1 Ağustos 2011 Pazartesi

Devlet Ne Diyor, Kürtler Ne Yapıyor?

Artık karşımızda aynı rolü üstlenmekte çok kararlı görünen erkekleşmiş bir Çiller var: Erdoğan. Israrla vurguluyor; ‘Kürt sorunu yoktur, PKK Sorunu vardır.’ Bu sözleri geçmişte Çiller de çok sık kullanıyordu. Diline doladığı ‘toplumsal haklar değil, bireysel haklar verilir’ sözü de Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’e aittir

Türkiye’de politik krizin yönü belli değil. Nereye doğru sürüklendiğini kimse kestiremiyor. Ancak bilinen şu ki, bu gidiş Türkiye’nin iç dengelerini toptan alt üst edecek. Birincisi, devlet nereye doğru gidiyor? İkincisi Kürtler kendi kararlarını nasıl verecek? Hem birbirini tamamlayan hem de birbirinden uzaklaşan iki durum söz konusudur. Her iki cephedeki netleşme olumlu ve olumsuz sonuçlar doğursa da, meselenin çözümünü aslında giderek belirginleştirecektir.


Merkezinde Kürt sorunu duran bu sürecin aşılması tamamen devletin zihinsel değişikliyle ilişkilidir. Peki, bu mümkün mü? Gelişmenin yönü bunun giderek zorlaştığını, yeniden 1990’lı yıllara götürülmek istendiğini gösteriyor. Böyle bir olasılık var mı? Devlet bakımından mümkün ama Kürtler bakımından ise mümkün değildir. Kürtler açısından o süreç çok ciddi oranda aşıldı.


1990’lı yıllarda devletin oluşturduğu strateji: Çiller-Güreş ittifakı içerisinde Kürtlerin topyekûn tasfiyesinin sağlanmasıydı. Yaşamın bütün hücrelerine kadar sızan şiddet içerikli bir politika uygulandı. Kürtler çok ciddi acılar çektiler, köyleri yakıldı, binlerce faili meçhul cinayet yaşandı, milletvekilleri parlamentoda tutuklandı. Peki devlet ne kazandı? Hiçbir şey. Galip gelebildiler mi? PKK’yi tasfiye edilebildiler mi? İkisinin de yanıtı hayır. Bunu artık herkes kabul ediyor. Kürtler bütün acılara, hüzünlere rağmen güçlendiler.


Tarihe katil kadın başbakan olarak geçen ABD vatandaşı Çiller’in de işi bitti, kızağa çekildi. Türkiye’de sayısı unutulan operasyonlar yapıldı, hemen her gün generaller tutuklanıyor, Ergenekondan, faili meçhul cinayetlerden subaylar yargılanıyor ama nedense bu işin birinci dereceden sorumlusu Çiller’in adı hiçbir operasyonda yok. Öldürülmesi için Kürt işadamlarının listesini yayınlayan ABD vatandaşına dokunmaya kimse cesaret edemiyor.


Erkekleşmiş bir Çiller: Erdoğan

Son günlerde zaman zaman sesini duyurmak istiyor. Sanki yeniden rol almak ister gibi mesajlar veriyor. Ama yeni süreçte, artık karşımızda aynı rolü üstlenmekte çok kararlı görünen erkekleşmiş bir Çiller var: Erdoğan.

Erdoğan da ısrarla vurguluyor; ‘Kürt sorunu yoktur, PKK Sorunu vardır.’ Bu sözleri geçmişte Çiller de çok sık kullanıyordu. Diline doladığı ‘toplumsal haklar değil, bireysel haklar verilir’ sözü de Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’e aittir.


Asmaktan bahsediyor, tasfiyede kararlı olduğunu vurguluyor. ‘Tek’lerden asla vazgeçmeyeceğini ısrarla belirtiyor. 2002 yılında söylediklerinin hiçbirine sahip çıkmıyor. Çünkü ona söyletildi. ‘Kürt sorunu vardır, devlet vatandaşından özür dilemelidir’ söylemi onun resmi görüşüydü. Esas görüşü ise bugün söyledikleridir. O koşullarda konjonktürel olarak bu sözlerin söylenmesi gerekirdi. İslamcı AKP güçlendi, iktidar oldu, devleti ele geçirdi, bu kez esas görüşünü açıkladı: Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır. Bu yaklaşım devletin hiç değişmeyen bir politikasıdır.


Erdoğan’ın yaptığı basın açıklaması bunun en somut örneğidir. Erdoğan: “Terörist kötü niyetlidir. Bizden iyi niyet beklemesin. Biz taktik, stratejik adımları çok daha farklı şekilde atacağız. Buna göre atılacak çok adım var. Arkadaşlarımız çalışmalarını yapıyor. Biliyorsunuz önceki dönemde hudut birlikleri adında bir adım atmıştık. Bu dönemde yeni adımlar atacağız. Bölgeye yönelik atacağımız adımların istihbari kaynaklara varıncaya kadar, Kuzey Irak'a varıncaya kadar farklı bir şekilde gelişecektir. Bu mücadele kısa süreli bir mücadele değildir. ETA, IRA diyorlar ama hangisi bitirebildi? Terörle mücadele sıfırlandı mı oralarda? Kim bitirdi? İşte biz bunu minimize etmenin mücadelesini veriyoruz.”


Devletin politik stratejisi çok açık: kuruluşundan beri yaptığı katliamları devam ettirme çizgisinde tek bir değişiklik yapmadı, yapmayacaktır. Bunu artık anlamak gerek. Varlıklarını ‘tek’ kavramlar üzerine kuranların yapacağı bir şey bulunmuyor. Devletin bu tasfiye ve yok sayma politikasında zihinsel kopuş olmayacağına göre, meselenin çözümü de farklılaşıyor.


Kürtler ne yapıyor, devlet ne yapıyor?

Devletle barış masasına oturmak, anlaşmalar yapmak, çözüm için ortak planlar yapmak Kürt sorununu çözmede yardımcı olacaksa, mutlaka yapılmalıdır. Ancak bunun tek bir ön koşulu vardır. Devlet sistemsel bir kurum olarak hem zihinsel olarak, hem politik olarak buna hazır olmalıdır. Hatta devlet çok daha büyük bir irade ve kararlılık göstermelidir.
Peki, bizde olan nedir? Tam tersi, KCK ve Öcalan barış için bütün gücünü kullanırken, devlet tam aksine oyalama ve kandırma yöntemiyle süreci götürmeye çalışıyor. Bu mantığın altında yatan şudur: zaman kazanma ve etkisizleştirmek için yeni planlar devreye koyup, hareketin gücünü kırıp işlevsizleştirmek. Çözüm için somut adımlar atmak gibi bir planları bulunmuyor. Artık bunun çok iyi kavranması gerekir.


Son 3 yılın sürecine baktığımızda bunu çok net olarak görmek mümkün. Kürtler her kritik dönemde makul öneriler sundular. Kabul görecek düzeyde illeri sürülen taleplerin bir teki dahi yerine getirilmedi. Tam tersi oldu. KCK tutukluların hiçbiri serbest bırakılmadığı gibi binlercesi tutuklandı, Kürtçe savunma yapmaları engelleniyor. Anadilde eğitime dair en ufak bir adım atılmadığı gibi bazı belediyelerde Kürtçe konuşma kararı alındığı için soruşturma açıldı. Operasyonlar çok daha kapsamlı bir şekilde devam etti, onlarca gerilla yaşamını yitirdi.


12 Haziran 2011 seçimleri sürecinde ‘idamın dahi gündemleştirilerek bir tehdit unsuru olarak kullanılması, devletin ‘tek’lerine çok özel bir vurgu yapılması, MGK’nın yani devletin-hükümetin politik yönelimini çok açık olarak ortaya çıkartmıştır. Bloğun 5 bağımsız milletvekilinin serbest bırakılmaması ve özellikle Hatip Dicle’ye yönelik uygulanan politika, devletin bugünkü yaklaşımı hakkında çok somut bir fikir veriyor. Gerisi işin ayrıntısı…


Öcalan’ı dinleyen var mı?

Barış için hala çok ciddi bir çaba sarf eden ve Kürtler üzerinde belirgin bir ağırlığı olan Öcalan, parlamentonun veya hükümetin kendisine bir çağrı yapmasını istedi. Kimlerden oluştuğu bilinmeyen heyetin de buna olumlu yaklaştığını belirtti.

Peki, duyan oldu mu? Olmadı.


Sonra “15 Temmuz’a kadar” denildi. “Parlamento tatile girmeden bir adım atılsın” dedi. Kim ciddiye aldı? Kimse. Parlamento da tatile girdi.


BDP-Cemil Çiçek, BDP-AKP görüşmesi oldu, ortaya çıkan somut bir şey var mı? Yok. Hatta çok açık bir tehdit var.


Öcalan 15 Temmuz’un artık bir hükmü olmadığını söyledi ve şunu belirtti: “[Heyetle yapılan görüşmede] Barış Konseyi ve Anayasa Hazırlama Komisyonu kurulmasına karar verildi.”


İçeriği ve işlevi henüz tam bilinmeyen bu komisyonların kurulması söz konusu olur mu? Olmaz.


Devlet bunların oluşturulmasını sağlar mı? Sağlamayacağını peşinen söyleyelim.


Devlet başka hükümet başka yanılsaması

Tam bu noktada Kürtlerin iyi niyete dayanan politik bir yanlışı devreye giriyor. Devlet ayrı iktidardaki hükümet ayrı değerlendiriliyor. Barış görüşmelerine devletin “evet” ama hükümetin “hayır” dediği biçimde bir yanılsama kabul görmeye başladı. Bunun bir başka anlamı şudur: Devlet çözüm istiyor, AKP iktidarı bunu engellemeye çalışıyor. Bu kesinlikle doğru bir yaklaşım değildir ve tam tersine ciddi bir yanılsama içeriyor. Ontolojik açıdan, sürekliliği olan devlet ile iktidar birbirini tamamlar, dışlamaz.

Bu yaklaşımın farkında olmadan devleti olumlu görüp temize çıkarma, sorunu sadece hükümetle sınırlamadır. Engel olanın devlet değil hükümet olduğu anlamına gelir ki, en ciddi tehlike de buradan başlar. Sorunun çözümünü istemeyen devletin kendisi onun zihinsel yapısıdır. Kurumların burada özel bir rolü söz konusu değildir.


