17 Kasım 2011 Perşembe

Anti-Kapitalist Hareket Sendikalarla Birleşiyor

Anti-kapitalistlerin eylem günü ilan ettiği 17 Kasım hareketli başladı. New York borsasının tüm girişlerini abluka altına alan protestocular, borsa çalışanlarının binaya girmesini engelledi. Polis bölgeyi ablukaya aldı. En az 50 gösterici gözaltına alındı.

Polis, saatler ilerledikçe göstericilerin sayısının "onbinlere" ulaşmasını beklediklerini açıklayarak bölgeye yoğun bir yığınak yapmaya başladı. Şu ana dek eylemde en az 50 göstericinin gözaltına alındığı bildirildi.

Uluslararası anti-kapitalist işgal eylemlerini tetikleyen New York'taki "Wall Street'i işgal Et" eylemcilerinin merkezi Zuccoti Park'taki çadırlar Salı günü polisin saldırısıyla boşaltılmıştı. Polisin saldırganlığına karşı "zamanı gelmiş bir fikrin önüne geçemezsiniz" sloganıyla yeniden toparlanan eylemciler, bugünü uluslararası eylem günü ilan etmişti.

Tüm protestoların ileri mevzisi haline gelen New York'taki eylemler, borsanın bloke edilmesiyle sınırlı kalmayacak. Saatler ilerledikçe 16 metro istasyonunu işgal ederek çalışamaz hale getirmeyi planlayan eylemciler, akşam saatlerinde kalabalığın yeterli sayıya ulaşmasıyla birlikte şehir merkezini bütünüyle işgal etmeye hazırlanıyor.

Eylem gününde ABD'nin dört bir yanından protesto haberleri gelirken polisin tavrı da sertleşiyor. Dün gece Seattle'da polisin göstericilere müdahalesi sırasında 84 yaşında bir kadının biber gazı nedeniyle hastaneye kaldırılması şehirde öfkeyi had safhaya çıkarttı. Solun güçlü bir geleneğe sahip olduğu kentte bugün büyük gösterilerin yapılması bekleniyor.

SENDİKALAR HAREKETE KATILIYOR

ABD'de ikinci ayını dolduran anti-kapitalist eylemler son günlerde doğal müttefikleriyle de buluşmaya başladı. Başından beri eylemleri destekleyen ancak şimdiye kadar daha çok eylemcilere maddi yardım yapmakla yetinen sendikalar da bugün alanlara çıkmaya hazırlanıyor.

New York'ta bugün yapılan eylemlere bina görevlileri, öğretmenler, ulaşım işçileri ve sağlık emekçilerini temsil eden sendikalar katılacaklarını açıkladılar. Bina görevlileri sendikası 25 bin işçiyi temsil ediyor, ulaşım işçileri sendikasının 30 bin üyesi var ve her iki sendika da çetin bir toplusözleşme sürecinde. Saatler ilerledikçe işçilerin eyleme daha fazla katılması bekleniyor.

Özellikle ülkenin güneybatısında işçi hareketi işgal eylemlerini domine etmeye başladı. Bölgedeki birçok sendika eylemlere desteklerini açıklarken, Kaliforniya'daki 23 bin öğretim üyesini temsil eden CFA da bugün grev pankartını aşmaya hazırlanıyor.

Ancak belki de ABD'li yetkililerin canını en çok sıkan şey, ülkenin en büyük sendikası olan ve 11 milyon işçiyi temsil eden AFL-CIO'nun eylemlere giderek daha fazla katılması. New York'taki protestoculara destek için imza kampanyası başlatan sendikanın anti-kapitalist eylemlere tam taraf olması halinde dengeleri ciddi şekilde değiştirebileceği dile getiriliyor.

Sendikaların eylemlerden etkilenmesi her düzeyde görülebiliyor. Protestoculardan feyz alan sendikaların son aylarda sosyal medya araçlarını çok daha fazla kullanmaya başladığı ve tabanda grev ve eylem isteğinin giderek yükseldiği bilgileri geliyor. New York Times gazetesine konuşan sendika lideri Stuart Appelbaum, "işgal hareketi sendikaları değiştirdi. Çok daha fazla sendika eylemlerde daha sert olmak istiyor ve bundan sonra sokaklarda çok daha fazla işçi göreceksiniz" diye konuşuyor.

Sokakların hala hareketli olduğu New York'taki eylemleri, http://www.occupywallst.org sitesinden canlı olarak izlemek mümkün.

KCK’yi Bilmeden Yazan Cahiller Kimler?

Bir başbakana bu yapılabilir mi? Bilmediği bir konuda Tayyip Erdoğan’ı niye konuşturuyorlar? Kim konuşturuyor, bilmiyorum ama Tayyip Erdoğan hakkında bilgi sahibi olmadığı konular hakkında yorum yapınca sürekli faka basıyor. Hem kendisini hem de temsil ettiği konumu hasara uğratıyor. Hatta rezil oluyor. KCK’yi paralel devlet olarak tanımlayan düşüncenin sahipleri ise Tayyip Erdoğan böyle konuşunca kıs kıs gülüyorlar.

Peki, KCK cahilleri ve bu konuda faşist-ırkçı propaganda yapanlar kimdir? Hemen sıralayalım: Taha Akyol bu konunun en cahili ve cahilliğini sürdürmek için kendine göre referanslar oluşturanların başındadır. Hakikaten bilmiyor ve cahil. Hiç öyle yılların yazarı, bakanı, tv yöneticisi diye kimse yutturmasın. Bildiği konu devletin algılayabildiği ölçülerdir. O ölçüde en dip noktadadır. İkincisi Hüseyin Gülerce’dir. Öcalan’ın avukatları ile görüştükten sonra Fethullah Gülen’den fırça yedi ve anlama merakı son buldu. O günden bu yana KCK konusunda en cahil ve polisiye kurgu ile yazılar kaleme aldı. İşine geldiğinde liberalleri KCK’ye karşı referans olarak kullandı, işine gelmediği durumlarda ise liberalleri KCK’li olmakla tehdit etti.

