İnci Hekimoğlu'nun sorularını yanıtlayan Yazar Doç. Dr. Nuray Mert; 'Hükümet Kürt sorununu çatışmacı yolla destekliyorsa bunun maliyeti çok büyük olacak' dedi
İran'la doğrudan bir çatışmaya girmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. İktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir.
Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa, bu, maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Seçim öncesi ve sonrası tavır maalesef bu senaryoyu hatırlatıyor.
İktidar maliyeti büyük bir hesap peşinde
"Sivil dikta" tanımını ilk o yaptı. Türkiye'nin tek parti sürecine gittiğini, Ergenekon davasından demokrasi çıkmayacağını, basın üzerindeki baskıları ilk o dillendirdi. 'Başörtüsü' yasağına, askeri vesayete karşı durdu, AKP'nin siyasi yaşamda olma hakkını savundu. Laikleri de kızdırdı, muhafazakarları da. Bugün ise her iki kesimi birden kızdırıyor çünkü Hatip Dicle başta olmak üzere, KCK davasından tutuklu milletvekillerinin yerinin Meclis olduğunu savunuyor. Kürt meselesinde herkese ayna tutuyor.
Siyaset bilimci, yazar Doç. Dr. Nuray Mert'le, son siyasi gelişmeleri ve olası sonuçları konuştuk. Yine birilerinin çok kızacağına eminim. Çünkü yine 'Mert'çe, kendi sözünü söyledi.
Başbakan'ın 'İster gelsinler, ister gelmesinler. Meclis çalışır' yaklaşımı bir siyasi taktik mi, yoksa 'yüzde 50 desteğim var, kimseye ihtiyacım yok' mu diyor gerçekten?
-Valla taktikse bile kötü. Ben medyanın, yorumcuların bu taktik okumasının da demokrasi anlayışımızı çok yozlaştırdığını düşünüyorum. Çünkü siyasi üslup, demokrasi kültürü ile doğrudan alakalı. Yani rezilce her türlü şey meydanlarda söylenecek ve biz buna "canım seçim taktiğidir" diyeceğiz. Bunun kendisi de başlı başına bir sorun. Böyle okunmak istenmiyor ama o seçim taktiği denilen üslubun, söylenenlerin, tutturulan yolun, milliyetçi vurgunun oylarını arttırdığını, bunu dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.
O halde bu yapının ortaklaştığı siyaset, bu krize nasıl yansıyor?
-Başbakan'ın "gelmezlerse gelmesinler" açıklaması da, demokrasi algısının istikametini gösteriyor. Hâlâ, iktidarın çok önemli bir demokratik dinamik olduğunu iddia etmekte ısrar edenler, istedikleri kadar görmezden gelsinler Başbakan'ın demokrasi algısı bu.
BDP ve CHP ile ilgili kriz, farklı gibi gözüküyor ama iktidar açısından baktığınızda 'karşısındakine boyun eğdirmek, mümkün mertebe burnunu sürtmek' anlayışı öne çıkıyor. Bazıları 'taktik' yorumunu yapıyorlar. Olabilir ama bu zaten zehirlenmiş bir demokratik siyaset ortamı oluşturmuş oluyor başından itibaren. Diyelim ki bir çıkış yolu bulundu, bu Meclis'in, bu atmosferdeki bir toplumun yeni anayasa yapmasından ve o anayasadan ne umabiliriz? İkincisi bu dediğimiz kolay da olmayabilir çünkü Sayın Başbakan'ın, krizden çıkış için hiç acelesinin olmadığı gözüküyor. Ve yine bir sürü 'demokrat aydın' filan da "gelseydiler, yola böyle de devam edilseydi" diyor. Bu şartlar altında, bir de böyle desteklenmiş bir anlayış daha da ayak sürebilir, ayak sürüdükçe de Türkiye'deki atmosfer yozlaşır. Özellikle Kürt meselesi ayağında ne olur, onu tahmin etmek gerçekten çok zor. Çok zorlu bir sürece girdiğimizi, bu krizin de bunu perçinlediğini, düşünüyorum.
Başbakan'ın tavrının, bölgesel krizle de bir bağlantısı var mı?
