7 Temmuz 2011 Perşembe

Kürt Hareketi Nefes Alabileceğimiz Tek Yer


İnsanlığın dünyaya bakış açısı zorlu bir sınavdan geçiyor. Doğa artık hep bildiğimiz düzeninden uzaklaşmış durumda. 
 

İnsanlığın dünyaya bakış açısı zorlu bir sınavdan geçiyor. Doğa artık hep bildiğimiz düzeninden uzaklaşmış durumda. Olması gerekenler olmuyor, olmaması gerekenler oluyor. Ekolojik denge bozukluğu bilimsel deney ve yöntemlerin de artık tanımlamada zorlandığı bir hal içerisinde. Kapitalist modernite Tanrının harikulade bir itinayla dizayn ettiği dünya üzerinde yaşanabilir olma niteliğini yitiriyor. Sonu gelmeyen çatışmalar, toplumlar arasında yüzyıllardır devam eden kin ve çözümsüzlüğün artarak sürmesi, insanın yalnızlığı, soyutlanmışlığı ve umursamazlığı, derinleşen ekonomik krizler… Kızıldereli Sefi Seattle’nin ‘Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.’ dediği gerçeklik bu yaşadığımız gerçeklik olsa  gerek! Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın özellikle de ‘Özgürlüğün Sosyolojisi’ adlı eserinde yaşanan sorunların nedenlerini çok köklü bir şekilde analiz ederek, özellikle de ‘ çözüm formülleri ‘ açısından uygulanması elzem olan derin görüşler bulunmaktadır.

Burada üzerinde durmak istediğimiz husus ‘son ırmağın kurumaya, son ağacın yok olmaya, son balığın ölmeye doğru gittiği Kürdistan Coğrafyası ( Kürt Sorunu ) ve bu gerçeklik karşısında önemle üzerinde durulması gereken ‘Aydın Gerçekliği‘ dir.

Aydın kelimesi, hem münevver hem de entellektüel bir anlama sahip. Münevverliği düşünür Farabi tarafindan Türk Dil Kurumuna giren ve tenvir kelimesinden türemiş ‘aydın, aydınlatılmış ‘ anlamına gelip ‘ entellektüel ‘ kullanımını da Sanayi Devrimi ile otomasyona geçen bilim dalları, yeni kollar ve alanlar, yeni donanımlarının gelişmesiyle ‘bilim, teknik ve genel anlamda kültürel gelişmelere ‘vakıfiyeti ile tanımlanan bir anlama sahip.

Aydına aydınlık vasfını veren, her haksızlığa karşı uyanık, entellektüel, daima refleks sahibi bir şuurdur. İtirazdır, isyandır. Hükümlerini zevi-l’ehsas değil, akla göre veren insanlardır.

Tarihte ‘aydın duruşu’ denildiğinde hiç şüphesiz ki hepimizin aklına ilk gelen Sartre’ dır. Simon de Beauvair "Sartre'la Konuşmalar ve Veda Töreni" adlı eserinde, Fransa'da 60'lı yıllarda meydana gelen olaylara bilfiil katılışını şu şekilde açıklar "Fransız aydını son elli yıldan beri halk ile olan ilişkisini yitirmiş, bir anlamda ona yabancılaşmıştır. Sartre’nin bu değerlendirmesi, Marks’ın ismini değiştir, uyar dediği Türk aydın gerçekliğine uyarlanabilinecek en yalın ifadedir.

Yakın tarih acısından yarım asra doğru giden PKK öncülüklü Kürt özgürlük hareketi ve Kürt sorunu karşısında ‘aydın gerçekliği ‘ içler acısıdır. Bu yarım asırda bırakalım sorunun çözümüne dönük bilfiil katılışını, sorunun kangrenleşmesinde ve Türk kamuoyunu halkını manipüle etmede neredeyse öncü bir rol oynamıştır.

Taraflar savaşır, bu savaş sürecinde taraflar taraflı olarak haklılıklarını dillendirirler. Aydın münevverliğin gereği olarak halkı aydınlatmak, doğrudan yana tavır koymakla sorumludur. Tek tek yorum ve yazılanlara bakılarak da söyleyebileceğimiz bir şey varsa o da Aydının, bu savaşın derinleşmesinde çözümsüzlüğün bu düzeye gelmesinde çok ciddi bir rol sahibi olduğudur. 30-40 bin insanın ölümünde bunca acının yaşanmasında pay sahibidir. Konuşacağı ve yazacağı birkaç kelime ile nice ölümleri engelleyebileceği gibi sebebiyette vermesi kaçınılmazdır. Yarım asırlık savaş bu anlamda savaştan nemalanan  aydın bir zümre de yaratmıştır. İsimlerinin önüne ‘stratejisyen ‘ , ‘ terör uzmanı ‘ , ‘ akademisyen ‘ vs. vs. sıfatları verdiren bu savaşın nemasıdır. Münevverlikleri ve entellektüelikleri tartışma konusu olan bu zümre, var olmalarının yegane koşulları bu savaşın sürmesindedir. Dikkat edilirse sıcak savaş temaslarının yaşanmadığı dönemlerde ‘stratejisyen ‘, ‘ terör uzmanı ‘,’ akademisyen’lerin sesi sedası çıkmaz. Çünkü varlık sebepleri ‘savaş üzerinedir. Savaşta olmayınca aksi-seda kesilirler. Nasıl ki büyük silah şirketleri savaş(lar)ın bitmesini istemiyorlarsa bu kesimlerde istemezler. Kimileri bu değerlendirmeyi ağır görüp bütün  aydınların bu kefede değerlendirilmesini büyük bir haksızlık olarak görebilirler. Bütün  aydınlar olmayabilir. Çok onurlu ve çok ciddi bedeller ödeme pahasına duruş sahibi olan insanlar da vardır. Fakat kabul edelim ki azımsanmayacak bir yüzde ve kamuoyuna ciddi şekilde yön verip manipüle eden birinci kategoriye girenlerdir. Sınırlı sayıda duruş sahibi olan aydınların yanı sıra belki de en tehlikeli pozisyonda kalan sorunun öznesi olmayan, pasif ve dönemsel çıkışlarla yetinip tutarlı bir duruşun sahibi olmayan kesimdir. Dostluğu da düşmanlığı da aydınlığı da tartışma konusu olanlar!

İnsanları geçmişleriyle değerlendirmek bir noktadan sonra doğru bir yaklaşım olmayabilir. Bırakalım kimi sıfat ve tanımlamaları vicdan sahibi olan bir noktadan sonra yaşanan acı gerçeklikleri görmezden gelemez. Kürt Halkının görkemli direnişi ve kararlı duruşu karşısında sessiz kalmak bir noktadan sonra imkansızlaşıyor. Kürt Halkı bu savaş sürecinde insana mahsus olan kimi beşeri özelliklerini bile yitirdi. ‘Korku nedir bilmeyen bir yürüyüşle mücadelesini sürdürüyor. Kürt Halkı acı ve zulümden yana görebileceği ve yaşayabileceği her şeyi fazlasıyla yaşadı. Hem de akıl almaz bir şekilde. Acı, zulüm kanıksanmaz, kanıksanmamalı da. Kürt Halkı da mevcut umursamazlığıyla kanıksadığından değil var olma sebebinin bu duruş ve yürüyüşte olduğunun derin idrakında olduğu içindir. Dost bildiklerine seslenişi,  ortaklaşma çağrı ve mesajları en doğal hakkı olsa gerek. Eskiler nede güzel söylemişler: “Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz de eşit oluruz. ‘  Eşitlenmek, ortaklaşmak sorunun çözümün de vazgeçilmezdir.Son dönemlerde vicdan sahibi aydınların bu anlamda taraflarını netleştirmesi anlamlıdır, değerlidir. Ve kesinlikle sistemin soruna böyle şuursuzca yaklaşımlarının önüne geçmede çok ciddi bir etki gücü olacaktır. Kürt Hareketi hiçbir zaman  ‘benden yana taraf ol ‘ diye bir talep sahibi olmamıştır. İyi niyetli, vicdan sahibi her aydının  değerlendirme ve önerilerini kaale alan önemseyen bir yaklaşım içinde olmuştur. Belki de çoğu insanın hak etmediği değer ve hassasiyeti vermiştir. Buna karşılık sorunun öznesi ol! Halkın yaşadığı bu acıyı gör! Bu kural dışı savaşa karşı bir çığlıkta sen ol! Söylemek kadar doğal bir şey de olmasa gerek. Yakın tarihte KCK 4. Hamle sürecini başlatıp, bu hamle sürecine seferberlik ruhuyla yaklaşılması gerektiği belirtmişti. 4. Hamle süreci Kürt Hareketi, kadroları ve Kürt Halkının yani sıra bu seferberliğe katılması gerekenlerin başında aydınlar gelmektedir. Tarihsel sorumluluğun bir gereğidir. Kürt Halkı ve Hareketi yarım asra dayanan bir zamanda tek başına yürüdü. İçine girdiğimiz siyasal gelişmeleri ele aldığımızda bu süreç çokta uzamayacaktır. Bu yıllarda kim ne katabildiyse ve ne yapabildiyse yapabilmeli, yapmalıdır. Zamanın ruhu an’dır, an’a atfedilen anlamdır. An’ın sorumluğu yerine getirilmediği taktirde, geçmişe dair pişmanlıkların, hayıflanmaların, keşkelerin, kıymet-i harbiyesi olmaz. Bu son yıllarda dost olarak, taşıdığımız misyonların gereği olarak ne yapabilmeliyiz.

İstenilen imkansız şeyler değil, aydın olmanın kaçınılmaz gereği ve zorunlulukları!

Baran Qewm

Kalkan: Demokratik Birlik Egemen Güçleri Kaygılandırdı


12 Haziran seçimlerinde Emek Özgürlük ve Demokrasi Blok'unun kazanımlarını değerlendiren KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan...

12 Haziran seçimlerinde Emek Özgürlük ve Demokrasi Blok'unun kazanımlarını değerlendiren KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan, oluşan demokratik birliği bozmak amacıyla AKP ve egemen güçlerin çok yönlü saldırılara girişebileceği uyarısında bulundu.

Blok'un seçimlerde kazandığı başarının demokrasi güçlerini daha da örgütlü kılacağını ve önümüzdeki süreçte ciddi gelişmelerin yaşanabileceğini ifade eden Kalkan, bu durumun AKP'yi kaygılandırdığını ifade etti.

Demokrasi güçlerinin birliğini bozmakla amacıyla AKP ve egemen güçlerin saldırılara girişebileceğini belirten Kalkan “Demokrasi hareketinin örgütlenmesini engellemek için, ortaya çıkan umudu ve güveni kırmak için çok yönlü saldırı yapacaklar. Öyle serbest bırakacak sanılmamalı. Onun için de bu gerçekler görülür ve yeterli bir mücadele yürütülürse bu adım ilerleyebilir. Yoksa tasfiye edilebilir” şeklinde konuştu.

Seçimlerle birlikte bir demokratikleşme umudunun yaratılmış olduğunu ifade eden Kalkan bunu Blok'un çıkışına bağladı. AKP'nin aldığı oyların aldatıcı oyalamacılığının bir sonucu olduğunu belirten Kalkan, CHP, MHP açısından ise bir değişiklik bulunmadığını kaybetti.

Türkiye'de 40 yıldan bu yana bölünmüş parçalanmış bir demokrasi, sol hareketin varlığına dikkat çeken Kalkan “Kırk yıldır bölünen, parçalanan ve etkisizleştirilen bir demokrasi hareketi var, sol hareket var. Bu harekete dönük komplo, tasfiye girişimi, bölüp, parçalamayla, güvensiz, umutsuz, asla birleşmeyen, hep birbirine karşı rekabet eden, lafta faşizmle, düzenle kavga eden, pratikte ise birbiriyle kavga eden, çatışan grupçuluğun ortaya çıkarılmasıydı. Bu adeta bir kader haline getirilmişti. Şimdiye kadar harcanan çabalar aslında bu durumu gidermeye yetmemişti” ifadelerini kullandı.

Kalkan demokratik birlik konusunda devamla şu değerlendirmelerde bulundu: “Şimdi yeni olan şey; insan net söyleyemese de en azından bir başlangıç adımı düzeyinde, düşünce düzeyinde, bir umut olarak bu durumun kısmen kırılmış olmasıdır. Aşılacağının işaretlerinin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu seçimler onu ortaya koydu. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bunu yarattı. Hem birlik olunabileceğini, hem de toplumdan destek bulunabileceğine dair bir umut ve kendine güven yarattı. Bu önemli bir durumdur.

Aslında özel savaş aşılmaya başlıyor denebilir. 1970’lerde askeri darbelerle ortaya çıkan ve hâkim haline gelen özel savaş sistemi, zihniyette ve örgütlenmede aşılmaya başlıyor denebilir. Çünkü bu durum o zaman ortaya çıkartıldı. Öyle kısa bir sürede de olmadı. Bunu iki büyük darbe; 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin sonucu ortaya çıkarmıştı. Şimdi bu darbelerin etkisi aşılıyor. Darbelerin ortaya çıkardığı faşist rejimin sol ve demokratik güçler üzerindeki hâkim etkisi, onları yönlendirici etkisi aşılıyor diyebiliriz. En azından bir girişim oldu, bir başlangıç adımı atıldı ve umut verdi, güven verdi. Sonuç verici olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla da bu kesimler üzerinden ciddi bir etkide bulundu. Eğer çaba harcanırsa, Türkiye demokrasi hareketi 12 Haziran’da çıkan sonuç üzerinde örgütlenebilir”.