KCK cahili konusunda sıralamayı Ekrem Dumanlı, Bülent Korucu, Akif Beki, Yasin Doğan, Yasin Aktay, Emre Uslu, Önder Aytaç takip ediyor. Bu efendiler KCK yapılanması diyerek polisin algısı ve savcıların yorumu ile KCK yapılanmasını çözümlüyorlar. Ama gerçekten yanlış sonuçlara varıyorlar. Çünkü bu beyefendilerin bu konuda kitap okumadıkları, siyaset bilimine oldukça yabancı oldukları gözleniyor. Bu zevat, doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasındaki farkı ayırtedemiyor; toplumsal dayanışmayı bu dayanışmaya uygun siyaset felsefesinin kodlarını çözemiyor.

Toplumsal tarih, antropoloji ve sosyoloji okumadıkları için de devletsiz bir toplumun varolabileceğinin hayalini bile kuramıyorlar. Ortadoğu toplumunun devletsiz yaşayabileceğini tahmin etmek istemiyorlar. Türk tarihi Asya steplerindeki devletsiz-sınıfsız toplumsal dayanışma ile yaratılan yaşamdan da haberleri yok gibi. Varlık gerekçeleri devlet ve bürokrasi olduğu için de sımsıkı sarılıyorlar devlete. Devletin dili, kulağı ve gözü olmuşlar. Sanki büyük bir marifetmiş gibi. KCK cahilleri bu yazarlarla sınırlı değil. Memleketin başbakanı sıfatını taşıyan Tayyip Erdoğan da KCK konusunda bir hayli cahil. O kadar görüşme yürütülmüş KCK yetkilileri ile ama görüştüğü KCK’nin ne olduğunu sormamış ve konuşmamışlar. Peki o zaman konuşmadınız, KCK yetkililerinin o kadar açıklamaları oldu, o açıklamalardan da mı bir şey anlamıyorsunuz?

İşinize geldiği zaman o açıklamaları “BDP’ye talimat, memleketi bölecek açıklama” diye yazıp çiziyorsunuz. Bakın hiçbirşey bilmiyorsanız KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın geçtiğimiz hafta Fırat Haber Ajansı’nda yayınlanan röportajını okuyun. Bakın KCK için Karayılan ne diyor? ANF’ye ulaşımınız TC tarafından engellenmiş ve ulaşamıyorsanız bu konuşmaya size kısaca özetleyelim.

İşte size KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın KCK’yi anlatan röportajından Hangi tanımlamaları: “Şimdi her şeyden önce KCK sistemi, bir devlet sistemi değildir; Adevlet sistemidir. Yani demokratik toplumun devlet olmayan, kendi kendini yönetmeyi öngören bir sistemdir. Daha çok sivil toplumcu bir anlayışı esas alan, devletleşmeyi hedeflemeyen, demokratik toplum olmayı öngören bir zihniyetten ileri gelmektedir.”

“Yani biz PKK hareketi olarak devlet ve iktidarı öngörmeyen sivil-demokratik toplum çizgisini esas alıyoruz” diyen Karayılan bu konudaki görüşlerini şu sözlerle özetliyor: “Bizim görüşümüze göre ne kadar çok devlet, o kadar az demokrasi; ne kadar çok demokrasi, o kadar az devlet olur. Bu açıdan KCK sistemini, devlet içinde bir devlet olarak görmek doğru değildir; bu yanlıştır. Devletin kendisini kabulü, kendisinin de devleti kabulü temelinde, daha çok sivil toplumcu bir sistem diyebileceğimiz demokratik bir toplum sistemidir.”

Ve Karayılan şöyle devam ediyor: “İşte KCK’nin zorladığı şey de budur; toplumu demokratikleştirme, devlete demokratikleştirmeyi dayatmadır. KCK, Türkiye’yi demokratikleştirecek bir sistemdir ama bu KCK henüz uygulanmış değildir; yani o sözü edilen KCK’li adı altında yakalanan insanlar KCK’li filan değildir. Fakat KCK, demokratik toplum ve demokratik siyaseti esas alan bir zihniyetin sistemidir. Şiddetten, baskıdan, otoriteden uzak, toplumun kendi kendini yönettiği bir sistemdir.”
BAKİ GÜL

Suriye'yi Satan Satana...


Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik tehditleri arttı. Arap ülkeleri seslerini yükseltti, Batılı ülkeler elçilerini çekmeye başladı, AKP hükümetinin desteklediği Müslüman Kardeşler, Suriye’ye yönelik bir müdahalenin “Türkiye’den gelmesini” istedi.!

Anti-Kürt ittifakında Başar El Esad’ın “yakın dostu” olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “iyi dostu” Esad’ı ilk terk eden liderlerden biri oldu. Erdoğan bugünkü bir açıklamasında “Suriye, enerji kaynakları konusunda yeterince zengin olmadığı için dünyada yeterince izlenmiyor, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir" iddiasında bulundu.

Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, Esad için de Libya lideri Kaddafi için aynı sonu istiyor. Kaddafi 7 aylık bir savaşın sonunda önce linç, sonra infaz edildi, ardından da tüm dünyaya izlettirildi. Kaddafi, NATO’nun direk katlettiği ilk devlet başkanı oldu.
LİBYA’NIN PETROLÜ OLDUĞU İÇİN Mİ ERDOĞAN İLGİ GÖSTERDİ?


Erdoğan “enerji kaynakları” olmadığı için Suriye’nin yeterince izlenmediğinden yakınıyor. Peki sormazlar mı Kaddafi’nin petrolü olduğu için mi Erdoğan Libya ile bu kadar ilgilendi, elinden insan hakları ödülünü aldığı bu Libya liderini anında satmaktan çekinmedi? Erdoğan Libya’ya NATO müdahalesine önce karşı çıkmış, ardından “gerekli” olduğunu savunmuştu.

Libya’ya yapılan askeri müdahale “Arap Baharı” ya da “halkların baharı”na yapılan en büyük darbe oldu. Belki de bundandır AKP hükümeti, bu tür müdahalelerin hızlanmasını istiyor. Görünüşte ise Arap Baharı’nı destekliyormuş gibi bir hava yaratıyor.

