SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU


Günümüzde, birileri çıkıp uzun bir yasaklamadan sonra, Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan ‘’Kürdoloji’nin Yalanları“nı yazmaya kalkışsa da, asıl büyük oyun Alevilik üzerinde oynanmaya çalışılıyor. Dünün solcuları Cemal Şener ve Rıza Zelyut’ları mı dersiniz, İlahiyatçı Hasan Onat’ları mı?

Osmanlıcılıktan, milliyetçiliğe, oradan Türk ırkçılığına evrilen resmi Türk tarih tezine göre, ‘’Türk Tarihi’’ topluma şöyle öğretilecektir:

‘’Türk tarihi, Türk milletine, dünya yüzünde insanlığın doğduğundan beri en asil ve yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce beşeriyetin karanlık göklerinde müselsel medeniyet ufuklarının kendi ırkının zeka ve kabiliyet elleriyle açıldığını anlatır. Türk tarihi Türk milletine kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilimde, fende, edebiyatta, resim, musiki, mimarlık, heykeltraşlık gibi sanatlarda dahi ne kadar eşsiz bir istidat ile yoğrulmuş olduğunu anlatır.

Türk tarihi, Türk milletine, dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hakimiyet ve hars damgası basılı olduğunu, başka milletlerin tek nümunesiyle öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her mana ve mahiyette şan şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.
Fakat, Türk tarihi, Türk milletine, aynı zamanda kendi ırkının binlerce yıllık tecrübelerle vardığı manevi tekamül esaslarından ayrıldığı, bilhassa irfan ve medeniyetin yüksek ve temiz havalı yaylasından taasup ve cehaletin sıtmalı bataklığına indiği zamanlarda uğradığı belaların sertliğini, varlığına sarılan karanlıkların kolay yırtılmaz koyuluğunu anlatır.’’ (Bkz. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti: Türk Tarihinin Anahatları, 1930 ve Tarih-IV, 1932, s.258-259)
‘Düşman’la kuşatılan cumhuriyet
1930’dan itibaren öğretilen Türk tarihinin anahtar kitapçığından alınan bu ‘’ırkçı’’ tarih anlayışıyla hangi olguyu tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun olarak irdeleyebilirsiniz?.. İşte, Şehmus Diken’in konumuzla çakışan şu isyanı böylesi bir tarih algısınadır:

‘’Kimilerine göre Şex Said bir İngiliz ajanıydı. Genç cumhuriyeti kaynağında boğmak ve hilafeti diriltmek isteyen Nakşibendi şeyhi bir ‘’İngiliz’’ tezgahçısı!

Said-i Kurdî (Nursi) ise ‘’mürteci’’ bir yobazdı, gericiydi!

Dersimli Seyid Rıza kaale bile alınmamalıydı. Çünkü etrafı düşmanla kuşatılmış ve rüştünü ispata gayret eden cumhuriyetin, yeminli düşmanlarının Alevi toplumunu kışkırtmaya soyunan bir cemaat dedesiydi!

Yalanlarla, riyalarla, sahtekarlıklar ve halk düşmanlıklarıyla bezeli resmi tarih’in yukardaki üç parağrafı üç Kürt şahsiyetine binaen epeyce yıllardır her defasında yeniden servis ediliyor. Servisin türleri farklı elbette. Kimi kez ‘bilim’ adına üniversite hocaları dile getiriyor. Kimi kez basın mensupları aracılığıyla. Kimi kez de tarihçiler ‘sol’dan, sağdan çarklı aydın ve siyasetçiler üzerinden.

Dayandıkları ve dayandırdıkları bir tek resmi tarih tezi var, o da şu: Kürd’ün ‘ihaneti’ ve Kürt liderlerinin ‘’modern cumhuriyeti alaşağı etmek için yabancı kışkırtmaların aleti’ olup cumhuriyete isyan etmeleri üzerine!(…)

Ne Şeyh Said’in, ne Said-i Kurdî (Nursi)’nin ne de Seyid Rıza’nın mezar yerlerini, ne aile fertleri, ne torunları ne de hiçbir Kürt bilmiyor. Bilmemeleri bir tarafa çeşitli ideolojiler adına iki Said’le bir Seyid’e ve diğer Kürt şahsiyetlerine sıkça saygısızlık da yapılıyor…’’ (Ş. Diken: İki Said, Bir Seyid; Ö.Politika, 28.6.2010)

Her zaman söylemişimdir; resmi tarihin yapıcıları açık planda ‘’red ve inkarcı’’, gizli planda ‘’itirafçı ve kabulcu’’dur. Özellikle, 1993 yılında yayımladığım ve haklarında dava açılan ‘’Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri’’ konulu ve 1994 yılında yayımladığım ‘’Kürdoloji Belgeleri’’ adlı büyük bölümüyle gizli belgelere dayalı çalışmalarımda, bunun yüzlerce örneğine yer vermiştim… Burada, sadece ‘’Cumhuriyet’’ konusunda vereceğim iki örnek bile bir fikir vermeye yetecektir.

Örneğin, önce Kuva-yı Milliye Komutanlığı, sonra Diyarbakır Milletvekili olan Diyarbekirli Hacı Şükrü Bey öncülüğünde, daha 1920 yılında bir ‘’Cumhuriyet’’ kurma girişiminde bulunulduğunu, bugün kaç kişi biliyor? (Bkz. Lütfi Arif: 1923 Senesinden Evvel Kurulmak İstenen Cumhuriyetler: Dün ve Bugün, Yakın Tarih Mecmuası, Sayı: 1, Kasım-1955).
Herşeyi Kemalizm’le başlatma alışkanlığı...

Peki, Kürt aydınlarının 20 Mayıs 1926’da Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında Hükümet’e verdikleri Muhtıra- Mektup’taki şu ifadeler biliniyor mu?: ‘’Biz Kürtçüler, Kürtlüğün hayat ve bekasına suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet ve uygarlaşma taraftarıyız ve tam anlamıyla sapkınlık ve efsane kaynağı olan istibdatın ve zorbalığın aleyhtarıyız’’. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler…, ve Şark Islahat Planı, Özge yay. Ank. 2009,s. 20)

Tabii, M. Kemal’i bir Milat olarak görüp, herşeyi Kemalizm’le başlatma alışkanlığında olan zihniyet; 1928 yılında üç ay gibi kısa bir süre içinde Latin alfabesini uygulamaya sokan anlayışın, binlerce yıllık bir bilim ve kültür dünyasına neler getirip, neler götürdüğünü anlamak bile istememektedir… Dahası, yüzlerce yıllık Osmanlı resmi arşivinin önemli bir bölümünün Bulgaristan’a ‘’kağıt çöp’’ olarak satılmasını da…

TRT’de çalıştığım yıllarda, Enver Paşa’nın kızı Türkan Sultan, Fransızca monitör olarak çalışıyordu. Almanca ve Rusça’dan Türkçeye birçok kitap çevirisi yapan ve o tarihlerde Yabancı Diller Şube Müdürü olarak çalışan arkadaşım Metin Alemdar, zaman zaman Türkan Hanım’ı kızdırmak için Atatürk’ten övgüyle söz ederdi. Türkan Hanım’ın ona cevabı belliydi: ‘’Metin Bey, herhalde sen Türk tarihinin M. Kemal’le başladığını sanıyorsun!..’’ Metin, iş olsun diye gerekçeler gösterse bile, Türkan Hanım dediğinden geri kalmaz ve haklı olarak ısrarla aynı görüşünü yinelerdi.
Mumcu ve Selçuk’a eleştirel cevaplar

Ulu-orta, cevabi yazı yazmak gibi bir alışkanlığım yoktur. Geçmişte, Kürdoloji alanında toputopuna üç-dört cevabi yazı yazmışımdır. Bunlardan biri, 1989’da tutukluyken bir yazıdizisi dolayısıyla Uğur Mumcu’ya, biri 1993 yılında İlhan Selçuk’a, biriyse 1994 yılında yine bir yazıdizisi dolayısıyla gazeteci Koray Düzgören’e gönderilmişti.