-Bölgesel kriz kapımıza dayandığında iki yorum öne çıktı. İyimserler "bu çılgınca. Bölge sıcak çatışmalar içerisindeyken, özellikle Türkiye'nin bunu dikkate alarak hareket etmesi lazım" diyorlar. Ama bir de kötü senaryo var. O da; "mevcut iktidarın Başbakan'ın bölgede oynadığı rolü fazlası ile önemsemesi ve özellikle de Suriye'de muhalefeti desteklemek." Suriye'deki sürece Türkiye angaje olmuş vaziyette. Bu Türkiye açısından maliyeti olabilecek bir angajman. İran'ı karşınıza almış oluyorsunuz, Suriye ile ilişkileri bozmuş oluyorsunuz. Zaten bu Tahran merkezli ve büyük ölçekli bir kriz. İran'la doğrudan bir çatışmaya girişmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. Dolayısıyla mevcut iktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir. Bu tabii ki Türkiye açısından da, bölge açısından da kötü bir senaryo. Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa bu tabii ki Türkiye'ye maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Bunun olmadığını ummak isteriz ama seçim öncesi ve sonrasındaki tavır, Kürt meselesinde yatıştırıcı, uzlaştırıcı ve çözüme doğru küçük bir adım bile atmayan, tersine neredeyse çatışma ister bir havada olması maalesef insana kötü senaryoyu hatırlatıyor.
'Kötü senaryo'yı açar mısınız?
-Provokatif tavır; seçim öncesi, son derece çatışmacı bir dilin, yani özellikle seçilmiş çatışmacı bir dilin benimsenmesidir. BDP'ye yapılan baskılar, seçim çalışmaları üzerindeki baskılar, KCK davalarıyla bir sürü seçilmiş insanın tutuklanması ve bu süreçlerin hep devam edip, hızlanarak artmasıdır. Seçim sonrasında dahi, Şişli'de olduğu gibi, giderek artan bir şiddet ile cevap verilmesi ve böyle bir şiddet ortamının özellikle kışkırtılmasıdır. Türkiye bunu zaten öteden beri yapıyor. Kürt meselesini hep bir şiddet meselesi olarak resmetmek istiyor. Bu yoldan çıkılır umudu içerisinde idik, başka bir mecraya girer gibiydi. Ama tablo bu mecraya eskisinden daha beter bir şekilde geri dönüldüğünü gösteriyor. Ve bu da eğer gerçekten bir çılgınlık, şuursuzluk hali değilse çatışmadan medet umulduğunu yani çatışma üzerinden hesap yapıldığını gösterir ki, umarım böyle değildir.
Başbakan, AKP'li milletvekillerini ağlatan 'nasihatname'yle nasıl bir mesaj vermek istedi? Siz nasıl yorumladınız?
-Başbakan'ın ve AKP'nin içinden geldiği zihniyet dünyasında Ahi Evran'a atfedilen bu nasihatnamenin parçası olan metin çok itibarlı ve de sıkça gönderme yapılan bir metindir. Dışarıdan baktığınızda diğer nasihatnamelerde olduğu gibi ahlaki öğütler silsilesi gibi gözüküyor. Ama takdir edersiniz ki o geleneksel siyaset anlayışının bir yansımasıdır. Onu bir demokratik siyasetin yol göstericisi rehber olarak almak, zaten başlı başına sorunlu bir şey. Onun ötesinde yani o kullandığı bölümün sonlarına doğru bir cümle çok dikkat çekici ve özetleyicidir: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın"dır. Türkiye bu noktaya geldiyse daha ötesinde bir şey söylemeye gerek yok. Kimse o kısmına takılmadı ama benim de çok dikkatimi çekti. Bir toplum ve siyaset algısının tezahürü, balkon konuşmasından daha önemli.
Kriz tartışmaları daha çok CHP odaklı gidiyormuş gibi görünüyor. Blok milletvekilleri ve Hatip Dicle meselesi gündemde tutulmamaya çalışılıyormuş gibi.