İstanbul’da oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi’ne de AKP’nin açık desteği, bu “muhalefet” konusunda ciddi soru işaretleri bırakıyor. Özellikle Kürtler, 90 yıldır haklarını inkar eden ve bastıran bir devletin arkasında olduğu bir “muhalefete” güvenmiyor. Nitekim Müslüman Kardeşler’in öncülük ettiği bu muhalefetin Kürtlere ilişkin politikası konusunda bugüne kadar hiçbir açıklama olmadı. Aksine AKP hükümetiyle yapılan bir anlaşma, sözkonusu muhalefetin Kürtlerin haklarını tanımayacağı ve Türkiye’ye müdahale olanağı tanıyacağını ortaya koymuştu.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER: MÜDAHALEYİ TÜRKİYE YAPSIN

Müslüman Kardeşler’in lideri Muhammed Riad Şafka düzenlediği basın toplantısında “Suriye halkı, Batı’nın aksine Türkiye’nin müdahalesini kabul edebilir. Ancak bu müdahalenin amacı Suriye halkını korumak olmalı” dedi. Şakfa, “Komşumuz olarak Türkiye’den daha fazlasını bekleyebiliriz” diye ekledi.

RUSYA VE ÇİN’DEN TARAFLARA ÇAĞRI

Batılı ülkeler ile Türkiye’nin aksine Rusya ve Çin ise şiddetin tek taraflı olmadığına dikkat çekerek ilgili taraflara çağrıda bulunmayı tercih etti. Çin Dışişleri Bakanı sözcüsü Liu Weimin, “Suriye’deki ilgili tarafları şiddete son vermeye, ulusal istikrarı ve mümkün olduğu anda normal düzeni tesis etmeye çağırıyoruz” dedi. Çin, Suriye rejiminden eylemcilerin serbest bırakılması ve silahlı güçlerin şehirlerden geri çekilmesini öngören Arap Birliği planını uygulamaya koymasını istedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Bizim de desteklediğimiz 2 Kasım’daki Arap Birliği inisiyatifi bir çok noktayı içeriyor. Birincisinde nereden gelirse gelsin şiddetin durulması isteniyor” dedi. Lavrov, “Bu önemli bir tespit, zira Suriye’deki şiddet sadece hükümetsel yapılardan gelmiyor” diye ekledi.

ARAP BİRLİĞİ’NDEN ULTİMATOM


Arap Birliği de Suriye’ye baskıya son vermesi için 72 saat süre tanıdı. Birlik, aksi halde Şam yönetimine ekonomik yaptırım uygulama tehdidinde bulundu. Ayrıca Fransa ve Fas da Suriye’deki elçilerini geri çağırdı.

TEK YANLI HABER BOMBARDIMANI

Tıpkı Libya savaşında olduğu gibi Suriye’de yaşananlar konusunda da Batılı medya tek yanlı haber pompalıyor. Uluslar arası haber ajanslarının Suriye içindeki şiddet olaylarına ilişkin temel kaynağının ise Müslüman Kardeşler’e ait olduğu belirtilen Londra merkezli İnsan Hakları Gözlemevi olması dikkat çekiyor.


SURİYE’YE KÜRTSÜZ DEMOKRASİ ARAYIŞI

Suriye’ye yönelik tehditlerde bulunan ve şiddete son vermesini isteyen ülkelerin hiçbiri aynı ülkede yaşayan Kürtlere dair tek kelime etmiş durumda değiller. Bölgenin en önemli sorunu olan Kürtler görmezden gelinerek Suriye’ye demokrasi vaatleri, gerçek demokrasi yanlıların ikna etmiyor. Oysa, Kürtlerin Suriye’deki ayaklanması ve mücadelesi Arap Baharı’nın başlamasından yıllar öncesine dayanıyor.

Mart 2004’te Kürtler ayaklandığında kendilerine bugün özgürlükçü diyenlerin hepsi Kürtleri yalnız bırakmış, Esad rejimi 30 Kürdü katletmişti. Kürtlerin ne dün ne de bugün Esad rejimine hiçbir sempatisi bulunmuyor, ancak Batılıların muhalefet olarak sunduğu harekete de, Kürt inkarı üzerine şekillenmiş Türkiye iktidarı ile ortaklığı nedeniyle bir sempatisi yok.
Esad rejimi ile uzun yıllardır işbirliği içinde olan Fransa ve Türkiye ile Arap ülkeleri, bugün tek tek bu rejimi satıyor. Tıpkı Libya lideri Muammer Kaddafi örneğinde olduğu gibi.

Suriye'yi Satan Satana...


Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik tehditleri arttı. Arap ülkeleri seslerini yükseltti, Batılı ülkeler elçilerini çekmeye başladı, AKP hükümetinin desteklediği Müslüman Kardeşler, Suriye’ye yönelik bir müdahalenin “Türkiye’den gelmesini” istedi.!

Anti-Kürt ittifakında Başar El Esad’ın “yakın dostu” olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “iyi dostu” Esad’ı ilk terk eden liderlerden biri oldu. Erdoğan bugünkü bir açıklamasında “Suriye, enerji kaynakları konusunda yeterince zengin olmadığı için dünyada yeterince izlenmiyor, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir" iddiasında bulundu.

Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, Esad için de Libya lideri Kaddafi için aynı sonu istiyor. Kaddafi 7 aylık bir savaşın sonunda önce linç, sonra infaz edildi, ardından da tüm dünyaya izlettirildi. Kaddafi, NATO’nun direk katlettiği ilk devlet başkanı oldu.
LİBYA’NIN PETROLÜ OLDUĞU İÇİN Mİ ERDOĞAN İLGİ GÖSTERDİ?


Erdoğan “enerji kaynakları” olmadığı için Suriye’nin yeterince izlenmediğinden yakınıyor. Peki sormazlar mı Kaddafi’nin petrolü olduğu için mi Erdoğan Libya ile bu kadar ilgilendi, elinden insan hakları ödülünü aldığı bu Libya liderini anında satmaktan çekinmedi? Erdoğan Libya’ya NATO müdahalesine önce karşı çıkmış, ardından “gerekli” olduğunu savunmuştu.

Libya’ya yapılan askeri müdahale “Arap Baharı” ya da “halkların baharı”na yapılan en büyük darbe oldu. Belki de bundandır AKP hükümeti, bu tür müdahalelerin hızlanmasını istiyor. Görünüşte ise Arap Baharı’nı destekliyormuş gibi bir hava yaratıyor.

İstanbul’da oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi’ne de AKP’nin açık desteği, bu “muhalefet” konusunda ciddi soru işaretleri bırakıyor. Özellikle Kürtler, 90 yıldır haklarını inkar eden ve bastıran bir devletin arkasında olduğu bir “muhalefete” güvenmiyor. Nitekim Müslüman Kardeşler’in öncülük ettiği bu muhalefetin Kürtlere ilişkin politikası konusunda bugüne kadar hiçbir açıklama olmadı. Aksine AKP hükümetiyle yapılan bir anlaşma, sözkonusu muhalefetin Kürtlerin haklarını tanımayacağı ve Türkiye’ye müdahale olanağı tanıyacağını ortaya koymuştu.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER: MÜDAHALEYİ TÜRKİYE YAPSIN

Müslüman Kardeşler’in lideri Muhammed Riad Şafka düzenlediği basın toplantısında “Suriye halkı, Batı’nın aksine Türkiye’nin müdahalesini kabul edebilir. Ancak bu müdahalenin amacı Suriye halkını korumak olmalı” dedi. Şakfa, “Komşumuz olarak Türkiye’den daha fazlasını bekleyebiliriz” diye ekledi.

RUSYA VE ÇİN’DEN TARAFLARA ÇAĞRI

Batılı ülkeler ile Türkiye’nin aksine Rusya ve Çin ise şiddetin tek taraflı olmadığına dikkat çekerek ilgili taraflara çağrıda bulunmayı tercih etti. Çin Dışişleri Bakanı sözcüsü Liu Weimin, “Suriye’deki ilgili tarafları şiddete son vermeye, ulusal istikrarı ve mümkün olduğu anda normal düzeni tesis etmeye çağırıyoruz” dedi. Çin, Suriye rejiminden eylemcilerin serbest bırakılması ve silahlı güçlerin şehirlerden geri çekilmesini öngören Arap Birliği planını uygulamaya koymasını istedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Bizim de desteklediğimiz 2 Kasım’daki Arap Birliği inisiyatifi bir çok noktayı içeriyor. Birincisinde nereden gelirse gelsin şiddetin durulması isteniyor” dedi. Lavrov, “Bu önemli bir tespit, zira Suriye’deki şiddet sadece hükümetsel yapılardan gelmiyor” diye ekledi.

ARAP BİRLİĞİ’NDEN ULTİMATOM


Arap Birliği de Suriye’ye baskıya son vermesi için 72 saat süre tanıdı. Birlik, aksi halde Şam yönetimine ekonomik yaptırım uygulama tehdidinde bulundu. Ayrıca Fransa ve Fas da Suriye’deki elçilerini geri çağırdı.

TEK YANLI HABER BOMBARDIMANI

Tıpkı Libya savaşında olduğu gibi Suriye’de yaşananlar konusunda da Batılı medya tek yanlı haber pompalıyor. Uluslar arası haber ajanslarının Suriye içindeki şiddet olaylarına ilişkin temel kaynağının ise Müslüman Kardeşler’e ait olduğu belirtilen Londra merkezli İnsan Hakları Gözlemevi olması dikkat çekiyor.


SURİYE’YE KÜRTSÜZ DEMOKRASİ ARAYIŞI

Suriye’ye yönelik tehditlerde bulunan ve şiddete son vermesini isteyen ülkelerin hiçbiri aynı ülkede yaşayan Kürtlere dair tek kelime etmiş durumda değiller. Bölgenin en önemli sorunu olan Kürtler görmezden gelinerek Suriye’ye demokrasi vaatleri, gerçek demokrasi yanlıların ikna etmiyor. Oysa, Kürtlerin Suriye’deki ayaklanması ve mücadelesi Arap Baharı’nın başlamasından yıllar öncesine dayanıyor.

Mart 2004’te Kürtler ayaklandığında kendilerine bugün özgürlükçü diyenlerin hepsi Kürtleri yalnız bırakmış, Esad rejimi 30 Kürdü katletmişti. Kürtlerin ne dün ne de bugün Esad rejimine hiçbir sempatisi bulunmuyor, ancak Batılıların muhalefet olarak sunduğu harekete de, Kürt inkarı üzerine şekillenmiş Türkiye iktidarı ile ortaklığı nedeniyle bir sempatisi yok.
Esad rejimi ile uzun yıllardır işbirliği içinde olan Fransa ve Türkiye ile Arap ülkeleri, bugün tek tek bu rejimi satıyor. Tıpkı Libya lideri Muammer Kaddafi örneğinde olduğu gibi.

Haluk Gerger: Türkiye Savaş Kışkırtıcılığı Yapıyor

Ankara - Ortadoğu uzmanı Haluk Gerger, Türkiye'nin Suriye rejimi karşısındaki saldırgan tutumuna dikkat çekerek, "Amerikan yönetiminden, 'Suriye'de Kürt oluşumu olmayacak' şeklinde bir güvence almış olabilir" dedi

Ortadoğu uzmanı Haluk Gerger, Avrupa'da yaşanan "borçlanma krizine" dikkat çekerek, kapitalizmin krizden "savaş ve silahlanma" ile çıktığını hatırlattı. Ortadoğu'nun Batı için hala "açık alan" olduğunu söyleyen Gerger, Türkiye'nin Suriye karşısındaki tutumu için "Çok açık bir biçimde savaş kışkırtıcılığı yapıyor" dedi. Gerger, Türkiye'nin bu saldırganlığının arkasından Amerikan yönetiminden aldığı "Suriye yönelik saldırı sonucunda Irak'ta yaşandığı gibi bir Kürt oluşumu olmayacak" sözünün olabileceğini söyledi. Gerger, Türkiye'nin İran konusunda da "öncü kışkırkıtı bir rol" oynayabileceğini belirterek, "Türkiye, parasız askerdir. Tek istediği nema ise Kürdün kellesidir, Kürdün hakkıdır" dedi.

ETHA'nın sorularını yanıtlayan Gerger, ilk olarak uluslararası kapitalizmin yaşadığı krize dikkat çekti, "Bu krizin derinleşeceğine dair korkular da var" dedi. Devletleri iflas noktasına getiren "borçlanma krizi"nin iki önemli sonucu olduğunu belirten Gerger, şunları söyledi: 

 
"Birincisi, demokrasi büyük bir yara alıyor. Askeri darbe dönemlerinde olduğu gibi seçilmişler değil atanmışlar, teknokrat hükümetler kuruluyor.

İkincisi de, yine askeri darbe dönemlerinde gördüğümüz gibi, bu hükümetler emekçilere saldırıyor, sosyal harcamaları kısıyor, vergileri artırıyor."

'BURJUVA DEMOKRASİSİ KURBAN EDİLDİ"


Gerger, Avrupa'da yaşananlar için "İlk olarak burjuva demokrasisi kurban verildi. Burjuva demokrasisi emekçilerin bir kazanımıydı. Şimdi bu kazanımlar yok ediliyor" dedi.

Tarihsel deneyimleri anımsatan Gerger, kapitalizmin krize "silahlanma harcamaları ve savaş" reçetesi bulduğunu hatırlattı. Gerger, bunun nedenlerini de şöyle açıkladı: "Çünkü savaş ve silahlanma 3 şey yapıyor. Ekonomiyi canlandırıyor. Alıcısı devlet. Üstelik sattığı malda tüketiliyor.

İkincisi, savaşla istikrar arasında bir ilişki söz konusudur. Devletler, savaş döneminde iç tahkime gidiyor. Savaşabilmek için içeride tahkikat yapmak, iç disiplini sağlamak gerekiyor. Savaşlar, iç disiplinin sağlanmasında, toplumu bir arada kenetlemede işlev görüyor. Metropol ülkeler, emekçilere saldırdıkları için toplumsal huzursuzluktan da dehşetli korkuyorlar. Amerika'da bütün bunların olacağı aklımıza gelir miydi? Yunanistan, İspanya ortada. İtalya'da neler olacağını göreceğiz. İç tahkimat sosyal huzursuzları bastırmak için de önemli. Bunu önlemek için de dış maceralar gerekiyor yani Savaşlar.

Üçüncü olarak da, savaşlarda pazar kavgası oluyor, daha da önemlisi paylaşma ihtiyacı çok hayati bir önem taşıyor. İflas eden, borçlarını ödeyemeyen artık şirketler değil, devletler. Dolayısıyla eldeki yetmiyor, yeni bir paylaşım mücadelesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor."

'KAN PAZARINDAN PAY KAPMAK PEŞİNDELER'

Ortadoğu'nun Batı için hala "açık alan" olduğuna dikkat çeken araştırmacı-yazar Haluk Gerger, bölgeye ilişkin de şu tespitlerde bulundu: "Bölge rejimleri içinde bu bulanık suda avlanmaya kalkanlar, kendi iç tahkimatlarını yapanlar, iç muhalefeti bastırmaya çalışanlar var. Bastıramayan rejimler de zaten gidiyor. Bu rejimler aynı zamanda leş üzerindeki akbabalar gibi. Dünyayı çakallar sarmış, akbabalarda onun peşinden gidiyor. O kan pazarından bir pay kapmak peşindeler."

Gerger, Suriye'deki Esad rejiminin de bir diktatörlük olduğunun altını çizerek, "Esad diktatörlüğü, Baas rejiminin tartışmasız şovenizm ve militarizmi içselleştirilmiş, Arap topraklarındaki yansımasıdır. Kendi halkına zulmeden diktatörlüktür." dedi.

'TÜRKİYE SAVAŞ KIŞKIRTICILIĞI YAPIYOR'

Gerger, Türkiye'nin son günlerde Suriye karşısındaki tutumu için, "Çok açık bir biçimde kışkırtıcılık yapıyor" dedi ve ekledi: "Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin tavrı, dünyanın her döneminde, her ülkesi arasında savaş çıkartır. Türkiye aslında savaş açıyor. Bu savaşı Suriye'nin üzerine yıkmak için de, muazzam bir kışkırtıcılık yapıyor."

Gerger, "Türkiye neden kışkırtıcılık yapıyor?" sorusuna yanıt verirken, Türkiye'nin bölge planlarına ve misyonuna dikkat çekerek, şunları söyledi: 



"Birincisi; Türkiye, bölgede bir ganimet pazarı kurulacağını biliyor. Savaş olacak ve her savaş sonrasında - onların barış dediği- zafer kazananların ganimet sofrası kurulacak. Türkiye o ganimet sofrasında bulunmak istiyor. 

İkincisi; Türkiye ABD'nin bölgede bir truva atı, taşeronu ve tetikçisi. Bu rolü 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana hiç değişmedi. Dolayısıyla ABD'nin bölgeye saldırısının bir vurucu güçü olmak zorunda.

Üçüncü; unsur ise, Kürt Meselesi."

'TÜRKİYE İÇİN KÜRT VARLIĞI SORUN'

"Türkiye'nin tek sorunu Kuzey Kürdistan değil, Kürt varlığının tamamı bir sorun" diyen Gerger, Suriye ve Irak'taki Kürt varlığının da Türkiye'nin iç sorunu olduğunu belirtti. Irak işgalini anımsatan Gerger, "Türkiye şu anda pişman. 'Irak'ta keşke savaş olmasaydı' diyor. Ya da 'Madem oldu, bari katılsaydık' düşüncesinde. Çünkü, orada bir Kürt varlığı ortaya çıktı ve Amerikan çizgileriyle de korundu. Suriye'de de böyle bir gelişme olmasından korkuyor" diye konuştu.

Suriye'ye yönelik olası bir müdahaleyi Türkiye'nin aynı zamanda iç bastırma için araç olarak kullandığı değerlendirmesinde bulunan Gerger, "Türkiye, içeride muazzam bir bastırma yapıyor. Bunu sadece Kürt hareketinin silahlı kanadına karşı yapmıyor. Sadece Kürt siyasetçisi ve aydınına da yapmıyor. Resmi ideoloji dışında kalan her muhalefet odağına yükleniyor. Son KCK tutuklamalarında Türkler bunun bir örneği." dedi.

'TÜRKİYE GÜVENCE ALMIŞ OLMALI'

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, ABD'ndeki ekonomik kriz nedeniyle Türkiye'nin bu kez elinin daha güçlü olduğunu belirterek, şunları söyledi: "Türkiye, pazarlık alanının açıldığını görüyor. Irak deneyiminin, tekrarlanmayacağını garantisini arıyor. Suriye düşürülürse, ardından İran'ın da düşürülmesi söz konusu. Her iki ülkede de Kürdistan'ın parçaları var. Türkiye bu ülkelerde Güney Kürdistan'a benzer bir oluşumun olmasını istemiyor. Başka bir ifadeyle, Amerikan kırmızı çizgisi olmayacak, Türkiye kırmızı çizgisi olacak. 'Ara bölge', 'tampon bölge' gibi girişimlerle Türkiye bunun şimdiden yolunu yapıyor. Böylece, sadece Suriye ve İran'da yeni bir Kürt oluşumunu engellemeyi düşünmüyor, aynı zamanda Güney Kürdistan'ı da kuşatmayı planlıyor."

Gerger, Türkiye'nin Amerikan yönetiminden "Suriye'de Kürt oluşumu olmayacak" şeklinde bir söz almış olabileceğine dikkat çekerek, "Bu nedenle bu kadar pervasızca, savaş kışkırtıcılığı yapıyor" dedi.

'TRUVA ATININ İÇİNDE ASKER DE VAR'

Türkiye'nin İran karşısındaki tutumunun da ABD planına göre belirlendiğini belirten Gerger, şöyle konuştu: "Türkiye İran'a müdahaleye karşı çıkıyor gibi görünüyor. Bunlar boş laflar. Emperyalizmin, Amerika'nın Türkiye'ye verdiği ve AKP hükümetinin de üstlendiği truva atı rolü, bölge halklarıyla diyalog kurmayı gerektiriyor. Ancak tarihteki örneğinde olduğu gibi o truva atının içinde militarizm ve asker de var. Şimdi militarizm öne çıkıyor. Truva atını açıyorlar ve içinden askerler çıkıyor. Böyle olunca Türkiye'nin daha önceden İran'ı koruyormuş gibi görünen o söylemlerinin hiçbir anlamı yok. Zaten onlar da İran'ı koruyan söylemler değildi. Batı'nın, Amerika'nın istediği projeleri, İran'a taşıyorlardı. Şimdi o peçeyi de attı."

Başbakan Erdoğan'ın "NATO'nun Libya'da ne işi var" sözünü anımsatan Gerger, "Ama bu sözün ardından Libya'ya askeri müdahalede yer aldılar. Dolayısıyla bütün bunlar boş laflar. Libya, Suriye'de aynı şeyler oldu, zamanı gelirse İran'da da aynı şey olacak. Zamanı geliyor gibi. Çünkü Obama, 'her olasılık masada' dedi. İsrail, 'İran'a saldırma zamanı geldi' diyor. İsrail, İran sınırları içinde suikastler yapıyor. İranlı bilim insanlarını öldürüyorlar. Bu daha önce Irak'ta da yapılmıştı. Yol döşeniyor zaten" diye konuştu.

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, Malatya'nın Kürecik ilçesine kurulması planlanan füze kalkanına dikkat çekerek, "Füze kalkanıyla Türkiye karşı saftaki yerini aldı" dedi.

'TÜRKİYE'NİN TEK NEMASI, KÜRDÜN KELLESİDİR'

İran'ın Suriye'den başlayan "güvenlik hinterland"ı nedeneyle emperyalistler için "kolay lokma" olmadığını, bu nedenle önce Suriye'yi düşürme planları yaptıklarını söyleyen Gerger, "Türkiye'nin İran konusunda da öncü kışkırkıcı rol oynayacağı kuşkusuzdur. Türkiye, parasız askerdir. Tek istediği nema ise Kürdün kellesidir, Kürdün hakkıdır" diye konuştu.

* Kaynak: Etha / Arzu Demir

Eğitim ve Bilime Gülen Cemaati Kuşatması

Maxime Azadi-ANF

 
AKP iktidarı Türkiye’yi öğretmenler açısından da dünyanın en büyük cezaevi haline getirdi. Bugün 21’i Eğitim-Sen üyesi olmak üzere KESK’e bağlı 40 yakın kamu çalışanı cezaevinde bulunuyor. Eğitim Sen Genel Sekreteri Mehmet Bozgeyik, eğitimdeki muhafazakarlaşmaya dikkat çekerek, “Türkiye’yi şu anda Fethullah Gülen yönetiyor” dedi.

2002 yılında iktidar olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’si 9 yılda Türkiye’yi düşüncelerini ifade ettikleri için tutuklananlar açısından dünyanın en büyük cezaevi haline getirdi.

Her açıdan dünyanın en büyük cezaevi

Bugün 70’e yakın gazeteci, 500 dolayında öğrenci, en az 18 belediye başkanı ve 8 milletvekili (6 BDP'li, 2 CHP'li) cezaevlerinde bulunuyor. Adı konulmamış bir faşizm sözkonusu iken Erdoğan, “ileri demokrasi”sini tüm dünyada pazarlamaya devam ediyor. Kürtlerin 2009’da belediye seçimlerindeki başarısının ardından startı verilen KCK operasyonları kapsamında 8 bine yakın BDP üyesi gözaltına alındı. Bunlara PKK ile bağlantısı oldukları iddiasıyla gözaltına alınan veya tutuklanan binlercesi dahil değil.

Aynı operasyonların iş ve eğitim dünyasındaki hedefi ise KESK oldu. Bugün 40’a yakın KESK üyesi cezaevlerinde bulunuyor. AKP ve Fethullah Gülen cemaati eğitimde kadrolaşarak ve işçilerin sesi olmaya çalışanları susturmaya çalışarak yandaş örgütlenmeleri güçlendirirken, siyasi operasyonlarının eğitim alanındaki hedefinde Eğitim-Sen’liler var.

Büşra Ersanlı dahil 21 eğitimci cezaevinde

ANF’ye konuşan Eğitim-Sen Genel Sekreteri Mehmet Bozgeyik, aralarında Kasım başında tutuklanan profesör Büşra Ersanlı’nın da olduğu 21 Eğitim-Sen üyesinin cezaevlerinde olduğunu söyledi. Bu tutuklamaların 2009’da kamu çalışanlarına yönelik başlatılan “konseptin bir parçası” olduğunu söyleyen Bozgeyik, 1990’lı yıllarla paralellik kurarak, konsept değil, biçimin değiştiğini söyledi: “1990’lı yıllarda 120’ye yakın kamu çalışanları öldürüldü. Konsept değişmedi, biçim değişti.”

Türkiye’de son 9 yılda cezaevlerindeki tutuklu sayısı çılgın bir şekilde arttı. AKP iktidara gelirken 50 bin dolaylarında olan tutuklu sayısı 130 bine çıktı. Associated Press’in anti-terör yasasına ilişkin yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye 11 Eylül 2001’de ABD’deki saldırılardan bu yana “terörizm” suçlamasıyla en fazla insanı içeri atan ülke oldu. ABD’nin çok önünde olan Türkiye’nin 12 bin 897 kişiyi bu kapsamda tutukladığı, 2005’te 273 kişiyi, 2009’da ise 6345 kişiyi mahkum ettiği vurgulandı.

Eğitimde 'temizlik' operasyonu

Tüm muhalif sesleri susturma ve AKP-Gülen iktidarını toplumu tüm kesimleri üzerinde hakim kılmayı amaçlayan operasyonlarda, eğitim kurumlarına özel bir önem veriliyor. Gülen Cemaati kuruluş aşamasından bu yana özellikle Kürt bölgesine eğitim adı altında yoğun bir asimilasyon yürütüyor. Bu faaliyetler Avrupa, Orta Asya ve Kafkas ülkelerinde de hükümetlerin dikkatlerinden kaçmıyor.

Gülen hareketi AKP hükümetinin gelmesiyle birlikte devlet mekanizmalarının tümüne nüfuz ederken, eğitimdeki asimilasyonist politikasını bir sistem haline getirmek için “temizlik” operasyonları yürütüyor. Gülen’in kendisi bu politikasını şöyle özetliyor: “Polis, öğretmen, sağlıkçı, savcı gitsin onların alyuvarlarına-akyvarlarına girsin! Kuşatsın çembere alsın altını üstüne getirsin.”

Kamu çalışanları açısından zor bir dönem

Kamu çalışanları açısından zor bir dönem olduğunu söyleyen Bozgeyik, örgütlü tüm muhaliflere karşı, “marjinalize etme”, “kriminalize etme”, “sanal iddianamelerle tutuklama” saldırılarına dikkat çekiyor. Eğitim alanında Eğitim-Sen üyelerinin sadece tutuklamalara değil, sürgün ve açığa almalara da konu olduğunu ifade eden Bozgeyik, eğitimcilerin Çankırı, Burdur ve Giresun gibi kentlere sürgün edildiklerini söyledi. “Eğitimde giderek muhafazakarlaşma var” diyen Bozgeyik, bilimsel eğitime karşı bir yaklaşımın sözkonusu olduğunu belirterek, özellikle Gülen Cemaati’nce yürütülen kadrolaşmaya dikkat çekti.

Her ilde Gülen Cemaati’nin oluşturduğu birimlerce eğitimdeki kadroların belirlendiğine işaret eden Bozgeyik, “Şu anda Türkiye’yi Fethullah Gülen yönetiyor. Doğlal olarak Eğitim-Sen, KESK üyeleri hedef haline getiriliyor” dedi. KESK’e yönelik operasyonların bir nedeninin de cemaate yakın sendikaların ve örgütlenmelerin daha güçlendirilmesi olduğunu söyleyen Bozgeyik, 10 Aralık’ta Urfa’da KESK öncülüğünde bir protesto mitingi yapılacağını belirtti.

Kaşif Kozinoğlu’nu Gülen Cemaati mi Öldürdü?

Yasin Kılıçkaya

Ergenekon kapsamında tutuklanan MİT’in kara kutusu Kaşif Kozinoğlu öldü mü, öldürüldü mü? Şam’da Öcalan’a suikast, Rusya’da Çeçenlerin içinde yer aldığı birçok karanlık olayın planlayıcısı olan Kozinoğlu cinayetinde gözler Fetullah Gülen Cemaatine çevrildi

Bir hafta sonra hâkim karşısına çıkacak olan Kaşif Kozinoğlu “ani-den gelen(!) kalp krizi sonucu” tutulduğu cezaevinde öldüğü belirtildi.

Adalet Bakanı ve Türk medyası “kalp krizi sonucu öldü” diyerek tıpkı Özal’ın öldürülmesi ve diğer birçok karanlık cinayette olduğu gibi olayı örtbas etme çabasına girdiler.

MİT’in Asya sorumlusu Kaşif Kozinoğlu, Rusya ve Özbekistan’daki Cemaat Operasyonlarıyla ilgili belgeleri Oda TV’ye sızdırdığı gerekçesiyle 10 Mart 2011 tarihinde savcı Zekeriya Öz tarafından; “Ergenekon Örgütü’ne üye olmak, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri tahrip etme, amacı dışında kullanma, hile ile alma, çalma” suçlamasıyla tutuklanmıştı.

Turgut Özal kalp krizi ile öldürülmüştü. Eşref Bitlis’in uçağı düşürüldü. Susurluk kazası, Ecevit’in tasfiye edilmesi ve Ergenekon davasında Fetullah Gülen’in gizli tanığı olan BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşürülmesi… Ve en son Kaşif Kozinoğlu’nun kalp krizi…

Bütün bu ‘kalp krizleri’, uçak-helikopter-araba kazaları sıradan olaylar değildir. Sıradanlaştıranlar, olayların failleri iktidarlardır. Fetullah Gülen’in kurmak istediği ‘Yeşil Gladio’nun iktidar savaşıdır.

MİT Mİ ÖLDÜRDÜ?

Fetullah Gülen cemaatine ait okulların Rusya’da ve Özbekistan’da kapatılmasına Kozinoğlu neden oldu. Rusya ve Asya ülkelerinde Gülen karşıtı faaliyetler yürüttü. Bu faaliyetlerini Türkiye’deki yakın çevresi içindeki diğer MİT üyeleriyle birlikte sürdürdü. Kozinoğlu, Gülen cemaati hakkında çok önemli bilgilere sahipti. Cemaatin uluslararası bağlantıları, Orta Asya’daki örgütlemesi hakkında çalışmalar yürütmüş ve en son Gülen’in CIA ile olan ilişkisinin resmi belgelerini ele geçirmişti.

Şimdi Gülen karşıtı bütün bu faaliyetleri sonucunda Kozinoğlu cemaatin talimatıyla MİT tarafından mı öldürüldü, sorusunu sormak gerekiyor.

Nitekim 2010-2011 yılı içinde değişik zamanlarda 6 MİT elemanı kaldıkları evlerde silahla veya intihar süsüyle öldürüldüler. Bunların çoğu Kozinoğlu ile bağlantılı çalışan istihbaratçılar olması dikkat çekici. Ayrıca Kozinoğlu ekibinde yer alan MİT elemanlarından bazıları da Ergenekon kapsamında tutuklanarak cezaevine konuldu.

Birinci MİT raporunun kilit isimlerinden, emekli MİT mensubu Haluk Akter (63), 1 Nisan 2011’de esrarengiz bir cinayete kurban giderken, 15 Şubat 2011’de İzmit’te Tevfik Ataseven adlı MİT görevlisi yalnız yaşadığı evinde asılı halde bulundu. Emekli MİT çalışanı Semra Maliş’in (55) 22 Ekim 2010’da İstanbul Bostancı’da oturduğu evinde 7. katın balkonundan atlayarak yaşamına son verdiği iddia edilmişti. Kocaeli Şube Müdürü Ahmet Süreyya’nın Kasım 2010’daki ölümüne “kalp krizi” gerekçe gösterilirken 22 Ekim 2010’da MİT çalışanı Adnan Kılıç da Manisa’da bıçaklanarak öldürüldü. Ankara’da da bir MİT görevlisi evinde ölü bulunmuştu.

ÖCALAN’A SUİKAST TİMİNDE YER ALDI

Kaşif Kozinoğlu 1996 yılında Suriye’de görevli olduğu dönemde PKK lideri Abdullah Öcalan’ı uzun bir süre takip eden ve daha sonra bomba yerleştirilmiş bir araçla suikast düzenleyen eylem timinin içinde yer almıştı.

MOSKOVA’DA PATLAMA

Kaşif Kozinoğlu’nun PKK karşıtı faaliyetleri sadece Öcalan’a suikast girişimiyle sınırlı değil. Rusya’da Çeçenlerin içinde birçok karanlık olayın planlayıcısı oldu. 29 Ekim 2007 yılında Moskova’nın merkezindeki Çerkezovski pazarındaki bir iş yerine düzenlenen silahlı saldırı sonucu PKK üyesi Mehmet Ali Küçükkaya hayatını kaybetti. Küçükkaya’nın öldürülmesinde yer alan Çerkezovski pazarının sahibi Telman İsmailov, Kaşif Kozinoğlu’nun en önemli bilgi kaynaklarından biriydi.

2008 Temmuz ayında bizzat Fetullah Gülen’in talimatıyla İmralı adasına MİT’te görevli istihbarat elemanı gönderildi. Bu kişiden Öcalan’a yönelik fiziki şiddette bulunması istenmişti. Yapılmak istenen çok bilinçli ve planlıydı. PKK ve Kürtlerin göstereceği tepkiye göre daha sonra yapılacaklar gündeme getirilecekti.

KOZİNOĞLU KİMDİR?

1976 yılında Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1980 yılında Özel Harp Dairesi’nde göreve başladı. 1995 yılına kadar Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Tim Komutanlığı’nda İstihbarat Subaylığı, İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Eğitim Öğretim Grup Komutanlığı’nda görev yaptı. 1995 yılında Eğitim Öğretim Grup Komutanlığı’ndan emekli olup, MİT’e girdi. Sürekli yurt dışı görevlerinde bulundu. Suriye, Bosna Hersek ve Afganistan Bölgesi’nde görev yaptı. Asya Bölge Komutanlığı görevinde iken, Orta Asya’dan Çin’e kadar birçok yerde faaliyet yürüttü. 2010 yılında yeni MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın talimatıyla Baş Müşavir olarak Asya Bölgesi’ne tekrar atandı. Oda TV soruşturması nedeniyle ifade vermek için Türkiye’ye çağrıldı. 10 Mart’ta da tutuklandı.

İstihbarat dünyasını izleyen Fransız Intelligence Online da yayınladığı bir haberde Hakan Fidan’la birlikte MİT’teki tasfiye hareketine dikkat çekerek, Kaşif Kozinoğlu için şu ifadeleri kullanmıştı: “Özel kuvvetlerde binbaşı olan Kozinoğlu MİT’e katılmadan ve Orta Asya üzerine uzmanlaşmadan önce 90’lı yılların ortasında PKK’ye karşı savaştı. Özbek Afgan şefi Abdul Raşid Dostum’a çok yakın olan Kozinoğlu, Çin’in Sincan bölgesinde Türkofon Uygur isyancıların eğitimini de gözetti.”