Örneğin, Öcalan ile yapılan heyet görüşmelerinin kimin adına yapıldığı sorusu önemlidir. “Devlet adına yapılıyor, hükümet bunu engelliyor” denildiğinde ortaya çıkan politik tablonun sonuçları da son derece yanlış olur. MGK’nın Hükümetin, Genelkurmay’ın, Parlamento’nun Kürt sorununa bakış açısı esasen aynıdır. Öcalan ile görüşenler kimlerdir, bilinmiyor.


Devletin hangi kurumunun temsilcileri var? Bu da net değil, en azından kamuoyu bilmiyor. Bilinse o zaman tablo nispeten daha iyi okunur. Ancak şu biliniyor: Öcalan ile görüşen ekip, hiçbir şekilde MGK’nin yani Genelkurmay-AKP ikilisinin politikaları dışında hareket etmiyor, edemez.


Görüşen şahısların da yapılan görüşme sonuçlarını alıp ilgili yerlere teslim ettikleri anlaşılıyor. Görüşmeye gelenler ayrı, karar verenler ayrıdır. Bu çok net. Gelenlerin yetki düzeyi nedir? Bilinmiyor.


Protokol denen şeyin, Öcalan’ın Kürt tarafının istemlerini yazılı hale getirerek sunduğu bir taslak olduğu anlaşılıyor. Peki, sistemin herhangi bir kurumunda buna bir tepki var mı? Yok.


Yanıt veren var mı? Yok.


Sahiplenen var mı? Yok.


Devletin barış istediğine dair bir işaret var mı?

Bütün bunların amacı nedir. Politik sürece az çok objektif bakanlar anlar. Devlet oyalamak istiyor, zamana oynuyor. Böylece çok yönlü politikaları için nesnel bir zemin hazırlamak istiyor. Bu çok yönlü politikaları içinde sadece bir şey yok, gerçek çözüm projesi; ama tasfiye için her şey var.

13 askerin yaşamını yitirmesi elbette ki üzücüdür. Ölüm her zaman kötüdür. Bunu savunacak kimse yok. Ancak iki noktaya dikkat çekmek gerek. Birincisi PKK eylemsizlik kararı aldı ve bu süreçte 50’ye yakın gerilla yaşamını yetirdi. Peki, hiçbir tepki geldi mi. Çok sınırlı birkaç köşe yazarı dışında kimse gündeme alıp konuşmadı. “Devlet yaparsa iyidir. Karşılık verilirse kötüdür.” İşte bu mantık terk edilmelidir. Barış isteniyorsa, şu anki tepkinin aynısı devlete gösterilmelidir. Ama olmadı, üç maymun oynandı. İnsan, asker annesi kadar gerilla annesinin de yüreğinin yandığını anlamayacak kadar aptal olamaz.


İkincisi, devletin barış istemi varsa, bunu zihinsel olarak kabullenmişse, artık oyalama taktiklerini, zaman kazanma oyunlarını bırakmalı çok somut adımlar atmalıdır. Somut çözümün tek adresi budur: Hızlı ve somut adımlar atmaktır. Aksi takdirde gelişecek bütün sorumluluk devlete aittir. Bu gerçeği bilip de söylemeyenler sesini yükseltmelidir. Yoksa ölümlerin suç ortağı olurlar.


Kürtler, oylama ve tasfiye politikalarını çok net görmelidir. Barışı ancak kendi politik iradeleri sağlar. Demokratik Toplum Kongresi’nin ‘Demokratik Özerkliği’ ilan etmesi bu bakımdan somut ve önemli bir adımdır. Bu noktadaki kararlılık, devletin hilelerini ve komplolarını boşa çıkartacağı gibi çözümün de gerçek anahtarı olur. Güçlü olmanın yolu, sadece ilan değil fiili pratik adımların atılmasıdır. Bu bakımdan Kürtler kendi meclislerini kurar, kararlarını kendisi alır ve yaşama geçirirse o zaman bu işin ciddiyeti çok net anlaşılır.


15 Ağustos’a yaklaşırken

Ancak 15 Ağustos’u politik olarak iyi okumak gerek. Hem devletin çok yönlü saldırıları hem de Kürtlerin stratejik yönelimi bakımından dikkate almak gerek. Çözümün yönünü belirleyecek önemli bir süreç olabilir.

Özetle:

i- Devlet, somut kararları ve uygulamaları görmeden adım atmaz.
ii- Takvimsel belirlemelerin esasen bir oyalama olduğu ve hiçbir politik sonuç alınmayacağı artık netleşmiştir.
iii- Demokratik Özerkliğin ilanının bütün alt kurumsal yapıları oluşturulmalıdır.
iv- Devlet zihinsel yapısını değiştirmeli, oyalama içerikli görüşmeleri terk edip gerçeğe dönüştürmeli ve yeni bir sürecin adımını atmalıdır.
v- Sorunun demokratik yöntemlerle çözümünün kolaylaşması için, Öcalan ile görüşen heyetin de, kamuoyuna açıklama yapması sağlanmalıdır. 

Mustafa Peköz

Yeni Bir Krizin Eşiğindeki Küresel Sermayenin Son Durumu…

Küresel krizin ardından finansal piyasaları rahatlatmak, batan dev firmaları kurtarmak adına, devletlerin, bütçelerini piyasalara enjekte ederek can simidi vazifesi görmesi, kısa vadede mali sermaye açısından bir nefes alma ortamı yaratmıştı. Fakat mali sermayeyi kurtarmak adına, yoğun bir şekilde kamusal harcamanın yapılması sonucu oluşan bütçe açıklarının faturası, şimdi önlerine gelmiştir. Birçok uzman yakın gelecek hakkında iyimser bir tablo çizmezken, özellikle ABD ve AB odaklı yeni bir krizin kapıda olduğu yorumları birçok otoritenin artık kabul ettiği bir gerçek. Hatta Avro’nun bile geleceği konuşulmaya başlanmış durumda.

İngiliz Times gazetesinin yorumuna göre;
''Sorunun çözümü için bir sihirli formül yok, ayrıntılar da çok teknik. Ama yeni bir mali krizin sonuçları Avrupa vatandaşları için teknik olmayacak. Eğer doğru kararlar alınmazsa, insanlar işlerini kaybedecek, tasarruflar, emeklilik fonları eriyecek, kredi temerrüdüne dayalı takas sözleşmesi ya da Avrupa Mali İstikrar Paktı kavramlarını hayatları boyunca duymamış olan sıradan insanlar büyük bedeller ödeyecek.”

Financial Times ise şöyle diyor:
“Krizin etkileri göründüğünden daha derin olacaktır. Euro, savaş sonrası Avrupa’sının kazanımı olarak görülüyordu. Bu dayanağın ortadan kaldırılması, Avrupa’nın birliğinden ve dünyadaki nüfuzundan geriye bir şey kalmaması anlamına gelir.”



* * *

Kamusal kaynakların, “kurtarma paketi” adı altında finansal piyasalara aktarılması sonucu oluşan devasa bütçe açıklarının ve dış borcun, ABD’de milli gelire oranı yüzde 10.5’i bulmuş durumda. Kamu borcunun milli gelire oranı ise yüzde 100’ün üstünde bir seyirde.


Obama yönetimi, ABD ekonomisini, şu an içinde bulunduğu durgunluk ortamından kurtarmak ve yaşadığı borç krizinden çıkartmak için federal hükümet aracılığı ile kongreye sunduğu borç limitinin yükseltilmesi ve bütçe açığının azaltılmasına bir takım tedbirler konusunda anlaşma sağlayamamış durumda. Limitin yükseltilmesi için son tarih olan 2 Ağustos’a kadar Demokratlarla Cumhuriyetçilerin ortak bir zeminde buluşamaması, ABD’deki borç krizini derinleştirecek gibi. ABD’deki durgunluğun ve borç krizinin, küresel piyasalara etkisi de önümüzdeki günlerde daha da sertleşeceğe benziyor.


Avrupa ülkelerinde ise bütçe açığının milli gelire oranları sırasıyla; Fransa’da yüzde 7, İngiltere’de yüzde 10.5,İtalya’da yüzde 4.6,Almanya’da yüzde 3.3 oranında. Kamu borçlarının milli gelire oranı ise; Fransa’da yüzde 81, İtalya’da yüzde 119, Almanya’da yüzde 83, Yunanistan’da yüzde 142 oranında. (1)


Avrupa zaten bir süredir yangın yerine dönmüş vaziyetteydi. Özellikle Yunanistan’da bir türlü dindirilemeyen ekonomik bunalımın yarattığı sosyal ve ekonomik tahribat, kitlelerin sokağa dökülmesine ve krizin faturasının kendilerine kesilmesine karşı hala devam eden yoğun bir tepkiye neden olmuştu.


Yunanistan’daki ekonomik krizi bitirmek adına, Almanya başta olmak üzere AB’nin ve IMF’nin kurtarma paketi olarak vermeyi taahhüt ettikleri kredi ve borçlara karşılık, Yunanistan’dan, özelleştirmeler başta olmak üzere birçok yaptırımın uygulanmasını diretmeleri ve toplumun alt sınıflarını vuracak şekilde yeni vergilendirmelerin, ekonomik, sosyal birçok hakkı budayan yeni kemer sıkma politikalarının bu yaptırımların bir yansıması olarak hayata geçirilmeye çalışılması, Yunanistan ekonomisini bir çıkmaza sürüklemişken, Portekiz, İspanya, İtalya, Belçika başta olmak üzere, kamu borç stokunun yüksek bir seyir izlediği Avrupa’nın diğer ülkelerinin ekonomileri de “S.O.S.” vermekte. Yunanistan’daki uygulamalara benzer olarak, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, kamusal harcamaların yarattığı bütçe açıklarını kapatmak için, “yüksek vergilendirme, özelleştirme, sosyal-ekonomik hakların tırpanlanması vb.” alınması muhtemel önlemlerin Avrupa’daki yangını daha da korlayacağı kesindir.