-CHP ana muhalefet partisi olduğu için, onlara yoğunlaşması anlaşılabilir. Bir de CHP'den gerçekten o kadar sert bir tepki beklenmiyordu. Ama onun dışında, BDP'ye ilişkin, Kürt meselesine ilişkin, bağımsızlara ilişkin mesele daha çetrefilli mesele. CHP ile de ortaklaşılan konularda, yani tutukluluk üzerindeki sorunun çözülmesi sağlansa bile Hatip Dicle'nin durumu farklı. Hüküm giydiği suçun tarifiyle, Kürt meselesine veya Kürt siyasal hareketine nasıl bakıldığıyla, bu bakışın ne kadar değişeceği ve değişmeyeceği ile ilgili çok temel bir mesele. Bu sorundan tabi mümkün mertebe kaçınılıyor.
Sorun çözülemezse ve açıkladıkları gibi BDP ve blok vekilleri Meclis'e gitmeme kararlılığını sürdürürlerse ne öngörüyorsunuz?
-Valla çok öngöremeyiz aslına bakarsanız. Bu ayrıca da Kürt meselesinin çözümünde, müzakere sürecinin bir parçası olarak görülecektir. Ben kararlar nedir, detaylar nedir, bilemiyorum. Diyelim ki sadece Hatip Dicle'ye ilişkin sorun sürüncemede kalırsa, ama onun da çözüleceğine dair bir pozitif adım atılırsa belki o zaman bağımsız adaylar da bir adım atarlar. Ahmet Türk'ün açıklamasından "kesinkes her şey olsun bitsin" gibi yaklaşım algılamadım. Yani olumlu adımlar atılırsa, ondan sonrasını yorumlayacaklarını düşünüyorum.
AKP krizin sorumlusu olarak YSK'yi göstermekte haklı mı? Özellikle de AKP'li Haluk İpek tarafından Dicle ile ilgili YSK'ye başvuru yapıldığı haberine rağmen?
-Bakın bu kriz ortaya çıkar çıkmaz yine aynı şablon ortaya çıktı. İktidar yanlısı gazetelerde BDP-YSK işbirliği gibi başlıklar atıldı. Memlekette demokrasiyi krize sokan, zaafa uğratan ve antidemokratik gözüken her şey, eski vesayet sisteminin tuzakları. Bu çok tuhaf bir hal. Böyle sert seçim sürecinden geçilmiş, ondan sonra YSK, devletin, yargının bir parçası olarak bununla çok uyumlu bir karar alıyor ve siz bunun bu atmosferden etkilenmediğini söylüyorsunuz. Bu mümkün değil. İktidar "biz yargıya müdahale edemeyiz ama bu demokratik meşruiyeti zedeleyen bir karardır. Gelin hep beraber Meclis'te çözelim" gibi bir açıklama yapsaydı bile mazur görülebilirdi. Mevcut iktidar yargının bu kararını onaylıyor ama sahiplenmiyor. Hatip Dicle'nin yerine 6. sırasında olan bir milletvekilinin hemen gidip mazbatasını alması, hayret edilecek bir iştir. O ismin de çok provokatif bir isim olması aslında çok tartışılması gereken bir şey. Maalesef Türkiye'de bir demokrasi tartışması yapamıyoruz. Çünkü kendisine demokrat diyen insanlar da mevcut iktidarı bu tür demokrasi zaaflarından azade tutmak için bütün gayreti gösteriyorlar. Giderek daha fazla gözümüze batan detaylar gündeme geliyor ama mevcut şablonu değiştirmeye yetmiyor.
Ne olacak o zaman bu memleketin hali? Gül bu krizi çözebilir mi?
-Bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı şimdiye kadar bu türden yaptığı hiçbir hamlede başarılı olmadı. Devamlı olmadı öncelikle. Şimdiye kadarkilerde de sahici bir çaba olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumda gerçekten de çözülmesi gereken, Türkiye'ye adım attırmayacak bir hal var. Belki bu kez tüm koşulları ve kendisinin iktidar partisiyle olan doğal bağlarını zorlayarak bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı elinden gelen her şeyi yapsa bile Başbakan'ı ikna etmesi lazım. Ona dair de bir ışık yok. Aslında 'ne olacak bu Türkiye'nin hali' sorusu, gittikçe cevabı zorlaşan bir sürece girmiş idi. Bütün sorunları sürüncemede bırakmayı, sanki sonsuz vaktimiz varmış gibi davranmayı tercih ediyorlar. Artık zamanın bittiğini ve sorunun büyüklüğünü dikkate almazsak, işimizin daha da zorlaşacağını görmek istemiyorlar. Kürt siyasal hareketi 'sonu çok maliyetli olur' dediği zaman da 'tehdit mi ediyorsun' dendiği için, artık biz bile ifade edemez hale geldik. Ne kadar vahim bir noktadayız.