Kürt sorununun çözümü açısından Blok'un rolü konusunda da Kalkan şu ifadeleri kullandı: “Bu konuda demokrasi güçleri açısından bir irade, kendine güven, bir umut, birbirini dinlemeye dönük tahammül ortaya çıktı. Bence en önemli durum bu, çünkü şimdiye kadar yaşanan olumsuzlukların altında aslında bu umudun, güvenin, iradenin kaybedilmesi vardı. Zemin yoktu, güç yoktu, çaba yoktu, cesaret, fedakârlık yoktu, sonuç alınamazdı değil de, aslında bu işi yapacak olanların umudu yoktu. Kendine güvenleri yoktu. Dolayısıyla birlik olamadılar. Şimdi bunun önü açılmış oldu. Bu durumun yenilenmesinde, aslında 1970’lerin başından itibaren geliştirilen Türkiye üzerinde bölgeye dönük ABD saldırılarının, demokrasi zemini üzerinde yaratılan tahribatların aşılmasının başlangıç adımları atıldı diyebiliriz. Etkiyi böyle görmek lazım, önemsemek gerekiyor her bakımdan. Fakat tam ete kemiğe bürünmüş, cisimleşmiş bir durum da yok ortada. Mevcut durumun ne anlama geldiğini belki bizden daha fazla sol ve demokratik güçler değerlendiriyorlar.

 
Türkiye demokrasi güçlerinin örgütlenmesi demek, Kürt sorununun çözümünün önünün açılması demektir. Yine Türkiye demokrasi hareketinin örgütlenmesi demek, başta İran ve Suriye olmak üzere Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinde ve toplumların da demokratik sol güçlerin birleşmesi ve örgütlenmesinin başlaması demektir. Bu durumun bölgesel etkisi var. Sadece Türkiye’ye özgü değildir”. 

Demhat Tolhildan

Nuray Mert; 'İktidar maliyetli hesap içinde'(Ropörtaj)

 
İnci Hekimoğlu'nun sorularını yanıtlayan Yazar Doç. Dr. Nuray Mert; 'Hükümet Kürt sorununu çatışmacı yolla destekliyorsa bunun maliyeti çok büyük olacak' dedi

İran'la doğrudan bir çatışmaya girmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. İktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir.

Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa, bu, maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Seçim öncesi ve sonrası tavır maalesef bu senaryoyu hatırlatıyor.


İktidar maliyeti büyük bir hesap peşinde


"Sivil dikta" tanımını ilk o yaptı. Türkiye'nin tek parti sürecine gittiğini, Ergenekon davasından demokrasi çıkmayacağını, basın üzerindeki baskıları ilk o dillendirdi. 'Başörtüsü' yasağına, askeri vesayete karşı durdu, AKP'nin siyasi yaşamda olma hakkını savundu. Laikleri de kızdırdı, muhafazakarları da. Bugün ise her iki kesimi birden kızdırıyor çünkü Hatip Dicle başta olmak üzere, KCK davasından tutuklu milletvekillerinin yerinin Meclis olduğunu savunuyor. Kürt meselesinde herkese ayna tutuyor.        


Siyaset bilimci, yazar Doç. Dr. Nuray Mert'le, son siyasi gelişmeleri ve olası sonuçları konuştuk. Yine birilerinin çok kızacağına eminim. Çünkü yine 'Mert'çe, kendi sözünü söyledi.


Başbakan'ın 'İster gelsinler, ister gelmesinler. Meclis çalışır' yaklaşımı bir siyasi taktik mi, yoksa 'yüzde 50 desteğim var, kimseye ihtiyacım yok' mu diyor gerçekten?


-Valla taktikse bile kötü. Ben medyanın, yorumcuların bu taktik okumasının da demokrasi anlayışımızı çok yozlaştırdığını düşünüyorum. Çünkü siyasi üslup, demokrasi kültürü ile doğrudan alakalı. Yani rezilce her türlü şey meydanlarda söylenecek ve biz buna "canım seçim taktiğidir" diyeceğiz. Bunun kendisi de başlı başına bir sorun. Böyle okunmak istenmiyor ama o seçim taktiği denilen üslubun, söylenenlerin, tutturulan yolun, milliyetçi vurgunun oylarını arttırdığını, bunu dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.

O halde bu yapının ortaklaştığı siyaset, bu krize nasıl yansıyor?


-Başbakan'ın "gelmezlerse gelmesinler" açıklaması da, demokrasi algısının istikametini gösteriyor. Hâlâ, iktidarın çok önemli bir demokratik dinamik olduğunu iddia etmekte ısrar edenler, istedikleri kadar görmezden gelsinler Başbakan'ın demokrasi algısı bu.


BDP ve CHP ile ilgili kriz, farklı gibi gözüküyor ama iktidar açısından baktığınızda 'karşısındakine boyun eğdirmek, mümkün mertebe burnunu sürtmek' anlayışı öne çıkıyor. Bazıları 'taktik' yorumunu yapıyorlar. Olabilir ama bu zaten zehirlenmiş bir demokratik siyaset ortamı oluşturmuş oluyor başından itibaren. Diyelim ki bir çıkış yolu bulundu, bu Meclis'in, bu atmosferdeki bir toplumun yeni anayasa yapmasından ve o anayasadan ne umabiliriz? İkincisi bu dediğimiz kolay da olmayabilir çünkü Sayın Başbakan'ın, krizden çıkış için hiç acelesinin olmadığı gözüküyor. Ve yine bir sürü 'demokrat aydın' filan da "gelseydiler, yola böyle de devam edilseydi" diyor. Bu şartlar altında, bir de böyle desteklenmiş bir anlayış daha da ayak sürebilir, ayak sürüdükçe de Türkiye'deki atmosfer yozlaşır. Özellikle Kürt meselesi ayağında ne olur, onu tahmin etmek gerçekten çok zor. Çok zorlu bir sürece girdiğimizi, bu krizin de bunu perçinlediğini, düşünüyorum.


Başbakan'ın tavrının, bölgesel krizle de bir bağlantısı var mı?


-Bölgesel kriz kapımıza dayandığında iki yorum öne çıktı. İyimserler "bu çılgınca. Bölge sıcak çatışmalar içerisindeyken, özellikle Türkiye'nin bunu dikkate alarak hareket etmesi lazım" diyorlar. Ama bir de kötü senaryo var. O da; "mevcut iktidarın Başbakan'ın bölgede oynadığı rolü fazlası ile önemsemesi ve özellikle de Suriye'de muhalefeti desteklemek." Suriye'deki sürece Türkiye angaje olmuş vaziyette. Bu Türkiye açısından maliyeti olabilecek bir angajman. İran'ı karşınıza almış oluyorsunuz, Suriye ile ilişkileri bozmuş oluyorsunuz. Zaten bu Tahran merkezli ve büyük ölçekli bir kriz. İran'la doğrudan bir çatışmaya girişmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. Dolayısıyla mevcut iktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir. Bu tabii ki Türkiye açısından da, bölge açısından da kötü bir senaryo. Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa bu tabii ki Türkiye'ye maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Bunun olmadığını ummak isteriz ama seçim öncesi ve sonrasındaki tavır, Kürt meselesinde yatıştırıcı, uzlaştırıcı ve çözüme doğru küçük bir adım bile atmayan, tersine neredeyse çatışma ister bir havada olması maalesef insana kötü senaryoyu hatırlatıyor.  


'Kötü senaryo'yı açar mısınız?


-Provokatif tavır; seçim öncesi, son derece çatışmacı bir dilin, yani özellikle seçilmiş çatışmacı bir dilin benimsenmesidir. BDP'ye yapılan baskılar, seçim çalışmaları üzerindeki baskılar, KCK davalarıyla bir sürü seçilmiş insanın tutuklanması ve bu süreçlerin hep devam edip, hızlanarak artmasıdır. Seçim sonrasında dahi, Şişli'de olduğu gibi, giderek artan bir şiddet ile cevap verilmesi ve böyle bir şiddet ortamının özellikle kışkırtılmasıdır. Türkiye bunu zaten öteden beri yapıyor. Kürt meselesini hep bir şiddet meselesi olarak resmetmek istiyor. Bu yoldan çıkılır umudu içerisinde idik, başka bir mecraya girer gibiydi. Ama tablo bu mecraya eskisinden daha beter bir şekilde geri dönüldüğünü gösteriyor. Ve bu da eğer gerçekten bir çılgınlık, şuursuzluk hali değilse çatışmadan medet umulduğunu yani çatışma üzerinden hesap yapıldığını gösterir ki, umarım böyle değildir.  


Başbakan, AKP'li milletvekillerini ağlatan 'nasihatname'yle nasıl bir mesaj vermek istedi? Siz nasıl yorumladınız?


-Başbakan'ın ve AKP'nin içinden geldiği zihniyet dünyasında Ahi Evran'a atfedilen bu nasihatnamenin parçası olan metin çok itibarlı ve de sıkça gönderme yapılan bir metindir. Dışarıdan baktığınızda diğer nasihatnamelerde olduğu gibi ahlaki öğütler silsilesi gibi gözüküyor. Ama takdir edersiniz ki o geleneksel siyaset anlayışının bir yansımasıdır. Onu bir demokratik siyasetin yol göstericisi rehber olarak almak, zaten başlı başına sorunlu bir şey. Onun ötesinde yani o kullandığı bölümün sonlarına doğru bir cümle çok dikkat çekici ve özetleyicidir: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın"dır. Türkiye bu noktaya geldiyse daha ötesinde bir şey söylemeye gerek yok. Kimse o kısmına takılmadı ama benim de çok dikkatimi çekti. Bir toplum ve siyaset algısının tezahürü, balkon konuşmasından daha önemli.


Kriz tartışmaları daha çok CHP odaklı gidiyormuş gibi görünüyor. Blok milletvekilleri ve Hatip Dicle meselesi gündemde tutulmamaya çalışılıyormuş gibi.


-CHP ana muhalefet partisi olduğu için, onlara yoğunlaşması anlaşılabilir. Bir de CHP'den gerçekten o kadar sert bir tepki beklenmiyordu. Ama onun dışında, BDP'ye ilişkin, Kürt meselesine ilişkin, bağımsızlara ilişkin mesele daha çetrefilli mesele. CHP ile de ortaklaşılan konularda, yani tutukluluk üzerindeki sorunun çözülmesi sağlansa bile Hatip Dicle'nin  durumu farklı. Hüküm giydiği suçun tarifiyle, Kürt meselesine veya Kürt siyasal hareketine nasıl bakıldığıyla, bu bakışın ne kadar değişeceği ve değişmeyeceği ile ilgili çok temel bir mesele. Bu sorundan tabi mümkün mertebe kaçınılıyor.


Sorun çözülemezse ve açıkladıkları gibi BDP ve blok vekilleri Meclis'e gitmeme kararlılığını sürdürürlerse ne öngörüyorsunuz?


-Valla çok öngöremeyiz aslına bakarsanız. Bu ayrıca da Kürt meselesinin çözümünde, müzakere sürecinin bir parçası olarak görülecektir. Ben kararlar nedir, detaylar nedir, bilemiyorum. Diyelim ki sadece Hatip Dicle'ye ilişkin sorun sürüncemede kalırsa, ama onun da çözüleceğine dair bir pozitif adım atılırsa belki o zaman bağımsız adaylar da bir adım atarlar. Ahmet Türk'ün açıklamasından "kesinkes her şey olsun bitsin" gibi yaklaşım algılamadım. Yani olumlu adımlar atılırsa, ondan sonrasını yorumlayacaklarını düşünüyorum. 

AKP krizin sorumlusu olarak YSK'yi göstermekte haklı mı? Özellikle de AKP'li Haluk İpek tarafından Dicle ile ilgili YSK'ye başvuru yapıldığı haberine rağmen?  


-Bakın bu kriz ortaya çıkar çıkmaz yine aynı şablon ortaya çıktı. İktidar yanlısı gazetelerde BDP-YSK işbirliği gibi başlıklar atıldı. Memlekette demokrasiyi krize sokan, zaafa uğratan ve antidemokratik gözüken her şey, eski vesayet sisteminin tuzakları. Bu çok tuhaf bir hal. Böyle sert seçim sürecinden geçilmiş, ondan sonra YSK, devletin, yargının bir parçası olarak bununla çok uyumlu bir karar alıyor ve siz bunun bu atmosferden etkilenmediğini söylüyorsunuz. Bu mümkün değil. İktidar "biz yargıya müdahale edemeyiz ama bu demokratik meşruiyeti zedeleyen bir karardır. Gelin hep beraber Meclis'te çözelim" gibi bir açıklama yapsaydı bile mazur görülebilirdi. Mevcut iktidar yargının bu kararını onaylıyor ama sahiplenmiyor. Hatip Dicle'nin yerine 6. sırasında olan bir milletvekilinin hemen gidip mazbatasını alması, hayret edilecek bir iştir. O ismin de çok provokatif bir isim olması aslında çok tartışılması gereken bir şey. Maalesef Türkiye'de bir demokrasi tartışması yapamıyoruz. Çünkü kendisine demokrat diyen insanlar da mevcut iktidarı bu tür demokrasi zaaflarından azade tutmak için bütün gayreti gösteriyorlar. Giderek daha fazla gözümüze batan detaylar gündeme geliyor ama mevcut şablonu değiştirmeye yetmiyor.


Ne olacak o zaman bu memleketin hali? Gül bu krizi çözebilir mi?  


-Bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı şimdiye kadar bu türden yaptığı hiçbir hamlede başarılı olmadı. Devamlı olmadı öncelikle. Şimdiye kadarkilerde de sahici bir çaba olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumda gerçekten de çözülmesi gereken, Türkiye'ye adım attırmayacak bir hal var. Belki bu kez tüm koşulları ve kendisinin iktidar partisiyle olan doğal bağlarını zorlayarak bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı elinden gelen her şeyi yapsa bile Başbakan'ı ikna etmesi lazım. Ona dair de bir ışık yok. Aslında 'ne olacak bu Türkiye'nin hali' sorusu, gittikçe cevabı zorlaşan bir sürece girmiş idi. Bütün sorunları sürüncemede bırakmayı, sanki sonsuz vaktimiz varmış gibi davranmayı tercih ediyorlar. Artık zamanın bittiğini ve sorunun büyüklüğünü dikkate almazsak, işimizin daha da zorlaşacağını görmek istemiyorlar. Kürt siyasal hareketi 'sonu çok maliyetli olur' dediği zaman da 'tehdit mi ediyorsun' dendiği için, artık biz bile ifade edemez hale geldik. Ne kadar vahim bir noktadayız.


