
Devlet başka hükümet başka yanılsaması
Tam bu noktada Kürtlerin iyi niyete dayanan politik bir yanlışı devreye giriyor. Devlet ayrı iktidardaki hükümet ayrı değerlendiriliyor. Barış görüşmelerine devletin “evet” ama hükümetin “hayır” dediği biçimde bir yanılsama kabul görmeye başladı. Bunun bir başka anlamı şudur: Devlet çözüm istiyor, AKP iktidarı bunu engellemeye çalışıyor. Bu kesinlikle doğru bir yaklaşım değildir ve tam tersine ciddi bir yanılsama içeriyor. Ontolojik açıdan, sürekliliği olan devlet ile iktidar birbirini tamamlar, dışlamaz.
Bu yaklaşımın farkında olmadan devleti olumlu görüp temize çıkarma, sorunu sadece hükümetle sınırlamadır. Engel olanın devlet değil hükümet olduğu anlamına gelir ki, en ciddi tehlike de buradan başlar. Sorunun çözümünü istemeyen devletin kendisi onun zihinsel yapısıdır. Kurumların burada özel bir rolü söz konusu değildir.
Örneğin, Öcalan ile yapılan heyet görüşmelerinin kimin adına yapıldığı sorusu önemlidir. “Devlet adına yapılıyor, hükümet bunu engelliyor” denildiğinde ortaya çıkan politik tablonun sonuçları da son derece yanlış olur. MGK’nın Hükümetin, Genelkurmay’ın, Parlamento’nun Kürt sorununa bakış açısı esasen aynıdır. Öcalan ile görüşenler kimlerdir, bilinmiyor.
Devletin hangi kurumunun temsilcileri var? Bu da net değil, en azından kamuoyu bilmiyor. Bilinse o zaman tablo nispeten daha iyi okunur. Ancak şu biliniyor: Öcalan ile görüşen ekip, hiçbir şekilde MGK’nin yani Genelkurmay-AKP ikilisinin politikaları dışında hareket etmiyor, edemez.
Görüşen şahısların da yapılan görüşme sonuçlarını alıp ilgili yerlere teslim ettikleri anlaşılıyor. Görüşmeye gelenler ayrı, karar verenler ayrıdır. Bu çok net. Gelenlerin yetki düzeyi nedir? Bilinmiyor.
Protokol denen şeyin, Öcalan’ın Kürt tarafının istemlerini yazılı hale getirerek sunduğu bir taslak olduğu anlaşılıyor. Peki, sistemin herhangi bir kurumunda buna bir tepki var mı? Yok.
Yanıt veren var mı? Yok.
Sahiplenen var mı? Yok.
Devletin barış istediğine dair bir işaret var mı?
Bütün bunların amacı nedir. Politik sürece az çok objektif bakanlar anlar. Devlet oyalamak istiyor, zamana oynuyor. Böylece çok yönlü politikaları için nesnel bir zemin hazırlamak istiyor. Bu çok yönlü politikaları içinde sadece bir şey yok, gerçek çözüm projesi; ama tasfiye için her şey var.
13 askerin yaşamını yitirmesi elbette ki üzücüdür. Ölüm her zaman kötüdür. Bunu savunacak kimse yok. Ancak iki noktaya dikkat çekmek gerek. Birincisi PKK eylemsizlik kararı aldı ve bu süreçte 50’ye yakın gerilla yaşamını yetirdi. Peki, hiçbir tepki geldi mi. Çok sınırlı birkaç köşe yazarı dışında kimse gündeme alıp konuşmadı. “Devlet yaparsa iyidir. Karşılık verilirse kötüdür.” İşte bu mantık terk edilmelidir. Barış isteniyorsa, şu anki tepkinin aynısı devlete gösterilmelidir. Ama olmadı, üç maymun oynandı. İnsan, asker annesi kadar gerilla annesinin de yüreğinin yandığını anlamayacak kadar aptal olamaz.
İkincisi, devletin barış istemi varsa, bunu zihinsel olarak kabullenmişse, artık oyalama taktiklerini, zaman kazanma oyunlarını bırakmalı çok somut adımlar atmalıdır. Somut çözümün tek adresi budur: Hızlı ve somut adımlar atmaktır. Aksi takdirde gelişecek bütün sorumluluk devlete aittir. Bu gerçeği bilip de söylemeyenler sesini yükseltmelidir. Yoksa ölümlerin suç ortağı olurlar.
Kürtler, oylama ve tasfiye politikalarını çok net görmelidir. Barışı ancak kendi politik iradeleri sağlar. Demokratik Toplum Kongresi’nin ‘Demokratik Özerkliği’ ilan etmesi bu bakımdan somut ve önemli bir adımdır. Bu noktadaki kararlılık, devletin hilelerini ve komplolarını boşa çıkartacağı gibi çözümün de gerçek anahtarı olur. Güçlü olmanın yolu, sadece ilan değil fiili pratik adımların atılmasıdır. Bu bakımdan Kürtler kendi meclislerini kurar, kararlarını kendisi alır ve yaşama geçirirse o zaman bu işin ciddiyeti çok net anlaşılır.
15 Ağustos’a yaklaşırken
Ancak 15 Ağustos’u politik olarak iyi okumak gerek. Hem devletin çok yönlü saldırıları hem de Kürtlerin stratejik yönelimi bakımından dikkate almak gerek. Çözümün yönünü belirleyecek önemli bir süreç olabilir.
Özetle:
i- Devlet, somut kararları ve uygulamaları görmeden adım atmaz.
ii- Takvimsel belirlemelerin esasen bir oyalama olduğu ve hiçbir politik sonuç alınmayacağı artık netleşmiştir.
iii- Demokratik Özerkliğin ilanının bütün alt kurumsal yapıları oluşturulmalıdır.
iv- Devlet zihinsel yapısını değiştirmeli, oyalama içerikli görüşmeleri terk edip gerçeğe dönüştürmeli ve yeni bir sürecin adımını atmalıdır.
v- Sorunun demokratik yöntemlerle çözümünün kolaylaşması için, Öcalan ile görüşen heyetin de, kamuoyuna açıklama yapması sağlanmalıdır.
Mustafa Peköz