Öcalan, devletle bir protokol yapıldığını ama hiçbir pratik adım atılmadığını, 15 Temmuz'a kadar adım atılmazsa bunun oyalama olduğuna karar vereceğini söyledi.
-Dışarıdan bakan biri olarak Kürt siyasal hareketinin iç işleyişini, dinamiklerini doğru değerlendiremeyebilirim. Ama kamuoyuyla paylaşılmayan hiçbir söz ve görüşmenin hiçbir değeri yoktur. Siyasi çevreler bunu kamuoyuyla paylaştığı ölçüde bir geçerliliği ve karşılığı vardır. Yoksa bunların hepsi buhar olup uçabilir. Kürt meselesinin çözümünde böyle bir gerçek adımı göremiyorum. Bir takım görüşmeler var ama görüşmenin yapıldığı kişiye "terörist başı" diyor, "terör" tanımında hiçbir değişiklik yok. Bu 'Demoklesin Kılıcı' gibi sallanıyor. Dicle ile ilgili kararın nedeni bu. Bir sürü insanın tutuklu olmasının nedeni de bu.
Bu dil değişmiş değil. Niyetiniz bunu samimi bir şekilde kamuoyuyla paylaşmaksa, bunun yöntemleri var. Böyle bir niyetiniz yoksa sonsuza kadar "Türk kamuoyunu" bahane olarak kullanabilirsiniz.
İktidar ara seçim formülünü gündeme getirir mi?
Ara seçimi çok muhtemel bulmuyorum. Velev ki olsun, ne olacak. Türkiye'nin zor sorunları biraz daha ertelenecek. Bunlar artık sorunları dönüştürme yöntemleri olur. Hatta velev ki Kürt siyasal hareketi, iktidarın baktığı yerden davransın. Siyasal sistem bundan ne gibi fayda elde edebilir. O vekiller, o siyasi parti meşruiyeti kaybeder. Vekillerin teknik bir takım nedenlerle Meclis'e girebilmesi değil asıl sorun.
İran'la doğrudan bir çatışmaya girmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. İktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir.
Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa, bu, maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Seçim öncesi ve sonrası tavır maalesef bu senaryoyu hatırlatıyor.
İktidar maliyeti büyük bir hesap peşinde
"Sivil dikta" tanımını ilk o yaptı. Türkiye'nin tek parti sürecine gittiğini, Ergenekon davasından demokrasi çıkmayacağını, basın üzerindeki baskıları ilk o dillendirdi. 'Başörtüsü' yasağına, askeri vesayete karşı durdu, AKP'nin siyasi yaşamda olma hakkını savundu. Laikleri de kızdırdı, muhafazakarları da. Bugün ise her iki kesimi birden kızdırıyor çünkü Hatip Dicle başta olmak üzere, KCK davasından tutuklu milletvekillerinin yerinin Meclis olduğunu savunuyor. Kürt meselesinde herkese ayna tutuyor.
Siyaset bilimci, yazar Doç. Dr. Nuray Mert'le, son siyasi gelişmeleri ve olası sonuçları konuştuk. Yine birilerinin çok kızacağına eminim. Çünkü yine 'Mert'çe, kendi sözünü söyledi.
Başbakan'ın 'İster gelsinler, ister gelmesinler. Meclis çalışır' yaklaşımı bir siyasi taktik mi, yoksa 'yüzde 50 desteğim var, kimseye ihtiyacım yok' mu diyor gerçekten?
-Valla taktikse bile kötü. Ben medyanın, yorumcuların bu taktik okumasının da demokrasi anlayışımızı çok yozlaştırdığını düşünüyorum. Çünkü siyasi üslup, demokrasi kültürü ile doğrudan alakalı. Yani rezilce her türlü şey meydanlarda söylenecek ve biz buna "canım seçim taktiğidir" diyeceğiz. Bunun kendisi de başlı başına bir sorun. Böyle okunmak istenmiyor ama o seçim taktiği denilen üslubun, söylenenlerin, tutturulan yolun, milliyetçi vurgunun oylarını arttırdığını, bunu dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.
O halde bu yapının ortaklaştığı siyaset, bu krize nasıl yansıyor?
-Başbakan'ın "gelmezlerse gelmesinler" açıklaması da, demokrasi algısının istikametini gösteriyor. Hâlâ, iktidarın çok önemli bir demokratik dinamik olduğunu iddia etmekte ısrar edenler, istedikleri kadar görmezden gelsinler Başbakan'ın demokrasi algısı bu.
BDP ve CHP ile ilgili kriz, farklı gibi gözüküyor ama iktidar açısından baktığınızda 'karşısındakine boyun eğdirmek, mümkün mertebe burnunu sürtmek' anlayışı öne çıkıyor. Bazıları 'taktik' yorumunu yapıyorlar. Olabilir ama bu zaten zehirlenmiş bir demokratik siyaset ortamı oluşturmuş oluyor başından itibaren. Diyelim ki bir çıkış yolu bulundu, bu Meclis'in, bu atmosferdeki bir toplumun yeni anayasa yapmasından ve o anayasadan ne umabiliriz? İkincisi bu dediğimiz kolay da olmayabilir çünkü Sayın Başbakan'ın, krizden çıkış için hiç acelesinin olmadığı gözüküyor. Ve yine bir sürü 'demokrat aydın' filan da "gelseydiler, yola böyle de devam edilseydi" diyor. Bu şartlar altında, bir de böyle desteklenmiş bir anlayış daha da ayak sürebilir, ayak sürüdükçe de Türkiye'deki atmosfer yozlaşır. Özellikle Kürt meselesi ayağında ne olur, onu tahmin etmek gerçekten çok zor. Çok zorlu bir sürece girdiğimizi, bu krizin de bunu perçinlediğini, düşünüyorum.
Başbakan'ın tavrının, bölgesel krizle de bir bağlantısı var mı?
-Bölgesel kriz kapımıza dayandığında iki yorum öne çıktı. İyimserler "bu çılgınca. Bölge sıcak çatışmalar içerisindeyken, özellikle Türkiye'nin bunu dikkate alarak hareket etmesi lazım" diyorlar. Ama bir de kötü senaryo var. O da; "mevcut iktidarın Başbakan'ın bölgede oynadığı rolü fazlası ile önemsemesi ve özellikle de Suriye'de muhalefeti desteklemek." Suriye'deki sürece Türkiye angaje olmuş vaziyette. Bu Türkiye açısından maliyeti olabilecek bir angajman. İran'ı karşınıza almış oluyorsunuz, Suriye ile ilişkileri bozmuş oluyorsunuz. Zaten bu Tahran merkezli ve büyük ölçekli bir kriz. İran'la doğrudan bir çatışmaya girişmek Türkiye'nin işine gelebilecek bir durum değildi. Fakat Suriye üzerinden karşı karşıya gelindi. Dolayısıyla mevcut iktidar bu angajmanın karşılığında kendisine büyük kredilerin açıldığını düşünüyor olabilir. Bu tabii ki Türkiye açısından da, bölge açısından da kötü bir senaryo. Kürt meselesini bu kredi üzerinden çözmeyi düşünüyorsa, o yüzden çatışmacı yolu destekliyorsa bu tabii ki Türkiye'ye maliyeti çok büyük olacak bir hesaptır. Bunun olmadığını ummak isteriz ama seçim öncesi ve sonrasındaki tavır, Kürt meselesinde yatıştırıcı, uzlaştırıcı ve çözüme doğru küçük bir adım bile atmayan, tersine neredeyse çatışma ister bir havada olması maalesef insana kötü senaryoyu hatırlatıyor.
'Kötü senaryo'yı açar mısınız?
-Provokatif tavır; seçim öncesi, son derece çatışmacı bir dilin, yani özellikle seçilmiş çatışmacı bir dilin benimsenmesidir. BDP'ye yapılan baskılar, seçim çalışmaları üzerindeki baskılar, KCK davalarıyla bir sürü seçilmiş insanın tutuklanması ve bu süreçlerin hep devam edip, hızlanarak artmasıdır. Seçim sonrasında dahi, Şişli'de olduğu gibi, giderek artan bir şiddet ile cevap verilmesi ve böyle bir şiddet ortamının özellikle kışkırtılmasıdır. Türkiye bunu zaten öteden beri yapıyor. Kürt meselesini hep bir şiddet meselesi olarak resmetmek istiyor. Bu yoldan çıkılır umudu içerisinde idik, başka bir mecraya girer gibiydi. Ama tablo bu mecraya eskisinden daha beter bir şekilde geri dönüldüğünü gösteriyor. Ve bu da eğer gerçekten bir çılgınlık, şuursuzluk hali değilse çatışmadan medet umulduğunu yani çatışma üzerinden hesap yapıldığını gösterir ki, umarım böyle değildir.
Başbakan, AKP'li milletvekillerini ağlatan 'nasihatname'yle nasıl bir mesaj vermek istedi? Siz nasıl yorumladınız?
-Başbakan'ın ve AKP'nin içinden geldiği zihniyet dünyasında Ahi Evran'a atfedilen bu nasihatnamenin parçası olan metin çok itibarlı ve de sıkça gönderme yapılan bir metindir. Dışarıdan baktığınızda diğer nasihatnamelerde olduğu gibi ahlaki öğütler silsilesi gibi gözüküyor. Ama takdir edersiniz ki o geleneksel siyaset anlayışının bir yansımasıdır. Onu bir demokratik siyasetin yol göstericisi rehber olarak almak, zaten başlı başına sorunlu bir şey. Onun ötesinde yani o kullandığı bölümün sonlarına doğru bir cümle çok dikkat çekici ve özetleyicidir: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın"dır. Türkiye bu noktaya geldiyse daha ötesinde bir şey söylemeye gerek yok. Kimse o kısmına takılmadı ama benim de çok dikkatimi çekti. Bir toplum ve siyaset algısının tezahürü, balkon konuşmasından daha önemli.
Kriz tartışmaları daha çok CHP odaklı gidiyormuş gibi görünüyor. Blok milletvekilleri ve Hatip Dicle meselesi gündemde tutulmamaya çalışılıyormuş gibi.
-CHP ana muhalefet partisi olduğu için, onlara yoğunlaşması anlaşılabilir. Bir de CHP'den gerçekten o kadar sert bir tepki beklenmiyordu. Ama onun dışında, BDP'ye ilişkin, Kürt meselesine ilişkin, bağımsızlara ilişkin mesele daha çetrefilli mesele. CHP ile de ortaklaşılan konularda, yani tutukluluk üzerindeki sorunun çözülmesi sağlansa bile Hatip Dicle'nin durumu farklı. Hüküm giydiği suçun tarifiyle, Kürt meselesine veya Kürt siyasal hareketine nasıl bakıldığıyla, bu bakışın ne kadar değişeceği ve değişmeyeceği ile ilgili çok temel bir mesele. Bu sorundan tabi mümkün mertebe kaçınılıyor.
Sorun çözülemezse ve açıkladıkları gibi BDP ve blok vekilleri Meclis'e gitmeme kararlılığını sürdürürlerse ne öngörüyorsunuz?
-Valla çok öngöremeyiz aslına bakarsanız. Bu ayrıca da Kürt meselesinin çözümünde, müzakere sürecinin bir parçası olarak görülecektir. Ben kararlar nedir, detaylar nedir, bilemiyorum. Diyelim ki sadece Hatip Dicle'ye ilişkin sorun sürüncemede kalırsa, ama onun da çözüleceğine dair bir pozitif adım atılırsa belki o zaman bağımsız adaylar da bir adım atarlar. Ahmet Türk'ün açıklamasından "kesinkes her şey olsun bitsin" gibi yaklaşım algılamadım. Yani olumlu adımlar atılırsa, ondan sonrasını yorumlayacaklarını düşünüyorum.
AKP krizin sorumlusu olarak YSK'yi göstermekte haklı mı? Özellikle de AKP'li Haluk İpek tarafından Dicle ile ilgili YSK'ye başvuru yapıldığı haberine rağmen?