Öcalan, devletle bir protokol yapıldığını ama hiçbir pratik adım atılmadığını, 15 Temmuz'a kadar adım atılmazsa bunun oyalama olduğuna karar vereceğini söyledi.  


-Dışarıdan bakan biri olarak Kürt siyasal hareketinin iç işleyişini, dinamiklerini doğru değerlendiremeyebilirim. Ama kamuoyuyla paylaşılmayan hiçbir söz ve görüşmenin hiçbir değeri yoktur. Siyasi çevreler bunu kamuoyuyla paylaştığı ölçüde bir geçerliliği ve karşılığı vardır. Yoksa bunların hepsi buhar olup uçabilir. Kürt meselesinin çözümünde böyle bir gerçek adımı göremiyorum. Bir takım görüşmeler var ama görüşmenin yapıldığı kişiye "terörist başı" diyor, "terör" tanımında hiçbir değişiklik yok. Bu 'Demoklesin Kılıcı' gibi sallanıyor. Dicle ile ilgili kararın nedeni bu. Bir sürü insanın tutuklu olmasının nedeni de bu.


Bu dil değişmiş değil. Niyetiniz bunu samimi bir şekilde kamuoyuyla paylaşmaksa, bunun yöntemleri var. Böyle bir niyetiniz yoksa sonsuza kadar "Türk kamuoyunu" bahane olarak kullanabilirsiniz.


İktidar ara seçim formülünü gündeme getirir mi?


Ara seçimi çok muhtemel bulmuyorum. Velev ki olsun, ne olacak. Türkiye'nin zor sorunları biraz daha ertelenecek. Bunlar artık sorunları dönüştürme yöntemleri olur. Hatta velev ki Kürt siyasal hareketi, iktidarın baktığı yerden davransın. Siyasal sistem bundan ne gibi fayda elde edebilir. O vekiller, o siyasi parti meşruiyeti kaybeder. Vekillerin teknik bir takım nedenlerle Meclis'e girebilmesi değil asıl sorun.
 
'İsyan' mantığıyla çözülemez
Cengiz Çandar TESEV için hazırladığı raporda; 'Kürt isyanı' diyor, siz 'Kürt siyasal hareketi' diyorsunuz. Neden önemli bu?

-Raporun 'terör örgütü' dilinin değişmesi gerektiğini vurgulaması açısından, sırf bu nedenle bile çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sorunu yakından takip eden ve hükümetin de itibar ettiği bir kişi tarafından söylenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. İtiraz noktalarıma gelirsek; ben Kürt siyasal hareketi, diyorum, o "isyan" diyor. Cengiz Çandar o bakışla yazmıyor olabilir ama terimler önemli. Yarın sorunun çözümü açısından önemli olabileceği için şerh düşme ihtiyacı düştüm. Kürt siyasal hareketi ve PKK'nin çıkışı, yalnız kendinden öncekilere de itirazlar barındıran, sol çıkışlı hareket olduğu için değil itirazım. "Kürt ulusal hareketi" bile desek, bu hareket modern bir ulusal hareket. Dolayısıyla diğerlerinden ayrılıyor. Modern bir ulusal hareket olması, onun toplumsal ilişkilerini, mücadelenin sürdürülüş biçimini tayin edici oluyor. Daha önceki feodal hareketlerden ayrıldığını herkes biliyor ama sonuçlarını pek dikkate almıyoruz. O yüzden de isyan mantığından bakılarak, mesela Mümtazer Türköne'nin dediği; "çağıralım eşkıyanın başını, Osmanlı'da atalarımız da böyle yapardı" noktasına gider. Meseleyi hiç anlamayan dolayısıyla, çözümü buradan kuramayacak bir yaklaşımdır.

Neden?

-Yani 'hareketin lideri, isyancının başıyla masaya oturalım. Daha sonra o dönüp toplumuna tamam arkadaşlar, biz anlaştık. Bundan sonra böyle davranacaksınız' diyecek. Bu yaklaşım bu siyasal hareketi hiç anlamadığınız anlamına gelmektedir. Zaten sonuç vermez. Hareketin başındaki kişi, zaten hareketi örgütleyen kişi. Bunun olmayacağını da bilir. Velev ki oldu, bunun asla bir toplumsal karşılığı olmayacağı, tam tersi ciddi bir tepki yaratacağı gerçeğini göz ardı ediyorlar. Bu rapor bunu söylüyor, demiyorum. Yalnız terminolojik bir kafa karışıklığı oluşturuluyor.

Başka itirazlarınız da var mı?

-PKK'nin silahsızlandırılması, Kürt siyasal hareketin demokratik siyasete katılması açısından son derece iyi niyetli öneriler yapılabiliyor. Ama mesela benim bile kulağıma yadırgatıcı gelen çözümlemeler yapılıyor. Neredeyse dağa çıkan adamlar, gizli işsizler ordusu ve bunlara birer iş ve ev kazandırılırsa sorun çözülür. Bunları küçümsediğimden söylemiyorum. Onun hukuki çevresinin oluşturulması zaten büyük bir iş ama zihnimizin gerisinde böyle bir şey varsa bu sonuçsuz kalır. Sanki yıllarca bu mücadele içerisinde olmuş insanlar, istikbal peşinde. O yüzden de çözüm sürecinde, insanların bu mücadeleye yükledikleri anlamı ve geleceğe ilişkin özlemlerinin ne olduğu, bunlar ne ölçüde dikkate alınırsa o ölçüde karşılık alınacağı gibi hususlar çok önemli olacak. Hep Kürtler mızıkçılık yapıyor, yetinmiyorlar algısı yerleştiriyorlar. Oysa adımın doğru yerden atılmaması, doğru bir şekilde tanımlanmamasıyla alakalı.

Dünyada Özerklik Deneyimleri

 
Dünyada onlarca ülke, büyüklükleri ve küçüklüklerine göre değişik yönetim biçimleri geliştirerek halk, ulus, ülke birlikteliğini sağlamak için çabalamıştır. Bu çabalarda kaygıların giderilmesi, yönetimin, ülke iradesinin kolaylaştırılması kadar dil, din, coğrafik farklılıklar da belirleyici olmuştur. Birçok ülke bu yollara başvurmuştur. Kendilerini yöneten bölgeler, bölgesel geliri içe harcadıkları için, merkezi devlete ihtiyaç duymadan gelişme kaydediyor. Bu durumun, merkezi devletin yükünü hafiflettiği gibi, birlikte yaşamayı güçlendirdiğini, dayanışma ruhunu geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Ülkelerin koşullarına göre farklılık gösteren yönetim biçimlerinin başlıcaları; il, bölgesel yönetim, özerklik, konfederasyon, federasyon, eyalet sistemleri biçimindedir. Kimi federal bölgeler bile kendi içinde özerklik hakkı tanıyarak hem birlikte yaşamayı kolaylaştırıyor, hem de yönetim yükünü hafifletiyor. Hangi sistem olursa olsun bu sistem kendi kendini yönetme, öz iradesiyle ortak yaşamaya evet demektedir. Dışsal dayatmanın olmadığı ama yasalarca belirlenen, dış yasaların iç yasalarla uyumlulaşması esastır. Temel şart ve koşul budur. Merkezi yasalar, bölgesel yasaları gözetip korurken, bölgesel yasalar merkezi yasaların uyumluluğuna dayanarak öz yönetimde merkezi yasaları çiğnemez. Yani yasalar yine yasalarla sınırlandırılır. Ne merkez bölgeyi ne de bölge merkezi yadsır.


Kendi yasanı kendin koy


Türkiye’de Demokratik Özerklik üzerinde yürütülen tartışmalarda kimi bilinçli saptırmalardan medet uman üniterci, faşist kesimler her halükarda buna karşı çıkmaktadırlar. Soruna bölücülük diyerek en kolay ve kestirmeci yolu seçen teorisyen vandalistler, katı merkeziyetçi devleti savunmakla asıl bölücülüğü yapmaktadırlar. Bağımsızlık dışındaki hiçbir yönetim biçiminin “bölücü”lük olarak değerlendirilemeyeceğinin onlarca, yüzlerce örneği var. Bizim için asıl olan ise Demokratik Özerkliktir.


Özerklik, Yaderklik karşıtı bir kavramdır. Yaderklik dışarıdan gelen yasa ya da buyruğa göre davranma, başkalarınca konulan yasalara bağlılığı ifadelendirir. Özerklik ise, Yaderklik karşıtı olan ve toplumbilim dilinde, kendi yasasını kendi koyan, başkasının buyruğu, uydusu altında olmayan, kendi kendini yönetmeden türetilmiştir.


I. Kant, töre biliminde Us’un egemenliğini dile getirir. Kant kesin söylemini “Kendi yasanı kendin koy” formülüyle dile getirmiştir. Kant’a göre akıllı insan kendi kendisinin ereğidir. Bu savıyla insana açıkça özerk ol diyor. Bunun için de iradenin özgür olması, erkin başına buyruk olması gerekir. Kant’a göre töresellik kişisel özerkliktir. Ona göre bu töresel buyrukları insan kendine rağmen vermelidir, hiçbir etki altında kalmadan vermelidir.


Felsefesi bir anlam atfedilen bu sözler, topluluğun kendi kendini yönetme güç ve yetkisini de belirtir, öyle de yorumlanır. Yunanca Autos (kendi) ve Nomas deyiminde türetilmiş olan “Kendi yasanı kendin koy” mantığı özerkliği ifade etmektedir. Özerklik ülkelerin koşullarına göre dar ya da geniş inisiyatif kazanır.


Dünya örnekleri


Özerk yönetimler bölgesel olduğu kadar yerel yönetimlere dayalı özerkliklerde de yerel parlamentoya sahiptir. Birçok ülkede yerel (belediye) yönetimler geniş özerkliğe sahiptir. Bu, kolluk kuvvetlerini de içine aldığı gibi temelde sağlık, eğitim tamamen yerel yönetimlerin yetki alanındadır. Türkiye’de de yerel yönetimler var, ama bunlar son derece dar alana hapsedilmiş, merkezi devletin insafına terk edilmiştir. Merkezi devlet belediyeyi daraltarak “Devlet Babanın” gücü gölgesinde yaşamaya mahkum etmiştir. Devletçi toplum anlayışının en bariz örneğinin göstergesi Türkiye’dedir. Bu anlayıştan kaynaklıdır ki, Demokratik Özerkliği üniter devletin bölünmesi olarak algılıyorlar. Halbuki o kendilerine örnek aldıkları Avrupa ülkelerinin birçoğunda, Afrika ve Asya ülkelerinin birçoğunda özerklikler söz konusu olmasına rağmen bölünmüyor, parçalanmıyor. Tam tersine bütünlük oluşturuyor.


İtalya


İtalya, 20 yerel yönetim bölgesine ayrılmış, kendi içinde bağımsız ve bu bölgeler içinde beşine özel bir özerklik statüsü tanınarak idare edilir. Bölgelerin yönetim birim ve organları halk tarafından seçilir, yerel yasalarla yönetmelikler çıkarma yetkisine sahip bölge meclisi, meclisin kendi üyeleri arasından oluşturduğu yürütmeyle görevli bölge komitesi ve komitenin başkanıdır. Olağan bölge meclisleri yasaların öngördüğü doğrultuda tarım, ormancılık ve kendi planlaması gibi yerlerde yasa çıkarabilir. Özel bölgelere daha geniş yasama yetkisi tanınmıştır. Ekonomik bakımdan özerk olan bölgelerin mülk edinme, belirli gelir ve vergi toplama yetkisi de vardır. Bürokraside kastlaşmayı önlemek için de bölgelerin idareyle ilgili işleri belediye ve il düzeyinde yürütülür. Bölgelerin çıkardığı yasalar Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabidir; uygun görmediği yasaları geçersiz kılabilir. Hükümet tarafından atanan bölge yöneticisinin başında bulunduğu devlet denetim komisyonu bölgedeki idari işlemleri denetler.


En küçük yerel yönetim birimi olan belediyelerde de belediye meclisi, belediye komitesi ve belediye başkanı bulunur. Kolluk kuvvetleri belediyeye bağlıdır, kendisi kurar bunu. Yerel vergi koyabilme hakkına da sahiptir. Yine sağlık, toplu taşımacılık, kanalizasyon, aydınlanma gibi hizmetlerle de sorumludur. Denetim tamamen belediyelere aittir, valilerin denetimi bulunmamaktadır. Belediyeler ile bölgeler arasında bir ara birim olan illerin örgütlenmesi de benzer yapı gösterir. Bölge yöneticileri bölgelerde, valilerde il ve belediyelerde merkezi yönetimi temsil eder. Yerel yönetim sorumluları da belirli alanlarda merkezi yönetime ilişkin görevleri yerine getirir.


Hollanda


Hollanda hem ekonomik hem de kültürel anlamda gelişkin ve zengin olmasına rağmen, yerel yönetimler oldukça güçlü ve etkilidir. Her belediye doğrudan seçimle belirlenir ve üye sayısı belediyenin nüfusuna göre 7-45 arasında değişebilen meclisle yönetilir. Belediyenin yetki alanlarına giren konularda tam bir özerkliği vardır. Yine Hollanda kendisine bağlı ve özerk olan Hollanda Antilerinde yürütme yetkisi Hollanda hükümdarı adına bu hükümdarın görevlendirdiği vali tarafından icra edilir. Vali kendisine yardımcı olma gayesiyle bir bakanlar kurulu atar. Merkezi hükümet iç işlerinde tam anlamıyla özerktir. H. Angilleri 1954’te içişlerinde tam bağımsız olarak gönüllülüğe dayanarak Hollanda’ya katılır. 1970-80’de Antilerin tam bağımsızlığını savunan bir hareket gelişir (Aruba). Bu hareket sonuçta 1986 yılında on yıllık bir geçiş süreci neticesinde tam bağımsız olmak ve bu süre içinde yalnızca savunma, dış işleri konusunda Hollanda’ya bağımlı kalmak üzere Antilerden ayrılmasına rağmen birlikte yaşadılar.