* * *

Gerçekleşmesi muhtemel bir krizin, Türkiye ekonomisine ne şekilde bir etki yapabileceğini kestirmek şu an için çok zor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’nin katıldığı bir canlı yayında;
“Kötü haberi veriyorum, dünya ekonomisinde kara bulutlar gözükmeye başladı. Dünya daha büyük krizlerle karşı karşıya kalacak. Bunlar da oluyor. Muhtemelen dünya ekonomisinde bir kriz olacak. Türkiye’ye olumsuz etkileri olacaktır” dedi. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ise “Umuyoruz ki Avrupa'da doğru kararlar alınır. Umuyoruz ki ABD'de bu borçlanma limitiyle ilgili siyasi sorun aşılır. Bunlar çözülürse sorun yok, ama sorunlar çözülemediği takdirde de olumsuz senaryolara da hazır olmamız gerekir” dedi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ise; “Cari açık ihmal edilecek bir konu değil tabii ama cari açık onların dediği gibi Türkiye açısından yüksek risk oluşturacak bir yapıda değildir” açıklamalarında bulunarak kafaları bir hayli karıştırdı.

Yüksek cari açık ve sıcak para ile sağlıksız bir şekilde büyüyen Türkiye ekonomisi için ise, küresel sermayede yaşanan durgunluğun yansıması, hükümet kurmaylarının çelişkili açıklamalarına rağmen, ilerleyen süreçte pek parlak olmayacak gibi.


Küresel kriz sonrası alınan önlemler sonrasında finansal piyasaların kısmi ölçüde rahatlaması ve dış konjonktürün de etkisiyle, sıcak para girişinin artması ve ihracatın tekrar eski seviyeye gelmesi ile birlikte, son çeyrekte beklenenin üstünde büyüyen Türkiye ekonomisi, bu sanal büyüme ortamında, rekor seviyede cari açık vermişti. Merkez Bankası’nın, sıcak para girişini ve bu balon büyümeyi önlemek adına aldığı önlemlerin de şu an için pek etkisi olmadığını görmekteyiz. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch de, yüksek cari açık oranını işaret ederek; “Türkiye, AB'deki krize cari açık yüzünden diğer gelişmekte olan ülkelerden daha açık” değerlendirmesinde bulunarak, yüksek cari açığın büyük bir tehdit unsuru olduğuna işaret etti.


Büyümenin en önemli etkeni de sayısal olarak ifade edersek; yüzde 80’lik kısmı, iç tüketimin, iç talebin artması sonucu oluşmuştur. Artan iç tüketim ise, tüketici kredileri ve kart borçlanmaları sonucunda oluşmuştur. Toplumun borçlanarak harcama yapması ile büyüyen ekonominin, sağlıklı bir temel üzerine oturmadığı ortadadır. Hükümet kurmayları da kriz öncesinde sıkça söyledikleri “ekonominin canlanması için harcama yapın!” sloganını şimdi tersine çevirerek, ekonomide yaşanan dengesiz büyümeyi soğutma telaşı içindeler…


ABD ve AB merkezli yaşanan kriz ortamının ilerleyen süreçte daha büyük bir krize meyilli olması da, şu an piyasalarda etkisini net bir şekilde hissettirmemiş olsa da, en büyük ihracat pazarımız konumunda olan AB’de de yaşananların, Türkiye’ye yansıması ağır olacaktır. Aynı şekilde, sıcak paranın çekilmesiyle birlikte yaşanacak olan finansal yıkımın, genel olarak yine tüm bunların faturasının çıkartılacağı halkın üzerine yıkılacak olması gerçekliği karşısında, şimdiden uyanık olmamız gerekiyor.


İbrahim Utku Nar


Dipnot:
(1) Güngör Uras – “Risk kapıdaymış ihtiyatlı olalım... Peki ne yapalım?” - Milliyet

Yağma Hasan'ın Böreğini Kim Yiyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 4 Haziran 2009'da Anadolu Ajansının haberine göre bir "Yeni Yatırımları Teşvik ve İstihdam Paketi" açıklamıştı. Dördüncü bölgede "Yeni yatırımlardan elde edilecek kârdan" yüzde 20 yerine yüzde 2 oranında kurumlar vergisi ödenecekti.

"Dördüncü Bölge", Malatya, Elazığ, Bingöl, Tunceli, Erzurum, Erzincan, Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt, Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan, Van, Muş, Bitlis ve Hakkâri'yi, yani BDP Batman milletvekili Bengi Yıldız'ın Taraf'taki kıyametler kopartan söyleşisinde
"Kürdistan" diye gruplandırdığı illeri kapsıyor. Batıdaki Bayburt, Kastamonu, Çankırı, Sinop ile Bozcaada ve Gökçeada da bu bölgeye dahil edilmiş.

Dördüncü bölge

Kamu maliyesi "paket" ile "dördüncü bölge"de vergi toplamaktan vazgeçmekle kalmıyor, "yatırım yapanlar sağladıkları yeni istihdam için SSK işveren primini dördüncü bölgede 7 yıl boyunca ödemiyor," ve "[yatırımcıların] kullandıkları TL kredi faizinin [...] 5 puanını Hazinemiz karşılıyor."

Erdoğan "paket"i Kürt Sorunu ile de ilişkilendirdi: "[...] yatırımcı, girişimci oraya gitmiyor, niye gitmiyor, orada işte terör var. O terör endişesinden dolayı gitmiyor. Acaba ben burada fabrikayı kurarsam, fabrikam bombalanır mı? [...]"

Başbakan sermayenin güvenlik gerekçesiyle yatırım yapmadığı hizmet alanlarını da kamunun dolduracağını müjdeledi: "Bakın bu yeni istihdamda parçalı istihdam geliyor, kısmi istihdam geliyor." "Bu işin kaynağı"nı soracak olanlara çok açık ve çok kısa bir yanıt veriyor: "Tamamen işsizlik fonu!"

İnsanın hakikaten sorası geliyor: "Vergi vermeyeceğim, merkezi yönetim bana ayrıca destek verecek'. Yağmacı Hasan'ın böreği nerede böyle ya? O zaman adil devlet nerede olacak?" (Kaynak: Akşam gazetesi)

Ancak bu gecikmiş sorunun sahibi gene aynı Tayyip Erdoğan, itirazının hedefi Türkiye'nin hali hazır vergi düzenini "Demokratik Özerklik" perspektifi içinden eleştiren BDP Batman Milletvekili Bengi Yıldız olunca, devlet katından yükseltilen bu ve benzeri babalanmalar ağır bir iç bulantısına yol açıyor. Başka koşullarda olsa insanı acı bir gülümsemeye sevk edebilecek bu apaçık tutarsızlık, ne dediğini bilmezlik, içinden geçtiğimiz şiddet ve hoşgörüsüzlük sarmalı içinde Kürt Özgürlük mücadelesine saldırmak için gerekçe arayanlara, ne kadar irrasyonel de olsa bir gerekçe gibi görünüyor. Değilse bunca akıl fikir sahibi papağan gibi aynı lafı tekrarlar mı?

Bengi Yıldız aslında ne dedi?

Tartışmanın kaynağında Demokratik Toplum Kongresi'nin 14 Temmuz'da ilan ettiği "Demokratik Özerklik" üzerine Taraf muhabiri Neşe Düzel'in Bengi Yıldız ile yaptığı söyleşi var. Düzel soruyor:

"Demokratik özerkliğin olduğu iller devletten yardım alacak mı yoksa tamamıyla kendi yağıyla mı kavrulacak?

"[...] Formülasyonu şu... Kendi yerelinde topladığı vergiler, şüphesiz oranın kalkınmasında ve Türkiye'nin diğer bölgeleriyle arasındaki makasın kapanmasında yeterli olmaz. Merkezin, pozitif ayırımcılık uygulayarak orayı desteklemesi gerekir. Yani Ankara'ya vergi vermemesi ama devletten yardım alması lazım. Geri kalmış yörelerin hepsi için bu böyle olmalıdır. Çünkü bu bölgeler yıllardır ihmal edildi. Devlet Ege'ye, Marmara'ya yatırım yaptı."

"Demokratik Özerklik" maliyesini tartışmak bir yana kalsın. Ama doğrusunu isterseniz konu sırf kamu gelirleriyse Bengi Yıldız'ın "Demokratik Özerklik" bölgesi için öngördüğü mutasavver "vergi düzeni" hazineden Tayyip Erdoğan'ın "paket"inin götürdüğünden fazlasını götürmüyor.

"Yeni Yatırımları Teşvik ve İstihdam Paketi" kapsamında sermaye sahiplerinin dördüncü bölgede ödedikleri vergi neredeyse "sıfır" iken; üstelik kredi faizlerini ve sosyal sigorta işveren payını bizler ödüyorken; yeni "kısmi istihdam"ın maliyeti ise doğrudan doğruya işçilerin gelirlerinden yapılan kesintilerden sağlanan işsizlik fonundan karşılanıyorken Başbakan "kimseye bir ayrımcılık bu ülkede yapılamaz. 'Vergi vermeyeceğim, merkezi yönetim bana ayrıca destek verecek'. Yağmacı Hasan'ın böreği nerede böyle ya?" diye babalanmakta haklı sayılabilir mi?

AKP iktidarının ve yandaşı yorumcuların "Demokratik Özerklik" bahsinde koparttıkları büyük gürültünün muhtemel "vergi ziyaı", "haksızlık", "ayrımcılık" la uzak yakın bir ilgisinin olmadığını da; "Özerklik ilanı"nın 13 er ve 2 gerillanın hayatını kaybettiği Silvan çatışmasıyla aynı güne denk gelmesinin onlar için ayrı bir elem kaynağı sayılmayacağını da anlamak için çok feraset gerekmez. Hatta bu kadar yüksek insani kayıplara yol açan "askeri basiretsizliğin", tasarlanmış olduğunu düşünmek için çok fazla neden var.

Artan çatışma ve kayıplar iktidarın bir yandan Öcalan'la görüşürken öte yandan alanda silahlı mücadeleyi dayatmasıyla bağlantılı.

Asıl dert

12 Haziran seçimlerinden "tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" şiarıyla çıkan AKP iktidarının asıl derdi, eninde sonunda varılacak bir çözüm için masaya oturmadan önce Kürt Özgürlük mücadelesini şiddetle test etmek, sökebildiği kadar dişini sökmek, siyasi merkezini zaafa uğratmak ve itibarsızlaştırmak -hatta Sri Lanka usulü bir "nihai çözüm"ün imkânlarını araştırmak-; ittifaklarını dağıtmak için mümkün bütün yolları kullanmak ve süreçteki sivil kurumlar ve medya üzerindeki kontrol kadar "ayaklanma bastırma" mekanizmalarının tamamı üzerinde de tekel kurmak. Böylece eninde sonunda mecbur kalınacak iktidar paylaşımında masaya Kürtlerin temsilcileri olarak özgürlük hareketini değil, doğrudan doğruya yerel sermaye kesimlerini ve onların ideologlarını davet etmeyi meşrulaştıracak düzenlemelere zemin yaratmak. Hedefler bunlar.

Zaman gazetesi başyazarı Hüseyin Gülerce Başbakanı tekrar ederek "14 Temmuz bir kırılma noktası" derken bu iki cephede yapılacakların listesini ve gerekçesini çok açıkça ifade ediyor:

"Yeni Türkiye, terörün belini bu defa kıracak. Bu defa yetki, sorumluluk, inisiyatif sivil hükümette olacak. Gulyabaniler, çeteler, karanlık odaklar kontrolünü kaybedecek. Terörle ilk defa, "Büyük Türkiye"ye yaraşır bir mücadele verilecek. Devletin gücünü zaafa uğratanlar devre dışı kalınca, sivil iradenin kontrolündeki polisin, jandarmanın, özel askerî birliklerin ahenkli çalışmalarıyla neler yapılacağını dost düşman herkes görecek...

"PKK, KCK, BDP, Kandil hepsi, 14 Temmuz'da ilan ettikleri "demokratik özerklik"in kendi kendilerine gelin güvey olmaktan öte hiçbir anlamının olmadığını görecekler... Çünkü Kürt sorunu, ırkçı-despot zihniyetlerin dayatmasıyla değil, ferdin hürriyetleri, insanı öne çıkaran özgürlük anlayışı ile çözülecek."

Gülerce'nin kavramsallaştırmasında "ırkçı-despot zihniyet"in PKK, DTK ve BDP'yi, "ferdin hürriyetleri"nin "dördüncü bölge"nin yerel sermaye gruplarını, "insanı öne çıkaran özgürlük anlayışı"nın ise Fettullah Gülen'in görüşlerini kodladığını açıklamaya gerek var mı?

Bu yönelişin başarısı, büyük ölçüde toplumun "iç çatışma" kokusuyla emek eksenli, demokratik ve sosyal bir cumhuriyet arayışından caydırılıp caydırılamayacağına bağlı. "AKP muhipleri"nin ırkçı çapulculara "anlayış" dilenmeleri, polis özel harekât birliklerine "barış gönüllüsü" muamelesi yapmaları, hep birlikte bir yalan ve iftira korosu oluşturarak Emek, Demokrasi Özgürlük Bloku'nun politikalarına kara çalmaları, BDP milletvekillerini itibarsızlaştırma girişimleri, hepsi, bu master planın parçaları.

Kürt Sorunu'na demokratik ve barışçı bir çözüm arayanlar, her şeyden önce bu planın parçalarını bir "puzzle"ı çözercesine politik sürecin içinde keşfedip barış denkleminden dışlamakla ve etkin bir demokratik ittifak zemini kurmakla yükümlü.
 
Ertuğrul Kürkçü


Kaynak: Bianet

AKP'nin Akil Adamı Burkay


Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile Kürdistan Sosyalist Partisi (PSK)’nin eski lideri Kemal Burkay bugün bir araya geldi. Kemal Burkay AKP hükümetinin ‘açılım’ adı altında yürüttüğü politikayı desteklediğini belirterek, bu konuda elinden geleni yapacağını vurguladı. Bağış toplantı sonunda Burkay'a ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ kitapçığını ve TRT Şeş için çıkartılan Kürtçe Kuran hediye etti.
Ortaköy'deki Avrupa Birliği Ofisi'nde gerçekleştirilen görüşmenin ardından Bağış ve Burkay basın toplatısı gerçekleştirdi. Burkay'ın Türkiye'ye dönmesinden büyük heyecan duyduğunu ifade eden Bağış, "31 yıl önce Kemal Burkay ülkeden ayrılırken bir burukluk içerisindeydik, ama bugün Türkiye farklı bir noktada. Son 9 yılda hükümetimizin attığı adımlarla bazı buruklukları tarihe gömmenin, milletimiz için gülümseyen bir Türkiye perspektifinin takipçisi olduk. Ve bugün Kemal beyin dönmesiyle bu burukluğun önemli bir aşamasını geride bıraktığımızı görüyoruz" dedi.

Burkay'ın görüşlerinden her alanda yararlanmak istediklerini dile getiren Bağış, "Kendisinin birikiminden her alanda faydalanmak ülkemiz ve milletimiz içinde önemlidir. Şiidete karşı duruşuyla hepimizin takdirini kazanmıştır. Ben kendisine bu yüzden de çok teşekkür ediyorum. Maalesef Kemal beyin Türkiye'ye dönüşünden rahatsız olanlara bakarsanız kan üzerinden, etnisite üzerinden siyaset yapanlar olduğunu görüyoruz. Ama biz artık bu zihniyetin köşeye sıkıştığını umuyoruz. Milli Birlik ve Kardeşlik projesini önemsiyoruz. Bu konuda önemli adımlar atıyoruz. Bu ülkedeki tüm vatandaşlarımızı kucaklayan bir anayasa yapmaya her bireyin bu ülkenin eşit vatandaşı olduğu ileri düzeyde demokrasiyi yaşayabilmesini önemsiyoruz. Türkiye'de iklimlerin değişmesini Türkiye'nin kardeşliği için önemli görüyoruz. Bu çerçevede atılan adımları kendisiyle değerlendirme şansı buldum. Bugün Türkiye kendisinin bıraktığı Türkiye değil. Demokrasimiz çok ileri noktada. Sivil siyaset geçmişe nazaran çok ileri bir noktada hak ve özgürlükler çok gelişmiş durumda. Yapılacak çok iş var, atılacak çok adım var" diye konuştu.

AKP’NİN AKİL ADAMI BURKAY

Bağış konuşmasına şu şekilde devam etti: "Kendisinin Türkiye'nin demokrasisini her türlü sorunun tartışabilecek olgunluğa erişmiş olmasını gözlemlemiş olması beni sevindirdi. Gerçekten bu ülkede farklı fikirleri Mecliste temsil edebilecek kadar güce sahip olacak kadar temsil ettikleri Meclisin devleti ile çatışma içerisinde olmaları demokrasi normlarında izah edilebilecek bir durum değil. Onun için Türkiye'de tartışmanın merkezi demokrasinin beşiği olan TBMM ve Meclisin genel kurulu olmalıdır. Kendisiyle bu konuda akil ve vizyoner kimliğinin Türkiye için bir vizyon olacağına inanıyorum. Bu çerçevede AB sürecinde vereceği destek için teşekkür ediyorum hem de bundan sonra bu fikirleri değerlendirmek imkanımız olursa onun Avrupa tecrübelerinden özellikle yararlanmak isterim.

Sayın Burkay'ın PKK Kürtlere karşı savaşmıştır yönündeki tespitini tüm bölge halkı tarafından takdirle karşılandığını görüyorum. Ben de o bölgenin insanıyım çünkü. Sayın Başbakanımızın 2005'te söylediği gibi 'Kürt meselesi benim meselemdir bunu çözmemiz gerekir' yakılaşımımızda hiçbir değişim olmamıştır. Tabi bunları çözmek için akil ve diyalog ortamını yakalamamız gerekir. Onun sağlanabilmesi için örgütün silah bırakması bugüne kadar vurguladığımız bir şarttır. Ümit ediyoruz ki, barışçıl bir ortamda, her meselenin konuşulabileceği bir ortamda Türkiye'de kardeşlik için gerekli adımları atılmaya devam edecektir.

AÇILIM DESTEĞİNE TEŞEKKÜR

Ben sayın Burkay'ın Milli Birlik ve Beraberlik projemize verdiği destek için de kendisine teşekkür ediyorum. Bu kapsamda Başbakanımızın kendisine yaptığı açık çağrıyı değerlendirmiş olmasını da çok önemsiyoruz ve kendisinin üzerinden kimsenin siyasi istismar yapmasını doğru bulmuyorum."

BURKAY: ''GAZETELER TOPLATILMIYOR''

Bağış'ın konuşmasının ardından söz alan Kemal Burkay ise görüşlerinin Türkiye'nin bugünkü iklimine uygun belirterek, "Ben uzun siyasal yaşamım boyunca barışçıl yöntemi savundum. Şimdi parti yöneticisi değilim. Uzun yıllardır bir yazar, şair ve aydın olarak görüşlerimi yansıtıyorum. Hep halka güvendim, şiddetin çözüm olmayacağını savundum 60'lı yıllarda uluslararası etkilerle de sol hareket canlandığı zaman, silahlı eylemleri savunmadım. Eğer Kürt hareketi, eğer sol hareket mücadelesini barışçıl eylemlerle yapsaydı bugün daha iyi bir noktada olurduk. Tabi ülkenin şiddet sarmalına girmesi, yaşanan acılar, salt solun ve Kürt hareketinin hatalarına bağlanamaz. Devlet tarafından da hoşgörülü ve demokratik davranılmaması, bir bakıma etki tepkiyi doğurdu, şiddet şiddeti doğurdu ve şiddet sarmalına gömüldük" dedi.

1977 yılında Roja Welat Gazetesi'ni çıkardıklarında baskı gördüklerini ve gazetenin toplatıldığını hatırlatan Burkay, şimdilerde bu tarz sorunların yaşanmadığnı iddia etti.

Burkay konuşmasına şu şekilde devam etti: "Ülkemiz acıların yaşandığı bir dönemden geçti. Şimdi devlet katında hükümetler katında, gerekse Kürtler arasında, toplumun her kesiminde sorunların şiddetle çözülemiyeceği anlayışı ağır basmaya başladı.

''AKP DESTEKLENMELİ''

Diyalog yoluyla barışçıl yönden sorunlar çözmek silahları susturmak büyük önem taşıyor. Ben de inanıyorum ki, silahların susması çatışmaların durması diyalog ortamını güçlendirecektir. Çünkü; öteden beri savaşa çatışmaya koşullanmış her iki kesimde de böyleleri var. Bunlar sürecin siyasetin normalleşmesini engellemeye çalışıyorlar, her olumlu adımda sabotajlar gerçekleştiriyorlar. '93 Özal dönemindeki durum bunun kanıtı. AKP'nin başlattığı reformlar hakkında benzer tepkilerle karşılaştık statüko cephesinden gelen. Bunları aşabilmek için kararlı olmamız gerekiyor. Hükümetin bu konuda daha cesur ve kararlı olmasını ve bizim destek vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Olumlu her adıma sorunları çözecek olan ülkemize barış ve demokrasiye getirecek olan her adımın büyük ve küçük desteklemek gerektiğini düşünüyorum.