-Bakın bu kriz ortaya çıkar çıkmaz yine aynı şablon ortaya çıktı. İktidar yanlısı gazetelerde BDP-YSK işbirliği gibi başlıklar atıldı. Memlekette demokrasiyi krize sokan, zaafa uğratan ve antidemokratik gözüken her şey, eski vesayet sisteminin tuzakları. Bu çok tuhaf bir hal. Böyle sert seçim sürecinden geçilmiş, ondan sonra YSK, devletin, yargının bir parçası olarak bununla çok uyumlu bir karar alıyor ve siz bunun bu atmosferden etkilenmediğini söylüyorsunuz. Bu mümkün değil. İktidar "biz yargıya müdahale edemeyiz ama bu demokratik meşruiyeti zedeleyen bir karardır. Gelin hep beraber Meclis'te çözelim" gibi bir açıklama yapsaydı bile mazur görülebilirdi. Mevcut iktidar yargının bu kararını onaylıyor ama sahiplenmiyor. Hatip Dicle'nin yerine 6. sırasında olan bir milletvekilinin hemen gidip mazbatasını alması, hayret edilecek bir iştir. O ismin de çok provokatif bir isim olması aslında çok tartışılması gereken bir şey. Maalesef Türkiye'de bir demokrasi tartışması yapamıyoruz. Çünkü kendisine demokrat diyen insanlar da mevcut iktidarı bu tür demokrasi zaaflarından azade tutmak için bütün gayreti gösteriyorlar. Giderek daha fazla gözümüze batan detaylar gündeme geliyor ama mevcut şablonu değiştirmeye yetmiyor.
Ne olacak o zaman bu memleketin hali? Gül bu krizi çözebilir mi?
-Bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı şimdiye kadar bu türden yaptığı hiçbir hamlede başarılı olmadı. Devamlı olmadı öncelikle. Şimdiye kadarkilerde de sahici bir çaba olduğuna inanmıyorum. Ama bu durumda gerçekten de çözülmesi gereken, Türkiye'ye adım attırmayacak bir hal var. Belki bu kez tüm koşulları ve kendisinin iktidar partisiyle olan doğal bağlarını zorlayarak bir işlev yüklenebilir. Ama Cumhurbaşkanı elinden gelen her şeyi yapsa bile Başbakan'ı ikna etmesi lazım. Ona dair de bir ışık yok. Aslında 'ne olacak bu Türkiye'nin hali' sorusu, gittikçe cevabı zorlaşan bir sürece girmiş idi. Bütün sorunları sürüncemede bırakmayı, sanki sonsuz vaktimiz varmış gibi davranmayı tercih ediyorlar. Artık zamanın bittiğini ve sorunun büyüklüğünü dikkate almazsak, işimizin daha da zorlaşacağını görmek istemiyorlar. Kürt siyasal hareketi 'sonu çok maliyetli olur' dediği zaman da 'tehdit mi ediyorsun' dendiği için, artık biz bile ifade edemez hale geldik. Ne kadar vahim bir noktadayız.
Öcalan, devletle bir protokol yapıldığını ama hiçbir pratik adım atılmadığını, 15 Temmuz'a kadar adım atılmazsa bunun oyalama olduğuna karar vereceğini söyledi.
-Dışarıdan bakan biri olarak Kürt siyasal hareketinin iç işleyişini, dinamiklerini doğru değerlendiremeyebilirim. Ama kamuoyuyla paylaşılmayan hiçbir söz ve görüşmenin hiçbir değeri yoktur. Siyasi çevreler bunu kamuoyuyla paylaştığı ölçüde bir geçerliliği ve karşılığı vardır. Yoksa bunların hepsi buhar olup uçabilir. Kürt meselesinin çözümünde böyle bir gerçek adımı göremiyorum. Bir takım görüşmeler var ama görüşmenin yapıldığı kişiye "terörist başı" diyor, "terör" tanımında hiçbir değişiklik yok. Bu 'Demoklesin Kılıcı' gibi sallanıyor. Dicle ile ilgili kararın nedeni bu. Bir sürü insanın tutuklu olmasının nedeni de bu.
Bu dil değişmiş değil. Niyetiniz bunu samimi bir şekilde kamuoyuyla paylaşmaksa, bunun yöntemleri var. Böyle bir niyetiniz yoksa sonsuza kadar "Türk kamuoyunu" bahane olarak kullanabilirsiniz.
İktidar ara seçim formülünü gündeme getirir mi?
Ara seçimi çok muhtemel bulmuyorum. Velev ki olsun, ne olacak. Türkiye'nin zor sorunları biraz daha ertelenecek. Bunlar artık sorunları dönüştürme yöntemleri olur. Hatta velev ki Kürt siyasal hareketi, iktidarın baktığı yerden davransın. Siyasal sistem bundan ne gibi fayda elde edebilir. O vekiller, o siyasi parti meşruiyeti kaybeder. Vekillerin teknik bir takım nedenlerle Meclis'e girebilmesi değil asıl sorun.
'İsyan' mantığıyla çözülemez
Cengiz Çandar TESEV için hazırladığı raporda; 'Kürt isyanı' diyor, siz 'Kürt siyasal hareketi' diyorsunuz. Neden önemli bu?-Raporun 'terör örgütü' dilinin değişmesi gerektiğini vurgulaması açısından, sırf bu nedenle bile çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sorunu yakından takip eden ve hükümetin de itibar ettiği bir kişi tarafından söylenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. İtiraz noktalarıma gelirsek; ben Kürt siyasal hareketi, diyorum, o "isyan" diyor. Cengiz Çandar o bakışla yazmıyor olabilir ama terimler önemli. Yarın sorunun çözümü açısından önemli olabileceği için şerh düşme ihtiyacı düştüm. Kürt siyasal hareketi ve PKK'nin çıkışı, yalnız kendinden öncekilere de itirazlar barındıran, sol çıkışlı hareket olduğu için değil itirazım. "Kürt ulusal hareketi" bile desek, bu hareket modern bir ulusal hareket. Dolayısıyla diğerlerinden ayrılıyor. Modern bir ulusal hareket olması, onun toplumsal ilişkilerini, mücadelenin sürdürülüş biçimini tayin edici oluyor. Daha önceki feodal hareketlerden ayrıldığını herkes biliyor ama sonuçlarını pek dikkate almıyoruz. O yüzden de isyan mantığından bakılarak, mesela Mümtazer Türköne'nin dediği; "çağıralım eşkıyanın başını, Osmanlı'da atalarımız da böyle yapardı" noktasına gider. Meseleyi hiç anlamayan dolayısıyla, çözümü buradan kuramayacak bir yaklaşımdır.
Neden?
-Yani 'hareketin lideri, isyancının başıyla masaya oturalım. Daha sonra o dönüp toplumuna tamam arkadaşlar, biz anlaştık. Bundan sonra böyle davranacaksınız' diyecek. Bu yaklaşım bu siyasal hareketi hiç anlamadığınız anlamına gelmektedir. Zaten sonuç vermez. Hareketin başındaki kişi, zaten hareketi örgütleyen kişi. Bunun olmayacağını da bilir. Velev ki oldu, bunun asla bir toplumsal karşılığı olmayacağı, tam tersi ciddi bir tepki yaratacağı gerçeğini göz ardı ediyorlar. Bu rapor bunu söylüyor, demiyorum. Yalnız terminolojik bir kafa karışıklığı oluşturuluyor.
Başka itirazlarınız da var mı?
-PKK'nin silahsızlandırılması, Kürt siyasal hareketin demokratik siyasete katılması açısından son derece iyi niyetli öneriler yapılabiliyor. Ama mesela benim bile kulağıma yadırgatıcı gelen çözümlemeler yapılıyor. Neredeyse dağa çıkan adamlar, gizli işsizler ordusu ve bunlara birer iş ve ev kazandırılırsa sorun çözülür. Bunları küçümsediğimden söylemiyorum. Onun hukuki çevresinin oluşturulması zaten büyük bir iş ama zihnimizin gerisinde böyle bir şey varsa bu sonuçsuz kalır. Sanki yıllarca bu mücadele içerisinde olmuş insanlar, istikbal peşinde. O yüzden de çözüm sürecinde, insanların bu mücadeleye yükledikleri anlamı ve geleceğe ilişkin özlemlerinin ne olduğu, bunlar ne ölçüde dikkate alınırsa o ölçüde karşılık alınacağı gibi hususlar çok önemli olacak. Hep Kürtler mızıkçılık yapıyor, yetinmiyorlar algısı yerleştiriyorlar. Oysa adımın doğru yerden atılmaması, doğru bir şekilde tanımlanmamasıyla alakalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder