20 Eylül 2010 Pazartesi

Medler -2


“Kurt karın doyurmak için köpekliğe razı olmaz!!”
Ama ne yazık ki insan farklıdır, bazıları bir ihale almak ve biraz daha rahat yaşamak için her role girer.

İhaleci ve cemaatler tarafından uyuşturulan Kürtler karın doyurmak üstüne kurdukları yaşamlarında Kurdi sorumluluklarını unuttukları için, çıkarcı devşirme egolarıyla hareket etmektedirler. Bu yüzdendir TC sürecinde esarete yazılmış kaderimiz ve ölümlere koşulmuşuz her köşe başı ve yol ayırımında.
 
Devşirme egonun yarattığı bölünme sürdükçe “iyi çocuklar” işlerine devam edecektir.
 
Kendi yurdunda başkalarına uşaklık yaparak karın doyuranlar, ne tanrı katında ne de insanlık katında makbul değildirler.

MEDLER 1. bölümde Aryanların Mezopotamya’da İslamiyet öncesi kurdukları son imparatorluğun kuruluş aşamasını kısaca yazmıştım. Bu bölümde de gelişme ve yıkılışlarını özet halinde sunmaya çalışacağım.

Med İmparatorluğunun en önemli krallarından Qeyser veya Kiya-ser zamanın barbar kavmi Asurları tarihe gömdükten sonra imparatorluğun sınırlarını genişleterek imara çalışır. 
Babil’de kurulu bulunan Aryan devleti Qaldaharlılarla akrabalık ilişkisini geliştirdikten sonra güney sınırlarını sağlama alan kral, doğudaki sınırını Aral yurduna, kuzey sınırlarını da Kafkaslara kadar genişleterek tüm orta doğu ve ön Asya’ya hükmetmeye başlar.
Batıdaki sınırını da sağlama almak için Batı Anadolu’dan Aryan yurduna giren Trako-Frig, Armen (Ermeni) göçünü Kızıl Irmak dolaylarında durdurmaya çalışır.
 
İlk göç dalgasıyla Kızıl ırmağı geçen bir kısım Ermeniler Xaldi / Urartuların yıkılmasından sonra Aras boylarına yerleşerek Artaksiyad adlı bir krallık kurmuşlardı. Qiya-ser batı ve kuzey sınırlarının güvenliği için bu krallığı da sınırlarına katarak bölgenin yerlileri olan Horri ve Xaldi halkını Ermeni boyunduruğundan kurtararak tüm bölgeyi egemenliğine alır.
Medlerin Kızıl ırmak sınırlarına dayanması kendini küçük Asya’nın tek hakimi gören Lidya kralı Allyates ile Med kralı Qiya-ser’i karşı karşıya getirir ve savaş kaçınılmaz olur.
 
Zenginliği ve gücüyle övünen Lidya kralı Allyates Medlerle beş yıl süren savaş sonrasında meydana gelen ay tutulmasını “tanrılar savaş istemiyor” diye yorumlayınca Qiya-ser ile barış yapmaya karar verir. Bu nedenle Allyates kızını da Qiya-ser’in oğluyla evlendirip Kızıl Irmağı (Halys Irmağı) her iki devlet arasında sınır yapmaya razı olur.
 
Kiya-ser bu sefere çıkarken Anadolu’da bulunan son İskit kalıntısını da bir daha geri gelmemek üzere Orta Asya’nın çöllerine geri göndermişti.
 
Med devletini İmparatorluk haline getiren büyük kral Anadolu seferinden sonra ölünce yerine oğlu Astyages geçer.(M.Ö.585-550)
Astyages babasının miras bıraktığı imparatorluğu 35 yıl gibi bir süre yönetir. Gördüğü bir rüyanın kötüye yorumlanması üzerine kahinlere ve tanrılara kızarak kızını bir Parsla (Fars) evlendirir. 
Rüyasında kızının cinsel organından bir ağacın çıktığını ve bu ağacın tüm imparatorluğu kapladığını görür. Bunu yorumlayan kahinler; kızının evleneceği kişi tarafından imparatorluğun ele geçirileceğini ve saltanatının yıkılacağını söylerler. Kral bunun üstüne kızını kendisine tehlike olmayacak en aşağı tabakadan bir Pars (dilenci /Çingene) oymak başı ile evlendirir. 
Damadını Anzan prensliğine atayan kral kehanetin gerçekleşmeyeceği umuduyla yaşar. Oysa kaderi tanrı tarafından belirlenen kral için kader ağlarını örmüştü. Bu evlilikten kendisini tahttan indirip Med imparatorluğunu yıkacak olan torunu Koros (Kyros) dünyaya gelir.
 
Koros, bir Med prensesinin oğlu olmaktan dolayı kendini tüm Parsların lideri olarak tanıtıyordu. Bu sırada Med ordusunda önemli görevler üstlenerek bazı zaferlere adını yazdırır. Ordudaki gücü eline geçirdikten sonra da Pasargat kentini ele geçirerek bağımsızlığını ilan eder..
Bağımsızlık ilanından sonra Babil’de kurulu bulunan Qaldahar (Aryan) devletini de yanına alarak dedesi Med kralı Astyagese karşı büyük bir güç oluşturur. Önceleri bu duruma önem vermeyen Astyages torununu başkent Ekbatan’a davet ederek gerçeği öğrenmek ister. Koros bu daveti ret eder. Bunun üstüne dedesi Med ordusunu Korosun üstüne gönderir. Ordu komutanı emrindeki ordu ile Korosun tarafına geçince dede kral kalan orduyla torununun üstüne yürür. 
Babil belgeleri bu konuda şöyle der; "Astyages ordusunu toplayarak Anzan kralı üzerine yürüdü. Med ordusunda ihtilal çıktı. İsyan eden askerler hükümdarlarını Koros’a teslim etti." Herodot da bu olayı doğrulamaktadır.
Koros dedesini teslim aldıktan sonra tüm Medyaya hakim olur ve Med imparatorluğunu Pers imparatorluğuna dönüştürür.
 
Astyages kahinlere ve tanrılara kızmış ve kızını bir çingeneye vererek kehaneti önlemeye çalışmıştı, ancak, bu tercihiyle dilenci göçebe bir topluma güç ve destek vererek imparatorluğun yıkılmasına sebep olur. 

Kehanet gerçekleşmişti.
 
Med imparatorluğu sadece topraklarını ve iktidarını kaybetmedi, Rus tarihçi Griyeft’in dediği gibi, Parslar Medlere ait dil, kültür ve tüm diğer hazinelere sahip çıkıp Med saltanatı üzerinden günümüze kadar saltanat yürüttüler. Ayrıca, Aryan olan toprakların adını da İran olarak değiştirdiler. 
 

Yine batılı tarihçilerin belirttiğine göre bugünkü İranlılar, Medlerin üvey çocuklarıdır. Kullandıkları her şey efendileri olan Medlere aittir.

Bir rüyadan yola çıkan imparator, bir halkın tüm geleceğini Parslara kaptırarak Aryan yurdunun göçebe talancı toplumlara yurt olmasına sebep olmuştur.
 
Bu talan ve yağmaya rağmen, Pars / Fars dili zenginlik bakımından hala Kürt dilinin gerisinde kalmaktadır.
Fransa'da yayın yapan tanınmış dil dergilerinden Le Français Dans Le Monde, 2008 yılında yayınladığı dünyanın en etkili ve zengin dilleri" listesinde, ( listesinde, (bütün yasaklamalara rağmen) (!) binlerce dil içerisinde ilk 30 dilin ardından 31"inci sırada Kürtçeye de yer verdi. Derginin sıralamasına göre İrani diller içerisinde en etkili dil olarak bilinen Farsça, bu sıralamada Kürtçenin gerisinde kalmıştır !!!
 
Kürtçe yasak olmasaydı da devlet dili olsaydı eğer, şimdi dünyanın ilk on dili arasında yer alırdı.

http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://www.kurdistan-post.org/News-file-article-sid-24756.html  

Med kültüründen sadece Farslar değil, daha sonra Aryan topraklarına yağmaya gelen ve yerleşen Türkmen boyları da faydalandılar. Selçuklu ve Osmanlılar da Farsça dedikleri ama aslında Kürtçe olan dil ve kültür öğelerini kullanmışlardır. Ancak Kürt ve Kürdistan inkar edildiği için bu gerçek kabul edilmemektedir. Kürde ait olan her şey "Farsçadır" denilerek Kürt hafızası yok edilmeye çalışılmıştır. Oysa Farsça ile Kürtçe arasında belirgin değişiklikler var. Örneğin Kürtçede olan eril dişil ifadesi Farsçada yoktur. Kürtlerin tüm değerleri yağmalandığı halde bu zengin Arya uygarlığı hala ayakta ve yeniden doğuşa hazırlanmaktadır. Dolayısıyla, tarihin arka planından günümüzdeki Kürt sorununa bakılırsa eğer, bu sorunun bir demokrasi sorunu değil, işgale uğramış bir toprak sorunu olduğu görülecektir. Takiye/politika yaparak Kürt taleplerini bağımsızlığın altında göstermek fayda vermemiştir, aksine savaş kirlenerek devam etmektedir. Atatürk:" Mersin Sinop arası bıçak sırtı ile bir sınır çizmek zordur, zira Kürtlerle Türkler hısım akraba oldular…diyerek Anadolu’daki Kürt ve Türk sınırını işaret etmiştir. Bu sınır, Medlerin 2500 yıl önceki batı sınırıydı. Kürtler tez zamanda bu sınırı telaffuz edecek bir lider bulmalı…  Ve bu lider Qiya-ser’in askeri ve siyasi dehasına sahip olmalıdır. ( devam edecek) 
 

Kaynak: 
-Arya Uyg.Kürt.S.M.T.
-Herodot
-Kürdistan Tarihi E.Xemgin
-www.kurdistan-post.org
-2000 dergisi
   
Fikret Yaşar
fktyasar@gmail.com

Kürdü inkar eden kafirdir!..

 Kafir kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir şeyin üzerini örtmek, o şeyin gerçekliğini inkar etmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda var olan bir hakikati inkar, İslam anlayışına göre kafir yapar insanı. Kafir-inkarcı bir insanın da diyebiliriz ki diğer bütün ibadetleri, katıldığı dinsel ritüeller boşunadır. Çünkü en temel bir konuda ilahi olan dairenin dışına çıkmıştır bir kere... İstediği kadar tapınsın, garip şekillere bürünsün, dualar etsin Tanrı'nın nezdinde bu eylemlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır artık.
 
Burada 'dinin özünün yitirilmiş, salt bayağı bir şekilciliğe indirgenmiş olması' gerçekliğiyle karşı karşıya
yız.

Ki bu öz adalet, ihsan, merhamet, hak, hukuk ve özgürlükler gibi yüce insani değerlerdir.

Günümüz Müslümanları'nın yaşam tarzlarına baktığımızda, yukarıda değindiğim çelişkinin yaşanmakta olduğunu tüm çıplaklığı ile net bir biçimde görmekteyiz.

En basitinden bir kavmin-ırkın varlığını inkar ettiklerini ve dinin asli unsurları olan ahlaki-insani değerlerini (adalet, ihsan vb.) gözetmediklerini, ancak dinsel ritüelleri, ibadetleri çok titiz bir biçimde uyguladıklarını ve bu içerikten-özden yoksun şekilci uygulamaların onlar tarafından çokça önemsendiğini gözlemlemekteyiz.

Yani ibadetlerini aksatmayan kalın enseli-göbekli yığınla 'kafir (inkarcı)' Müslüman-dindar kimliği ile ortalarda dolaşmaktadır.

Allah'ın kutsal kitabında Hucurat Suresi'nde 'Sizi kavimler halinde yarattık, ta ki birbirinizi tanıyasınız' şeklindeki ayetine rağmen Allah'ın yarattığı bir kavmi yok sayan ve yok saymakla da kalmayıp her türlü imkanlarını onları asimile-imha etmek için seferber eden Türk-İslamcı, Arap-İslamcı, Fars-İslamcı nice kafir, Kürt kavminin varlığını yüzyıllardır inkar etmekte ve inkar-asimile etme sürecinde de, kendilerine benzettikleri (kendilerine özgü faşizmleri ile dini kaynaştırarak, ki faşizm ile dinin izdivacından ne idüğü belirsiz piç bir zihniyet doğar!..) bu yüce dini de bu amaçları doğrultusunda kullanmaktadırlar.

Camiler şekilden öteye geçmeyen anlamsız hareketlerden ibaret ibadetlerini büyük bir coşku ve orgazm hali içinde ifa etme amacıyla inkarcı (kafir)larla dolup taşmakta ve bu kutsal mabetler gerçekte birer vicdansız-faşist ve de fazlasıyla zalim olan bu insanlar için, bir çeşit içsel rahatlama-vicdanlarını temize çıkarma yerleri ve her türden zalimane eylemlerini meşru kılan ve bu şekilde onları rahatlatan mekanlara dönüşmüş durumda bugün.

Namaz kılıyorsan, oruç tutuyorsan, cumaya gidiyorsan... Senin işin tamam... Sen cennetliksin. Kürdü inkar, işçi-kadın-çocuk- haklarını ihlal, bir ırkın üstünlüğüne olan inanç (Türklük-Farslık-Araplık) mı?.. Sen rahat ol!

Yok bunların hiçbirinin önemi canım, cemaat evlerinde maklubenizi yemeye ve tarikat dergahlarında kendinizden sizi geçiren zikir ayinlerinizin keyfini çıkarmaya bakın siz..

İlgilenmeyin Kürdün maruz kaldığı zülüm ve inkar politikasıyla... Hem büyük üstad siyasete lanet etmemiş mi canım?.. Siz uzak durun siyasetten ve şeytan işi sanattan, felsefeden... Yerinize ağabeyleriniz, cemaat liderleriniz ve tarikat şeyhleriniz düşünür ve bir karara varırlar... Siz rahat rahat uyuyun... Uyurken günün son anlarında bile düşünce denen tehlikeli-şeytani aygıt sizi yakalamasın ve rahatsız etmesin diye, cemaat liderinizin veya tarikat şeyhiniz olan yüce şahsiyetlerin görüntülerini canlandırıp alınlarının ortasına öyle bir şekilde odaklanın ki, alınlarının ortasından çıkacak olan nur sizi etkisi altına alıp uyuştursun zihninizi... Ha bu arada merak etmeyin zihinleriniz bu vecd haliyle (yüksek doz afyonun etkisiyle) uyuşukken, sizin yerinize cemaat imamınız veya tarikat şeyhiniz kafa yorar hayatla ilgili problemlere...

Ne güzel ya!.. Ne hoş bir ruh hali!.. Gerçekten burada Nietzsche'nin 'mutlu olmak istiyorsanız, gidin bir manastıra kapanın' mealindeki sözlerine katılmamak elde değil...

İşte yığınları, bu şekilde kanlarına girip dini doz doz vererek (devrimci unsurları budanmış ve insanları pasifize eden bir yapıya dönüştürülmüş dini) kandırıyorlar dostlar...

Sözüm ona dindar olan bu cemaat ve tarikat önderleri gerçekte birer kafir/inkarcıdırlar.

Bunlar için Allah'ın bir ayeti olarak var olan Kürt kavmi kart-kurttan gelmedir... Onlar dağlı Türklerdir... Öyle diyor ya koca ilahiyatçıları Prof. Markalı Mehmet Bayraktar hazretleri... O faşist-kavmiyetçi zihin dünyalarında Kürtler Türklerin hep bir şeyi ya!..

Evet haykırıyorum onlara 'behey Kürdü inkar eden Müslüman Türk-Arap ve Fars kafirler' diye... İnandıklarını iddia ettikleri ilahlarının ayetini kendime dayanak göstererek!..

Ve son olarak... İstediğiniz kadar tapının ve ayinler düzenleyin... Mevlütler verin, oruç tutun, namaz kılın, inceltin bıyıklarınızı... Uzatın sakallarınızı... Cübbeler giyinin... Örtün oranızı buranızı... (gerçek dindarları tenzih ettiğimi ve önlerinde saygıyla eğildiğimi özellikle belirtme gereği duyuyorum) sizler yüce Mevla'nın nezdinde kafirler/inkarcılar güruhundansınız...

Ve sürekli insanları korkutmak için dilinizden düşürmediğiniz cehennem sizler için var!..

Düşünce ve merhamet ile!..

Yıldırım DENİZ

Sosyalist devlet mi Demokratik Özerklik mi?


20 yy. sonlarında Sovyetler'in çöküşü ile birlikte Marksist paradigmanın, bir 'bunalım' sürecine girdiği bir gerçektir. Daha öncesi yaşadığı 'tıkanmaları' da göz önünde bulundurduğumuzda, çöküşün sinyalleri o zamandan beri açığa çıkan bir durumdu. Marksist paradigma 1840'dan beri insanlığa, toplumsal mücadelelere birçok şey kattı kuşkusuz. Kapitalizmin kurumsallaşarak yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, böylesi ciddi bir paradigmanın açığa çıkıp alternatif oluşturması önemliydi. Dönemin koşullarında Marks'ın ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir.

Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir. Elbette bu durumun birçok içsel-dışsal nedeni vardır. Fakat temel etkenlerin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olmasıdır. Bugün dar bir sınıf-kesim çevresinde tartışılan Marksizm'in, 'tüm güncelliğini' koruduğunu belirtmek aslında alternatifsiz olmanın yarattığı ve geçmişte takılıp kalmanın bir sonucudur. Gün geçtikçe küçülen sınıfın 'niteliğini ve niceliğini' göz önüne getirdiğimizde, Marksizmin bu kriz-kaos sürecinden çıkmadığını görmekteyiz. 'Sınıfın önceliğinin' değiştiğini söylemek yerinde olacaktır. Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim' yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer. Toplumun önceliklerinin değiştiği ve proleter devrimin buna cevap olamadığı gerçekliği ortadadır. Cins, doğa, ulus, birey ve toplumun özgürlüğünün kurtuluşuna proleter devrim dar gelmekte ve karşılamamaktadır.

Marksizm'in bunalım sürecini salt 'sınıfın nitelik ve niceliğinde' yaşanan değişime, proleter 'devrimin' koşullarının oluşmadığına veya Sovyetler'in çöküşüne bağlayamayız. Yaşanan durum 'yapısal kriz'in açığa çıkardığı ve hala devam eden eski paradigmasal bakış açısıdır. Sorun devlet-sosyalist devlet mantığı ile yakından bağlantılıdır. Marksizm'in bu koşullarda eski argüman ve taktiklerle, daha önemlisi 'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşması, amacın odağına devlet ve iktidarı koyarak 'yapısal krizi' derinleştirmektedir. Bakunin; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' derken devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylerken haklıydı. Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin kendiliğinden sinümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durumdur. Devlet iktidarını ele geçiren ideoloji ne formda olursa olsun bir öncekinden daha otoriter olmaktan kurtulamaz. Burada sorun 'yönetme' de değil veya 'yönetende' değil, devlet olgusunun götüreceği doğal sonuçtur. Gelinen aşama bunu bize göstermiştir. Marksist paradigmanın 'bunalımı' geçici bir 'tıkanma' süreci olarak izah edilemez, yaşanan durum 'yapısal ve özsel' krizdir.

DEVLET VE İKTİDAR

Marksist paradigma bu kriz-kaos sürecinden ancak 5000 yıllık devleti ve onun toplum üzerinde yarattığı iktidar, tahakküm, zor olgularını çözerek ve devlet-iktidar ilişkisine girmeden sınıfsal değil, toplumsal bir yeni paradigma ile çıkabilir. Devleti 'ne formda olursa olsun toplumun sevk ve idaresini sağlayan bir araç' olarak görmek ve devleti bu hale getirenin 'burjuvanın devleti ve iktidarı ele geçirmesiyle' zor uyguladığını ve otoriterleştiğini söylemek, devlet gerçeği ve onun otoriterliğini perdelemektir. Devleti 'iyi' gösterip, onu elinde bulunduran 'burjuvazinin' tek suçlu olduğunu söylemek 'yapısal kriz'i ortadan kaldırmaz. Devlet, Sümerlerden bu yana kendini 'artı-ürün'ün gaspı üzerinden var etmiştir. Devleti açığa çıkaran neden 'artı-ürün'ün açığa çıkmasıdır. Sonrasında ezen-ezilen olgusu ile sınıf açığa çıkmış ve sınıfın açığa çıkması devleti farklı formlarda günümüze kadar getirmiştir. Kapitalizmin doğuşunu, devletten ayrı değerlendiremeyiz. Bunun sonucunda açığa çıkan sömürü doğal toplumdaki her şeyi bir alt-üst oluşa uğratmıştır. 'Devlet toplumun iradesini teslim alan' bir sistemdir, ister sosyalist ister kapitalist-emperyalist devlet fark etmiyor. Devlete (ve iktidara) 'teslim' edilen iradenin, bireyi kendi özünden (doğallığından) uzaklaştırdığı bir gerçekliktir. Birey yaşama katılımını kendi öz iradesiyle geliştiremiyorsa ve bunun için 'sevk ve idare eden' bir mekanizmaya ihtiyaç duyuluyorsa burada insanın doğasına uygun bir gelişimden bahsetmek mümkün değildir. 'Devlet toplumun zayıflamasıyla açığa çıkan' ve kendini bu gerçeklik üzerinde var eden bir olgudur. Devlet, kadın-ana etrafında şekillenen, anaerkillik üzerinden oluşan kültürü, ataerkil forma büründürerek, 'biriktirme' yoluyla gaspa dayalı bir sistem olarak oluşmuştur.



DEMOKRATİK ÖZERKLİK VE ÖZ YÖNETİM

Kürt Özgülük Hareketi de, Ulusal Kurtuluş Hareketi olarak açığa çıkmış ve UKKTK (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) ilkesiyle, Marksist-Leninist paradigmayı ülke koşullarına uyarlayarak 'uzun süreli halk savaşı' ve gerilla taktiğiyle mücadelesini yürüttü. Örgütlenme modeli ve taktikleri Marksizim-Leninizm çerçevesindeydi. İktidarı ele geçirip-yıkıp Bağımsız Sosyalist Kürdistan Devleti kurmaktı hedef. Silahlı mücadele ve o günün koşullarında bu stratejiyle birçok başarı elde edilmiştir. Sovyetler'in çöküşü ile birlikte, Kürt Özgürlük Hareketi'nde de kısmi bir tıkanma ve 'yapısal' sorunların açığa çıktığı bilinmektedir. Hareket 95 yılında yapılan 5. Kongresi'nde 'tıkanma'yı ve 'yapısal sorunu' kongre gündemine almış ve bir tartışma süreci başlatıldı. Tabii o günün koşullarında (savaşın hakim olması) kongrede tartışılan konular yapının tamamının gündemine gelmemiş ve sadece belli bir tartışma ile sınırlı kalmıştır. Sovyetler'in yıkılışından sonra yani bir paradigma ile yola devam edilmesi gerçekliği ortaya çıkmış ve 99 sonrası yeni paradigma somutluk kazanmıştır.

Geçmişin yöntem ve araçları terk edilerek yeni bir paradigma ile yola devam edilmiştir. Parti Önderliği yeni paradigmada 'parti-devlet', 'iktidar' ve 'savaş' olgularını yeniden değerlendirmiş ve yeni paradigmanın 'devletsiz demokrasi ile kendi özyönetimini kurarak' 'yapısal kriz'in böylesi bir sistemle aşılacağı ortaya konulmuştur.

5000 yıllık bir geleneğe dayanan devlet olgusunu çözümlemiş ve onun yarattığı iktidar-tahakküm olmadan halkın kendi özyönetimi ile ifadesini bulan bir sistem açığa çıkartılmış. Bu sistemin oluşturulması için temel esas ise 'Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Toplum' paradigmasıdır.

Marksist paradigmanın yaşadığı 'yapısal sorunlar' ancak yeni bir paradigmatik yaklaşımla aşılabilir. Sovyetler'in çöküşü sonrasında Kürt Özgürlük Hareketi de 'Marksizm tüm güncelliğini' koruyor deseydi ve paradigmasal bir değişime gitmemiş olsaydı 'bunalım' sürecini aşması imkansız olurdu. Devlet ve onun yönetimsel araçları olmadan özgüce dayalı bir sistem oluşturuldu ve bugüne gelindi. Yani paradigmasal sistemle gelinen aşamada ciddi kazanımların olduğu da tartışılmazdır.

Toplumsal sistem olarak Demokratik Özerklik adıyla pratikte yaşam bulan bu organ şuan kendi özyönetimi ve meclislerini oluşturarak toplumsal sistem örüyor. Demokratik Özerklik, devlet ve onun iktidar araçları olmadan, özgüce dayanarak 'ezilenlerin' kendi özgürlüklerini ve örgütlülüklerini oluşturarak, otoriter olmayan ve temsilini meclislerde bulan, öz katılımcılığı esas alan öz yönetimdir. Toplum içinde bulunan tüm gruplar, çevrelerin kendi temsiliyetini bulduğu yerelden doğru bir örgütlenmedir.

DEVLETSİZ DEMOKRASİ

Kapitalist modernitenin aşılması özgüce dayalı toplumsal yapıları açığa çıkarmaktan geçer. Devletçi olmayan bu sistem, halkın öz iradesine dayalı ve meclisler üzerinden kendini kurumsallaştırır. Devletin yarattığı yığınsal sorun ve sömürüsüne karşı kendi örgütlülüğünü oluşturmak için devletsiz olmak zorundadır. Devlet odaklı bir yapı olursa 'iktidarı elinde bulunduran güç önceki iktidarlardan daha despot' olur. Demokratik Özerklikte kişinin katılımı ve iradesi esas olandır. Devletli sistemlerde 'otorite iradesini kişiye dayatan güçtür.' Bu durumda özgür birey ve toplum yaratılamaz.

Demokratik Özerklik farklılıkları, bir zenginlik unsuru sayarak 'farklılıkların korunmasını' esas alır. Tekçi bir yaklaşım yoktur, farklılıklar bir tehlike olarak görülmez ve farklılıkların temsiliyetini bulması için katılımın koşulları oluşturulur ve Demokratik Özerklik içinde temsilini bulur. Tek ulus mantalitesine dayanmayan ve içinde bulunan halkları da kapsayarak 'demokratik ulusun' yaratılmasını esas alır.

Demokratik Özerklikte yukarıdan aşağı doğru bir hiyerarşi yoktur. Kararlar tabandan yani özgür yurttaş meclislerinden çıkar ve meclisleri oluşturan kişilerin katılımı ile koordinasyon (her meclisin temsilcisinden oluşur) oluşturulur. Meclislerde temsilini bulanlar aşağıdan seçilir, koordinasyonda temsilini bulanlar ise kendi meclisleri tarafından seçilir. Kararlar özgür yurttaş meclisleri tarafından alınır ve halkın katılımı esas alınır.

Doğal toplumda devlet yoktu, anaerkillik etrafında şekillenen bir komünalite vardı. Doğal toplumda devlete ihtiyaç olmadığına göre bugünün koşullarında da devlet olmadan 'devletsiz demokrasi' geliştirilebilir.

Demokratik Özerklikte toplum kendi ekonomisini, öz savunmasını, diplomasisini, köy-kent meclislerini oluşturur. En üstte koordinasyon oluşturulur, bu koordinasyonun bileşenleri, meslek grupları, inançlar, sınıf, ekolojik, cins, gençlik vb. meclislerden oluşturulur. Aynı zamanda bu meclisler kendi özgün örgütlenmelerini koordinasyona uyumlu tarzda geliştirir. Yerelden alınan kararlar üst yapı (meclis-koordinasyon) için bağlayıcıdır. Tam hiyerarşik yapıdan ziyade helezonik bir iç içe geçişle işleyiş esastır.

Demokratik Özerklikte devletin özerkliği tanıması esas alınmaz, devlete dayalı olmayan, özgücü esas alan bir örgütlenmedir. Bunun için de kendi örgütlülüğünü yurttaşlar meclisi üzerinden kurarak, devletten beklemeden özgüce dayalı sistem oluşturulur. Her bir yurttaş meclisin çalışmalarına öz katılımını ve iradesini ortaya koyarak katılır.

Devlete karşı kendi özgücüne dayalı ve insan merkezli bir sistem kurularak devletin yarattığı kendine tabi kılmayı ortadan kaldırarak herkesin katılımını esas alan ve gerçekçi bir modeldir Demokratik Özerklik.

Adem BAŞDİNÇ *
* 2 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi
Kandıra /KOCAELİ

Nabucco'da Kürt Kartı

Hazar Denizi, İran ve Irak'ta çıkarılan doğalgazı Avrupa'ya taşımayı amaçlayan Nabucco doğalgaz projesi için uluslararası şirketler sıraya girmiş durumda. Tüm AB ülkelerini ve Rusya'yı yakından ilgilendiren projenin en kritik hattı Kürdistan'dan geçiyor. Bu da Kürt sorununu yeni uluslararası pazarlıklara konu yapacak gibi.

13 Temmuz 2009'da imzalanan anlaşmayla başlayan Nabucco boru hattı projesinin inşa bölümünde BOTAŞ (Türkiye), Bulgargaz (Bulgaristan), Transgaz (Romanya), MOL (Macaristan), OMV (Avusturya) ve RWE (Almanya) şirketleri yer alıyor. 2020 yılında 31 milyar metreküp doğalgaz taşıyacağı düşünülen boru hattının maliyeti toplam 4,1 milyar euro.

HATTIN KİLİT NOKTASI KÜRDİSTAN'DA

Nabucco projesinin en kritik bölümü Türkiye'den geçiyor. Zira Türkiye AB'nin ulaşmaya çalıştığı doğalgaz kaynaklarının geçişi konusunda kritik bir noktada.

Bu boru hattının izlediği yol tabii ki Kürdistan'dan geçiyor. Bütün noktalardan gelen hatlar Kürdistan'da birleşiyor.

Gürcistan üzerinden giren hat Ardahan ve Kars'tan geçiyor. İran hattı ise Ağrı'dan giriş yapıyor.

Irak'tan gelen hat ise Şırnak ve Mardin hattını takip ederek gidiyor.

Her iki hattın da PKK ile Türk ordusu arasında çatışmaların yaşandığı bölgelerden geçmesi dikkat çekiyor.

FİNANSMAN İÇİN TEMİNATLAR VERİLDİ

Nabucco projesine son olarak Avrupa Kalkınma Bankası, Avrupa Yatırım Bankası ve Uluslararası Finans Şirketi büyük miktarda bir kredi sağlayarak projeye katılan ülkelere teminat mektupları gönderdi.

Projeye Avrupa Yatırım bankası 2,6 milyar dolar, Avrupa Kalkınma Bankası 1,5 milyar dolar ve Uluslararası Finans Şirketi 1 milyar dolar kaynak sağladıklarını ortak bir açıklamayla duyurdu.

Ancak bankaların sağlayacağı kaynaklar boru hattının inşası sürecinde peyderpey serbest bırakılacak. Yani bankalar projedeki ilerlemeye göre finansmanı ilerletecek.

ERNEJİ ŞİRKETLERİNİN GÖZÜ NABUCCO'DA

Şu ana kadar Nabucco projesi kapsamında geleceğe yönelik bir doğalgaz alım anlaşması imzalanmadı. Ancak bu konuda enerji şirketlerinin büyük bir yatırımı bulunuyor.

Son olarak Alman enerji devi RWE, Güney Kürdistan idaresiyle bölgedeki doğalgazın Nabucco aracılığıyla nakledilmesinde gerekli altyapı için bir anlaşma imzaladı.

Kaynakların da açıklanmasının ardından projenin inşa sürecinin hız kazanması bekleniyor. Proje hız kazandıkça hiç şüphesiz Kürt sorununun da bu çerçevede daha fazla gündeme gelecek.

PKK GEÇTİĞİMİZ YAZ İKİ KERE BORU HATLARINI VURDU

Nabucco'yu gerçekleştirecek olan uluslararası konsorsiyum birçok kez güvenlik konusundaki sıkıntıları Türk tarafına iletti ancak Türkiye boru hattının güvenliği konusunda kesin güvence verdi.

Geçtiğimiz ay ise PKK'nin ateşkes açıklamasının hemen öncesinde Irak ve İran'dan gelen boru hatlarına karşı düzenlediği eylemler her iki hat aracılığıyla gerçekleştirilen doğalgaz akımının durdurulmasına neden olmuştu.

Söz konusu iki hat da Nabucco projesinde kullanılacağı açıklanan hatlar.

Türkiye'nin imzalanan doğalgaz boru hattı projeleriyle uluslararası alanda ciddi bir enerji koridoru haline gelme çabası orta vadede sonuç vereceğe benziyor. Ancak uzmanlar bu durumun uluslararası güçlerin Türkiye'deki istikrarı bozacak tüm etmenlere karşı daha az tahammül göstereceği anlamına geleceğini belirtiyor.

Bu anlamda uluslararası dev bir yatırım olan Nabucco'nun Kürt sorununun, Kürt siyasetinin gidişatında ciddi bir etkisi olacağı kesin.

ANF NEWS AGENCY