Uğur Mumcu’nun, Cumhuriyet gazetesinde haftalarca devam eden ‘’Şeyh Said Ayaklanması’’ konulu yazıdizisine sadece maddi yanlışlarını gösteren 15 sayfalık cevap yazmış ve o tarihlerde Hasan Cemal tarafından yönetilen gazeteye, yayımlanmak üzere göndermiştim. Sadece, dizideki maddi yanlışlarla yetinmiş, ideolojik eleştirilere bile girmemiştim. O dönemler, Cumhuriyet’te Alevilik’le ilgili diziler ‘’pehlivan tefrikası’’ gibi yayımlanırken, gönderdiğim cevap yayımlanmamıştı. İsmail Beşikçi ve Munzur Çem’in de ayrı-ayrı cevaplar gönderdiklerini ve onların da yayımlanmadığını sonradan öğrenecektim.

Önceden tanıştığımız Mumcu, ben cezaevinden çıktıktan sonra, bulunduğu tatil yerinden beni aramış; ekonomik nedenlerle gazetenin sayfa sayısını azaltmak zorunda kaldığını, bu nedenle cevabi-yazımın yayımlanamadığını, ancak kitap olarak yayımlandığında yazımdan yararlanacağını söylemişti. Gerçekten de, sonradan kitabın ismi bile ‘’Kürt- İslam Ayaklanması’’ olarak değiştirilmişti.

1991 yılında Deng dergisinin 13. sayısında yayımladığım bu yazıya, 1993 yılında yayımladığım ‘’Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri’’ konulu, alanının referans kitabında da yer vermiştim (s.429-445). (Kaynak kitap olma özelliğine; Prof.Dr. Martin van Bruinessen, Prof. Dr. H. Lukas- Kieser ve Prof. Dr. B. Oran da vurgu yaparlar.)

1993 yılı başlarında Mumcu, alçakça katledilmiş ve kitabı görememişti. Sözkonusu kitabı, bir hususa dikkatini çekerek uzun bir ithaf yazısıyla İlhan Selçuk’a göndermiştim.
Toplumsal gerçekliği kavramakta zorlanıyorlar

20’yi aşkın yıl önce Mumcu’nun ve Selçuk’un dikkatini çektiğim husus, tam da Şehmus Diken’in üstünde durduğu belirlemeydi. Şu eleştirel uyarıda bulunmuştum: ‘’Özellikle belirtmeliyim ki, Kemalist aydınlar resmi ideolojiyle fazlaca donandıkları için, bilimsel ve toplumsal gerçekliği kavramakta ve kabullenmekte zorlanıyorlar… Kuşkusuz en büyük eksiklikleri, düşünceyi temellendirememekten kaynaklanıyor. 1- Bu aydınların öncelikle saplantısı Batılıların Kürt sorunuyla ilgilenmesi dolayısıyladır. 2- Resmi ideoloji bağımlılarının ikinci  önemli yanlışları, milliyetçilik hareketlerine yaklaşım biçimleridir. Toplumsal gelişmeleri salt Kemalist pencereden bakan, bu ideolojiyle fazlaca yoğrulmuş aydınlara göre, ‘Kürt sorunu eşittir emperyalist oyun’dur. Ayrıca bu aydınlar, milliyetçiliği yalnızca Türkler’e yakıştırmakta ve milliyetçilikten yalnızca (Türk milliyetçiliği)’ni anlamaktadırlar.’’ (Bkz. Age )

Kitaptaki bu uzun hitaptan sonra, İlhan Selçuk Cumhuriyet gazetesindeki ‘’Pencere’’ köşesinde ‘’3’üncü Bin Yılın Eşiğinde Kürtçülük…’’ (Cum. 5 Kasım 1993) başlıklı bir yazı yazmıştı. Sözkonusu eserimde, Devletin resmi raportörü, eski Vali ve Mülkiye Başmüfettişi Ahmet Hasip Koylan’ın ‘’Kürt Milliyetçiliği’’ne ilişkin bir belirlemesine dikkat çekiyordum. Bu bölümde Koylan; gerek ünlü Kürt aydını Celadet Bedirxan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e Gönderdiği Açık Mektup’tan, gerekse resmi/gizli raporda Koylan’ın ‘’Kürtler’de Milliyetçilik ve Bağımsızlık Akımları Ne Zaman, Nasıl Başladı ve Nasıl Gelişti?’’ başlıklı bölümdeki görüşlerinden yararlanarak;

‘’Kürtler’de vatanseverlik ve milliyetçilik tohumlarının daha 17. yüzyılın başlarında Ehmedê Xanî ile atıldığını’’ söylüyordum. Resmi raportör, ‘’Ehmedê Xanî’nin serptiği bu milliyet tohumlarının Kürt milletinin kuraklığı içinde mahvolduğunu’’ da vurguluyordu. Koylan, vatanseverlik bağlamındaki bu Kürt milliyetçiliğine kanıt olarak, Mem û Zin’in ‘’Derdimiz’’ bölümünü gösteriyordu ki, M. Emin Bozarslan bile 1969 yılındaki yayında bu bölümü sansürlemek zorunda kalmıştı. Bu durumdan ve Ferhad Şakeli’nin 1992’de Avrupa’da yayımladığı ‘’Ehmedê Xanî’nin Mem û Zin’inde Kürt Milliyetçiliği’’ kitabından habersiz olan Selçuk, düşünceyi temellendirmeye gerek görmeden, bizi ‘’Kürtçülük’’le suçluyordu. Bu suçlama üzerine ben de kendisine ‘’Mem û Zin’de Kürt Milliyetçiliği Dolayısıyla İlhan Selçuk’a Açık Mektup’’  başlıklı bir yazıyla cevap vermiştim (Bkz. Azadi gaz., Sayı:79, 14-20 Kasım 1993).
Asıl büyük oyun Alevilik üzerinde oynanıyor

Hiç unutmam, Baskın Oran birgün büroma geldiğinde büyük bir şaşkınlık içinde, ‘’Yahu Mehmet, sen somut kaynaklarını göstermesen, gerçekten insanın inanası gelmiyor’’ demişti.

Bunlardan sonra, Kürt diline ve kültürüne ilişkin cevabi olmaktan çok, tamamlayıcı bir yazıyı da 1994 yılında Hürriyet gazetesinde çalışan Koray Düzgören’e yollamıştım.

TRT’den ve Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden arkadaşım olup, 12 Eylül Cuntası döneminde kurumdan birlikte uzaklaştırıldığımız Düzgören, o tarihlerde Hürriyet gazetesinde ‘’Kürt Dili ve Edebiyatı’’ konusunda bir yazı-dizisi yayımlıyordu. Ancak, 3. bölümden sonra dizinin yayını durdurulmuş ve Koray, gazeteden atılmıştı. İlk bölümler için hazırladığım tamamlayıcı yazıyı ise yine Azadi gazetesinde ve aynı yıl içinde yayımlanan Kürdoloji Belgeleri-1 adlı eserimde değerlendirmiştim.

Dizinin yayınının kesilmesinin ve Koray’ın gazeteden uzaklaştırılmasının nedenini ise; Koray’a Kürt Dili ile ilgili görüş bildiren, kızımın hocası ünlü dilbilimci Prof. Dr. Talat Tekin’in o tarihlerde asistanı, Prof. Dr. Mehmet Ölmez’den öğrenecektim. Meğer İttihadçılar’ın, Arnavut kökenli Milli Emniyetçi Naci İsmail Pelister’e ‘’Dr. Friç’’ adıyla yazdırıp 1918’de yayımladığı düzmece kitaptan buyana savunulan teze aykırı şeyler söylediği, daha doğrusu Kürtçe’nin bağımsız bir dil olduğunu söylediği için, yazı dizisine son verilmiş, Koray işten atılmış; İstanbul’dan Ankara’ya gelen iki dilci Prof. da Talat Hoca’yı Hacettepe Üniversitesi’ndeki odasında tehdit etmişler ve tabii Talat Hoca’dan da gerekli cevabı alıp İstanbul’un yolunu tutmuşlar…

Günümüzde, birileri çıkıp uzun bir yasaklamadan sonra, Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan ‘’Kürdoloji’nin Yalanları’’nı yazmaya kalkışsa da, asıl büyük oyun Alevilik üzerinde oynanmaya çalışılıyor. Dünün solcuları Cemal Şener ve Rıza Zelyut’ları mı dersiniz, İlahiyatçı Hasan Onat’ları mı? Kürdoloji alanındaki üstteki üç olaydan sonra, Alevilik bağlamında şimdiye kadar yazılarımla eleştirdiğim bu üç şahıstan Şener, genç sayılacak bir çağda ne yazık ki hayata veda etti. Resmi ideolojinin diğer kalemşörleri ile hempalarını ise izlemeye çalışıyorum…

Sanırım, bu noktada asıl konumuzu oluşturan Kürt dünyası içindeki Said-i Kurdî’ye yani ‘’hayatı inzivada, tımarhanede, hapishanede ve sürgünde geçen fikir ve mücadele adamı’’ Kürdizade Said’e, Molla Said’e, Bediüzzaman Said-i Nursi’ye geçebiliriz…
Satırbaşlarıyla Said-i Kurdî’nin yaşamı

Kimi yönleriyle Said-i Kurdî’ye benzetilen Musa Anter, anılarında şu ortak özelliklere dikkat çeker ‘’Ben ve Said-i Nursi’’ başlıklı bölümde:

‘’Irken ve şeklen benzerliğimizi biliyorum. Hatta gözlerimizin birinin küçük, birinin büyük olduğunu söyleyerek bizi benzetenler de çoğunlukta. Uzun yaşama azmimizde de bir benzerlik vardır. O, 90’ını geçti, ben 76 ile onu kovalıyorum. Ya yakalarım, ya geçerim. Mala- mülke olan nefretimiz de aynı. O’na yüksek maaşlar, altınlar teklif edilmiş, almamış. Ben de öyle. Bana nice para ve makam teklif edildi; ben idealim için eziyeti, işkence ve hapisleri tercih ettim. O, mahkemelerde dobra dobra konuştu, ben de ona yaklaşmaya çalıştım.

O, Kürt ve Kürdistan dağlarının riya bilmez bir sembolü oldu. Deli sayıldı, tımarhaneye koyuldu. Ben de, 40 yıl halkımca bile ne davasında olduğum bilinmeden serseri sayıldım. O, İttihad- Terakki gibi bazı siyasi partiler tarafından aldatıldı, ben de Demokrat Parti’yi tuttum. Girmedim ama zaman zaman aldatıldım. O, hiçbir zaman ‘bölücü’ olmadı, ama hep Kürtçü oldu. Kürt halkının sefalet ve zilletten kurtulması için başını koydu. Övünmek gibi olmasın; ama ben de öyleyim.

Örfi İdare Mahkemesi Başkanı Şakir Paşa soruyor:

  • Sen hangi Kürt aşiretindensin? Cevabı:

    - Sen hangi Tatar aşiretindinsin? Ne lüzum var bunlara? Ben Kürdistan dağlarının çocuğuyum, insan ve müslümanım.

  • - Bunları 1908’de söylüyor. Ben de 1991’de İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dedim ki:

    - Sayın hakimler ben Kürtçüyüm ama Savcının dediği gibi bölücü değilim. Eğer ben Kürt asıllı olmasaydım yine 20 milyon Kürt insanının insan haklarının yok edilmesine karşı savaşırdım. Ama ben bölücü değilim. Aptal mıyım, Rumeli ve Anadolu’yu ve tüm denizleri Türkler’e vereyim ve 1400 yıldır Arap, Acem ve Türklerce talan edilen cahil bırakılan ülkeme çekileyim. Esas bölücü, 70 yıldır TC ve idaresidir.’’ (Bkz. Musa Anter Giderken, Mezopotamya Yay.1995).


    Said-i Kurdî kadar yaşayamasa bile ardında onurlu bir miras bırakan Musa Anter’in buradaki anlatımları, bugün mezarı bile meçhul olan ancak 20. yüzyıl siyasal, dinsel ve kültürel yaşamına damgasını vuran bir ‘’efsanevi kişiliği’’ çok özlü biçimde anlatıyor. Ancak, biz yine de satırbaşlarıyla da olsa, onun yaşamından ilginç kesitlere özetle de olsa ya ileriki b
    ölümde gözatalım.
    MEHMET BAYRAK



SAİD-İ KURDÎ VE KÜRT SORUNU – II

1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin bastırılması üzerine, birçok Kürt aydını idam edilirken, (muhtemelen) Sevr Antlaşması’na karşıt tutumu ve ‘Milli Mücadele’yi desteklemesi dolayısıyla, birçok Kürt aydını ve Said-i Kurdî de, Van’dan Isparta’ya sürülür. Burada ‘’Risale-i Nur Külliyatı“ adını verdiği Kur’an tefsirini kaleme alır.

1876 yılında Bitlis’in Hizan kazasına bağlı Nurs köyünde dünyaya gelen ve gerek köyünün ismine gerekse kuramcısı olduğu Nurculuk tarikatına izafeten, tevriyeli olarak Bediüzzaman Said-i Nursi adıyla ünlenen Said-i Kurdî; eğitimini Kürdistan’ın çeşitli köy, belde ve şehirlerinde özel eğitim ve medrese ortamında tamamladıktan sonra, 1900’lü yılların başlarında İstanbul’a gelir. Dönemin padişahı II. Abdülhamid’den Kürdistan’da Van şehrinde Medresetü’z- Zehra adıyla El- Ezher benzeri bir üniversite kurulmasını isteyen Said-i Kurdî’nin isteği yerine getirilmediği gibi tımarhaneye atılır. Said-i Kurdî, üniversitenin üç dilli olmasını istemektedir: „Arapça farz, Osmanlıca- Türkçe vacib, Kürtçe ise caiz olsun“ demektedir.

Uğur Mumcu’nun, 1900 yılında kurulan Kürd Azm-i Kavi Cemiyeti’ne de üye olduğunu söylediği (bkz. Said-i Nursi Kimdir?, Cum. 27 Mart 1990) Said-i Kurdî, 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni destekleyen Kürt aydınları arasındadır. Nitekim, bu devrimin motor gücünü oluşturan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin beş kurucu üyesinden ikisi Dr. Abdullah Cevdet ve Dr. İshak Sükuti’dir. Hatta bu Cemiyetin Diyarbekir şubesi Osmanlı- Kurd İttihad ve Terakki Cemiyeti adıyla kurulmuş ve faaliyet göstermiştir. Arapgirli Dr.Abdullah Cevdet Bey’le Kurd Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kurd Neşr-i Maarif Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti gibi Kürt örgütlerinde faaliyet yürüten Said-i Kurdî ile ilgili Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan ilk kitap da 1919’da Abdullah Cevdet Bey tarafından yayımlanıyor.

Bezmi Nusret Kaygusuz gibi Türk yazarları, Meşrutiyet dönemine ilişkin anılarında; Said-i Kurdî’nin İttihadçılar’la ilişkilerini „İttihadçılar, bu adamı çok şaşırtmışlardı. Önceleri Said-i Kurdî’ye büyük bir paye verdiler. Güya Kürt meselelerinde ondan istifade edeceklerdi“ sözleriyle özetler. (Bkz. Bezmi Nusret: Fırkalar ve Ben, İst. 1328).

Doğu Cephesi’nde Ruslar’a esir düşer

O, 31 Mart 1908 ayaklanmasında yatıştırıcı rol oynar ve  Meşrutiyet’ten yana olduğunu gazete ve dergi yazılarıyla dile getirir. Balkan Savaşı döneminde, bir ara İttihad yöneticilerince at sırtında, askeri özendirmek ve yönlendirmek amacıyla, Hamidiye alaylarının da katıldığı Balkan cephesine gönderilmek istenir. Nitekim Sultan Beşinci Mehmed Reşat’la birlikte 1911’de Rumeli seyahatine katılır. Bu girişime ilişkin elimizde bir resim bulunuyor ki, bu seyahat sırasında Padişah’ın, Said-i Kurdî’nin istediği üniversite için 20 bin altın tahsisat ayrılır. Bundan sonra Said-i Kurdî’nin Doğu cephesinde  görevlendirildiği anlaşılıyor. Nitekim o, İttihad- Terakki yönetimince „Harb-ı Mukaddes“ (Kutsal Savaş) ilan edilen I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi’nde Ruslar’a karşı savaşır ve esir düşer.