Tek sorun elbetteki Kürt sorunu değil, ama Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi en büyük sorun; bu çözülmeden Türkiye'nin düze çıkması zordur, daima bir ayağı aksak olacaktır. Ben AB'ye girilmesinden yana oldum. Sorunların çözülmesi yönündeki iradeyi destekledim. Benim katkım ne olur? Ben gerçekçi bir insanın gücümün ne olduğunu biliyorum, öyle sanıyorum ki, bu ilgi benim savunduğum görüşler bakımındandır, bu iyi bir şeydir elbette. Biz akan kanı durdurmalıyız ve elimizden geleni yapmalıyız. İster asker, ister PKK elemanı olsun, yitirilen her can acı veriyor."

PKK'nin Enerji Politikalarını Etkileme Düzeyi


Türkiye yeni ama büyüyen bir enerji tüketicisi, ayna zamanda yukarı Mezopotamya ile ortak jeopolitik tanımlamalarla önemli bir transit ülkesine dönüşme niyetleri taşıyor.

Kürdistan enerji rezervlerinin zenginliği yanında SSCB’nin yıkılmasından sonra Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu gibi önemli enerji havzaları için koridora dönüştü. Ancak Kürtler bu jeopolitik getiriden ekonomik ve politik bir kazanç elde etme yerine bunlarla birlikte alınıp satılmakta kendilerine ait bu zenginliklerin yanında bir emtia haline gelmektedir.

Kürdistan’dan geçen hatlar İran petrollerini Avrupa pazarlarına taşıyan en önemli güzergâh. Önemli bir koridora dönüşen BTC ve Irak içinde en kestirme ulaşım sahasi.

Türkiye ile İran saldırıları geliştikçe PKK militanları İran’dan Türkiye’ye giden doğalgaz boru hattını patlatarak enerji akışını durdurdu. PKK 2010 yılında da Kerkük-Yumurtalık, İran- BOTAŞ ve Giresun-Ordu boru hatlarına yönelik eylemler düzenleyerek bu transit yollar üzerindeki askeri hâkimiyetini hatırlatmıştı.

PKK bu hatlara yönelik sürekli bir saldırı içinde değil. Ancak Gerilla Birliklerinin düzenledikleri sabotaj eylemlerinin tarihleri politik gelişmeler takvimi ile karşılaştırıldığında son derece planlı olduğu ve diğer eylem tarzlarında görüldüğü üzere birimlerin özel inisiyatiften ziyade merkezi kararlar izlenimi uyandırıyor. Çünkü enerji hatlarına yönelik her eylem en az iki (bu bazen 3–4) devlete karşı bir meydan okuyuştur.

Kürt Gerilla Birlikleri üzerinde hareket ettikleri Kürdistan coğrafyasından geçen enerji transit yollarına askeri anlamda son derece hâkimdirler. Bu konuda sıradan bir analizle enerji hatları üzerindeki eylem potansiyelinin sadece küçük bir kısmını kullandığı söylenebilir. Bunu da uluslararası dengeleri ve konjonktürü dikkate alarak kullanmaktadır. Ancak bunun hep böyle devam edeceğini sanmak yanılgı olabilir. Çünkü sonuçta PKK için Kürt halkının ulusal güvenliği bölgedeki enerji güvenliğinden önce gelecektir. Bu küresel ve bölgesel güçlerin enerji politikalarına büyük bir darbe indirebilir. Ayrıca uluslararası alandaki etkinliklerine yönelik baskılar arttıkça PKK’de kendi bölgesindeki etkinliklerinde daha kaygısız ve özgür davranma görüşü gelişebilir. Bu PKK de birçok konuda olduğu gibi bu konuda radikal değişikliklere yol açabilir.
PKK’nin Türkiye Kürdistan’dan geçen enerji transiti üzerindeki hâkimiyetini ve bunu kullanma oranı zamanlamaları açısından değerlendirildiğinde Kürt sorunun çözülmemesi halinde PKK’nin bu sahada yapabilecekleri tasavvur etmek için materyal sunuyor.

BTC PKK’NİN DOLAYLI MÜSAADE İLE BAŞLADI

Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol ve Doğal Gaz Boru Hattı, önemli bir güzergâh olarak Bakû-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı inşaatı ve Hazar Geçişli (Türkmenistan-Türkiye-Avrupa) Doğalgaz Boru Hattı tasarılarıyla eklemlenerek Nabucco projesi ile birleştiriliyor. ABD’nin Avrupa’nın Rusya’ya olası bağımlılığını engellemeye Orta Asya üzerindeki Rus enerji (ve politik) hâkimiyetini kırmaya yönelik en önemli projelerden biri. Aşamalı projelerle ile gerçekleştirilmek istenen bu büyük plan BTC ye paralel olarak yürütülüyor.

BTC’nin planlama ve yapımı PKK’nin enerji hatları üzerindeki askeri ve siyasi etkisini göstermesi açısından önemlidir.

BTC için girişimler 1989’da başlamasına rağmen darbeler ve çatışmalar anlaşmanın ancak 1994 yapılmasına yol açmıştır. Yönetim değişiklikleri ve darbelerin durdurmayı başaramadığı bu hattı PKK durdurmuştur. Projeye taraf ülkeler ve yatırımcılar PKK’nin verdiği savaş potansiyelini analiz ederek bu hattın güvenliğini sağlayamayacaklarını anlayarak planı askıya aldılar.
BTC için politik ve finans alt yapısı oluşturulmasına rağmen PKK’nin ateşkes ilan ettiği 2000 yıllarına kadar ertelenmiştir. Ancak Eylül 1998’de 2005 yılları arasında yaşanan görece eylemsizlik ile inşaatına başlanmış ve tamamlanmıştır.
Bakû-Tiflis-Ceyhan projesi PKK’nin savaşı durdurduğu dönemde gerçekleştirilmesine rağmen rotasında önemli değişiklikler yapıldı. Kürdistan’ın dışına çekilmek için bir yay gibi gerdirilmiştir. Kars, Ardahan Erzurum’un kuzeyinden Bayburt Sivas Erzincan Maraş üzerinden Akdeniz’e indirilmiştir. Bu hat adeta Kuzey Kürdistan’ın kuzey batı sınırlarını çizecek şekilde projelendirilmiştir. Elbette ki bunun kısa ve orta vadedeki hedefi PKK kontrolünün dışına çıkarma umududur fakat uzun vadede daha ileri jeopolitik hesaplar yapılmıştır.

Ancak PKK direkt veya dolaylı izin vermeden BTC’nin işlemesi mümkün değildir. Murat Karayılan BTC devreye gireceği sıralarda 2006 yılında ANF yaptığı bir değerlendirmede boru hattını şartlı olarak hedeflemeyeceklerinin işaretini verdi. Karayılan , “Türk ordusunun halkımıza ve onun özgürlük dinamiklerine karşı yürüttüğü saldırıları durdurmak, bu saldırıların önüne geçmek amacıyla geliştirilen konseptin gereği olarak Türk devletinin ekonomik sistemine yönelme planı vardır. HPG’nin öngördüğü bu konseptin amacı Türk devletini ekonomik olarak kapsamlı saldırıları geliştiremez duruma getirmektir. Bu çerçevede uluslararası bir yatırım olan Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının da hedefler arasında olması normaldir. Ancak burada ifade etmeyi gerekli görmediğim bir takım nedenlerden dolayı şu anda ve yakın bir zamanda bu uluslararası boru hattına dönük herhangi bir eylemin yapılmayacağını söyleyebilirim. Eğer Türk devletinin saldırıları farklı bir boyuta taşınır ve koşullarda büyük bir değişim olursa o zaman durum farklı olabilir” diyerek şartlı onay verdiklerini açıklamıştı.

ÖZEL GÜVENLİK ŞİRKETLERİ ÇÖZÜM DEĞİL

Ancak Türk devleti Kürtlere yönelik saldırıların gelişmesiyle birlikte PKK gerillaları 5 Ağustos 2008 hatta yönelik sabotaj eylemi gerçekleştirdi ve petrol akışı resmi ağızlara göre iki hafta durdurdu. Bu saldırı aynı zamanda Rus-Gürcü savaşından üç gün önce gerçekleştirmesi çeşitli spekülasyonlara yol açmıştır. Ancak bu eylemin bu savaşla bağlantısını ortaya koyacak her hangi bir delil sözkonusu değil. Elbette bazı politik tahminler yapılabilir. PKK bölgenin ısındığı bir sırada hatta yönelik yaptığı eylemde farklı politik dönemlerde değişik konjonktür ve koşulda eylem yapabilme kapasitesini ortaya koyma ve bununla Türkiye’ye etkili bir uyarı vermiş olabilir. BTC sadece boru hatları değil Ardahan Sivas kompresör istasyonları Erzurum Erzincan pompa istasyonları de Kürt gerillalarının denetimi altındadır.

Nabucco da yapıldığında büyük bir enerji koridoruna dönüşmesi muhtemel bu hat’ın korunması için Türkiye ile batılı ülkeler arasında yeni planlar oluşturulmaktadır. Bunların içinde en önemlisi koridorun ABD’nin özel güvenlik şirketleri tarafından korunmasıdır. Ancak bu çözüm Kürtlerde daha büyük bir öfkeye yol açacağından buna karşı direniş büyüyecektir. Ayrıcı PKK diğer Ortadoğulu örgütler gibi kitle ile karışık bir milis gücü değil farklı üslenen, yaşayan ve coğrafyaya dayalı yaşayan uzun süreli profesyonel gerilla birliklerinden oluşmaktadır. Bu yüzden bu özel şirketlerin başarı şansı sınırlı olacaktır.

TÜRKİYENİN HATLARI KORUMAYA YÖNELİK YENİ TOPLANTILARI

2010 yılının ilk yarısında PKK’nin enerji hatlarına yönelik saldırıları artınca Türkiye Ağustos ayında Enerji Bakanı Taner Yıldız ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay bir araya gelerek boru hatları güvenliğini konuştu. Toplantıda, Türk Silahlı Kuvvetleri, Jandarma ve ilgili kurum yetkilileri de hazır bulundu. Ankara'daki boru hatları güvenliği toplantısında, Ağrı'da bulunan Jandarma birliklerinin üçte ikisinin boru hatlarının güvenliği için istihdam edilmesine rağmen sabotajların engellenemediğine vurgu yapıldı. Boru hatlarının güvenliği için Türkiye'ye ait Heron ve insansız hava uçaklarına görev verilmesi ve en son teknolojilerin kullanılmasını gündeme getirdi. Ankara'daki zirvede boru hatları için öne çıkan bir diğer önlem ise halen 86 noktada termal kamerayla izlenen boru hatları için daha yüksek özel güvenlik konsepti oluşturulması oldu.

GERİLLA’NIN KARADENİZ BÖLESİNE YERLEŞMESİ VE ENERJİ HATLARI

Mavi Akım’ın anlaşma ve inşası Kürt halkı üzerindeki pazarlıklar ve PKK’nin Ateşkes dönemlerine rast getirilmiştir. 29 Ağustos 1997 tarihinde imzalanan Mavi Akım Hattı, ABD'nin tepkisi nedeniyle 1998 yılında askıya alındı. Ancak Öcalan'ın 12 Kasım 1998 tarihinde Rusya'dan sınır dışı edilmesiyle birlikte Türk-Rus ilişkilerinde değişiklik oldu. Bir BOTAŞ bürokratının 18 Ocak 2010 tarihinde Star gazetesine verdiği demeçte Öcalan üzerine gerçekleşen enerji pazarlıklarını şöyle anlatmıştı: "Öcalan'ın sınır dışı edilmesinde, Mavi Akım Projesi’nin pazarlığı yapıldı mı bilmiyorum ama Öcalan'ın sınır dışı edilmesinin hemen ardından askıya alınan bir projenin hayata geçirilmesi için talimat verilmesi, o dönemde bizi epey şaşırtmıştı. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, Öcalan'ın sınır dışı edilişi ve ardından yakalanması, projenin tamamen kaderini değiştirdi."

2005 tarihinde açılan 1200 kilometre uzunluğunda bulunan Doğal Gaz Kürt gerillalarının Karadeniz bölgesine yerleşmesiyle birlikte PKK’nin menziline girmiştir.

16 Temmuz 2010 tarihinde PKK gerilla birliklerinin Giresun-Ordu arasında bulunan Koyunhisar-Orta Kent mıntıkasında bulunan doğalgaz boru hattına yönelik düzenlediği sabotaj ve yine hatta en yakın alanların bulunduğu Tokat bölgesindeki gerilla eylem ve Aktiviteleri bu buna kanıt olarak gösterilebilir.

ENERJİ KAYNAKLARININ SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİNDE YENİ DÖNEM

Kürdistan Hidrokarbon Rezervlerinin sömürgeleştirilmesinde yeni bir dönem başlamıştır. Irak’ın yakın siyasal tarihindeki dalgalanmalardan dolayı işlenmesi yavaş gelişen Kürdistan Petrolleri küresel güçlerin sahaya girmesiyle birlikte hazırlanmıştır. Güney Kürdistan’daki rezervlerin batı pazarlarına ulaştırılması için büyük projeler oluşturuluyor.

Yumurtalık petrol boru hattının kaynağı ve seyir haritası Kürt topraklarının sömürgeleştirilmesinin tablosu gibidir. Bu hat Kerkük ve Batman gibi Kürdistan’ın petrol kaynaklarıyla beslenen ve Şırnak Mardin Urfa gibi Kürdistan’ın en geleneksel halk kitlelerinin bulunduğu sahalardan geçirilerek sömürge limanlarına ulaştırılıyor.

Aynı zamanda 1977 yılından beri çalışan Türkiye’nin en eski petrol boru hatlarından biridir. Bu sadece Türkiye için değil Kerkük petrollerinin Batıya taşıyan bir hattır. Yani Türkiye buradan sadece enerji ihtiyacını karşılamıyor aynı zamanda transit ücreti de alıyor. Ancak Kürtler bunda uzun süre pay sahibi olamamıştır.

ABD’nin Irak’ı 2003 yılında işgal etmesiyle birlikte hat işletime kapatılmış ve o tarihten sonra petrol sevkiyatı çok kısıtlı ve istikrarsız olarak sürmüştür. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı PKK’nin askeri siyasi haritasının ortasından geçiyor.

Yumurtalık boru hattı Kerkük Petrollerinin hangi alanlardan nerelere ulaştırılacağına dair hesapların bir parçası olarak şekillendirilmeye çalışılıyor. Irak’ın Batılı güçlerin denetimine geçmesiyle birlikte buradaki enerji kaynaklarının paylaşımının bir parçası olarak yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. Örneğin İsrail’in yeni geliştirdiği Musul-Hayfa ve Kerkük-Hayfa petrol boru hatlarına karşı Türkiye Yumurtalığın varlığını ve transit ücretlerini yeniden düzenlemeye çalışıyor. Son dönemlerde istikrarsızlaşan Türkiye İsrail ilişkilerinin bir yönünü de Kürdistan enerji kaynaklarının paylaşımı oluşturuyor.

Bu hattın gelirlerinin bir kısmının Güney Kürdistan’a geçmesiyle birlikte daha dikkatli bir yaklaşım sergilenmiştir. PKK bu hatta ancak kendisine yönelik pazarlıkların bir parçası olduğunda yönelmiştir. Ancak bu hattın güvenliği hemen hemen yok gibidir. Çünkü bu sadece Kürdistan’da PKK kontrolünde değil aynı zamanda Irak tarafından direniş gruplarının da hedefindedir. Örneğin 21 Aralık 2009 yapılan sabotajda hem büyük zarara hem de akışın uzun zaman  durmasına yol açmıştı.

PKK’nin bu hat üzerindeki hâkimiyetinin düzeyi 2008’de gerçekleştirdiği eylemle görülebilir. 14 Kasım 2008’de Güney Kürdistan Bölge yönetimi ile Bağdat Merkezî Hükümeti Kürt bölgesinden çıkarılan petrolün Kerkük-Yumurtalık hattından pompalanması konusunda bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmadan sonra Güney Kürdistan bölgesel hükümeti ile Türk devleti arasında Enerji Akışı ve PKK’ye karşı ortak mücadele başlığıyla bir anlaşma yapıldı. Yeni boru hatları, PKK ve Kürtlerin politik amaçlarıyla ilişkilendirilerek işlevsel kılınıyordu. PKK bu anlaşmanın kendisine karşı bir ittifakın alt yapısı haline gelmesini önlemek için 21 Kasım 2008’de boru hattını bombaladı, yangın ancak bir haftada söndürülebilmişti.

KÜRT KARŞITLIĞI ÜZERİNE İŞLEYEN HAT GERİLLANIN AVUÇLARINDA

İran BOTAŞ hattı 2001 yılından bu yana hayata geçen ve genelde sorunlu bir yapıya sahiptir. Yıllık 15 milyar metreküp potansiyeli olan hat 4 milyar metreküplerde seyrediyor.18 Ağustos 2006’da Türkiye-İran gaz anlaşması imzalandı. Bu boru hattına paralel olarak yeni bir boru inşaatı başlatılarak bir koridora dönüştürülme çalışmaları yürütülüyor. Ağrı kentinin sınırları içinde seyreden hat Erzurum koridoruyla birleşmekte. Ancak Ağrı girişinden Van'a uzanan yeni boru hattının inşaatı halen sürmektedir.

Kürtleri kontrol ve dışlama üzerine yapılan uzlaşma ve anlaşmalarla geliştirilen hat PKK için hem askeri ve hem de siyasi bir hedef haline gelmiştir. Örneğin 2006’da Türkiye ile İran arasındaki PKK karşıtlığı temelinde şekillenen askeri, siyasi ve ekonomik işbirliği üzerine enerji miktarı artırılmıştır. Buna mukabil Kürt direnişçiler 21 Ağustos 2006 günü hatta yönelik geliştirdikleri sabotajla tavırlarını ortaya koymuştur.

Yine 5 Mayıs 2008’de Türk delegasyonu İran’a ile yaptığı yeni anlaşmalara misilleme olarak PKK 25 Mayıs 2008’de boru hattını bombalayarak cevap verdi.

Türkiye enerji bakanı Taner Yıldız’ın Temmuz ayında İran Petrol Bakanlığı ile 1 milyar Euro’luk yeni doğalgaz boru hattı için yaptığı girişimlere karşılık PKK 21 Temmuz 2010 tarihinde hattı Doğubayazıt bölgesinde bombalayarak büyük hasara yol açtı.

Bu gelişmeye rağmen bundan birkaç ay sonra Enerji bakanı anlaşmayı imzaladı ancak bu ve buna paralel geliştirilen yeni hatlar PKK’ ye bağlı HPG Gerillanın ana üslerinden olan büyük ve küçük Ağrı dağlarının askeri ve siyasi sahalarında yer aldığı için PKK’nin inisiyatifinde olacaktır.

İRAN’A AMBARGOYU KOYACAK ASIL GÜÇLER BELUCİLER VE KÜRTLER

Sadece Türkiye için değil İran petrollerini uluslararası alana taşıması öngörülen bu hat ve yeni inşa edilen hatlar son derece önemli. Çünkü her ne kadar egemen uluslar Enerji Sömürge Sistemini oluşturmaya çalışsalar da muhalif direniş hareketleri bu konuda son derece önemli rol oynuyor. Bunlardan biri Beluci halkının direnişidir.

Bu konuda Rusya’nın Askeri Strateji dergisi WPRR, “boru hatları ülkesinde savaş” başlığıyla bir makale kaleme alan Ortadoğu uzmanı Yevgeny Satanovsky, Kürtlerin enerji kaynakları ve transit potansiyelini analiz ederek Beluci ve Kürtleri İran üzerine ambargo koyabilecek yegâne güç olarak gösterdi. Kürtlere karşıtlığıyla bilinen Satanovsky buna rağmen Kürdistan’ın Su Kaynakları (Fırat ve Dicle), Hidrokarbon Rezervlerine ve Transit Potansiyelini analiz ederek dünyanın en büyük enerji sahalarından biri olarak değerlendirdi.

Transit konusunda Belucistan’ın stratejik önemine de dikkat çekerek Afganistan, Pakistan ve İran arasında bölünmüş bu halkın İran'ın  Güney Asya’ya yönelik enerji akışını sabote edebileceğine dikkat çekti. İran; Çin, Pakistan ve Hindistan’ın enerji ihtiyacını Belucistan üzerinden sağlıyor. Belucistan'daki liman, boru hatları için en stratejik limanlardan biridir. Yine Çin’in Hürmüz boğazı ve Pakistan’a yakın Arap denizinde inşa ettiği Guwadar limanı ile Ortadoğu petrollerine erişim konusunda stratejik bir nokta elde etmiş oldu. Bu Çin’in Ortadoğu petrollerine ulaşımı konusunda ki aktiviteleri açısından büyük tartışmalara yol açıyor. Ancak Beluci Kurtuluş Ordusu (AOB), İran’ın bu alandan taşınacak enerji hatlarına yönelik ciddi bir muhalefet ortaya koyabilecek güçtedir.

KÜRT SORUNU ENERJİ GÜVENLİĞİNİ TEHTİT EDER

Türkiye sadece uluslararası enerji transit yolları açısından değil iç ihtiyaçları karşılama amacıyla şehirlerarası doğal gaz enerji şebekeleri ile örülmeye çalışılıyor. Doğal gazın iç tüketime yönelik boru hatları henüz Kürdistan’a ulaşmamıştır bile. Bölgede halen sadece Ceyhan merkezinden Adıyaman ve Malatya’ya ulaştırılan bir boru hattı mevcuttur.

Ancak iç tüketime yönelik şehirlerarası boru hatları da PKK için kolay hedefler olacaktır. Giresun-Ordu hattına yönelik sabotaj buna örnek gösterilebilinir.

Türkiye’nin enerji koridoru olma iddiası henüz bir yarı hayalden ibarettir. Ancak var olan düzeyde artan enerji ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. Ama Kürdistan, jeopolitiğiyle bölgedeki enerjiyi Avrupa pazarlarına ulaştırma yani bir transit bölge olmaya elverişlidir ve bunun potansiyelini taşımaktadır. Ortadoğu, Hazar ve Orta Asya, Afrika enerji kaynaklarına transit ve istasyon olmaya elverişlidir. Ancak bunu Kürtlerin kaynaklarını ve coğrafyasını sömürerek yapması imkânsızdır. Kürtlerin muhalefeti enerji güvenliğini ciddi oranda etkileyebilecek düzeydedir. Kürt sorunun çözümü konusunda PKK ile yapılacak bir anlaşma bu konuda önemli bir başarıya ve geleceğin önemli enerji projelerinin yolunu açabilir. 

RAHMİ YAĞMUR 

İran-PJAK savaşı ve İran'ın BTC'si

 
İran'ın PJAK'a savaş açmanın zamanlaması tartışılırken üç ülke arasında çarpıcı bir süreç yaşandığı ortaya çıktı. İran-Suriye-Irak arasında varılan anlaşmayla 10 milyar dolarlık Akdeniz'e enerji taşıma projesi kotarılıyor. 3 milyar dolarlık Bakü-Tiflis-Ceyhan hattı sürecinde PKK'ye yönelime benzer bir konsept oluşturuluyor.

Kandil'de 16 Temmuz'dan bu yana süren İran-PJAK savaşının bir süre daha uzaması muhtemel. Çünkü İran BTC'si gündemde. Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarını YAŞ toplantısından önce istifa ettiren AKP hükümeti de İran'ı savaşı tırmandırmaya teşvik modunda. İki taraf da bazı konularda çekişirken, birçok konuda birbirine muhtaç.

Ana hatlarıyla açarsak; iki ülkede de gelişen Kürt muhalefeti statükoyu en çok zorlayan muhalefet durumunda. Bu muhalefeti yok edemezlerse de sindirmek için eşgüdümlü hareket ediliyor. Sanayide, konutlarda yaygınlaşan doğalgaz kullanımı nedeniyle Ankara, Rusya'nın yanında İran doğalgazına bağımlı.

Türkiye, İran'la ilişkileri iyi olduğu müddetçe Irak'taki yeni dengeler içinde at koşturacağını biliyor. Çünkü Irak'ta Sünni hakimiyet kırıldı ve çoğunluk olan Şiilerin hakimiyeti perçinleşiyor. Ankara, İran ile sıkı işbirliğini artırdığı oranda Suriye üzerinde daha fazla söz sahibi olacağını iyi biliyor. Türkiye, İran'a yakın Nusayri yönetimle Tahran dostluğu sayesinde daha kolay iletişim kurdu. (Suriye'deki isyan bu konudaki dengeyi her an bozabilir.) Ankara, Hizbullah ve Şii nüfus üzerinde belirleyici etkisi olan İran'la iyi ilişkileri üzerinden Lübnan'daki oyuna dahil oluyor. Bu eksen üzerinden aldığı enerjiyle Filistin yönetimi, Hamas ve İsrail üçgeninde rol alabiliyor.

İran ise Ankara'yı kendi sesini batıya duyuran pencere olarak görüyor. Nükleer silah krizinde Ankara'dan gördüğü desteğe müteşekkirdi şimdiye kadar. Mayıs 2010'da Tahran'da Ahmedinejad yönetimiyle uranyum takası için mutabakat imzalamıştı AKP yönetimi. Ardından Haziran 2010'da BMGK'de İran'a yeni yaptırım tasarısına Türkiye "Hayır" oyu kullanmıştı. İran bundan sonra da hem Kürt sorunsalında hem nükleer krizde Ankara desteğini arkasında görmek istiyor.

MALİKİ’NİN KAFERETİ

Bu bağları kullanmak isteyen Tahran yönetimi işbirliğinde yeni bir sayfa açarak Ankara ve Bağdat yönetimini de yedekleyip PJAK'a savaş açtı. "PJAK'ı yok edinceye kadar" sloganıyla savaşa giren İran, kayıpları komutanlar düzeyine çıkınca telaşla yeni destek kıtaları aramaya koyuldu. 26 Temmuz'da İran Dışişleri Bakan Sözcüsü Ramin Mihmanperest, Almanya'dan PJAK'ın üst yönetimini iade etmesi yönünde talepte bulunduklarını açıkladı. Mihmanperest, Irak'taki Nuri Maliki yönetiminden de iade beklentilerini karşılamasını istediklerini söyledi. En büyük desteği aslında Irak'tan bekliyor. Bağdat yönetiminin Federal Kürdistan hükümetini zorlayıp Kandil'i kıskaca almasını hesap ediyor. KDP ile el altından çekişmesi süren Irak Talabani'nin de kendilerine yakın durması bu konudaki beklenti çıtasını yükseltiyor. Nuri Maliki'yi piyonu olarak görüyor. Çünkü Nuri Maliki, hükümeti El Irakiye Lideri İyad Allawi kurmak üzereyken İran'ın yoğun çabasıyla yeniden başbakanlık koltuğuna oturduğu için minnettar. Hem geçmişte Tahran'ın koruyuculuğunda yaşayan hem de ABD'nin yıl sonunda Irak'ı boşaltma taahhüdünü tutması durumunda meydanın İran'a kalacağını düşünen Maliki, Tahran'ın yörüngesinden çıkmıyor.

Türkiye, Suriye yönetimi ve Hizbullah lideri İran'la birlikte aylarca süren krizde Maliki hükümeti kurulması için yoğun çaba sarfetmişti. İran, Şii muhalefet Sadr liderliğindeki Mehdi Ordusu'nun da Maliki'yle çekişmesine ara verdirmişti. Maliki işte bu çerçeve içinde kefaretlerinden birini İran'ın sınır ötesi harekatına onay vererek ödüyor. İran dini liderine bağlı Kasım Süleymani'nin Maliki'nin karar süreçlerinde arkasındaki isimlerden olduğu, vekaleten saldırılar örgütlediği kaydediliyor.

İRAN’IN BTC'Sİ

İran Batı sıkıştırması, ambargo ve aşırı silahlanma nedeniyle ciddi sıkıntılar yaşıyor. Dış satıma ihtiyacı had safhadayken neden PJAK'a bayrak açtı derken zamanlamaya etki eden bir faktör yüzeye yansıdı. Yeni ekonomik enstrümanlar Ankara ve Bağdat'a karşı koz olarak devreye kondu. Çatışmalar sürerken İran doğalgazının Irak ve Suriye üzerinden Avrupa'ya taşınması için 25 Temmuz'da doğalgaz yataklarının olduğu Asaluye'de bir anlaşma imzalandı. Hat çeşitliliği ve Ankara ile pürüz yaşanmaması için bir hattın da Türkiye'den geçirilmesi düşünülüyor.

10 milyar dolar maliyetli İran-Irak-Suriye hattının hayata geçmesi nasıl mümkün olacak? (Maliyet neredeyse NABUCCO projesi kadar) Hattın Suriye limanlarına ulaştırılması için Federal Kürdistan'dan geçirilmesi gerekiyor. Hattın güvenliğinin sağlanması için Kürtlerin statüsüzlüğü ve PJAK ve PKK'nin tasfiyesi hesaplanıyor. (1990'lardaki 3 milyar dolar maliyetli Bakü-Tiflis-Ceyhan-BTC projesi sürecinde ABD-Türkiye'nin Kürt hareketini bitirme konseptiyle PKK Lideri Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması operasyonun bir benzeri sahnede. ABD şimdi Suriye'ye yönelirse Irak'tan çekilirse bölgede güçlü bir örgüt istemiyor) Böylece Hewler yönetimini de kontrol altına almış olacak. Hem Basra'nın kaynaklarından yararlanacağı, hem Bağdat'ı kontrol edeceği hem Hewler'e istediklerini yaptırtacağı inancında. Bu hattın hayata geçmesi karşılığında Bağdat yönetiminden Kürtlere karşı daha saldırgan olması istenecek, Federal Kürdistan'daki siyasi dengeler altüst edilmeye çalışılacak.

İki ülke elektrik şebekelerini de bağlamak için görüşmeler yapıyor. Ve harekata desteği aksamasın diye bir havuç da Ankara'ya. 27 Temmuz'da Türkiye ile gümrük tarifesiz 100 milyon dolarlık mal ihracatı anlaşması imzalandı. Tarım ürünlerinin payı yüzde 50, sanayi ürünlerinin payı yüzde 50 olarak belirlendi. İki ülkenin de gözlerini kapatarak görmek istemediği ise meşruiyet gerçeği ve Ortadoğu'daki konjonktür dalgalanması. Tunus ve Mısır'dan yayılan isyan alevlerini, halkların özgürlük meşalelerini söndürmeye ne ABD'nin gücü yetti, ne de Tahran'la Ankara'nın setleri para edecek.


M. ALİ ÇELEBİ

ABD’nin Türkiye’si Kuruluyor

İki yıl önce yazmış olduğum bu yazıyı olduğu gibi sizlerle paylaşmak istiyorum. Demokratik açılım sürecinin olduğu bir süreçte yazdığım bu yazıya bir çok çevre; Çok karamsarsın, baksana demokratik açılım var ve Kürtleri imha eden bir kurum nasılda lağvediliyor, her şey çok güzel olacak, Türkiye değişiyor cinsinden tepkiler ile karşılaşmıştım. O zamanlar yeni Türkiye'nin nasıl kurulacağını tam kestiremiyor ve bazı sorular soruyordum. Şimdi bakıyorum da, her şey açık seçik bir şekilde ortaya çıktı ve soruların cevapları bulunmaya başlandı. Sözü fazla uzatmadan, iki yıl önce bir çoğumuzun toz pempe rüyalar gördüğü bir zamanda yazılan bu yazıyı, olduğu gibi sizlerle paylaşıyorum. 

***

Türkiye yeniden yapılandırılıyor, tüm kadrolar yenileniyor. Bu demek; sil baştan söyleminin somutlaşması demektir. Erdoğan’ın sil baştan yaparız demesi, biraz daha netlik kazanıyor. Devleti oluşturan her birim, yeniden oluşturuluyor. Bu nasıl olacak kestiremiyorum ama çok gizli bir darbe olduğu tartışma götürmez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmış görünüyor.

 
TV kanalları tek, basın tek, siyasi partiler tek, yazarların tamamına yakını tek, sivil toplum kuruluşları tekleştirilmeye çalışılıyor. Tek millet, tek bayrak, tek dil diye teklemenin sonucunda tek tipleştirmenin yatmakta olduğu önceden bilinmeliydi. Eğer ihtimaller ve görünenler Türkiye’nin yeniden kurulması yönündeyse o zaman “sil baştan” söylemi tekrardan Dêrsim tipi katliamların habercisi mi?
 
Şimdi denilecek ki, yahu sen Kürtlere dokunulduğu anda nasıl olurda Türkiye’nin yeniden kurulduğunu söylersin? Şimdiden böyle düşünenlere cevabım, sadece Kürtlere dokunulmuyor ki, askeriye ye de dokundular. Bilindiği gibi Kürt Halk Gerçekliği ile Ordu, tam zıt durumdadır. Ordu; kürdün ne dilini, ne bir millet olduğunu, ne de haklarını tanımıyor olmasına rağmen, bu bile orduyu kurtaramadı. Buna rağmen ordu, Türkiye’nin esas sahipleriyle uzlaşamadı ve onun yüzünden “kozmik oda operasyonu” ve askerlerin tutuklamaları başladı. Tüm bunlardan dolayı ileriki günlerde üst düzey askerlerin faili meçhule gitmesi de olasılıklar arasındadır. Çünkü Erdoğan bir şey söyledi, hiç ilgi ve alakası olmadığı halde demokratik açılımı kastederek, herkes elini taşın altına koysun bu bir süreçtir, bu süreçte kime dokunulacaksa dokunulacak, nereye kadar gidilecekse gidilecek. Bunu söylerken birçoğumuz, hatta büyük bir çoğunluğumuz bayağı bir umutluydu. Her ne kadar da bu sürecin Kürtleri tasfiye süreci olduğu çok sonraları anlaşılmışsa da, işin özü anlaşılamadı. İşin özü geri dönüşü olmayan bu yolun Türkiye’nin başta aşağı “sil baştan”ıydı. Kürtlere karşı Nisan ayında başlayan tasfiye süreci, diğer karşıt olan kurum kuruluşlara ve Ordu’ya karşı da son süreçte daha da belirginleşti. PKK’nin çatışmasızlık kararlarına rağmen, Erdoğan’ın vur emri ile Ordu tarafından operasyonların arttırılması, esasında ABD’ye ödenen diyettir. Dikkat edilirse Ordu’ya bunca operasyon yapılıyor ancak Ordu hala Erdoğan’ın dediğinden çıkmıyor veya çıkamıyor, önceleri Hükümeti dinlemeyen Ordu şimdilerde neden dinliyor anlamış değilim.(Elbette dinlemesin demiyorum) İki zıt düşünce tek düşüncenin karşısında engeldi ki, yeni Türkiye’nin kuruluşu ve bunun sonucunda ikinci tam esirlik başlayabilsin.
 
Türkiye’nin yeniden kuruluşuna öncelikle Taraf Gazetesi ile başlandı. Basın bilindiği üzere Türkiye’de çok önemli bir araçtır. Bir yanda Yasemin Çongar, diğer yanda Ahmet Altan, biri ABD’yi, diğeri Türkiye’yi çok iyi tanıyor. Çetin Altan’ın “padişah analarını” yazmasıyla Ahmet Altan’ın şuan ki durumu arasında hiç mi hiç fark yoktur. Oğlu babadan bir görev devraldı, fakat bu görevin ne olduğu çoğu kimseler tarafından bilinemiyordu, bunu bilen sadece sömürgecileri tanıyanlar ve onların uygulayıcılarıdır. Neden Taraf Orduya bu kadar saldırıyor un cevabında ise hemen kuyruk acısı deniliyor, yok efendim Çetin Altan ordudan darbe yemişte ondan dolayı Ahmet Altan’da babasının intikamını alıyor’muş. Ne hikmetse ordu hakkında Kürt yazarçizerleri bir şeyler söylediğinde suç ve yanlış ve devleti bölücü ama çetin Altan ve Ahmet Altan söylediği zaman bir çırpıda doğru, birleştirici ve bütünleştirici olduğu söyleniyor. Hani liberaller ya, ondan olsa gerek diye düşünüyorum, yoksa baba ve oğul istihbaratın ajanları mı? Bilemiyorum!!!
 
Basını süslü hükümeti süslü, kurumları süslü bir yönetim, bir de boyalı ve badanalı söylemler oldu mu, halkı da kendisine bağlayabilir, arkasında ABD gibi bir güç oldu muydu Ortadoğu’yu da elde edebilir. Kullanılan bu yöntemler çok etkili ve oldukça başarılıdır ve büyük oranda da etkili oluyor ki zaten oldu.
 
Son aylarda yaşanan olaylardan anladığımız kadarıyla her ne kadarda devletin bozuk sisteminin son çırpınışları gibi görünse de öyle olmadığını belirtmek istiyorum. Bu haliyle 60.hükümet yeni bir devletin kuruluşunda rol almış oluyor. İşte Erdoğan’a Davos’ta verilen rollerden bir tanesi yeni Türkiye’nin kurulması rolüydü. AKP’nin kapatılmaması bu aldığı role bağlıydı, eğer layıkıyla verilen görevi yerine getirmeyi başarırsa, artık gizli darbe ileride açık bir sunum ile kamuoyuna duyurulacak. Ancak verilen rol ile beraber Erdoğanlı AKP, ABD’den önünün açılmasını isteyecek ki, şimdilerde tüm muhalif kesimlere operasyon düzenleniyor. Polis teşkilatını kendi kontrolüne alan hükümet(ki zaten hükümete bağlı) yine hükümete bağlı olmasına rağmen, hükümet üstü eylemliliğiyle kendi kararlarını alan Ordu’yu da kendisine bağlamaya çalışıyor. Ya Ordu güzellikle “Yeni Türkiye”ye tabi olacaktı ya da operasyonlar başlayacaktı ki zaten sonunda da öyle oldu. Kimi asker gururuna yediremeyip utancından intihar etti denildi, kimisi de faili belliye gitti ve intihar süsü verildi. Yeni ülke kurulacaksa bunu nasıl yapacaktı ki, elbette tekçi anlayışında ısrar ve kendi mensup olduğu Tarikatı-Cemaati tüm birimlere bu şekilde yerleştirmekle olacaktı.
 
Günümüzün Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’sü, R.T.Erdoğan ve Abdullah Gül olacağa benziyor, peki Atatürk kim olur dersiniz, işte o tam bir açmazdır. Ancak dünyayı tek tipleştirme politikasının yürütücüleri ve kendi aralarında hemfikir ABD ve İngiltere olduğuna göre, iki kafalı bir yeni kurtarıcının bunların seçmiş olduğu birisi olduğunu söyleyebiliriz. Peki, ok’lar gibi gösteriyor dersiniz? Tabii ki dünyanın her yerinde okulları olan ve merkezi ABD’de olan ve oradan yönetilen istihbarat görevini üstlenmiş Fettullah Gülen Tarikatı olduğunu söyleyebiliriz.
 
Nasıl özgürlükçü 1921 anayasasının alaşağı edilerek ırkçı ve anti demokratik 1924 anayasası oluşturulup 1926 ile İngiltere ile yapılan anlaşma sonucunda Türkiye buraya esir edilmişse ve bu esirlik sonucu ile 1945’lere kadar gidilmişse, 46’lardan sonra da Davos’a kadar bağımlılık devam etmiştir. Artık bağımlılık bile ABD ve İngiltere’ye az gelmiş olacak ki, Davos sonrası çizgiler netleşmiş ve insanlığı tekçi zihniyette toplamak isteyen sömürgeci anlayış tümden yeni Türkiye’nin tesisi için kolları sıvamıştır. Kozmik Oda’nın devir teslim töreninden ve tamamen Tarikat’ın emrine girdikten sonra yeni bir Ordu kurulacak ve bu yeni ordunun zamanla derinleri oluşacak. Bu demek Kürtlerin yüzyıllardır süre gelen sömürüsünü kat be kat arttırılacağı ve devam ettirileceği anlamına geliyor demektir. Bunlar sadece öngörüler ve tespitlerdir ve benim tarafımdan anlatılmak istenen kuşkulardır. Türkiye’nin son yıllarını birazda böyle tahlil etmek gerekir diye düşünüyorum. Görünen o ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Fettullah Gülen Tarikatı ile Erdoğanlı AKP hükümeti, hiç tahmin etmediğimiz gibi yeni bir devlet inşa etmek için görevlendirilmişler. Yeni bir devletin inşası veya var olanı demokratikleştirmesi elbette doğal, normal ve iyi bir gelişme olur. Ancak şimdiden yenilenme aşamasında olan devletin Kürtlere bakış açısı eskisinden kat be kat daha zalimce ve acımasızcadır. Demem o ki;  Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimci-demokrat çevreler, ne yapacaklarsa yapsınlar bu anlatılan ve gerçekleşmesi yüksek ihtimal olan, yeni yapılanmayı görmeleri ve stratejilerini bu yeni sürece göre belirlemeleri gerekmektedir diyorum.
 
mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com