Finlandiya


Dünyanın bir diğer ucunda yer alan Finlandiya dahi biri özerk olmak üzere 12 ile bölünerek yönetilmektedir. Bu illerin her biri vali tarafından yönetilir. İller kentsel ya da kırsal olabilen bucaklara ayrılır. Dört yıllık süreler için seçilen bucak konseyleri sağlık, eğitim, sosyal hizmetler konularında sorumludurlar. Finlandiya’ya bağlı Alanda adaları, kültürel ve ekonomik ilişkiler nedeniyle İsveç’e katılmak istiyordu. Finlandiya, İsveç’e katılmamaları için Özerklik hakkını tanıdı. Soruna yol açan bu durum İngiltere’nin Milletler Cemiyetine başvurmasıyla Finlandiya sorunun kendi “münhasır yetkisine” girdiği iddiasına rağmen M.C. üç hukukçudan oluşan bir komisyon kurar. Komisyon adaların halkına özerklik konusunda garanti verilmesi konusuyla Finlandiya’nın egemenliğinin tanınmasını cemiyete tavsiye etti. Hükümet 1920’de bir yasayla adalara özerklik tanıyarak, kendi eyalet parlamentosu kurma hakkı tanıdı, Uluslararası Cenevre Konferansı’ndan sonra 1921’de yapılan anlaşmayla Adaların tarafsızlık statüsü bir grup devletin garantisi altına alınır ve bu garanti 1947 Paris anlaşmasıyla da yenilendi. Fin Parlamentosu statüyü 1951’de onayladı.


Danimarka


Danimarka’ya bağlı Faroe adalarında da durum aynı. 1906’da özerk yönetim partisi kurularak mücadele etti. Bu mücadele sonucu 1912’de okul ve kiliselerde kullanılmasına izin verilen Faroe dili 1938’de öğretmenin istemesi koşuluyla eğitimdeki tek dil durumuna geldi. 2. Dünya Savaşında Danimarka’nın Almanlar tarafından işgaliyle, Ada Britanya’nın denetimine girdi. Bu özerklik talebinin güncelleşmesini sağladı. Yapılan oylama sonucu halk bağımsızlıktan yana oy kullandı. Fakat 1946’daki Lagting seçimlerinde bu sonuç tersine dönünce Kopenhag da görüşmeler başlar. Görüşmeler 1948’den sonra Danimarka’ya bağlı kalma şartıyla eşit statü kazandı.


İngiltere


İngiltere ile Arjantin arasında savaşa sahne olmuş ve halende sorun olarak devam eden Falkland Adaları da, özerk İngiliz sömürgesi olmasına rağmen Anayasanın Demokratik ve bağımsız olarak tanıdığı ada, Birleşik krallığın atadığı valiyle yönetilir.


İzlanda


İzlanda 23 ile 20’den fazla bağımsız kent ve kasabaya ayrılmış yerel yönetim birliğidir. Kasabalar ve iller seçimle işbaşına gelmiş meclislerce yönetilir. Yerel yönetimler bölgenin eğitim, sağlık, sosyal işlerle bire bir sorumlu ve yetkisindedir.


Fransa


Türkiye’nin sık sık ulus-devlet olarak dem vurduğu Fransa’da dahi durum çok farklı. Yönetim birimi olarak il, bucak, deniz aşırı topraklar olarak yönetilen Fransa’da dört deniz aşırı ili de kapsamak üzere en önemli yönetim birimi altı yılda bir seçilen Canton temsilcilerinin oluşturduğu genel meclislerdir. Vali merkezi hükümetin temsilcisi ve genel meclisin yürütme görevlisidir. Vali yardımcısı illerin bölündüğü ilçelerin başında bulunur. En küçük idari birim olan bucaklar altı yılda bir seçilen en az dokuz üyeli belediye meclislerince yönetilir. Meclis hükümete karşı da sorumlu olan belediye başkanı seçer. Deniz aşırı topraklar ize özerktir.


Fransız Polinzyası, Fransız Parlamentosuna iki milletvekili ve bir senatör gönderme hakkına sahiptir. Özerkliğin genişletilmesi amacıyla yürütülen mücadele sonucunda 1977’de yeni bir Anayasa yürürlüğe konulur. Fransa’nın dış işleri, savunma, para politikası ve yargı alanlarındaki denetim hakkı korunur, öteki alanlarda yerel yönetimin yetkileri arttırılır. Yasama gücü Fransız hükümetince atanan bir yüksek komiser ile beş yıl için doğrudan yapılan seçimlerle iş başına gelen 41 kişilik Topraklar Meclisi üyelerinin elindedir. Bu meclisin seçtiği yüksek komiserin başkanlık ettiği yönetim konseyi başta ticaret olmak üzere çeşitli alanlarda geniş yönetsel yetkilere sahiptir.


Yeni Kaledonya, Fransız parlamentosuna iki milletvekili bir senatör gönderir. Fransız hükümetince atanan bir yüksek komiserin gözetimi altında çalışan dört özerk bölge konseyi tarafından yönetilir. Konseyin oluşturduğu Topraklar Kongresi yasama organı niteliği taşır, başkanını kendi üyeleri arasında seçer. Topraklar kongresinin 54 üyesi beş yılda bir yapılan seçimlerde belirlenir.


Brezilya


Brezilya 23 eyalet 3 federal birim ile federal başkentten oluşan federal bir Cumhuriyet olarak yönetiliyor. Eyaletler ve bölgeler siyasal ve yönetsel bakımdan kendi içinde özerk belediyelere bölünmüş, bu yolla güçlü bir birliktelik doğurmuştur. Ulusal kongre her eyaletten üçer temsilcinin oluşturduğu federal senato ile eyaletlerin nüfuslarına oranla temsil edildiği temsilciler meclisinden oluşur. Bölge hakkı ise ancak ikişer temsilci seçebilmektedir.


Kanada


Sık sık özerklik tartışmaları olunca hemen İspanya ve Kanada örneği verilir. Oysa tüm ülkeler çeşitlilik gösterir. Kanada siyasal açıdan on eyalete ve Yukon ile Kuzey batı toprakları olarak iki bölgeye ayrılmıştır. Federal yönetime benzer kurumsal yapısı olan eyaletlerin yetki alanına mülkiyet hakları, medeni hukuk, dolaysız vergiler, yerel yönetim, doğal kaynakların kullanımı, eğitim ve sağlık hizmetine girer. Yukon ve Kuzeybatı toprakları sınırlı bir özerklikle federal yönetime bağlıdır. Buna rağmen eyaletlerin yerel yönetim sistemleri önemli farklılıklar gösterir. Bundan kaynaklı eyalet topraklarının ayrıldığı yönetim birimlerine değişik adlar verilir. İl sistemi Ontario ve Quebec eyaletlerinin güney bölgelerinde uygulanır.


Yukon Topraklarında yasama meclisi genel oyla seçilir. Yürütmenin başı vali, Federal hükümetçe atanır. Federal yerli ve kuzey bölgesini geliştirme bakanlığının denetiminde görev yapar. Bölgeye ilişkin yasalarda valinin onayı aranır. Yasama meclisi üyelerinden oluşan konseyi, günlük yönetim işlerinde sorumludur.


Kuzeybatı Toprakların da petrolün bulunmasıyla beraber Kanada hükümeti burada bölgesel bir yönetim kurar. Bu bölge 1920’lere değin kürk tüccarları, misyonerler ve polis örgütü egemen durumdaydı. 1969’da yeniden düzenlenen bölgesel yönetim, genel oyla seçilen yasama meclisi oluşur. Yürütmenin başında federal hükümetçe atanan yerli işleri ve Kuzey bölgesinin kalkındırılması bakanlığına hem de meclise karşı sorumlu olan vali bulunur. Bölgesel yargı organları yüksek mahkeme ile yerel mahkemelerden oluşur. Eyalet hükümetleriyle aynı hakka sahip olan bölgesel hükümet Kanada birliğini oluşturur.

 
Demokratik Özerklik çözümün anahtarı

Sonuç olarak, Kürt iradesini tanımamak için her türlü teoriyi öne sürerek inkarcılığı meşrulaştırmak için çabalayan bu kesimler gerçekliği görmek istemiyorlar. Kürtler kültürel, etnik, coğrafik, dil gibi birçok temel alanda ayrı bir halktır. Demokratik Özerklik temelinde kendi iradesinin tanınmasıyla siyasi birlikteliği sağlayacaktır. Özerklik hangi ülkeyi böldü ki Türkiye’yi bölsün.


Mustafa Kemal dahi bu birlikteliği sağlamak için Özerkliği ortaya atmadı mı? O zaman Mustafa Kemal bölücü müydü? Yoksa Kürtleri aldatmak için yalan mı söyledi? Demokratik Özerkliği bölücülük olarak algılayan egemen zihniyet dönüp önce Mustafa Kemal’e “ülkeyi bölmek istiyordu”, “bölücü” desinler. Ya da “Atatürk’ümüz siz Kürtleri aldattı,” desinler. Bunu diyemeyeceklerine göre Mustafa Kemal’in öngördüğü gib Türkiye’nin demokratikleşmesinin yegâne yolu Kürtlerin haklarının teslim edilmesidir. Bunun da en özgün ifadesi Demokratik Özerkliktir.   

 Ahmet ORAL

 *Muş E Tipi Cezaevi

Kaos Aralığındaki AKP ve 15 Temmuz


Türkiye'deki siyasi kriz derinleşerek devam ediyor.

Krize rağmen AKP hiçbir şey olmamış gibi Meclis Başkanı'nı seçti.


Hükümet listesini Çankaya'ya sundu. Sanki Türkiye'de herşey normalmiş gibi süreç işletilmek isteniyor.


Oysa kriz sadece siyasetle ilgili değil. Yargıdan spora, Kürdistan ve Türkiye'de çatışmaların daha fazla yaygınlaşmasına kadar etki ediyor.


Ankara, daha doğrusu AKP iktidarı krizden çıkma yanlısı değil. Aksine krizi daha da derinleştiren açıklamalar ve üsluplar öne çıkıyor.  


Meclis'teki sayısal çoğunluğuna güvenen ve MHP'yi de kendisine yedekleyen Tayyip Erdoğan her istediği lafı söyleyebilme hakkını kendisinde görüyor. AKP'liler ise CHP içinde bölünme yaratıp, BDP'yi ve diğer blok millevekillerinin "boykot" tutumunu ise basitleştirme amacı güdüyor.


Siyasal krizin sınırları Meclis'i aşıp toplumun diğer alanlarına da taşıyor. Daha da taşacak gibi...


Evet, AKP böyle devam ettirip süreci sulandırmayı hedefliyor.


15 Temmuz'a kadar çözüm bulması, krizi derinleştirmeden bitirmesi beklenen AKP'nin kurmayları arsızlık yaparak hiçbir sorunu çözmeden Meclis'i tatil edip ekime kadar oyalama politikası sürdürecekler. İşte en tehlikeli nokta burası.  


AKP yaşanan siyasal krizi dar olarak ele alıyor. Krizi sadece tutuklu milletvekilleri için yemin etmeyen CHP, boykot eden BDP olayı olarak tanımlamak aslında gündem saptırmaktır.


Çünkü 12 Haziran seçimlerinde belirlenen 15 Haziran tarihi vardı.


Kürt meselesinde önemli bir tarih olarak belirlenmişti. PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Haziran'da avukatları ile yaptığı görüşmelerde parlamentonun çözüm zemini olabileceğini işaret etmişti. Ama yaşanan kriz ve AKP çoğunluğu böylesi bir yaklaşım göstermedi. Kriz durumu Meclis dışına taşmış durumunda.


Çatışmalar ve operasyonlardaki artış ile paralel can kayıplarında da artış var. AKP sessiz. Tayyip Erdoğan bütün bunları görmezlikten geliyor. "15 Temmuz'a kadar Meclis'e gelmezlerse vekillikleri düşer", ama 15 haziran'dan sonra 15 Temmuz tarihini işaret eden Öcalan; çözüm için somut bir gelişme olmalı demişti. Oyalama ve gündem saptırma ile Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürmenin Türkiye'yi felakete götüreceğini görmek istemeyen Tayyip Erdoğan bu kaostan yararlanma peşinde.


Erdoğan bu kaosla istediği gibi süreci götürebileceğini sanıyor. Başkanlık sistemi için seçimlerden istediği sonucu alamayan Erdoğan; bu krizle siyasal hamle yapıp Anayasa'yı ve Meclis'i istediği gibi biçimlendirmenin taktiklerini yapıyor. Ama durum Kürdistan'dan bakılınca hiç de öyle kolay görünmüyor. Krizi perdelemek için futboldaki şike soruşturmalarını yeni gündeme almak, yasama yılı tatilini kullanarak mevcut durumu soğutmak Kürdistan ve Türkiye'yi yangın yerine çevirebilir.


PKK'nin 30 yıllık merkezi yayın organı Serxwebun gazetesindeki seçim sonuçları ve Kürt sorununda olasılıklar bölümünde "Sürecin gidişatını AKP'nin atacağı adımlar ve geliştireceği politikalar belirleyecektir" deniliyor.


Yani AKP çözüm yanlısı olmaz ve sorunun  çözümü için somut adımlar atmazsa önceki dönemleri aşan bir şiddet ve kriz dalgası gelişecektir. Değerlendirmelerde öne çıkan noktalar bunlar.  


AKP'nin kaostan ve boşluktan yararlanma dönemi bitmiş. 2002 ve 2007 seçimleri döneminde böyle AKP artık bu kaos ve boşlukları yaratan devlet gücüdür. Kriz AKP'nin dışında gelişmedi. Bizzat AKP'nin merkezde olduğu krizdir. Bu kriz Ankara'daki cumhuriyet Türkiyesi Meclisi'nin iflasına gidebilir. Çünkü siyasal meşruiyet, hukuk skandalları ile dizayn edilmek istenen politika alanı manasız ve çözümsüz bir alan haline dönüşmektedir.

İkili Hukuk Yolda

DTK Sözcüsü Cemal Coşkun, 30 Temmuz'da yapılacak genel kurula ilişkin bilgi verdi: Delegelerin 'evet' demesi durumunda ikili hukuku gerçekleştireceğiz. Demokratik Özerkliği adım adım öreceğiz'

» YÜZDE 60 HALK DELEGESİ OLACAK

DTK, 30-31 Temmuz'da yapacağı genel kurul hazırlıklarını sürdürüyor. Kongre hakkında bilgi veren DTK Sözcüsü Cemal Coşkun, delege ile kongre kriterlerini açıkladı. Buna göre yüzde 40 kadın kotası olacak. Halka karşı suç işleyenler, yüz kızartıcı suçlara bulaşanlar delege olamaycak. Yüzde 60 halk delegesi olacak.

» İNŞA SÜRECİ ADIM ADIM ÖRÜLÜYOR

Basın mensuplarının "Demokratik Özerkliği ilan edecek misiniz?" şeklindeki sorusunu yanıtlayan Coşkun, kongre adına konuşamayacaklarını, ancak tüm delegelerin "evet" demesi durumunda ikili hukuka geçeceklerini ve öz yönetimleri güçlendireceklerini söyledi. Coşkun, "Bu bir inşa sürecidir, adım adım örülür" diye konuştu.

 

DTK toplanıyor: İkili hukuk yolda

Demokratik Toplum Kongresi (DTK), 30-31 Temmuz tarihleri arasında yapacağı genel kurul hazırlıkları hakkında bilgi vermek için kahvaltılı basın toplantısı düzenledi. Toplantıya DTK Sözcüsü Cemal Coşkun ve Daimi Meclis üyesi ve BDP Amed (Diyarbakır) Milletvekili Altan Tan katıldı. Toplantıda basına bilgi veren, Coşkun, "Vahim bir süreç, önüne geçilmezse felakete götürebilecek bir süreç" diyerek, yaşanan krizin sorumlusunun AKP olduğuna dikkat çekti. Seçim sonuçlarının AKP'yi hayal kırıklığına uğrattığını ifade eden Coşkun, AKP'nin seçim ile başaramadığını YSK ve yargı eliyle yapmaya çalıştığını söyledi. Boykot tavrının devam etmesi ve hukuksuzluklar giderilmediği sürece milletvekillerinin halkla birlikte olması gerektiğini söyleyen Coşkun, ardından genel kurul hazırlıkları hakkında bilgi verdi.


Yüzde 40 kadın kotası olacak


Genel Kurul için tüm komisyonların hazır olduğunu söyleyen Coşkun, delege seçimlerine ilişkin şu kriterleri ortaya koydu: "Genel Kurul Toplantısı'nın sağlıklı geçmesi ve amaca uygun rolünü oynaması için; seçme ve seçilme yeterliliği göz ardı edilmemelidir. Yüzde 40 cinsiyet kotası esas alınmalıdır. Seçilen delegelerin hem Daimi Meclisi seçecek olması, hem de DTK bünyesindeki komisyonlarda yer alacakları dikkate alınmalı, bu durumun önemi konusunda seçmenler bilgilendirilmelidir. 2004'ten sonraki çok eşli evlilikler delege seçimine engeldir. Halka karşı suç işlemiş ve yüz kızartıcı suçlara bulaşmış olanların seçilme hakkı yoktur. Seçilecek halk delegeleri hiçbir kurumda yönetici sıfatı taşımayacaktır. Delege belirlemeye gidilirken farklı kesimlerden (Dernek, sendika, meslek odaları, işveren çevreleri, kanaat önderleri vb.) delege olmaları için teşvik edilmelidir. Bütün toplumsal kesimleri ortak paydalarda buluşturmak için gerekli özen gösterilmelidir. Genel kurula katılacak olan delegelerin süreç ve bundan sonraki yaklaşımlarımızla ilgili hazırlıklı gelmeleri, süreç karşısındaki tutumumuzun belirlenmesinde önemli rol oynayacaktır. 24 Temmuz 201 1 tarihinde yapılacak seçimlerde seçilen delegelerin isimleri ve iletişim bilgileri en geç 26 Temmuz 2011 tarihinde Genel Kurul Hazırlık Komitesi'ne iletilmelidir."


'Yüzde 60 halk delegeleri olacak'


DTK'nin bileşenlerinden olan yüzde 60 halk delegesi, yüzde 40 ise doğal delegeler, kurum delegeleri ve kimi şahsiyetlerden (kanaat önderleri, aydın, sanatçılar, farklı halk ve inanç grupları vb) olmak üzere toplam 850 delege ile genel kurulunu gerçekleştireceğini ifade eden Coşkun, doğal delegeler olan milletvekilleri, belediye başkanları, il genel meclis başkanları, il genel meclisi başkanlığının olmadığı yerlerde il genel meclis üyeleri ile o ilde bulunan en az 5 belediye meclis üyelerince seçecekleri 1 (bir) delege ile temsiliyetini bulacağını ifade etti. 43 ilde gerçekleştirecek seçimlerde toplam 484 halk delegesi seçileceğini belirten Coşkun, seçimlerin, imkanları olan illerde tüm halkın katılmasına olanak tanıyacak biçimdeki mekanlarda kurulan sandıklarda, kapalı oy-açık tasnif yöntemi ile gerçekleştirileceğini söyledi.


Adım adım özerkliğe


Ardından basın mensuplarının "Demokratik Özerkliği ilan edecek misiniz?" şeklindeki sorusunu yanıtlayan Coşkun, kongre adına konuşamayacaklarını, ancak tüm delegelerin 'evet' demesi durumunda ikili hukuka geçeceklerini ve öz yönetimleri güçlendireceklerini söyledi. Coşkun, "Bölge kendi kendine yetebilecek durumdadır. Bu bir inşa sürecidir, adım adım örülür" diye konuştu.


Daimi Meclis üyesi ve BDP Amed Milletvekili Altan Tan, "Ne olursa Meclis'e gidersiniz?" şeklindeki soruya, grup adına konuşamayacağını ancak kişisel görüşünü ifade edeceğini söyledi. Tan, "Somut iki olay var. Birincisi Hatip Dicle'nin durumu, ikincisi tutuklu milletvekillerinin durumudur. İki kriz aşılsa bile Ankara hile, oyun ve dalaverenin yeri olacaksa Meclis'te olmanın da bir anlamı yok. Başbakan'ın, meclis başkanının çözüm için bir deklare de bulunması lazım. Çözüm evrensel demokratik standartlarla mümkün" dedi.
 


Gözler DTK'nin ay sonu toplantısında


Yıllardır çözümsüz bırakılan ve her iktidar tarafından çözümü başka bahara erteleyen Kürt sorununda, seçimlerin ardından yaşanan gelişmeler yeni bir süreci beraberinde getirdi. Amed vekili Hatip Dicle'nin YSK tarafından miletvekilliğinin düşürülmesi, tutuklu miletvekillerinin serbest bırakılmaması, askeri ve siyasi operasyonların devam etmesi ile başlayan yeni süreçte, Kürtler de kendi modelleri olan Demokratik Özerklik kararını hızlandırdı. Demokratik Özerkliğin inşa sürecini hızlandırma kararı Bölge'de büyük heyecan yaratarak kutlandı.

Seçimden Özerklik çıktı


Kürtler Demokratik Özerklik referandumu olarak gördüğü 12 Haziran seçimlerinde 36 milletvekili çıkararak, Demokratik Özerklik kararının arkasında durduğunu gösterdi. Kürt siyaseti seçimler ile dört mesaj verildiğini belirterek, mesajları şöyle sıraladı: "Kendi öz yönetimine dayanan Demokratik Özerklik'teki ısrarını bir kez daha ortaya koymuştur. Demokratik Ulus Bloğu'na 'evet' demiştir. Demokratik bir anayasayı hiç zaman kaybetmeden derhal çalışmalarına başlamalı ve halkın bütün taleplerini göz önünde bulundurmalıdır. Kürt ulusal birliği kabul görmüştür. PKK Lideri Abdullah Öcalan'la derhal yapılan görüşmeler açık müzakereye dönüştürülmelidir." Ancak söz konusu mesajlar, seçim sonuçlarının açıklanmaya başladığı gün kutlama yapan halka yönelik sert müdahalelerle karşılık buldu.


Ya hep ya hiç!


Saldırılar bununla da sınırlı kalmadı. YSK büyük bir oyla seçilen Hatip Dicle'nin vekilliği düşürdü. Ardından tahliye edilmeleri beklenen blok milletvekillerinin tahliye talepleri de reddedilmesiyle Bölge'de tansiyon iyice yükseldi. Halk iradesinin hiçe sayıldığını belirten blok milletvekilleri "Ya hep beraber ya hiçbirimiz" diyerek, Meclis'i boykot kararı alması ile Türkiye siyasetinde yeni bir dönemeç başladı ve yeni kararlar alındı.


'Meclisimizi kuracağız'


Bu kararlardan ilki BDP'nin grup toplantılarını Amed'de yapacağını duyurması ile başladı. Hemen ardından DTK Daimi Meclisi'nin de her hafta Pazartesi günü Amed'de toplanacağını duyurdu. Son olarak Amed mitinginde konuşan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, sürecin adını koyarak, "Kürdistan Meclisi'ni kuracağız" dedi. Yine bu ay sonunda Amed'de Genel Kurula gidecek olan DTK de blok milletvekillerine aynı çağrıyı yapacağı belirtiliyor. Gözler şimdi de 30-31 Temmuz tarihleri arasında yapılacak olan ve önemli kararların alınacağı DTK Genel Kurulu'nda.

Türk Ordusu Savaşa Hazırlanıyor

 
Operasyonların merkezi haline gelen Colemêrg'de yeni kapsamlı operasyonların hazırlığı yapılıyor. Operasyon nedeniyle yurttaşlar da evlerine hapsediliyor. Askeri yetkililer köylülerden yaylalardaki koyunlarını köylerine indirmelerini istediği belirtildi. Yetkililerin köylülere söz konusu yayla ve yüksek yerlerin bombalanacağını ve operasyon yapılacağını söylediği bildirildi.
 
'Yaylaları boşaltın operasyon düzenleyeceğiz'

Colemêrg'in (Hakkari) Gever (Yüksekova) ilçesinde önceki gün 2 uzman çavuşun öldürülmesinin ardından bölgede operasyonlar sürerken, bölgede geniş çaplı bir operasyon hazırlığı yapıldığı bildirildi. Gever'in Verganiman köyü muhtarı ile köyden birkaç kişinin askeri yetkililer tarafından çağrılarak, yaylalarda ve yüksek yerlerdeki koyunlarını köylerine çekmelerini istediği belirtildi. Karakolda askeri yetkililerin muhtar ve köylerden çağrılan yurttaşlara, belirtilen alanlarda PKK'lilerin kaldığı, adı geçen alanların bombalanacağı ve operasyon yapılacağı söylendiği ifade edildi.


Köylüler, başlatılacak operasyon kapsamında, Vargenıman Yaylası, Hırmı köyüne bağlı Navşiyan Yaylası, Spiriz Dağı (Karacadağ), Kendalok Yaylası, Kendelok köyüne bağlı Beregisk Yaylası, Şehidan-Astengereş bölgesinin yapılacak operasyon kapsamında olduğunu ifade etti. Köylerini bırakıp yaylaya çıkan birçok yurttaş, yapılan uyarılar doğrultusunda yaylaları terk ederek, geri dönmeye başladığı bildirildi. Gever'e bağlı Pageh köyü, Derav, Tilorê, Memkava, Hilkav, Yekmalê, Dotka, Şişemzinan, Aşağı ve Yukarı Xorakano alanlarını kapsayan yeni bir operasyon başlatıldığı öğrenildi.  Türkiye-İran sınırında yapılacak olası operasyonun, hava saldırıları, top atışları ve karadan yapılacağı belirtirken, bölgede ise askeri hareketlilik devam ediyor. Operasyonun yapılacağı işaret edilen bölgeye, sabah saatlerinde çok sayıda zırhlı araç ve özel birliklerin sevk edildiği kaydedildi. Öte yandan dün yaşanan saldırının ardından gözaltına alınan ve aralarında belediye çalışanlarının da bulunduğu 7 kişinin ise emniyetteki işlemlerinin devam ettiği öğrenildi.


Gabar ve Kato'da operasyon


Şirnex (Şırnak) ile Sêrt (Siirt) il sınırları içinde yer alan Gabar Dağı ile Bêşebab (Beytüşşebap) ilçesi yakınlarındaki Kato Dağı'na yönelik Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı havadan ve karadan operasyon başlattı. Operasyon kapsamında Akçay Tugay'ından çıkan çok sayıda asker Kilise dağlarına konuşlandırıldı. Operasyona helikopterlerin de katıldığı ve korucuların da gönderildiği öğrenilirken, Kato bölgesine de jandarma komando timleri konuşlandırıldı.


TSK'nin 5 Temmuz'da Dersim'in Pulur'a (Ovacık) bağlı Lelikan ve Sincik tepesi alanlarına yönelik olarak başlatılan operasyonun halen sürdüğü belirtildi.


Yine Bedlîs'in (Bitlis) merkez ile Xîzan (Hizan) ilçesi arasında bulunan Şehcıman Dağı ve Nahiye bölgelerinde önceki gün başlayan askeri hareketlilik devam ediyor.

Asker Ailelerini Neden Kürdistan'dan Çekiyor?


Silahla çözülemeyeceği PKK Lideri Abdullah Öcalan tarafından uzun bir süre önce ortaya konan Kürt sorununun çözümüne ilişkin silahtan vazgeçemeyen Ankara, bu kez de AKP eli ile yeni bir savaş dalgasını harekete geçiriyor. Sorunun siyasal çözümü için her türlü diyaloğa açık olduğunu ifade eden Öcalan'ın, bir süredir, ”devlet” yetkilileri ile İmralı Adası'nda müzakere yürüttüğü biliniyor.

Siyasal geleneğinde, sorunların çözümü konusunda müzakere etme yöntemi olmayan TC'nin bu kez de bir yandan masada otururken öte yandan kapsamlı bir savaş hazırlığı içinde olduğu ortada.

Uzun bir süredir Kürdistan'a askeri personel ve mühimmat yığınağı yapan AKP, sorunun siyasal çözümü konusunda en ufak bir adım dahi atmıyor. Örgütlü Kürt muhalefetini yok sayıp, ”terörist” ilan eden AKP, kendine bağımlı, biat eden bir grup işbirlikçi Kürdü ortaya sürerek, ”sorunun kendi Kürdü açısından çözüldüğünü” ilan ediyor.

Yargıtay üyesi olarak Hatip Dicle kararını bildiği halde üyesi olduğu Yüksek Seçim Kurulu'nda sesini çıkarmayarak Dicle üzerinden Kürt legal siyasetine tuzak kuran yargıçların olduğu hukuk sistemine ”sığınan” AKP, hiç sıkılmadan Kürtlere dönüp bu yargıya güvenilmesi gerektiğini söyleyebiliyor. Bu yolla parlamentonun çözüm olma kabiliyetini de yargı marifetiyle felç ettiği halde.

PKK tarafından ilan edilen tek taraflı eylemsizlik sürecinde bir çoğu pusularla ve sığınaklarda pasif savunma halinde olan PKK gerillasının katledilmesi sonucu, elliye yakın gerilla yaşamını yitirdi. Buna rağmen sorunun siyasal çözümüne bir şans tanımak üzere sürdürülen eylemsizlik, AKP Hükümeti tarafından hiç bir biçimde dikkate alınmadığı gibi boşa çıkarılmak için her türlü provokasyon denendi. Deneniyor.

2011 Nisan aynı MGK bildirisinde yer alan, “Terörizmle mücadelenin bugüne kadar olduğu gibi önümüzdeki dönemde de yalnızca güvenlik boyutuyla değil, terörü besleyen ortamın tasfiyesini de içeren kapsamlı ve çok yönlü bir yaklaşımla sürdürülmeye devam edileceği vurgulanmıştır.” ifadesinin ardından, sokağa taşan polis terörü hatırlanacaktır.

Hafta başında, Yüksekova'da iki uzman çavuşun HPG tarafından öldürülmesi üzerine, askeri birlikte bir toplantı yapılıyor. Emekli Uzman Çavuşlar Derneği Başkanı Esef Merdoğlu’nun anlatımına göre, bu toplantıda askeri personele, ailelerini memleketlerine göndermeleri sözlü olarak bildiriliyor.

Asker bu bilginin dışarı sızmasını istemiyor. Sızsa dahi kanıtlanmasını istemediği için yazılı değil sözlü bildirim yapma gereği duyuyor. Bu gizli bir karar.

Tüm bunlar size neyi hatırlatıyor, yoğun savaş hazırlığı içinde olan bir askeri gücün son hazırlıkları değil mi bunlar?

Yüksekova’da, Hakkari Dağ Komanda Tugayı, Jandarma Özel Harekat Birliği ve Özel Kuvvetler Birliği olmak üzere özel savaş için eğitilmiş üç birlik bulunuyor. Üç birlikte görev yapan uzman erbaş sayısı ise yaklaşık bin beş yüz. Bu rakamlar dahi Yüksekova'ya işgal altında bir ilçe fotoğrafı çiziyor.

Aynı büyüklükteki hangi Batı ilçesinde bu kapasitede bir savaş gücü bulunuyor? Dikkat çekilmesi gereken bir başka konu, onca göç almasına karşın Yüksekova'da Kürt savaşı bir yana bırakıldığında kriminal olay sayısı yok denecek kadar az. Bu işgal havası niye?

Aynı toplantıda, ilçede ev kiralayan personele garnizona çekilmeleri ve artık ilçe içinde değil garnizonda kalmaları talimatı veriliyor. Toplantıda, nişanlı olan personelin de Batı tayinleri yapılana kadar evlenmemeleri isteniyor. Belli ki TSK can kayıplarından değil, onun ardından yapılan cenaze törenlerindeki dul eşlerden rahatsız.

Son olarak, başçavuş eşi Van'da öldürülen Emine Durukan'ın eşinin cenaze töreninde, “Seni bu vatana helal etmiyorum” sözleri savaşa karşı cılız da olsa Batı'da yükselen tepkinin bir tezahürü idi. Ancak ne AKP'nin ne de TSK'nın buna dahi tahammülü yok.

Buna göre ya TSK yeni ve kapsamlı bir savaşa hazırlanıyor ya da TSK ailelerinden başlayarak Kürdistan'ı terk mi ediyor?

Mehdi Atay

On iki Yıllık Bolivarcı Devrim Üzerine Bir Değerlendirme

Chavez’in 2 Şubat 1999’da Venezüella başbakanı olarak yemin etmesinin ardından, 12 yıl sonra uluslararası ana akım medyaya bakan biri kolaylıkla Venezüella’nın bir sosyalist devlet diktatörlüğü olma yolunda, dönüşü olmayan bir noktaya geldiği izlenimine kapılabilir. Zayıf ekonomi, başbakanlık hegemonyası, suç ve yozlaşma, şirketlerin keyfi kamulaştırılması ve özel medya ile muhalefet liderlerine yapılan baskı hakkında çok şey yazılıp çizildi. Eğer tüm bunlar doğruysa o zaman Başbakan Chavez neden seçimlerde Venezüella içinde böylesi büyük bir destek buluyor? Doğrudur, yakın dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarındaki başarı Chavez için görece sınırlı olmuştur, ancak o ve destekçileri ülke nüfusunun yaklaşık yarısının desteğini almaya devam etmektedir.[1] Daha da önemlisi düzenli yapılan kamuoyu yoklamalarına göre Venezüellalılar bölgedeki diğer ülkelerin çoğunun siyaset ve ekonomilerine nazaran kendi ülkelerinin siyasal sisteminin daha demokratik olduğunu ve ekonomilerinin daha iyi durumda olduğunu düşünmektedir. Kamuoyu yoklamaları ve seçim sonuçlarının sahte olabileceği yönündeki teorik varsayımı bir kenara bırakırsak, Chavez ve hükümeti Venezüella böylesi bir suç, baskı ve kötü ekonomi kâbusundayken nasıl olup da böylesi büyük bir destek almaya devam etmektedir?

Venezüella’nın başarısız bir sol deneyim olmaktan son derece uzak olduğunu iddia ediyorum. Dahası tam tersi bir durumun geçerli olduğuna dair elimizde oldukça sağlam kanıtlar var. Venezüella 12 senelik Chavez hükümeti sırasında daha eşitlikçi, kapsayıcı ve katılımcı bir toplum yaratma yolunda önemli gelişmeler göstermiştir. Bu gelişmeler hükümetin devam eden popülaritesini de açıklamaktadır. Aynı zamanda, Chavez’in başkanlığı boyunca varlığını sürdürmüş ya da yeni yeni ortaya çıkmış bazı eksiklikler olduğunu da kabul etmek gerekir. Tüm bunlar Chavez hükümetinin 2006’da yeniden seçilerek (aynı yılın Aralık ayında tüm oyların %62,8’ini kazanarak) popülaritesinin tavan yapmasını ve zamanla azalmasını da açıklamaya yardımcı olacaktır.


12 yıllık hükümet deneyiminin ardından görece yüksek oranlı bu desteği açıklamak için Chavez hükümetinin yönetim şekli, ekonomik, toplumsal ve uluslararası ilişkiler alanında yaptığı en önemli bazı ilerlemeleri sunacağım. Daha sonra en önemli eksikliklerin neler olduğuna ve bu eksikliklerin sürmesinde hangi etkenlerin ya da engellerin belirleyici olduğuna bakacağım. Bu hiçbir şekilde geniş bir liste olmayacak, daha çok benim önemli gördüğüm gelişmeler, eksiklikler ve engellerden oluşan bir özetten ibaret olacaktır.



GELİŞMELER


Siyaset Alanı


Venezüella’da son 12 yılda meydana gelen siyasal değişikliklerin çoğu, daha önce siyaset dışı kalmış toplumsal kesimlerin siyasete katılım oranında büyük artışa sebep olmuştur. Bu durum geniş çeşitliliğe sahip bir alanda meydana gelmiştir. Örneğin oy vermek için kayıtlı seçmen nüfusu 1998’de yüzde 79’dan 2010’da yüzde 92’ye yükselmiştir. Aynı şekilde başkanlık seçimlerine katılan seçmen sayısı 1998’de yüzde 65,5 iken 2006’da yüzde 74,6’ya yükselmiştir. Yüksek katılım oranı ile kayıtlı seçmen sayısındaki artış bir araya geldiğinde seçmen nüfusun katılım oranı 1998 ve 2006 yılları arasında yüzde 51’den yüzde 69’a yükselmiş demektedir.[2] Venezüellaların büyük bölümü yoksul kesimden geldiği ve daha önce oy kullanmama eğiliminde olduğu için yeni seçmenlerin çoğu yoksul bir arkaplana sahiptir. Bu rakamları yakın dönemin en yüksek katılımıyla 2008’de seçmen kitlesinin sadece yüzde 57,4’ünün oy verdiği Birleşik Devletler ile kıyaslayın.[3]


Venezüella’nın demokratik sicilini olumlu yönde destekleyen bir diğer olgu, Chavez döneminde geçen yeni 1999 anayasası sonucunda elektronik ve kâğıt, çift yönlü oy pusulalarıyla Venezüella’nın dünyanın en güvenli seçim sistemlerinden birini inşa etmiş olmasıdır. Seçim sistemi dünyanın her yerinden gelen gözlemciler tarafından takdir edilmiştir.


Daha önce nüfusun dışlanmış kesimlerinin yönetime dâhil edilmesi bakımından ele alındığında bölgedeki nüfusa 1999 anayasası ile kendi dillerine, kültürlerine ve topraklarına sahip olma gibi yeni haklar tanınmıştır. Aynı zamanda bu kesimler bugün Ulusal Meclis’te güvence altına alınmış üç temsilciye sahiptir.


1999 anayasasında kadın haklarına da geniş yer ayrılmış ve ev işlerinin emeklilik gelirini hesaplamada gelir getirici iş kapsamına alınması kararlaştırılmıştır (ne var ki bugüne kadar yürürlüğe konmamıştır). Dahası borçlanma, toprak reformu ve kamu eğitimi ile yoksulluğu azaltma gibi toplumsal programlara erişimde kadınlar ve yerli halklara pozitif ayrımcılık olanakları sunulmaktadır.


Sadece daha fazla Venezüellalının siyasal sürece katılımının yanında, aynı zamanda katılım için daha öncekinden daha fazla olanağa sahipler. Katılım için var olan bu olanaklar, seçilmiş bir temsilciyi görevden almak, kanunları onaylamak ve iptal etmek için vatandaşların referandum başlatma hakkı gibi pek çok biçimde kendini göstermektedir.


Belki de katılımın en yeni ve önemli biçimi toplumun yurttaşlar konseyi aracılığıyla kendi kendine örgütlenmesidir. Bunun neticesinde 2006’dan bu yana 30 binden fazla komünal konsey ve komün adıyla bilinen toplum konseylerinden oluşan çok sayıda küme meydana gelmiştir. Komünal konseyler 150-400 ailenin bir araya gelmesi ve çok çeşitli toplumsal gelişim projelerinden biri üzerinde çalışmaya karar vermesiyle oluşturuluyor. Bu projelere hükümet önemli miktarda fon sağlıyor.


Sivil toplum katılımcılığının bir diğer biçimi üyelerin yönetimin birbirinden bağımsız üç birimine (yargı, adli takip ve seçim) aday gösterilmesinde gerçekleşiyor.


Medyaya gelince, bugün Venezüella halkı ülke çapında yüzlerce yeni ve bağımsız halk radyosu ile televizyon istasyonunun yaratılmasına iştirak ediyor. Önceki hükümetler halk medyasına aman vermezken bugün devlet kurumları onlara sadece finansal destek vermekle kalmayıp eğitim ve ekipman konusunda da yoğun destek veriyor.


Latin Amerika’daki demokrasileri karşılaştırmak için Latinobarometro’nun her sene yaptığı kamuoyu araştırmalarına göre daha fazla kapsama ve katılım Venezüella’nın demokratik siyasal sisteminin daha fazla onay görmesiyle sonuçlanmış. Bunun anlamı Venezüellalıların Latin Amerika’daki diğer ülke vatandaşlarından daha fazla demokrasiye güvenmesi. Venezüellalıların yüzde 84’ü, “demokrasi diğer yönetim biçimlerine göre daha üstün bir yönetim biçimi,” derken bu oran Latin Amerika’nın tamamında ortalama yüzde 61.[4] Venezüellalıların yüzde 49’u kendi demokrasilerinden memnun olduğunu söylemekte. Bu sayı bölge ortalaması olan yüzde 44’ten 5 puan fazla ve 1998’deki orandan 14 puan fazladır.[5] Aynı şekilde Venezüellalılar diğer Latin Amerika ülke halklarına nazaran siyasete daha fazla ilgi göstermekte (bölge ortalaması yüzde 26 iken Venezüella’da yüzde 35).[6] Son olarak ana akım medyayı okuyan birinin tersine Venezüellalıların sadece yüzde 25’i başkanlarının kitle iletişim araçlarını kontrol ettiğini söylemekte. Bu rakam bölge ortalaması olan % 29’dan 4 puan daha düşük.[7]


Ekonomik Alan


Chavez hükümeti geçtiğimiz 12 senede Venezüella’nın siyasal sistemini demokratikleştirirken bir yandan da hem makroekonomik hem de mikroekonomik düzeyde de değişiklikler yaptı.


Makro-ekonomik düzeyde sonuç, ekonomi üzerinde artan devlet kontrolü ve Venezüella’daki neoliberalizmin yok edilmesi oldu. Chavez hükümeti önceki yarı-bağımsız ulusal petrol endüstrisi üzerinde yeniden devlet kontrolünü elde etti. Hükümet işçilere daha fazla hak ve ücret vererek petrol endüstrisinin özel alt-yüklenicilerini (taşeron şirketleri) kamulaştırdı ve onları devletin idaresindeki petrol şirketine bağladı. Hükümet aynı zamanda çok uluslu petrol şirketlerinin faaliyetlerini de kısmi olarak kamulaştırdı ve herhangi bir petrol üretim alanının en fazla yüzde 40’ını denetlemelerini garanti altına aldı. Bunun ardından, çok uluslu petrol şirketlerinin petrol üretimi için karlı imtiyazlar elde ettiği ‘hizmet sözleşmelerini’ iptal etti. Belki de en önemlisi, hükümetin üretilen petrol üzerindeki hakkını yüzde 1 gibi az bir rakamdan en az yüzde 33’e çıkarması oldu.


Petrol üretimi dışındaki alanlarda kilit endüstriler (daha önce özel olan) kamulaştırıldı: çelik üretimi (Sidor), telekomünikasyon (Cantv), elektrik dağıtımı (üretim zaten devletin elindeydi), çimento üretimi (Cemex), bankacılık (Banco de Venezuela) ve besin dağıtımı (Éxito).


Mikro-ekonomik düzeydeki demokratikleşme çabaları, işyeri şartlarını iyileştirme yönünde oldu. Hükümet düşük faiz oranları ve parasız eğitimlerle 100 binden fazla kooperatifin yaratılmasını destekledi. Bu Chavez öncesi döneme nazaran 100 katı bir yükselişe karşılık gelmektedir. Fabrikaların kapatıldığı yerlerde hükümet daha önce bu fabrikalarda çalışmış işçilerin bu yerleri devralmasına olanak sağladı. Bu yolla işçilerin yönetiminde onlarca fabrika yaratıldı.


İşyerlerinin demokratikleştirilmesi belki de en büyük etkisini tarım alanında gösterdi. Sadece toprak sahibi olarak değil, aynı zamanda eğitim, kredi, teknoloji ve pazara erişim olanaklarıyla toprak reformundan bir milyondan fazla Venezüellalı faydalandı.


Chavez hükümetinin uyguladığı ekonomik politikaların sonucu, yoksulluk oranının yüzde 50 azalması oldu. Rakam 1998 başında hane bazında yüzde 49 iken 2009 sonunda yüzde 24’e geriledi.[8] Aynı şekilde aşırı yoksulluk oranı da üçte bir azaldı. Rakam 1998’de hane bazında yüzde 21 iken 2009 sonunda yüzde 6 olmuştu.[9] Yoksulluktaki bu gerileme büyük ölçüde yoksullar yararına yapılan toplumsal politikalara atfedilirken, bir kısmı da işsizlik oranlarındaki çarpıcı düşüşe bağlanabilir. 1999 başında yüzde 14,5 olan işsizlik oranı yarı yarıya düşmüş ve 2010 sonunda yaklaşık yüzde 7 olmuştur. Neoliberal politikaları tatbik eden kimi ülkelerde de yoksulluk oranlarında benzer düşüşler görülmüştür, ancak bu genelde daha büyük bir eşitsizlik pahasına gerçekleşmiştir. Venezüella’da ise eşitsizlik ‘Gini katsayısına’ göre 1998’de 0,49 iken 2010’da 0,39’a düşmüştür.[10] Bu rakam Latin Amerika’daki en düşük orandır.


Tüm bunlar benzer ekonomilere sahip Latin Amerikalılara göre daha fazla sayıda Venezüellalının ekonomiden memnun olduğunu –iki senelik durgunluğa rağmen- (2009 ve 2010) göstermektedir. Yani ekonomiden memnun olduklarını söyleyen Latin Amerikalıların oranı ortalama yüzde 30’ken aynı oran Venezüellalılarda yüzde 38’dir.[11]


Toplumsal Alan


Geniş ölçekli katılım, hükümetin yoksulların ihtiyaçlarıyla daha yakından ilgilenmesi ve ülke refahının daha eşit paylaştırılması halkın yaşamında da çok çeşitli gelişmelere yol açmıştır. Toplumsal politikalar alanında bu gelişmeler, “misyonlar” adı verilen bir dizi yeni toplumsal proje aracılığıyla elde edilmiştir. Örneğin eğitim alanında hükümet üniversiteye gitme oranını üç kat artırmış, bu oran 1999’da bin kişide 28’e karşılık gelirken 2007’de bin kişide 78’e yükselmiş (1999’da 657 bin üniversite öğrencisinden 2007’de 2,1 milyon üniversite öğrencisine);[12] ilkokula devam oranı 1999’da yüzde 40,6 iken 2008’de yüzde 60,6’ya yüzde 50’lik bir yükseliş göstermiş;[13] ve gayrisafi milli hâsılada eğitime ayrılan pay 1999’da yüzde 4,87 iken 2008’de yüzde 6,34’e yükselerek yüzde 30 artmıştır.[14]


Sağlık alanındaki gelişmeler arasında şunlar sıralanabilir: Barrio Adentro Misyonu ile genel sağlık sigortası (çoğu mahallede halk doktorları); bebek ölümleri oranı 1999’da her bin doğumda 19 iken 2008’de her bin bebekte 13,9’a inmiştir; Venezüella’daki ortalama yaşam süresi 1,5 yıl artmış, 2000’de 72,4 sene iken 2009’da 73,9 olmuştur.[15]


Emeklilik ve sosyal güvenceye gelince, sigortalılık oranında ve emekliler için sosyal güvence getirisi seviyesinde istikrarlı bir artış olmuştur. Bunların sonucunda sosyal güvenceye ayrılan kaynaklar ikiye katlanmış, 1999’da gayrisafi milli hâsıladan ayrılan pay yüzde 2,28 iken 2008’de yüzde 4,75 olmuştur.[16] Sigortalı nüfus açısından bakıldığında oran 60 yaşından büyükler için 2000’de yüzde 20,3’den 2009’da yüzde 43,3’e yükselmiştir.[17]


Bu politikalar sonucunda Venezüellalılar genel refah açısından dikkat çekici bir seviyeye sahiptir. Latinobarometro’ya göre Venezüellalıların yüzde 84’ü hayatlarından memnun olduğunu söylemektedir. Oran Latin Amerika ülkeleri arasında ikinci ve Latin Amerika ortalaması olan yüzde 71’in oldukça üzerindedir.[18] Aynı şekilde Birleşmiş Milletler (BM) Gelişim Programı’nın çok çeşitli toplumsal göstergeleri ölçmekte kullandığı İnsani Gelişim Endeksi (HDI), Venezüella’da 1998’de 0,78’den 2008’de 0,84’e artış göstermiştir (dünyada HDI tüm bu zaman boyunca hemen hemen hiç değişmemiştir).[19]


Uluslararası İlişkiler Alanı


Uluslararası ilişkiler açısından değerlendirildiğinde Chavez hükümetinin öne çıkan iki temel hedefi vardır. İlki bugünden farklı olarak, küresel politikaları belirleyen süper-güçlerin olmadığı ‘çok-kutuplu’ bir dünya yaratma isteğidir. Böyle bir çok-kutuplu dünya, ulusal ve bölgesel çıkarların daha iyi dengelenmesini sağlayacak ve uluslararası arenada daha doğru bir denge oturtacaktır. İkinci olarak Chavez hükümeti bölgede Latin Amerika ve Karayip entegrasyonu üzerine odaklanmıştır. Bölgesel entegrasyon sadece çok-kutuplu bir dünya yaratılması yönündeki çabaları desteklemekle kalmaz, aynı zamanda bölgedeki Üçüncü Dünya ülkelerinin birbirleriyle ya da Kuzey’deki ülkelere karşı tek tek rekabet etmeleri yerine güçlerini birleştirip entegre olurlarsa ekonomik ve siyasal gelişim için daha fazla şansa sahip olacaklarının tanınması üzerine şekillenmiştir. Chavez bu dış politika hedeflerini sıkı sıkıya anti-emperyalist bir çerçeve içine konumlandırmıştır. Bu çerçeve Afganistan ve Irak savaşları, ABD’nin Batı Şeria ve Gazze’de İsrail’e destek vermesi ya da Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla neoliberalizmi yerleştirme çabaları gibi her dönemeçte ABD hegemonyasına meydan okumaya çalışmaktadır.


Bölgesel entegrasyon ve çok-kutuplu dünya yaratılması yönündeki hareketler pek çok cephede gelişme göstermiştir. Bunun bir örneği Güney Amerika’daki bütün ulusları yeni bir siyasal ve ekonomik proje altında bir araya getiren Güney Amerika Ulusları Birliği’nin (UNASUR) yaratılmasıdır. Birliğin, diğer pek çok şey arasında bir Güney Amerika para birimi yaratma hedefi vardır. Birlik, bütün Güney Amerika uluslarını birleştiren bir projeyken, Venezüella da onun en önemli kurucularından biri olmuştur.


Küba ile birlikte Venezüella farklı bir entegrasyon projesi daha uygulamaya koymuştur. Latin Amerika için Bolivarcı İttifak (ALBA) adını alan projeye dâhil ülkeler Venezüella, Küba, Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Dominika, St. Vincent ve Grenadin, Antigua ve Barbuda’dır. Bu bölgesel ittifak serbest piyasa yerine dayanışma ve adil değiş-tokuşa dayalı yeni ticaret ilişkileri yaratmaktadır.


Benzer ama petrol sektörü ile sınırlı bir proje PetroCaribe’nin yaratılması olmuştur. PetroCaribre aracılığıyla Venezüella, Karayip ülkelerinin dünyadaki petrol fiyatlarının iniş çıkışlarından daha az zarar görmeleri ve çokuluslu petrol şirketlerine daha az bağımlı olmaları için bu ülkelere cömert finans oranlarıyla petrol ve teknik destek sağlamaktadır.


Chavez hükümeti aynı zamanda dayanışmaya dayalı insan-insana diplomasiyi ısrarla vurgulamış ve bunu Kübalı doktorların yardımıyla Amerikaların bütün ülkelerindeki (ABD dâhil) yoksullara ücretsiz göz operasyonları sağlayan bir program olan Mucize Misyonu aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Bu insan-insana diplomasiyi destekleyen projelerden bir diğeri U.S. Heating Oil Program’dır (ABD Isınma Yakıtı Programı). Bu proje ABD’deki yoksul gruplara, özellikle ülkenin her yerindeki Amerikalı Yerli topluluklara, Venezüella’nın ABD merkezli petrol şirketi Citgo aracılığıyla çok düşük fiyata ısınma yakıtı sağlamaya yöneliktir.


Başkan Chavez’in kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve Venezüella’da ‘21.yüzyılın sosyalizmini’ yaratmaya yönelik belirgin hedefine rağmen, Venezüella ağırlıklı olarak kapitalist bir ülke olmaya devam etse de, ülke kapitalizmin olumsuz etkilerini tersine çevirme ve giderme konularında dikkat çekici gelişmeler göstermiş, bunu gerçekleştirmek için geniş siyasal kapsama ve katılım, daha fazla toplumsal eşitlik ve ekonomik demokrasi ve ABD hegemonyasına karşı Güney-Güney işbirliği ve entegrasyonuna vurgu yapan bir dış politikayı benimsemiştir.


EKSİKLİKLER


Son 12 senede görülen reddedilemeyecek gelişmelere karşın Chavez hükümeti Venezüellalıların karşı karşıya olduğu bütün sorunlara eğilememiştir. Yeniden siyasal, ekonomik, toplumsal ve uluslararası alanlara baktığımızda en önemli eksiklikler şu şekilde sıralanabilir:


Siyasal


Çeşitli reform çabaları ve Başsavcılık Makamı, Sayıştay Makamı ve İnsan Hakları Denetçilik Makamı’nı içine alan hükümetten bağımsız bir kovuşturma kurulu oluşturulmasına rağmen Venezüella’da yargı sistemi politikleşmiş bir kurum olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu politikleşmiş yargı sistemi, muhalefet sözcüleri hakkında bazı şüpheli kovuşturmalar açılmasına sebep olmuştur. Venezüella’nın insan haklarını ihlal ettiği yönündeki suçlamalara yol açan da, yürütmeden bağımsız, ama yürütmenin Chavez yanlısı bakış açısının etkisi altındaki bu politikleşmiş yargı sistemidir. Muhalefet 2005’teki Ulusal Meclis seçimlerini boykot etmemiş olsa tamamıyla Chavez yanlısı Yüksek Mahkeme atamalarının önüne geçilebilirdi ve yargı içindeki Chavez yanlısı eğilimden bahsetmek mümkün olmazdı.


Siyasal alandaki bir diğer önemli eksiklik, kamu idaresinin aşırı bürokratikleşme eğiliminde olması ve son birkaç yılda daha da bürokratikleşerek işlevselliğini kaybetmesidir. Bu eksiklik alt düzeyde yolsuzluklara alan açmakta, resmi görevliler bürokratik sorunları çözmek için rüşvet talep etmektedir. Dahası bürokrasi, hükümetin katılımcı bir demokrasi yaratma çabalarını da zora sokmaktadır (demokrasi çabalarını daha da fazla).


Ekonomik


Bu alanda en önemli eksiklik oldukça yakın bir tarihte baş göstermiştir. Hükümet bölgedeki ülkelerin çoğunun aksine iki yıllık durgunluğun önüne geçecek bir denetim uygulayamamıştır. Bazı analistlere göre petrol fiyatlarındaki aşırı artış (2004-2008) süresince hükümet daha fazla gelir elde etse ve dünya krizi baş gösterdiğinde daha fazla açığa dayalı harcama yapsa Venezüella’da 2009’dan 2010’a kadar devam eden durgunluk döneminin önüne geçilebilirdi. [20] Hükümetin dalgalanma ile aynı yönlü ekonomik politikası sonucu Venezüella 2010 yılında durgunluk yaşayan az sayıda Latin Amerika ülkesinden biri oldu.


Ekonomide daha uzun süredir var olan eksiklik, hükümetin ekonomiyi farklılaştırma yönündeki pek çok çabasına karşın Venezüella’nın petrol ihracatına olan aşırı bağımlılığının devam etmesidir. Şu an için Venezüella’nın ihracat getirilerinin yüzde 90’ını petrol karşılamaktadır ve petrol sektörünün gayrı safi milli hasıladaki oranı Chavez’in başkanlık yaptığı dönemde de değişmemiştir. Hükümet petrol gelirlerini petrol dışı endüstri alanlarında üretim yapan yerli firmalara aktarsa da bu bağımlılığın ortadan kaldırılamamasının en önemli nedeni devasa petrol gelirlerinin yerel üretimin gelişimini engellemesi olmalıdır, çünkü genelde ithalat ürünleri daha ucuzdur (özellikle Venezüella’daki sabit döviz kuruyla).


Ekonomik alanda belki de en akıldışı eksiklik Venezüella’nın benzine verdiği devlet desteğidir. Venezüella dünyada benzine böylesine büyük bir destek veren tek ülkedir. Bu da ülkedeki benzinin hemen hemen bedava olmasına sebep olmakta ve başkent Caracas’taki atık, çevre kirliliği ve trafik sıkışıklığını artırmaktadır. Benzine verilen desteğin Venezüella devletine olan bedelini hesaplamak zordur, ama bazıları bunun senede 6-10 milyar dolar olduğunu tahmin etmekte. Venezüella’nın 2010 yılı bütçesinin 50 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde bu azımsanmayacak bir miktardır.


Son olarak, enflasyonu düşük tutmak için hükümet para birimine bağlı döviz kurunu sabitlemiş, bu sayede ithalat ürünlerini suni olarak ucuzlatmış ve enflasyonu olduğundan düşük tutmuştur. Ne var ki döviz kuru enflasyonla aynı seviyede olmadığı için (2010 için yüzde 27 ile dünyanın en yükseklerinden biri) para birimi aşırı değerlenmiştir. Bu durumda ithalat fiyatları yapay olarak ucuzlamış, petrol dışındaki ihracat ürünlerinin fiyatı artmış ve bu ürünlerin uluslararası pazarda satılması neredeyse imkânsız hale gelmiştir.


Toplumsal


Venezüellalıların çoğuna göre geçtiğimiz birkaç yılda suç oranında büyük artış görülmüş, suç Venezüellalılar için en önemli sorun haline gelmiştir. Örneğin Latinobarometro’nun verilerine göre Venezüellalıların yüzde 64’ü ülkenin en ciddi sorununun suç olduğunu söylemektedir. Suçu ülkelerinin en önemli sorunu olarak gören insanların nüfusa oranı bölgedeki en yüksek oran ve Latin Amerika yüzde 27 ortalamasından iki kat fazladır. [21] Tuhaftır ki Venezüella’da suç algısı son derece yüksek olsa da suç sayısı Latin Amerika ortalamasından düşüktür. Son 12 ayda kendisi ya da bir akrabası suç mağduru olan Venezüellalıların oranı sadece yüzde 26’dır. Bu rakam Latin Amerika ortalamasından 5 puan düşüktür. Vaka ile algı arasındaki en büyük uçurum Venezüella’da görülmektedir.[22]


Venezüella’nın toplumsal alanda belki de en önemli ikinci eksikliği süregiden konut açığıdır. Venezüella’da konut eksikliği son 12 senede 1 milyondan 2 milyona çıkarak iki katı artış göstermiştir. Chavez hükümeti bu açığı kapatmak için çimento endüstrisini kamulaştırıp ucuza PVC plastikten konut malzemeleri üretimiyle önemli bir kaynak aktarmış olsa da devlet konut sektörü kronik zaafları nedeniyle bu sorunu gidermekte yetersiz kalmıştır.


Uluslararası


Çok-kutuplu bir dünya yaratma ve ABD hegemonyasına karşı Güney-Güney işbirliğini destekleme çabasındaki Chavez hükümeti, dünya üzerindeki çok sayıda otoriter hükümetle aşırı yakın ilişkiler içine girmiştir. Venezüella’nın ulusal çıkarlarına hizmet ettiğinde bu yaklaşım kendi içinde akla uygundur. Ne var ki Chavez bu ülkelerle aşırı yakın ilişkiler kurma sürecinde pek çokları yanında İran, Belarus, Çin, Zimbabwe ve Suriye’nin otoriter yöneticilerini de meşru kabul etmiş ve onlara kişisel bir destek de vermiştir. Böylesi güçlü kişisel bağlar Chavez’in sadece insan hakları arenasındaki karnesini etkilemekle kalmaz, aynı zamanda bu ülkelerde ezilen halkların mücadelelerini de zorlaştırır.


Chavez hükümetinin başarıları, hem nitelik hem nicelik olarak eksikliklerinden daha dikkat çekici olsa da bugün Venezüella’da olanları tam olarak anlamak istiyorsak eksikliklerin farkında olmak son derece önemlidir. Bu eksikliklerin süregitme nedenlerinin analizi bu kavrayışı daha da derinleştirecektir.


Engeller/Sorunların devam etmesinin nedenleri


Bolivarcı hareket içinde iç eleştiriyi ve hükümet için yön değişimini çok zorlaştıran belli başlı dört engel görülmektedir. İlk engel paradoksal olarak, Bolivarcı Devrimin bu kadar başarılı olmasının da temel sebebi olan Başkan Chavez’in kendisidir. Yani Bolivarcı Devrim büyük ölçüde Chavez’in parçalanmış durumdaki solu birleştirme ve çoğunluğu yoksullardan oluşan demoralize ve haklardan yoksun bir nüfusu harekete geçirme yeteneği sayesinde gerçekleşmiştir.


Ne var ki Chavez’in müthiş liderlik kapasitesi aynı zamanda devrimin sürekli ilerlemesi için harekette ona müthiş bir bağımlılık da yaratmıştır. Sonrasında bu bağımlılık harekete destek verenler için devrimi eleştirmeyi zorlaştırmıştır, çünkü bütün eleştiriler devrimin dayandığı o tek birey üzerine olumsuz yönde yansımaktadır. Bu yüzden iç tartışmalar daha ilerlemeden kesilme eğilimindedir. Kısacası Bolivarcı Devrim, tek bir karizmatik lidere olan güçlü bağımlılığı nedeniyle oldukça kırılgandır. Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi’nin (PSUV) kurulmasıyla bu zaafın yenilmesi beklenirken kurumsallaşmadaki yetersizlik ve partinin her hareketinde Chavez’e bağımlı olması nedeniyle şimdiye kadar bu gerçekleştirilememiştir.


İkincisi, son 12 senede Venezüella’da meydana gelen son derece keskin değişikliklere karşın, ülkenin himayeci (bazı Venezüellalılar ‘kabileci’ de diyor) siyasal kültüründe büyük bir değişiklik olmamasıdır. Böyle bir siyasal kültür içinde bir bireye olan bağlılık (Başbakan ya da alt-grup, ‘kabile’ ya da ‘klan’ gibi) siyasal ideal ve ilkelere olan bağlılıktan çok daha önemlidir. Birbirine bağlılık adına bir el diğerini aklarken böylesi bir himayeci siyasal kültür suiistimale açık bir zemin yaratmaktadır. Bu şartlar altında eleştiri sadece birliği tehdit etmekle kalmaz, aynı zamanda ihanet işareti olarak kabul edilir ve bunun sonu ilerleyememeye, hatta belli kişilerin görevlerini kaybetmesine gidebilir.


Üçüncüsü, birlik ve bağlılık taleplerinin Chavez’in oldukça hiyerarşik ve yukarıdan aşağıya işleyen askeri yönetim tarzıyla bir arada olmasıdır. Chavez’in Venezüella’da katılımcı bir toplum yaratma niyeti tekrar tekrar vurgulanırken, kendisine yakın çevrelerde ve bir bütün olarak kamu yönetiminde yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yönetim kültürü yerleşmiştir. Bu durum öyle ya da böyle katılımcı bir demokrasi yaratma çabalarıyla çelişir. Görünen o ki Chavez’in kendisi ve çevresindekiler bu yönetim tarzının hükümetin daha demokratik bir toplum yaratma hedefiyle bağdaşmadığını fark etmemektedir. Sonuç olarak komünal konseyler ve işçilerin yönetimindeki işyerleriyle güçlendirilen halk içindeki Chavez destekçileri kendilerini, talimatları Chavez’den alan bakanların verdiği talimatları uygulamaya koymaya çalışan devlet yetkilileri ile sert çatışmalar içinde bulmaktadır.


Dördüncüsü, PSUV parti programı dikkatlice ve detaylı hazırlanmış olsa da Bolivarcı Devrimin buradan sonra nereye yol almayı hedeflediğine dair hâlâ belirsizlik olmasıdır. Toplumu demokratikleştirmek için hükümet ne kadar ileri gidecektir? Etki petrol şirketi de dâhil kamu malı olan bütün girişimlere yayılacak mıdır? Peki ya özel girişimler? Kapitalist pazar konusunda hedef nedir? Merkezi devlet planlaması ya da demokratik planlama yoluyla pazarın üstesinden gelmek mi yoksa sosyalist pazar ekonomisi uygulamak mı?


Detaylı bir gelecek planının eksikliğinde olumlu bir yan da bulunmaktadır: Bu durum tartışma ve kolektif karar alma için alan açmaktadır. Ne var ki iç tartışma için koşullar sınırlı olduğunda -daha önce belirttiğimiz engellere bağlı olarak durum budur- çözülme ve oportünizm galip gelir ve hükümetin eksikliklerini iletmek mümkün olmaz.


Bolivarcı Devrim, Chavez cephesi dışında engellerle de karşı karşıyadır. Bu engeller arasında geçmişte hükümete karşı çıkmak için sık sık anayasaya aykırı araçlar kullanmış bir muhalefet, her fırsatta Chavez hükümetini baltalamak için bütün siyasal ve ekonomik gücünü kullanan bir süper güç –Birleşik Devletler- ve var olan ekonomik sistem içinde bir alternatif yaratmayı pratikte imkânsız hale getiren bir küresel kapitalizm bulunmaktadır.


Ne var ki konu hükümetin icraatlarına geldiğinde Venezüellalılar dışarıdan gelen bu engellerin kendilerini etkilemesine izin verir görünmemektedir. 2006’da yeniden seçilmesinden bu yana hükümete ve Chavez’e olan desteğin aşınmasına sebep olan bunlar değil, Chavez hükümetinin yukarıda adı geçen eksiklikleri ve hükümetin onların üstesinden gelmek için karşı karşıya olduğu iç engellerdir.


Eğer Bolivarcı Hareket, Chavez’e olan aşırı bağımlılığının, himayeci siyasal kültür mirasının ve yukarıdan aşağı yönetim tarzının üstesinden gelme yolları bulursa (daha etkili bir parti ya da hareket örgütleyerek, daha fazla uzmanlığa dayalı bir siyasal kültür geliştirerek ya da kamu yönetiminde daha katılımcı bir yaklaşım benimseyerek), o durumda hareket var olan meseleleri tartışmak, sorunları tespit etmek, çözümler bulmak ve 21. yüzyıl sosyalizmine yönelirken nereye gitmek istediği ile ilgili daha tutarlı bir vizyon geliştirmek konularında çok daha iyi bir yere sahip olacaktır.



Dipnot:

[1] 2007 Aralık ayında anayasa reformu için yapılan referandumu % 49,3’e %50,7 gibi az bir farkla kaybetti. Ardından 2009 Şubat ayında Chavez, seçimle gelinen görevlerde iki dönem sınırlamasını kaldırmak için anayasa değişikliği referandumunu % 54,9’a %45,1 ile kazandı. 2010’da ise Chavez’in partileri muhalaefetin % 45’lik oy oranına karşılık oyların yaklaşık % 46,7’sini alarak seçimi kazandı (% 2,8 o zaman bağımsız olan PPT’ye gitti).
[2] Seçme yaşına gelmiş nüfusun seçime katılım oranı National Electoral Council (www.cne.gob.ve) ve National Statistics Institute (www.ine.gov.ve) sitelerindeki istatistiklere dayanarak benim tarafımdan hesaplanmıştır.
[3] Kaynak:http://en.wikipedia.org/wiki/Voter_turnout_in_the_United_States_presiden...
[4] Latinobarometro 2010, s. 26 (www.latinobarometro.org)
[5] Latinobarometro 2010, s. 47
[6] Latinobarometro 2010, s. 60
[7] Latinobarometro 2010, s. 34
[8] Instituto Nacional de Estadisticas (INE)http://www.ine.gob.ve/pobreza/HogaresPobres_linea.asp
[9] age.
[10] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/IG0002400000000/)
[11] Latinobarometro 2010, p.41
[12] Anuario Estadistico Integral, Ministerio del Poder Popular para las Relaciones Exteriores, p.180-181
[13] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/ED0106600000000/)
[14] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/ED0401400000000/)
[15] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/SA0100100000000/)
[16] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/GA0500500000000/)
[17] Ministerio del Poder Popular de Planificación y Finanzas (http://www.sisov.mpd.gob.ve/indicadores/SS0100300000000/)
[18] Latinobarometro 2010, p.19
[19] Anuario Estadistico Integral, Ministerio del Poder Popular para las Relaciones Exteriores, p.171
[20] Bkz: “Update on the Venezuelan Economy” Mark Weisbrot ve Rebecca Ray (CEPR)
[21] Latinobarometro 2010, p. 8.
[22] Latinobarometro 2010, p. 15

[Venezuelanalysis.com'daki İngilizce orijinalinden Fügen Yavuz tarafından Latinbilgi (Sendika.Org) için çevrilmiştir]