Bu döneme ilişkin (1914-1916) gözleme dayalı bir çalışmada askeri yönetici gözüyle şu tesbitler yapılıyor: „Erzurum ricatinden (dönüşünden MB) sonra Dersim ve Kızılbaşlık meseleleriyle de ordu rahatsız oluyordu. Tercan kazası ahalisi kamilen Kızılbaş’tır. Cehalet saikası (nedeni MB) ile bizim askere ve Sünniler’e adeta düşmanlık gösteriyorlar. (s.106)

Vehip Paşa evvelce Erzincan’da bulunmuş ve bu havaliyi tanıyordu. Dersimlilerin beylerini ihsanla tutarak kullanmağı münasip görerek hepsini çağırtmıştı. Sırasıyla gelen beylere iltifat ediyor, ziyafet veriyor ve avuçlarını altın ile doldurarak gönderiyordu. (s.107)

Kürtler, gerek cehalet ve gerek teşvik neticesinde kaçıyorlar. Süvari Kolordusunda ve 33-34. fırkalarda bizzat gördüm ki, hiç birisi gönülden harbe sokulmuyor, ilk fırsatta kaçıyorlar. Bunların halini o sırada Orduya nasihat için gelen Şeyh Said-i Kurdî’ye gösterdim. Dedi ki; (Her şeyi söyledim, fakat nasihat kar etmiyor. Bu halleri görünce Kürt olduğuma utanıyorum.“ (Bkz. Aziz Samih: Büyük Harpte Kafkas Cephesi Hatıraları, Büyük Erkanıharbiye Mtb. Ank. 1334).

Gerek Dersim Kızılbaş Kürtleri’ne gerekse başka bölümlerde Ermeniler’e ilişkin anlatımlar, bu iki kesimin de bu savaşı bir „Harb-ı Mukaddes“ olarak görmediklerini gösteriyor…

Van’dan Isparta-Barla’ya sürgün

Esaretten İstanbul’a döndükten sonra, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin çalışmalarına katılır. Aynı zamanda Milli Mücadele’yi desteklediği için, Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne „onur konuğu“ olarak davet edilir ve Meclis’te ayakta alkışlanır. Bu ziyaretin amaçlarından biri de, önce Abdülhamid’e, daha sonra İttihad- Terakki yönetimine önerdiği Medresetü’z-Zehra adlı üniversite projesinin Mustafa Kemal yönetimince desteklenmesidir.

1914’te Van valisi olan Hasan Tahsin (Uzer), bu tarihlerde Evkaf Nazırı Hayri Bey’in desteğiyle Van’da büyük bir Medrese-i Zehra-yı Reşadiye’nin yapımına başlandığını bildiriyorsa da,  bunun tamamlanıp Said-i Kurdî’nin istediği doğrultuda faaliyet yürüttüğüne ilişkin elimizde bir veri yoktur. (Bkz. Y. Demirel: Van Valisi Tahsin (Uzer) Bey’in Mektubu/ Van’da Asayiş Berkemal, Toplumsal Tarih, Sayı:27/1996).

Said-i Kurdî, belli bir umut bağladığı ve destek verdiği  Ankara’daki yönetimin, gerek Fransız ve İngilizler’le gizli görüşmelerinden gerekse Koçgiri’de yapılan katliamdan sonra uğradığı düş kırıklığıyla Ankara’dan ayrılarak Van’da inzivaya çekilir.

1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin bastırılması üzerine, birçok Kürt aydını idam edilirken, muhtemelen Sevr Antlaşması’na karşıt tutumu ve „Milli Mücadele“yi desteklemesi dolayısıyla, birçok Kürt aydınının yanı sıra o da, Van’dan Isparta’nın Barla nahiyesine sürülür. Said-i Kurdî, burada göreceli olarak politikadan uzak kalarak kendisini dini çalışmalara verir ve „Risale-i Nur Külliyatı“ adını verdiği Kur’an tefsirini incelemeye ve irdelemeye başlar. Bu tarihten sonra, daha çok Bediüzzaman Said-i Nursi adını kullanır.

Naaşı ‘bilinmeyen’ bir yere gömülür

1925’te diğer Kürt aydınlarıyla birlikte idam edilmese de, bundan sonraki yaşamı sürgünlerde ve hapishanelerde geçer, adeta o, 1960’ta ölünceye kadar süründürülür… Nitekim, 1935’te Eskişehir’de hapsedilen Said-i Nursi, 1936-1943 yıllarını Kastamonu’da sürgünde geçirir. 1943’te Denizli’ye sevkedildiği mahkemede beraat ettikten sonra Afyon’un Emirdağ kazasına yerleşir. Ancak, 1947’de yeniden tutuklanan Said-i Nursi, Afyon Hapishanesi’nde iki yıla yakın süre kaldıktan sonra tahliye edilir. Ömrünün bundan sonraki bölümünü çoğunlukla Emirdağ ve Isparta’da geçiren Said-i Nursi, 23 Mart 1960’ta Urfa’da vefat eder. Bundan birkaç ay sonra, 27 Mayıs 1960’ta darbeyle işbaşına geçen askerler, Konya’da bulunan kardeşine zorla bir dilekçe imzalatarak, mezarını açar ve naaşını ‘bilinmeyen’ başka bir yere gömerler.

Said-i Nursi, yayımladığı „Risale-i Nur Külliyatı“ adı altındaki binlerce sayfalık eserlerinde; çoğunlukla inancın, akli ve mantıki olarak isbatına çalışır. Bellibaşlı eserleri şunlardır: Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, İşaratü’l- İ’caz, Münazarat, Hutbe-i Şamiye, Sünuhat, Muhakemat.

‘Dünyada örneği olmayan bir zındıklık’

Araştırmacı Müfid Yüksel’in ortaya çıkardığı, daha önce yayımlanmamış bir risalesi ise Rumuzat-ı Semaniye adını taşıyor ki, bu örnek, Said-i Nursi’nin sürgün yıllarında da Kürt meselesine duyarsız kalmadığını gösteriyor. Said-i Kurdî burada, 1937/38 Dersim Katliamını „Dünyada örneği olmayan bir zındıklık“ olarak nitelendiriyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da kaynak olarak kullandığı, Necib Fazıl Kısakürek’in yönetiminde çıkan Doğu Mecmuası’na atıfta bulunarak, Dersim Katliamını şöyle eleştiriyor:

„1938 Senesinde (Dersim Faciası) ki, Doğu Mecmuası 17. sayısında (Doğu Faciası) başlığıyla, bu olayın tamtamına aynını yazdı ki, dünyada hiç örneği görülmemiş öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatana-millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kesinlikle isbat ediyor. Elbette, öyle fevkalade canavar memurlara bin defa zındık dense, değil suç olmak, bilakis tasdik ile mukabele lazım.“ (Ayrıca bkz. R. Peşeng: Said-i Kurdî ve Şeyh Said, Esmer der. Sayı:37/2008).

Esasen, Said-i Kurdî’nin Kürtler’e ve Kürt sorununa ilişkin belirlemeleri ve çalışmaları başlıbaşına bir inceleme konusudur. Özellikle İslami çevrelerce bu konuda yapılan saptırma ve sansür, özellikle araştırmacı Rohat Alakom ile Malmisanij’in Said-i Kurdî’yle ilgili çalışmalarında ortaya konmuştur.

Şeyhlerin etkinliği ve Nur tarikatı...

19. Yüzyılın başlarından itibaren Kürt mirliklerine karşı yürütülen askeri harekatlarla, mirliklerin nüfuzu önemli ölçüde kırılmış ve özellikle yüzyılın son çeyreğinden itibaren Kürt ulusal hareketlerinin öncülüğü daha çok dini önderlere ve Şeyh ailelerine geçmişti. Nitekim, 1880’de ortaya çıkan Şeyh Ubeydullah Nehri İsyanı’ndan sonra, birçok şeyh ailesi önderlikli hareket gerçekleşmişti. Güney Kürdistan’da faaliyet yürüten Barzani Şeyhleri, Talabani Şeyhleri, Berzenci Şeyhleri bunlar arasında sayılabileceği gibi, Kuzey Kürdistan’da da daha 1864’te Dersim bölgesinde, Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in de içinde yer aldığı bir Kürt- Ermeni İstiklal Komitesi kuruluyordu.

20. Yüzyıl başlarında da, Bitlis yöresi başta olmak üzere kimi Şeyh ve Molla önderlikli hareketlere tanık olunuyordu. Bu önderler, İslam’ı olduğu gibi benimsemek yerine, eski din, inanç ve kültürleriyle mezcederek yeni bir yorum katıyorlardı. Nitekim, bölgede yaygın olan Nakşibendi tarikatının da daha çok, bir Kürt tarafından kuramsallaştırılan Halidiye koluna mensuptular. Said-i Kurdî’nin ortaya çıkmasından sonraysa, İslam’ı 20. yüzyılın gereklerine uyarlamaya çalışan Nur (Işık) tarikatı yayılmaya başlamış ve kabul görmüştü. (Prof. Dr. Martin van Bruinessen’in, bu konuda özellikle 1992’de ilk kez Türkçe olarak yayımladığımız önemli eseri „Ağa, Şeyh ve Devlet“ de önemli belirlemeleri bulunuyor. Çünkü bu çalışma, Kürdistan’ın sosyal ve politik örgütlenmesi üzerine yoğunlaşan bir çalışma.)

Kürdistan’da tekkelerin işlevi

Bir sivil toplum örgütü olarak Kürdistan’daki tekkelerin „Kürt milliyetçiliği“ işlevi gizli belgelere de yansır. Sözgelimi, 1925 Kürt Hareketi yargılamaları için hazırlanan „Esas Hakkındaki İddianame“de; „Silahlı ayaklanmanın tek silahının din, tekke ve şeyhlik olduğu“ vurgulanarak şöyle deniyor: „…Bir hakikat daha vardır ki, içeride senelerdenberi memleketin Doğu bölgelerinde bir silahlı ayaklanma meydana getirmek için bir silah vardır; o da din silahı, tekke silahı, şeyhlik silahıdır.“
Tekkelerin birer hafiy ictimagah (gizli toplantı yeri MB) olarak işlev gördüğünü belirten Savcılık İddianamesi, aynı zamanda „Tekke ve zaviyeler, siyasi ve ilmi örgütler haline gelmiştir“ belirlemesinde bulunarak, şöyle devam ediyor:

„Bu tekkeler ve zaviyeler, kurucuları tarafından ancak ibadet maksadıyla açılmış birer mahalli ibadet yeri iken bugün bu hakikatten uzaklaşarak, hakikatte birer siyasi, birer ilmi siyasi cemiyet haline dönüşmüş ve gizli siyasi görüşmelerin merkezi haline gelmiştir.“ (M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Ank. 1993, s. 364-365).

1925’te Diyarbakır’da yürütülen Şark İstiklal Mahkemesi yargılamaları sırasında da, bu tekkelerde İslami kitaplardan çok Kürtçe Mevlid ve Mem û Zin gibi Kürtçe eserler okunarak, Kürtler’de milliyetçilik fikrinin diri tutulduğu belirtiliyordu. Zaten, Şark İstiklal Mahkemesi’nin idam kararında da, „ayaklanmanın din perdesi altında tamamiyle milli bir hareket“ olduğuna vurgu yapılıyordu.
Tüm bu hususlar, Şark Islahat Encümeni’nin kendileriyle görüştüğü Şark İstiklal Mahkemesi Heyeti’nce de ifade edildiği gibi; Kürdistan’daki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına gerekçe yapılmak üzere, daha önce adı geçen Hasan Tahsin Uzer’e de bir rapor hazırlatılır. Sadece Barzan, Hizan, Sultan Memduh, Pervari, Küfrevi tekkelerine ait bölümlerini 1994’te yayımlayabildiğim (Bkz. Kürdoloji Belgeleri-I, s. 183-193) bu raporun hüküm bölümünde, „İşte Vilayat-ı Şarkiye tekkelerinin mahiyeti ve siyasi safhaları“ dendikten sonra şu hüküm veriliyor:

Said-i Kurdî Ehmedê Xanî’den etkilendi

„Bunlar bir tekke mi, bir ihtilal, isyan, eşkıyalık ve kötülük ocağı mıdır?.. Ve bu ocakları kapamak değil yakmak, yıkmak bir devlet görevi midir, değil midir?“ (Bkz. age, s. 187, 193)
Kürdistan’da saygın bir kişilik olarak anılan ve Doğu Beyazıt’taki mezarı ziyaretçi akınına uğrayan Ehmedê Xanî’nin Said-i Kurdî üzerinde de etkili olduğunu biliyoruz. Daha 1919’da Said-i Kurdî üstüne „Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı“ adlı ilk kitap çalışmasını yapan yiğeni Abdurrahman Nursi, şunları söylüyor:

„Kürdler’in edib dahilerinden Molla Ahmed-i Hani Hazretleri’nin, gündüz bile korku ile girilebilen türbesine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı halk Molla Said için, (Ahmed-i Hani Hazretleri’nin feyzine mazhar olmuştur) diyor ve bu hali onun kerametlerine yüklüyorlardı.“ (Bkz. A. Nursi: Bediüzzaman’ın Hayatı, Nubihar yay. 3. bas. 1993, s. 20).

Aynı kaynak, Molla Said’in İstanbul’a gitmeden önce Kürdistan’ın tanınmış şeyhlerinden Şeyh Seyyid Nur Mehmet’ten Nakşibendi tarikatini; Şeyh Abdurrahman Taği ve Şeyh Fehim’den meslek, muhabbet ve ilmi; Şeyh Mehmed Küfrevi’den son dersini aldığını; yine dönemin ulemasından Şeyh Emin Efendi ile Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah’a sevgi duyduğunu bildiriyor. Yine aynı kaynaktan, Said-i Kurdî’nin Kürt toplumunun ve bir bütün olarak Kürdistan’ın aydınlanması için, üniversite düzeyinde Medresetü’z- Zehra adıyla çok yönlü faaliyet yürütecek bir yüksek eğitim kurumunun kurulması amacıyla İstanbul’un yolunu tuttuğunu öğreniyoruz…

‘Özerklik’ eksenli siyasi çalışmaları

Yiğeni Abdurrahman Nursi, Said-i Kurdî’nin siyasetle ilk defa Mardin’deyken uğraşmaya başladığını ve siyasi faaliyetleri yüzünden bir mutasarrıf tarafından tutuklatılarak, jandarma gözetiminde Bitlis’e gönderildiğini söyler.

1907’de İstanbul’a gittikten hemen sonra, Sultan II. Abdülhamid nezdinde Kürdistan’da kurulacak üniversite konusunda girişimlerde bulunur. Ancak, bu girişim tutuklanmak ve tımarhaneye atılmakla sonuçlanır. Said-i Kurdî, bu sürece ilişkin izlenimlerini „İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi“  adıyla 1911’de bir kitapçık halinde yayımlar. İki mektepten kastettiği, o günlerde atıldığı tımarhane ve hapishanedir. Eserin bir diğer adı ise, „Divan-ı Harb-ı Örfi ve Said-i Kurdî“ dir. Çünkü, aynı tarihlerde 31 Mart ayaklanması dolayısıyla Örfi İdare Mahkemesi’nde yaptığı Sokratvari ünlü savunmaya da bu kitapçıkta yer vermiştir. Said-i Kurdî, bu noktada verdiği bir söylevde; „İstediğim nokta, Kürdlük namus ve haysiyetini muhafazadır… Ey Kürdler! Tımarhaneyi kabul ettim ama Kürdlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahı ve maaş ve ihsan-ı şahaneyi kabul etmedim“ diyordu. (Bkz. Lem’alar, s.22,29)

Said-i Kurdî, dönemin birçok aydını gibi II. Meşrutiyet hareketini sevinçle ve övgüyle karşılar. Onun, „Ey umum Kürdler, gözünüzü açınız, sabah geldi“ veya „Ey bağlı arslanlar gibi Kürd bireyleri, Meşrutiyet’e her cihatle hizmet ediniz“ söylemleri bu mutluluğunun bir ifadesiydi. Bu dönemde, 1908- 1923 yılları arasında 20 dolayında demokratik Kürt örgütü kurulmuş ve bunların 15 dolayında periyodu yayıklanmaktadır ki, çoğunluğu kültür örgütleridir.

Said-i Kurdî’nin üye olduğu Kürt örgütleri

Uğur Mumcu, Said-i Kurdî’nin bilinen diğer birkaç örgütün yanı sıra Kurdistan Azm-i Kavi Cemiyeti’ne (Kürdistan Güçlü İrade Derneği) de üye olduğunu söylemektedir ki, bu derneğin büyük olasılıkla 1904 yılında Abdülhamid yönetimince kapatıldığı gözönüne alınırsa, bunun pek mümkün olmadığı kanısındayız. Ancak bu derneğin kurucularının bazılarıyla dostluğuna ve bu derneğin yararına sonradan kimi yayınlar yapıldığına bakılırsa, derneğin sonradan yeniden faaliyete geçtiği düşünülebilir. „Kürdler Cemiyeti adına Lütfi (Dr. Abdullah Cevdet)“ tarafından, „Geliri Kurdistan Azm-i Kavi Cemiyeti’ne aittir“ ibaresiyle ve „Bediüzzaman’ın Birinci Nutku“ ile birlikte yayımlanan „Emir Bedirhan“ adlı bu kitapçığı 1990’lı yılların başlarında rahmetli Musa Anter’e „Hinker-i Zıman-ı Kurdi“ ile birlikte çevrimyazı ve çeviri için vermiş, ancak sonucundan bir daha haber alamamıştım. Bu nedenle, Abdullah Cevdet’in himayesinde bu faaliyet sürmüşse, Said-i Kurdî’nin de ilişkilenmesi mümkündür. (Bu dernek hakkında bkz. M. Lewendi: İlk Kürt Kültür Derneği/ Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Azadi, Sayı:2/1992).

Said-i Kurdî’nin doğrudan üye olduğunu bildiğimiz 3 Kürt örgütü bulunuyor:

1- Kurd Teavün ve Terakki Cemiyeti
2-Kurd Neşr-i Maarif Cemiyeti
3-Kurdistan Teali Cemiyeti

Kurd Teavün ve Terakki Cemiyeti, 19 Eylül 1908’de İstanbul’da kurulmuştu. Bu örgüt bir bakıma daha sonra 1918’de kurulacak olan Kurdistan Teali Cemiyeti’nin öncelidir. Cemiyetin kurucuları arasında Seyid Abdülkadir, Müşir Ahmed Paşa, Dr. Şükrü Mehmet (Sekban), (Babanzade) Ahmed Naim Bey gibi şahsiyetler vardır.

İşin ilginç yanı, 7. maddeyle sürekli Genel Başkanlığa seçilen Danıştay Başkanı ve Ayan Meclisi Başkanı Seyid Abdülkadir’in, Seyid Taha ile birlikte I. Dünya Savaşı yıllarında Mısır’da kurulan İstihlas-ı Kürdistan Cemiyeti’nin (Kürdistan’ın Kurtuluşu Derneği) kurucularından da olmasıdır. 

Devam edecek...

MEHMET BAYRAK


SAİD-İ KURDÎ VE KÜRT SORUNU - III
Said-i Kurdî’, birçok örgütün üyesi olmasının yanı sıra 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nde de kurucu üyeliğini üstlenmiştir. Said-i Kurdî’nin yaşamındaki en önemli dönemeçlerden biri de, Kürdistan Teali Cemiyeti adına, dönemin iktidar partisi Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında yapılan ‘’Özerklik Anlaşması“dır.

Said-i Kurdî’nin üye olduğu İstihlas-ı Kürdistan Cemiyeti’nin kuruluş amacı, bugünkü Türkçeyle şöyle belirlenmiştir:

‘’İslamiyetin ulu hükümlerine uygun ve ulusun mutluluğu ile vatanın güvenliğini güvence altına alan Kanun-u Esasi’nin (Anayasa) ilke ve faydalarını bu gerçeklere vakıf olmayan birtakım Kürtler’e anlatmak ve Osmanlı yüce sıfatını her zaman korumakla birlikte din ve milletin başlıca ilerleme ve yaşam nedeni olan Meşrutiyet ve meşveret sistemini (parlamenter sistemi) koruyup ilerlettikçe, yüce hilafet ve padişahlık makamına Kürtler’in bağlılıklarını artırmak; vatandaşları olan Ermeni, Nasturi ve diğer Osmanlı halkları ile iyi geçinmek ve ilişkilerini daha da geliştirmek, kabile ve aşiretler arasındake düşmanlıkları ve çekişmeleri gidermek ve tümünün bir meşru merkez çevresinde ilerleme, gelişme koşullarını yaratmak ve eğitim, sanayi, ticaret ve tarımı yaymak ve düzenlemek…’’ (Bkz. M. Bayrak: Kürtler…, Ank. 1993,s. 83)

Gerçekten de bu örgütün en önemli eylemlerinden biri, öncelikle Kürdistan’da Kürtler’le Ermeniler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için bir Muhtıra hazırlayıp, hem Kamil Paşa hükümetine hem de Ermeni Patrikhanesi’ne sunmak olur. (Bkz. Prof. Dr. T.Z. Tunaya: Türkiye’de Siyasi Partiler, Cilt-1, İst. 1984,s. 405).

Bu Cemiyetin yayın organı olan Kurd Teavün ve Terakki Gazetesi’nin daha ilk sayısında Said-i Kurdî’nin önemli bir Kürtçe yazısı yayımlanır. ‘’Bediüzzaman Molla Said-i Kurdî’nin Nesayihi’’ (Nasihatleri) başlığıyla verilen Kürtçe yazı ‘’Ey Geli Kurdan’’ yani (Ey Kürt Halkı) sözleriyle başlıyor. Tıpkı, Dr. Abdullah Cevdet’in 1909’da yayımladığı ‘’Bir Hutbe’’ gibi, Said-i Kurdî de Kürt halkına sesleniyor. Önemi dolayısıyla bu yazının Türkçe çevirisini birlikte izleyelim:

‘’Ey Kürt halkı! İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, kardeşlikte saadet, hükumette selamet vardır. İttihad bağını ve muhabbet şeritini sağlam tutun. Ta ki sizi beladan kurtarsın. İyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim: Biliniz ki, üç cevherimiz vardır; bizden korunmalarını isterler. Birincisi İslamiyettir ki, binler ve binlerce şehidin kanları, ona paha ve bedel olmuştur. İkincisi insaniyettir ki, halkın nazarında akıllıca hizmetlerle, yiğitliğimizi ve insanlığımızı dünyaya gösterelim. Üçüncüsü milliyetimizdir ki, bize üstün meziyetler vermiştir. Bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar. Biz kendi gayretimizle milliyetimizi koruyarak, onların ruhunu kabirlerinde şad etmeliyiz.

Bunun ardından bizim üç düşmanımız var; bizi harab ediyorlar. Biri, fakirliktir. İstanbul’daki kırk bin hammal, bunun delilidir. İkincisi cehalet ve eğitimsizliktir ki, içimizden binde bir kişinin bile gazete okuyamayışı, bunun bir delilidir. Üçüncüsü, düşmanlık ve anlaşmazlıktır ki, bu iç düşmanlık, gücümüzü kaybettiriyor, bizi terbiyeye müstehak kılıyor ve Hükümet de, insafsızlığından bize zulmediyor.

Siz eğer bunları işittiyseniz, biliniz, bizim tek çaremiz şudur ki: Biz üç elmas kılıncı elimize alalım, ta ki bu üç cevherimizi elden çıkarmış olmayalım, bu üç düşmanı üstümüzden atalım. Birincisi adalet, eğitim ve okuma kılıcıdır. İkincisi ittifak ve milli muhabettir. Üçüncüsü herkes kendi işini bizzat kendisi yapsın, sefiller gibi başkasının kudretinden ümid beklemesin ve sırtını hiç bir vasiye dayamasın…

Son olarak da: Okumak, okumak, okumak!.. El ele vermek, el ele vermek!’’ (Yazının özgün Kürtçesi ve Türkçe çevirisi için ayrıca bkz. Malmisanij: Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, Doz yay. İst. 1991, s.80 ve M. Latif Salihoğlu: Bediüzzaman’dan Tesbitlerle Türk- Kürt Kardeşliği ve Ülkenin Huzur Reçetesi, Gençlik yay. İst. 1994,s. 135-136).

Said-i Kurdî’nin eğitime ilişkin önemli bir yazısı da 1908 yılında Şark ve Kürdistan gazetesinde yayımlanmıştır ki, bu aynı zamanda Hükümete, açılması istenen üniversite için verilen bir dilekçedir. (Çevrimyazısı için bkz. Malmisanij: Age, s. 84-85).

İstanbul’da Şal û şapik’le gezen bir Kürt

Said-i Kurdî’nin üyesi bulunduğu ve çalışmalarında yer aldığı bir başka Kürt örgütü ise, 1910’da kurulan ve tüzük - proğram yerine geçen Nizamname’sini ilk kez bizim yayımladığımız Kurd Neşr-i Maarif Cemiyeti (Kürt Eğitim- Öğretimi Yayma Derneği’dir. Said-i Kurdî, 13. sırada derneğin kurucu üyelerindendir.

Nizamname’nin 2. maddesinde, Derneğin amacı; ‘’Ülke içinde en çok eğitim nimetinden yoksun olan Kürtler arasında eğitim ve sanayii yayıp geliştirmek’’ olarak belirtiliyor. 3. Maddede ise; ‘’Derneğin şimdilik İstanbul’da Kürt çocuklarına özgü ilkokullar açacağını ve mali durumu dernek mensupları ve yardımsavarların katkılarıyla yeterli düzeye gelince, sakinlerinin çoğunluğu Kürt olan kasaba ve köylerde ve özellikle mazlum bir halde kalan aşiret ve kabileler arasında okullar kurup yoğunlaştırarak cehaletini gidermeye çalışmak olduğu’’ belirtilmektedir. (Bkz. M. Bayrak: Govend der. 1990 ve Kürdoloji Belgeleri-I, Ank. 1993,s. 544- 549).

Kadri Cemilpaşa (Zinar Silopi), anılarında, bu tarihlerde Said-i Kurdî ile karşılaşmalarını şöyle anlatır:

‘’Tatil günleri okuldan çıkıp Diyarbakırlı hemşehrimiz Erganili Abdullah Çavuş’ın kahvehanesinde biraraya geliyorduk. Bu esnada Kürt kıyafetiyle kahveye gelen Kürtleri gördüğümüzde içten gelen bir sevinçle bunları hayran hayran seyretmekten büyük bir zevk duyardım. Özellikle Nur talebeleri üstadı Molla Said’in yakışıklı, babayiğit tavrıyla Kürtlere mahsus giydiği (şal û şapik) elbisesi ve koloz mendili ile başı yükseklerde dolaşmasını izlemekten pek çok zevklenirdim.’’ (Doza Kurdistan/ Kürdistan Davası, Yay. Haz. M. Bayrak, Özge yay. Ank. 1992,s. 28).

Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucu üyesi...

Kuşkusuz, Said-i Kurdî’nin yaşamındaki en önemli dönemeçlerden biri, 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti adına, dönemin iktidar partisi Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasında yapılan ‘’Özerklik Anlaşması’’dır.

Bugün elimizde 150’ye yakın üyesinin listesi bulunan Kürdistan Teali Cemiyeti, bildiğimiz kadarıyla en yaygın Kürt örgütlerinin başında geliyor. Vet. Dr. Mehmed Nuri Dersimi, Eczacı Sarıoğlu Hüseyin Hüsnü, Miralay Halil Bey, Tıbbiye öğrencisi Necib Bey, Sarısaltıklı Halil Bey, Koçgirili Alişan Bey, Haydar Bey ve Koçgirili Alişer Efendi gibi birçok Dersimli Kürt aydını da bu örgütün içindedirler. Üyelerinin yüzde 80’i yüksek eğitimli asker ve sivil bürokratlar ile öğretim üyelerinden oluşan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucu ilk üç üyesi de Müküslü Hamza, Mutkili Halil Hayali Bey ve Bediüzzaman Molla Said (Kürdizade Said)dir. Ekrem Cemilpaşa ise, ilk kurucu üyeler arasına, Erganili Dr. Mehmed Şükrü Sekban Bey’i de ekler.

T. Z. Tunaya ise, bunlara ek olarak şu kurucu ve yöneticilerin isimlerini verir: Seyid Abdülkadir, Hüseyin Şükrü Baban, Muhiddin Nami Bey, Babanzade Hikmet Bey ve Aziz Bey.
Tunaya, 1976 yılında Ord. Prof. Şükrü Baban’la bir araya gelerek diğer yönetici ve üyelerin de isimlerini belirlemek isterler, ancak hazırladıkları liste 23 üyeyi geçmez. Oysa biz, ilk aşamada 100’e yakın isim belirledik ve İsmail Göldaş, buna 50 dolayında isim daha ekledi ki bugün bu sayı daha da artmıştır.

Kürt örgütlenmesinde iki yaklaşım

Meşrutiyet’in ilanından sonra çeşitli isimlerle kurulan Kürt örgütlerini yönetenler iki bölüme ayrılmaktaydı. Bunlardan birinci grup, büyük devletlerce kurulmak istenen Ermenistan’a yurt olarak gösterilen bölgelerde Kürtler’in çoğunluk oluşturduğunu ve Ermeniler’in ancak nüfusun yüzde 8’i oranında olduğunu ileri sürerek yalnız buna engel olmaya çalışmak; ikinci grup da bir Ermeni Hükümeti yanında bir Kürt Hükümeti de kurmak için çalışıyordu.

Osmanlı’nın yenilgisinden sonra Mütüreke (Silah Bırakışması) zamanında Kürtler yeniden iki gruba ayrılarak, bunlardan birinci grup, Hilafet ve Osmanlı saltanatına bağlı bir Kürt özerkliği, ikinci grup ise Türkler’den tamamen ayrılarak, tümüyle bağımsız bir Kürt hükümeti kurulması için çalışıyordu.
Bilindiği gibi, Türkçü İttihad ve Terakki yönetimi, genişleme uğruna Alman militarizmiyle Birinci Dünya Savaşı’na girmiş, savaş sonunda yenilgiye uğramış ve bunun üzerine toprakları galip devletlerce işgal edilmişti. Bu yenilgi, İttihad ve Terakki hareketini iktidardan etmiş ve bu harekete muhalif Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası (Partisi) iktidara gelmişti. Daha önce de vurgulandığı gibi, 1908- 1920 yılları arasında 20 dolayında demokratik Kürt örgütü kurulmuş ve bunlar 15 dolayında gazete ve dergi çıkarmaktaydılar.

Bu örgütlenmeler arasında siyasi partiler, kadın ve gençlik örgütleri bulunduğu gibi, en yaygın örgütlenme Said-i Kurdî’nin de kurucuları arasında bulunduğu Kürdistan Teali Cemiyeti idi.
İşte, Osmanlı’nın bu yenilgisi ve işgalinden sonra, başta iktidara geçen Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası (Partisi) olmak üzere, kimi Osmanlı siyasi partileri Kürtler’le ittifaka girişiyorlardı. Çünkü bu oluşumlar, Kürtler’siz bir kurtuluşan olamayacağını biliyorlardı. (M. Kemal’in de, 1919’da yönünü Kürdistan’a çevirmesi bu düşünceden kaynaklanıyordu).

Kürtler’e ‘özerklik’ öngören bir program

Nitekim, o zaman Selamet-i Osmaniye Fırkası adında bir siyasi parti, doğrudan kendi proğramına, Kürdistan’a ‘’muhtariyet’’ verilmesini öngören bir hüküm koyuyordu. 19 Aralık 1918’de İstanbul’da yayımlanan Parti Nizamnamesi’nin 2. maddesinde; ‘’Memlekette ademimerkeziyeti idare (yerinde yönetim MB) kurulması ve özel kanunlar çıkarılıp gerektiğinde ülkenin bazı bölümlerinde siyasi muhtariyeti kabul eylemek amacını güttüğü’’ belirtiliyordu. (Bu Fırka’nın kısa tanıtımı için bkz. T.Z. Tunaya: Age, Cilt-2, s. 183-185 ve Proğramı va Dahili Nizamnamesi için bkz. Mehmet Ö. Alkan: Selamet-i Osmaniye Fırkası, Toplumsal Tarih, Sayı:38/1997)

Öte yandan, Osmanlı İla-yı Vatan Cemiyeti adında yaygın örgütlenmelerden biri, yine Kürtler’e ‘’özerklik’’ öngören bir hükmü doğrudan proğramına koyuyordu. Ancak, daha önemlisi İttihad ve Terakki’den sonra en büyük güç olup iktidara geçen Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası (Partisi), doğrudan Kürdistan Teali Cemiyeti ile ilişkiye geçerek ‘’Kürtler’e özerklik verilmesi’’ temelinde bir Anlaşma yapıyordu. Kürdistan Teali Cemiyeti ile Damat Ferit Paşa’nın Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası arasında Genel Merkezler düzeyinde imzalanan bu Anlaşma’da aynen şöyle deniyor:

‘’Proğramında esasen mahalli yönetim biçimini kabul eden Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası Genel Merkezi ile Kürdistan Cemiyeti arasında, aşağıdaki madde üzerinde tam anlaşma sağlanarak, her iki taraf Tanrı’nın yardımına dayanarak, ülkenin kurtuluşu ve halifeliğin haklarının korunması için ortak çalışmaya söz verirler.

Madde: Çoğunlukla Kürt halkının oturduğu memleketler siyaset olarak İslam halifeliğine ve Osmanlı saltanatına bağlı olmak şartıyla, toplam halkın çoğunluğu tarafından seçilecek bir Emir (Mir)’in başkanlığı altında özerk yönetime sahip olacaktır.’’ 20 Aralık 1918

Karesi (Balıkesir) Mebusu Vasfi, Konya Mebusu Zeynel Abidin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Mühürü, Kürdistan Cemiyeti Üyesi Kurdizade Said, Cemiyet Üyesi Mehmed Ali, Kürdistan Cemyeti mühürü ve Başkan Seyid Abdülkadir.

Kimi gizli belgelerde bir ‘Kürd bilgini’

Görüldüğü gibi, Said-i Kurdî, Kürdistan Cemiyeti adına bu anlaşmayı imzalayan önemli şahsiyetlerden biridir. Diğer imzacı üye ise Emekli Miralay Mehmed Ali Bedirhan’dır. 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi’nce idam edilen Seyid Abdülkadir, yargılanma sırasında 13 Mayıs 1925 tarihli duruşmada; bu belgenin doğruluğunu ve kendisiyle arkadaşları tarafından imzalandığını doğrulamış ve bundan amacın Ferid Paşa’nın Ermenistan emellerini kırmak olduğunu ve Kürdistan’a yalnız muhtariyet (özerklik) vermek istediklerini, yoksa Osmanlı Hükümetinden ayrılmak istemediklerini söylemiştir.

Gerçekten de, o tarihlerde Ermeniler’le de benzeri bir anlaşma imzalanmış ve Dr. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilgili doktora çalışmasında buna yer verdiği halde, Kürtler’le yapılan anlaşmaya yer vermemiştir.

Öte yandan, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Nizamnamesi’nin 20 maddesinde, gerçekten de ‘’Köy okullarında ve tüm ilkokullarda eğitimin yerel dil ile yapılması’’ kabul edilmiş ve 31. maddede de bunu tamamlayıcı görüşlere yer verilmişti.

Bu arada belirtelim ki, Said-i Kurdî’nin içinde yer aldığı bu heyet, sözüne bağlı kalarak, Kürt delegasyonu adına Şerif Paşa ile Ermeni delegasyonu adına Bogos Nubar Paşa arasında imzalanan Kürt- Ermeni Anlaşması ve Ortak Muhtırası’nı tanımadıkları gibi, Şerif Paşa’nın Paris Barış Konferansı’nı da terke zorlamışlardır.

Kimi gizli belgelerde ‘’Kürd bilgini’’ olarak nitelendirilen Said-i Kurdî, Hizan seyyidlerinden ihtiyat Binbaşısı Mehmed Sıddık ve Berzenciye seyyidlerinden Davavekili Ahmed Arif imzalarıyla 22 Şubat 1920 tarih ve 824 sayılı Vakit Gazetesi’nda şu bildiriyi yayımlarlar:

‘’Önceki günkü gazeteler, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni heyeti başkanı Bogos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir anlaşma imzalandığını yazarak, Kürt kamuoyundan açıklama istiyorlardı.

Dörtbuçuk yüzyıldan beri İslam birliğinin fedakar ve yiğit koruyucu ve yandaşları olarak yaşamış ve dini geleneklerini hayatının ayrılmaz ögeleri olarak bilmiş Kürtler (…) İslamlığın zararına olarak tarihi ve hayati rakipleriyle anlaşma yapmak suretiyle dinlerinin emirleri dışında ayrışma düşüncesine girişemezler. Bu nedenle, Kürt ulusal vicdanının bu özgür tutumuna aykırı hareket eden kişileri de tanımazlar. Ve başlıca emelleri de dinsel ve ulusal bütünlüklerini korumak olduğundan durumun açıklığa kavuşturulmasına aracılık edilmesi rica olunur.’’ (Bkz. Bayrak: Age,s.99)

Bu açıklama üzerine, Şerif Paşa, ‘’Kutsal halifelik makamına derin surette bağlı bulunduğumdan ve ayrılma arayışı yönündeki düşünceler ile bu bağlılığı bozmak istemediğimden Paris Barış Konferansı nezdindeki Kürdistan yetkili heyeti başkanlığından istifa ettim’’ diyerek, sözkonusu gazeteye telgraf gönderir ve bu telgraf sözkonusu gazetenin 24 Nisan 1920 tarih ve 882 numaralı sayısında yayımlanır.

Sonuç olarak, kim haklı çıktı acaba?

Kürt yurtsever aydınlarının bu tutumuna ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Millet Meclisi’nin, 1921 Anayasası’na bu konuda bir madde koymasına ve 1922’de Meclis’in gizli oturumundaki ‘’Kürt özerkliği’’ kararına rağmen; 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla tüm sözler unutulur ve moda deyimle ‘’ülkesi ve milletiyle dörde bölünmek’’ suretiyle, Lozan’ın bedeli Kürtler’e ödetilir. Buna bir tepki olarak ortaya çıkan 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi, kanlı biçimde bastırılır. Said-i Kurdî, idam edilmese bile birçok Kürt aydınıyla birlikte sürgüne yollanır ve hayatı zından edilir. 1921’deki Koçgiri katliamından sonra, 1925-27 yılları arasında 15 bin kişinin katliyle sonuçlanan yeni bir dönem başlamıştır ve şu uyarıda bulunmaktadır:

‘’Said Nursi, bu tarihi tecrübeye şahit olduktan sonra, Aleviler ile Sünniler’i aralarındaki anlaşılmaz ayrılığa son vererek birlik olmaya çağırırken, (Yoksa birinizi ötekinin aleyhine kullanır, sonra o kullandıkları aleti de kırarlar).’’ (Bkz. S. Nursi: Lem’alar’dan aktarılarak, Mehmet Akif Beki: Afrika- Orta Asya- Türkiye Üçgeninde Nakşibendilik (3), Yeni Yüzyıl, 1. 6. 1995)

Oysa, Kürt aydınları daha 20 Mayıs 1926’da dönemin Başbakanı İsmet Paşa’ya gönderdikleri Muhtıra’da ne uyarıda bulunmuşlardı?..

‘’Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in birarada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kuvvet ve kudretinden yararlanmayı ve Kürtlükten çok Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve en azından Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç, 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliliğini göstermektir.’’

Kürt aydınları, daha 1926 yılında, tersi durumda ne olacağını da ogünden söylemiş ve uyarmışlar: ‘’Aksi takdirde, mevcut politikanın ve durumun devam ettirilmesinde ısrar edilirse, Kürdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönecektir…’’ (Bkz. M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe/ Şark Islahat Planı, (Önsöz), Özge yay. Ank. 2009).

Evet, ne dersiniz, kim haklı çıktı acaba; 1923’te red ve inkar politikasını başlatan zihniyet mi, yoksa daha 1926’da bu uyarıyı yapan Kürt aydınları mı?..

BİTTİ

MEHMET BAYRAK

http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=8049

Hiç yorum yok: