18 Mayıs 2010 Salı

Mahabat Kürt Cumhuriyeti Kısa Tarihi


İran’ın 1941 yılı Eylül ayında İngiliz ve Ruslardan müteşekkil itilaf kuvvetleri tarafından işgal edilmesi, İran’ın Kürtler ve aynı yönetim altında yaşayan Azeriler üzerindeki otoritesinin çökmesine yol açtı. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde bu çöküşün en ciddi sonuçlarından biri Ruslar karşısında yenilen ve geri çekilmek zorunda kalan İran kuvvetlerinin geride bıraktığı askerî mühimmatın Kürtlerce ele geçirilmesi oldu. Bu gelişme, Şah Rıza rejimi tarafından zulme uğramış, liderleri zehirlenmiş, asılmış ya da toplu olarak göçe zorlanmış Kürtlerin konumunu bir anda değiştirmekle birlikte bölgedeki dengeleri de alt-üst etmeye yetmişti.İngiliz-Rus işgali sonrası Doğu Kürdistan, Rus Hakimiyet Bölgesi, İngiliz Hakimiyet Bölgesi ve Kürtlerin denetimindeki bir ara bölge olmak üzere üçe bölünmüştü. Denetimsiz kalan bu bölgede güç toplayan Kürtler, Rus ve İngilizlerle görüşerek, İran’ın bölgedeki hakimiyet bağını tamamen ortadan kaldırmak için çeşitli girişimlerde bulunmakta gecikmediler.

İran’ın 1941 yılı Eylül ayında İngiliz ve Ruslardan müteşekkil itilaf kuvvetleri tarafından işgal edilmesi, İran’ın Kürtler ve aynı yönetim altında yaşayan Azeriler üzerindeki otoritesinin çökmesine yol açtı. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde bu çöküşün en ciddi sonuçlarından biri Ruslar karşısında yenilen ve geri çekilmek zorunda kalan İran kuvvetlerinin geride bıraktığı askerî mühimmatın Kürtlerce ele geçirilmesi oldu. Bu gelişme, Şah Rıza rejimi tarafından zulme uğramış, liderleri zehirlenmiş, asılmış ya da toplu olarak göçe zorlanmış Kürtlerin konumunu bir anda değiştirmekle birlikte bölgedeki dengeleri de alt-üst etmeye yetmişti.İngiliz-Rus işgali sonrası Doğu Kürdistan, Rus Hakimiyet Bölgesi, İngiliz Hakimiyet Bölgesi ve Kürtlerin denetimindeki bir ara bölge olmak üzere üçe bölünmüştü. Denetimsiz kalan bu bölgede güç toplayan Kürtler, Rus ve İngilizlerle görüşerek, İran’ın bölgedeki hakimiyet bağını tamamen ortadan kaldırmak için çeşitli girişimlerde bulunmakta gecikmediler.

İran idaresinin bölgedeki zayıflığı Rusların, Celalî, Şîqaq, Herkî ve diğer birçok aşiretle lokal ilişkiler geliştirmesinin önünü açmıştı. Kürtlerin talepleri Ruslar tarafından ilk başta olumlanmadıysa da ilerleyen zamanlarda Kızıl Ordu’ya tahıl temini ve bölgede güvenliğin Kürt birliklerince sağlanması şartıyla Ruslar, Kürtlere İran ile aralarındaki meseleyi çözme izni verdiler. İngilizler ise Şeyh Mahmud Berzenci’den deneyledikleri sorunlardan dolayı Kürt taleplerine her seferinde olumsuz yanıtlar vermekteydi. Nitekim Kürdistan, bölgedeki diğer ülkeler için de hassas bir konuydu ve İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Britanya, Ortadoğu’da bir risk almak istemiyordu.

Denetimsiz bir bölgenin oluşması Kürt aşiretleri için önemli hâkimiyet alanları meydana getirmişti. Örneğin Şah Rıza ile girdiği mücadele sonrası topraklarını terk etmek zorunda kalan Banî Beyzade aşiretinin liderlerinden Hama Reşit Beg, saygı duymadığını söylediği Irak-İran sınırını geçerek, topraklarına dönmüş ve taraftarlarının yardımıyla Bane ile Zerdeşt bölgelerini kapsayan yarı-özerk bir otorite kurmayı başarmıştı. Yüksek rütbeli bir İran subayını öldürmesine ve isyancı olarak ilan edilmiş olmasına rağmen İran Hükümeti, Hama Reşit’i bölgenin yarı-resmî valisi olarak tanımak zorunda kalmıştı. Yine aynı şekilde Mehmud Axayê Senê’nin kurmuş olduğu hakimiyete İran güçleri müdahele edememişti. 1942 yazında Hama Reşit Beg ile Mehmud Axa arasında ihtilafların ortaya çıkmasıyla İran, Mehmud Axa tarafında yer aldı ve Hama Reşit’in yok edilmesi için gerekli mühimmatı sağladı. Yenilen Hama Reşit, tekrar Irak sınırının diğer tarafına sürüldü. Bir yıl geçmeden İran, kuvvetlerini Mehmud Axa’nın üzerine yöneltti ve sınırın diğer tarafına sığınana kadar peşini bırakmadı. 

Bu olayların neticesinde zayıf düşen Kürt birlikleri İran ordusu karşısında tutunamadı ve 1945 Eylül’ü itibariyle Saqiz - Bane - Zerdeşt hattının güneyindeki tüm Kürt bölgelerinin denetimi tekrar İran Hükümeti’nin eline geçti. Geriye kalan bölgelerde yine güçlü bir Kürt varlığının söz konusu olması hasebiyle İran daha çok ilerleyemeden durmak zorunda kaldı. Hattın diğer tarafında kalan Mehabad şehrinde ise Kürt siyasî çalışmaları önemli sonuçlar doğuracaktı. 


İşgalin ilk yıllarından beri Kürtlerin siyasi bir varlık gösterdikleri Mehabad şehrinde 16 Ağustos 1943′te bir grup Kürt yurtseveri tarafından Komelaya Ciwanê Kurd (Kürt Gençlik Komitesi) kurulmuştu ve faal bir şekilde bağımsız Kürdistan propagandası yapmaktaydı. Değişen dünya dengeleri onlara bu fırsatı verebilirdi. Bu dönemde Kürdistan için iki önemli girişim dikkat çekiyordu. İlki, Rusların 1942′de nüfuz sahibi bazı Kürtleri Moskova’ya bir kongreye davet etmesi, ikincisi ise Irak ordusuna mensup üç Kürt subayın Kürdistan’ın bağımsızlığının desteklenmesi karşılığında Almanya’ya karşı verilen savaşta Kürt vatandaşlarının silahlı desteğinin önerilmesi oldu.

Rusya, İran’daki Kürt politikasını 1944′te uygulamaya koydu ve Komela’nın başvurusu üzerine Mehabad’a Kürdistan-Sovyet Kültürel İlişkiler Topluluğu (KSKT) adıyla bir şube kurdu. Nitekim, öncesinde bir yeraltı örgütü olan Komela, 6 Nisan 1945′te, KTSK’nin binasında yapılan bir törenle tüzüğünü deklere etti. Rızaiye’deki Sovyet Konsolosu ve Sovyet-Azerbaycan Kültürel İlişkiler Topluluğu’nun şefi törenin şeref konuklarıydı. Bu programın en önemli bölümü “Dayika Niştiman” (Anavatan) adlı oyundu. Bu oyunda Kürdistan’ı temsil eden bir yaşlı bir kadın, Irak, İran ve Türkiye’yi temsil eden üç ‘vicdansız’ tarafından tartaklanıyor ve kötü muameleye tabii tutuluyordu. Oyun, ‘Dayika Niştiman’ın oğullarının ortak çabasıyla kurtarılmasıyla bitiyordu. Oyun seyredenleri o kadar etkiliyordu ki hayatları boyunca düşman olmuş kimseler gözyaşları içerisinde birbirlerine sarılıyor ve Kürdistan’ın intikamını almaya hep beraber yemin ediyor, kan davalarından Kürdistan için vazgeçiyorlar.

Bu dramatik oyunun başarısının yanı sıra bu toplantıdaki en önemli olay, elbette ki Kültür Kurumları başkanı Qadi Muhammed’in Komela’ya kabul edilişiydi. Bu kabul edilişten hemen sonra güçlü kişiliği, karizmatik davranışları ve entelektüel birikimiyle örgüt içinde yükselen Qadi .Muhammed, yönetimi tek elde bulundurarak bir Kürdistan politikası belirlemeye başladı. Qadi Muhammed, 12-15 Eylül 1945 tarihlerinde çeşitli temaslarda bulunmak üzere kuzeni Seyfî Qadi ve Hecî Baba ile birlikte Bakü’ye gitti. Burada Rus yetkililerle görüşmelerde bulunan heyet, Mehabad’a dönüşü ertesi Mizhê Dimoqratî Kurd (Kürdistan Demokrat Partisi) adlı bir parti kurduğunu açıkladı ve bir bildirgeyle Kürt aydın ve soylularına bildirimde bulundu. Açıklama toplantısına katılan bütün Kürtler, oluşuma tam destek sundular ve ortak bir bilgirge yayınlayarak partiye üye oldular. Kısa bir süre içerisinde Iraktaki Kürtlerle diyalog geliştiren parti yöneticileri, Mustafa Barzanî ve peşmergelerini Mehabad’ta bir tören ile karşıladılar.

Tarih, 22 Ocak 1946′yı gösterdiğinde Qadi Muhammed, Çarçıra Meydanı’nda Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Mahşerî bir kalabalık ve büyük bir coşkunun hakim olduğu tören Kürdistan için bir dönüm noktası niteliğindeydi.
Kürdistan Milli Meclisi, 11 Şubat 1946′da Qadi Muhammed’i Cumhurbaşkanlığına, Hecî Baba’yı Başbakanlığa ve General Mustafa Barzanî’yi de Genelkurmay Başkanlığına, Seyfi Qadi’yı ise Kolluk Kuvvetleri Komutanlığına atadı. Aynı gün, yürütme organları, yargı, askerî ve kültür kurumları kabul edildi. Kürdistan Cumhuriyeti Anayasası ile “milletin meşru egemenliği” garanti altına alınarak Kürtçe resmî dil, üstte kırmızı altta yeşil kuşak üzerine bir güneşin bulunduğu bayrak Kürdistan bayrağı ve Şair Dildar Rauf’un Ey Reqib adlı şiiri milli marş olarak kabul edildi.


Tarihler 9 Mayıs 1946′yı gösterdiğinde ABD, İngiltere, Türkiye ve İran’ın baskıları sonucu Sovyetler, Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti’nden desteğini çektiğini Moskova Radyosu’ndan duyurdu. Bunun üzerine ertesi gün Kürdistan Savaş Konseyi, ABD, İngiltere, Türkiye, İran ve S.S.C.B’ye birer ihtar çekerek Kürdistan’ın bağımsızlığı ve milli eğemenliği vurgulandı.


ABD ve SSCB’nin bu konuyla ilgili görüş ayrılıkları Soğuk Savaş’ın başlangıç merhalelerinden birini oluşturdu. Bir anda yalnızlaşan Kürtler, serinkanlı davranmak durumundaydılar. Qadi Muhammed, 1 Haziran 1946′da Fransız Basın Ajansı’na açıklamada bulundu ve İran Hükümeti’nin İran genelinde demokratik yasaları uygulamasını, Kürtlerin dil, eğitim ve kültürel haklarını tanımasını istedi. Fransız muhabirin Qadi Muhammed’e merkezi hükümetle çatışma tehlikesi ve yabancı müdahale ihtimali ile ilgili bir soru sorması üzerine, Kürdistan Cumhurbaşkanı şu cevabı veriyordu:
“Kürdistan’daki durum Azerbaycan’daki durumdan çok farklıdır. Ülkemiz hiçbir zaman Sovyet askerlerince işgal edilmemiş ve Rıza Şah tahttan indirildiğinden beri, ne jandarm ne de İran ordu birlikleri Kürdistan’a girmişlerdir. Bu sebeple biz, bağımsızız ve kendi irademize sahibiz. Üstelik kim tarafından yapılırsa yapılsın yabancı bir müdahaleye müsamaha göstermeyeceğiz. […] Ancak bilinmelidir ki Amerikalıları ya da Rusları taklit etmek istemiyoruz, fakat medenî ülkelerin hayvanları durumuna düşmeyi de reddediyoruz…” 


Ne var ki 10 Aralık 1946′da Sovyetler ve İran arasında bir anlaşma sağlandı ve İran, aynı gün Kaflankuh Geçidi’nden Kürtlerle kader birliği yapmakta olan Azerilere saldırdı ve Tebriz’i geri aldı. Bu, başkent Mehabad’ın düştüğü anlamına geliyordu. İran Birlikleri buradan Kürdistan üzerine yürüdü. Qadi Muhammed’in Tahran’daki kardeşi Sadrî Qadi, İran’da bir parlamenterdi ve bu durum üzerine İran ve Kürdistan Hükümeti arasında uzlaşı sağlamaya çalıştı. Nitekim bir barış antlaşması da imzaladılar. Antlaşma gereği General Mustafa Barzanî ve Seyfî Qadi komutalarındaki birlikler etkisiz hale getirilerek başkentin dışına alınmıştı. Yaklaşık bir hafta boyunca İran ve Kürt hükümetleri herhangi bir sorun çıkarmadan kentte sükûneti sağladılar. Fakat 17 Aralık’ta Qadi Muhammed ve kuzeni Seyfî Qadi da dahil olmak üzere Kürdistan Milli Meclisi’nin tüm üyeleri tutuklanarak hapse atıldı. Kentte karışıklık baş gösterdiyse de İranlılar olaya hâkim olmakta gecikmediler ve Mehabad’ın denetimini ele geçirdiler. 30 Aralık 1946′da Qadi Muhammed’in kardeşi Sadrî, Tahran’daki evinde tutuklandı ve Mehabad’a getirildi. Usulsüz ve yetkisiz bir mahkeme kuruldu ve Qadi Muhammed, Seyfî Qadi ve Qadi Muhammed’in kardeşi Sadrî ölüm cezasına çarptırıldı. Qadi Muhammed, kardeşinin haksız yere cezalandırıldığını ve bu cezanın affedilmesi gerektiğini ısrarla belirttiyse de karar değişmedi ve üçü de 31 Mart 1947′de sıkı koruma altına alınan ve Bağımsız Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti’nin ilan edildiği Çarçıra Meydanı’nda idam edildiler.

kürsüde Çarçıra Meydanı’nda Bağımsız Kürdistan Cumhuriyeti’ni ilan ediyor. Kürsünün önünde beyaz elbiseli Mustafa Barzani, sağında Başbakan Hecî Baba.


  1. İran’da sıkıyönetim ilan edildiyse de Luristan’ın Urumabad kasabasında infazlara bir tepki olarak 11 Mayıs 1947′de şiddetli bir ayaklanma baş gösterdi. İran askerleri halkın üzerine ateş açtı ve 65 Kürt bu olaylarda hayatını kaybetti. Barzani ve peşmergeleri Irak Kürdistanı’na geçti. Burada sert bir müdahale ile karşılaştılar ve daha önce Irak ordusunda görevli olan ve Barzani’ye katılan 4 Kürt subay bir zaman sonra tutuklandı. 19 Mayıs 1947′de İzzet Abdülaziz, Mustafa Xoşnav, Muhammed Mahmud, Hayrullah Abdülkerim adlı bu peşmergeler Bağdat’ta idam edildi. General Mustafa Barzanî, 27 Mayıs’ta yanlarında peşmergeleriyle Moskova’ya doğru yol aldı.
  2.  
    İdamlar üzerinKürdistan Cumhuriyeti’nin yıkılması ve Qadi Muhammed’in asılması bütün Kürtler tarafından üzüntüyle karşılandı. Türkiye ve Irak’ta Kürt bölgelerinde geniş tedbirler alındı. Diyarbakır, İstanbul, Süleymaniye, Bağdat gibi şehirlerde ancak küçük protestolar düzenlenebildie Avrupa’daki Kürtler başta olmak üzere protestolar yapıldı. Avrupa’daki Kürt öğrencilerin yayın organı Kürdistan’ın Sesi’nde ABD, İngiltere ve Irak sert dille eleştirilirken İran için “Haşhaş müptelası monarşist faşistler” ifadesi kullanıldı. Uzun süre ses getiren protestolar ile Qadi Muhammed, Kürdistan’ın ‘ebedî muzaffer’i ilan edildi. Irak’ta idam edilen subaylardan Hayrullah Abdülkerim’in son sözleri Avrupa’daki elçiliklerin binalarına siyah çelenk üzerinde iletildi: ‘Düşmanlarımıza ölüm, Yaşasın Kürdistan!’


biz yaşamı gülüş tadında yaşadık
yani yaşam bir gülüşse,
biz onun en iyi kahkaha atanlarıydık.
biz böyle sevdik birbirimizi,
böyle paylaştık varlık ve yokluğu...
bu yüzden en sevdiklerimizi toprağa gömerken bile,
yaşama ve ayakta kalabilme gücü gösterdik...

'Suskunlar Koalisyonu' ve Mezopotamya Rönesansı

Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin mirasçısı ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin Doğu Kürdistanlı kadın ve erkekleri İran Molla rejimi tarafından idam edildi.

Şirin Elemhulî, Ferzad Kemanger, Ferhad Wekîlî ve Elî Heyderiyan 2008 yılında, yalnızca yedi dakika süren bir duruşmada idam cezası aldılar. Onlar darağacında can verir vermez hepsinin ismi Qadi Muhammed oluverdi.

Neden böyle oldu? Hatırlayalım:

20 Ağustos 1941 yılında Sovyetler, İngiltere ve ABD orduları İran'a girdiler. Kürtler Eylül 1941 yılında 'Komala Jiyana Kürdistan' (KJK) (Kürdistan Diriliş Derneği) adında bir örgüt oluşturdular. Bundan sonra Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir ivme kazandı. Ağustos 1945 yılında yeni koşullara cevap vermek için KJK örgütünün de katılmasıyla Qadi Muhammed'in öncülüğünde İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) kuruldu. İKDP öncülüğünde 1946 yılında 'Mahabad Kürt Cumhuriyeti' ilan edildi. Başta Hoybžn olmak üzere bütün Kürt örgütleri bu cumhuriyete iltihak ettiler. İngilizler tarafından Irak'taki Kürtlere uygulanan baskılardan dolayı İran'a geçen ve başlarında Molla Mustafa Barzani'nin bulunduğu kalabalık bir Kürt grubu Mahabad'a sığındı. Barzani Mahabad Kürt Cumhuriyeti askeri birliğinin başına getirildi.

İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra Tahran Anlaşması imzalanıp bütün 'yabancı' güçler İran'dan çekilince Kürtlere yönelik saldırılar tekrar yoğunlaştı. İran'ın vahşi saldırıları karşısında Mahabad Kürt Cumhuriyeti yıkıldı. 31 Mart 1947 yılında cumhuriyetin önderleri Qadi Muhammed, Seyfi Qadi ve Sedri Qadi idam edildiler. Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin kuruluşuna tanık olan Çarçıra Meydanı, bu sefer Qadi Muhammed, Seyfi Qadi ve Sedri Qadi idamına tanıklık yapıyordu. Tıpkı Viyana Meydanı'nın İKDP Genel Sekreteri Qasimlo'nun katıl edilmesine tanıklık yaptığı gibi... Doğu Kürdistan'daki mücadele her zaman tüm Kürtlerin ulusal demokratik birliğine hizmet ede geldi bugünlere.

Qadi Muhammed, idam sehpasında 'Beni asıyorsunuz ama Kürtlerin her biri Qadi Muhammed'dir' diyerek son sözlerini söyledi. Öyle de oldu. Şimdi İran rejiminin katlettiği devrimcilerin mezar taşlarında görünmeyen harflerle Qadi Muhammed yazıyor.

İran'da yaşananlar biz Kürtlerin ruhunda fırtınalar yaratırken, Türk kardeşlerimizin sessizliği bizi yaralıyor.

Şeriat diktasına karşı olan liberaller, şeriatçılığın alternatifi diye tanıtılan 'ılımlı İslamcılar', Molla rejiminin 'can düşmanı' laik, Kemalistler, Ergenekoncular, Balyozcular, Ahmedinejad'ın nükleer silah edinmesine karşı ayaklanan nükleer karşıtları, idam cezası karşıtları, hükümet, CHP, MHP, bizi 'milliyetçilikle' suçlayanlar, kendisine 'komünist' diyen kimileri herkes susuyor.

Avrupa'nın, Amerika'nın, dünyanın 'özgürlük' savunucuları susuyor.

Bir 'suskunlar koalisyonu', İran'da işlenen cinayetlere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, ağzını bağlamış.

Bilinmeli ki, bu durum hayra alamet değildir. Tarih boyunca Kürtlere karşı Türk egemen güçleri ve Acemler hep işbirliği yaptılar.

Saddam'ın sonunu 'Kürt sorununda çözümsüzlük' getirdi. Ahmedinejad'ın da, Türk egemenlerinin de sonu aynı akıbet olacak.

Medyada Muğla ile ilgili yayınlanan haberleri ibretle okuyoruz. Damlarda, göğüslerine Türk bayrağı yapıştırmış, suratını gizlemiş insanlar, Kürtlere karşı nöbet tutuyor. Saldırganlar, şehirde Kürt avına çıkıyor. Bunlar birlikte yaşamaya karşı savaş ilan ediyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi'nin Türkiyelileşme çabalarına verilen yanıt bu.

Batıda bu ırkçı saldırganlığın sorumlusu hükümettir, AKP'dir. Kürt coğrafyasında biz, siyasal olarak örgütlenen Kürtler, Türklere karşı en küçük bir ırkçı saldırganlığa bugüne kadar izin vermedik. Kentlerimizde biz her türlü güvenlikten yoksunken bile, Türk azınlığına karşı her zaman kardeşçe bir tutum takındık. Kürtler, yaşadıkları her yerde içlerindeki azınlıklarla barışçı ve kardeşçe ilişkiler içinde yaşamaktalar.

Otuz yıllık savaş, uğradığımız büyük ve acılı kayıplar, bizim halkımızda Türklere karşı ırkçı bir nefret yaratmadı. Kürtler savaşın içinde bile ulusal bir asalet kazandılar ve böylece Kürt coğrafyasında yepyeni bir demokrasinin toplumsal ve kültürel temelini kendi elleriyle, hiçbir şeyi devletten beklemeden, devlete rağmen, onun baskılarıyla boğuşarak kurmaya başladılar. Tarihlerinin komünal değerlerini kan ve ateş ortamında yeniden diriltmenin yolunu tuttular. Kürt Özgürlük Hareketi'nin esinlendirdiği büyük bir özgürlük ateşini yitirdikleri çocuklarının ruhlarıyla, insanı yakmayan, aydınlatan, ısıtan, ona geleceğin yolunu gösteren bir ateşe çevirdiler.

Ve şimdi batıda yaşananlar, hükümettekilerin kaba açıklamaları, hapsettikleri çocukların 'çocuk olmadıklarını' söyleyecek kadar içi nefretle dolu hükümet üyeleri tarafından yapılan kışkırtmalar, linçler, hakaretler ve en kötüsü 'dost' görünümlü kimi çevrelerin bize yönelttiği ithamlar halkımızın mücadelesini zaafa uğratmayı amaçlıyor.

Ama nafile. Bu çabalar boşunadır. Tarihin ağır enkazından, cellatların idam sehpalarının karanlıklarından, barbar saldırganların yakıp yıktığı topraklardan yeni bir Mezopotamya Rönesansının şafağı sökmüştür. Güneşin semayı kızıla çevirdiği anda, yeniden geceye dönmek nasıl mümkün değilse, bizi yürüdüğümüz yoldan geriye çevirmek artık mümkün değildir. Tarihin biriktirdiği nicelik, artık niteliğe dönmüştür.

Şehitlerimizin önünde bir kere daha saygıyla eğilelim.

Ömer AĞIN
aginomer@hotmail.com

Kara Propaganda


Kürtler, 1999 Ağustosu'nda Türkiye devletine Kürt sorununun demokratik çözüme kavuşturulmasına fırsat tanımak için silahlı güçlerini sınırdışına Öçıkardı. Ne var ki Türk devleti Kürt sorununu çözme yerine bu durumu Kürt Özgürlük Hareketi'nin bir zayıflığı olarak değerlendirdi. Ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirlerle Kürt Özgürlük Hareketi'ni zamana yayılmış bir biçimde tasfiye etme politikası izledi. PKK Lideri Öcalan ve PKK defalarca 'bu politikadan vazgeçin, yoksa direnmek zorunda kalırız' uyarısı yaptı. Türk devleti bunu da bir blöf olarak değerlendirerek hiçbir adım atmadı.

Türkiye'nin 6 yıla yakın süren tek taraflı ateşkes sürecini doğru değerlendirmemesi sonucu 1 Haziran 2004'ten sonra çatışmalar yeniden başladı. Bu direnişe karşı birçok yönden karalama kampanyası başlatıldı. Bunlardan en olumsuzu yeminli PKK ve Öcalan düşmanlığı yapan kimi Kürtlerin kurgularıydı.

Bu çevrelere göre, 1 Haziran'da başlayan yeni hamlenin 'Genelkurmay, Abdullah Öcalan'a zorla yaptırmıştı. Genelkurmay'ın amacı, gelişen eylemlerden sonra ordusunu Kürdistan Federe Bölgesi'ne sokup oradaki kazanımları ortadan kaldırmaktı.' Böyle ağır suçlamalarla özgürlük mücadelesini durdurmayı ya da zayıflatmayı hedefliyorlardı. Bu kara propagandayı esas olarak da AKP'yi destekleyen iç ve dış güçler yaptırıyordu. Yoksa bu karalamayı yapanlar ne Federe Kürdistan Bölgesi ne de Kürt halkını düşünüyorlardı.

Yıllar geçtikçe Kürtlerin verdiği bu mücadelenin yalnız Bölge için değil, Kürdistan Bölgesi ve İran'daki Kürtler için de ne anlama geldiği anlaşıldı. Eğer özgürlük mücadelesi olmasaydı bugün Irak Federe Kürdistan Bölgesi'ndeki kazanımlar tümüyle ortadan kalkabilirdi. Bu direnişin bir boyutu da Irak Federe Kürdistan Bölgesi'ndeki kazanımları koruma ve bunu bölge devletlerine kabul ettirme oldu.

Kürt Özgürlük Hareketi'nin direnişi olmasaydı Kürdistan Bölgesi'ndeki siyasi liderler h‰l‰ aşiret liderleri ve postal yalayıcıları olarak kalırdı. Cemil Çiçek, 'Daha düne kadar asker postalı yalayanlar' diyerek, bu siyasilere hakaret ediyordu. Ağzını açan, Kürt liderlerine hakaret ediyordu. Ama Kürt Özgürlük Hareketi geliştikçe devletin ve hükümetin dili yumuşadı. Deniz Baykal bile 2007 yılında 'Biz de Kürdistan Bölgesi'yle ilişki kuralım' dedi. Türkiye'ye, Kürdistan Bölgesi'deki siyasi güçlere karşı yumuşak yaklaşmayı sağlatan Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin mücadelesidir.

Eğer bu mücadele olmasaydı, Bölge'de ve İran'da Kürt halkının özgürlük mücadelesi gelişmeseydi genel olarak Kürtler zayıf bir pozisyonda olurdu. Federe Kürdistan Bölgesi etrafında güçlü bir Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Kürt kamuoyu olmasaydı bu durum Federe Kürdistan Bölgesi'ni güçsüz konumda bırakırdı. Böyle bir durumda buradaki Kürt siyasi güçler üzerinde daha kolay baskı kurulur ve birçok kazanım ortadan kaldırılırdı. Bunu bugün en iyi gören buradaki Kürtler ve siyasi güçleridir.

Kürt Özgürlük Hareketi AKP hükümetine de tek taraflı ateşkeslerle demokratik çözüm şansı verdi. AKP, demokratik çözüm adımı atma yerine hem Kürt halkını hem devleti oyalama ve kendi hükümetini ayakta tutmayı hedefledi. Daha sonra Kürt Özgürlük Hareketi'ni en iyi ben tasfiye ederim iddiasıyla asker ve sivil bürokrasinin desteğini alıp hükümetini sürdürdü. Şimdiyse 'Kürtler üzerinde siyasi egemenliği ve kültürel soykırımı sürdürecek yeni Kürt politikasını ben inşa edebilirim' diyerek, devletin ideolojik, siyasi ve kurumsal başat gücü olmak istemektedir.

AKP'nin Kürt sorununu çözme yerine siyasi egemenliği ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürmek için Kürtleri oyalama ve tasfiye etme politikası deşifre olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketi AKP'ye de 'ya bu sorunu çözersin ya da sen de Kürtlerin mücadelesiyle karşılaşırsın' uyarısı yapmıştır. Şimdi bu uyarılara karşı da, 2004 yılında olduğu gibi kara bir kampanya başlatılmıştır.

Güya AKP demokratikleşme yapıyormuş, ama demokratikleşme istemeyen güçler yine Kürt Özgürlük Hareketi'ni eylem yapması için yönlendirmişler! Böylece Kürt sorununu çözmeyen ve oyalayarak Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmeye çalışan AKP'nin bu yüzünü gizlemeye ve tasfiye politikalarına karşı gelişecek direnişi durdurmaya çalışıyorlar. Bu propagandayla Kürtlerin hakları ve özgürlükleri için mücadele etmesinin önüne geçmek istiyorlar.

Ancak demokratik çözüm olmazsa Kürtlerin geliştireceği mücadele AKP'nin demokrasi karşıtı güç olduğunu daha fazla açığa çıkaracaktır. Nasıl ki 2004 yılı mücadelesi Kürtleri güçlendirdiyse, yeni dönem direnişi de demokratik gelişimi engelleyen, demokratik birikimi tüketen ve yozlaştıran ve Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme rolünü üstlenen AKP'yi bitirerek, Türkiye'de demokratikleşmenin önünü açacaktır. Bunu herkes yaşayarak görecektir.

Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı 'çamur at izi kalsın' politikası izleyenler, şimdi bu karalamalarını PJAK'ın mücadelesine karşı da kaydırmışlardır. PJAK'ın İran'da yürüttüğü mücadelenin de 'Federe Kürdistan Bölgesi'deki kazanımları sabote etmek amacıyla yapıldığını' söylüyorlarmış! Federe Kürdistan Bölgesi'nde böyle bir psikolojik savaş yürütüyorlarmış! Görüldüğü gibi 35 yıldır Kürt Özgürlük Hareketi ne zaman ve nerede direniş içinde olsa orada bazı yüreği zift bağlamışlar ya da Kürt karşıtı psikolojik savaş merkezleri harekete geçiyor.

İdam cezası Allah'ın emri mi?

Günümüz yönetimlerinin özellikle siyasi muhaliflere yönelik idam cezası uygulaması, sadece kendisini İslam'a refere eden ülkelere ait bir durum değildir. Çin, ABD gibi ülkelerde de insan hakları savunucularının itirazlarına rağmen uygulanan bu ceza, Suudi Arabistan, İran gibi ülkelerde de yeterince tartışmaya açılmamaktadır. Tartışmadan kaçınılmasının önemli nedenlerinden birisi, idamın bizzat Kur'an'da vaaz edilen bir cezalandırma biçimi olduğu iddiasına dayanmaktadır. Peki gerçekten durum böyle midir? Yani idam uygulaması Allah'ın emri mi mevcut rejimlerin politikası mıdır?

Fıkıh kitaplarında ele alınan kısas konusunun bugünkü idam uygulaması ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığını en başta ifade etmeliyiz. Zira kısas, yani işlenen suçun aynısının suçluya uygulanması idam cezası ile kıyaslanabilecek bir durum değildir.

İslam hukukunda kısas cezasının ön görüldüğü iki suç söz konusudur. Bunlardan birisi zina diğeri adam öldürmedir. Her iki fiilde de suçun sabit olması iki koşula bağlanmıştır. Birincisi failin işlediği suçu itiraf etmesi diğeri ise olayla ilgili dört şahit bulunmasıdır. Yani suçun işlenmesi sırasında dört kişinin kişiyi rahatça tanıyabilecek mesafeden görmüş olmaları gerekir.

Dahası bu dört kişinin sözlerine güvenilir olması ve kamuoyunda ahlaki olarak haklarında bir şaibe bulunmaması şartı bulunmaktadır. Bu şahitlerden birisinin daha önce yalan söylediğine dair bir iddia varsa bu ceza uygulanamaz. Osmanlı padişahlarından Yıldırım Beyazıd, bir mahkemede şahitlik yapmak istediyse de namazlarını camide değil sarayda kıldığı için şahitliği kadı tarafından kabul edilmemiştir.

Kısasın uygulanabilmesinin bir diğer şartı da mağdurun velisinin sabit olması ve varislerinin bu cezanın suçluya uygulanmasını talep etmiş olması gerekir. Devlete karşı işlenen suçlar bu durumda kısas konusu olabilir mi sorusunu, ilgililerin takdirine bırakıyorum.

Özetle İslam fıkhında yer alan ve uygulaması oldukça zor olan kısas cezası, esas itibarı ile caydırıcı niteliği ile ön plana çıkmaktadır. Oysa bugün uygulanan idam, tam bir siyasal baskı aracı olarak rejim muhaliflerine yönelik bir tavrı yansıtmaktadır.

Başta insan hakları savunucuları olmak üzere İslami kimlikleri dolayısı ile İran'da uygulanan idam cezasına karşı çıkmayı Allah'ın emrine karşı çıkmak gibi yorumlayanların son günlerde yaşananları bir kez daha masaya yatırmaları gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri eliyle uygulanan ya da 12 Eylül yönetiminin gerçekleştirdiği infazlar nasıl dini gerekçelerle savunulamazsa, bugün İran'da uygulanan idam cezaları da Allah'ın emri sanılarak meşrulaştırılamaz.

Ayhan BİLGEN

Chomsky'e İsrail Barikatı

Dünyaca ünlü Amerikalı düşünür ve dilbilimci Noam Chomsky'nin (81) Batı Şeria'da yapacağı konferans için ülkeye girişine izin verilmedi. Chomsky'nin Ürdün'e geri dönmesi, İsrail'de tartışmalara yol açtı.

Noam Chomsky Kanal 10 televizyonuna yaptığı açıklamada, Ürdün sınırından geçiş noktası olan Allenbi Köprüsü'nde birkaç saat sorgulandığını, ancak kendisine nazik davranıldığını belirtti. Chomsky, bir sorgucunun 'İsrail hükümetinin hoşuna gitmeyen bazı şeyler söylemişsiniz' dediğini, buna 'Hiçbir hükümet böyle şeyleri sevmiyor' karşılığını verdiğini anlattı. Chomsky Haaretz gazetesine yaptığı açıklamada da, 'neden bir İsrail üniversitesinde değil de sadece Bir Zeit'te konuşma yapacağının' sorulduğunu, kendisinin de İsrail'de daha önce ders verdiğini hatırlattığını aktardı.

Noam Chomsky, daha önce başka bir ülkeye girişinde sorun olup olmadığı sorusuna da, '1968'de Sovyet işgalinden sonra Çekoslavakya'ya sokulmadığı' cevabını verdiğini kaydetti.

Lübnan'daki Hizbullah hareketinin lideri Hasan Nasrallah'la görüşmesiyle ilgili bir soruya da Chomsky, 'Doğru, (2006'daki savaş öncesi) Lübnan'da bulunduğum sırada siyasi yelpazedeki pek çok kişiyle görüştüm. Tıpkı İsrail'de sağ kesimdekilerle de görüştüğüm gibi' karşılığını verdiğini anlattı.

Daha önceleri de İsrail'e gelen Musevi kökenli düşünür, bu kez sadece Ramallah'taki Bir Zeit Üniversitesi'nde konferans vermek üzere Allenby Köprüsünden giriş yapmak istemişti. İsrail ise Chomsky'yi ülkeye sokmamış geri çevirmişti.

İsrail'deki Yurttaşlık Hakları Derneği bir açıklama yayımlayarak, Chomsky'nin İsrail'e girişine izin verilmemesini şiddetle eleştirdi. Dernek yetkilisi Oded Feller, bir kişinin görüşlerinden dolayı ülkeye girişinin engellenmesi kararının, ancak 'totaliter rejimlere özgü' olduğuna dikkati çekti.

İsrail parlamentosunun (Knesset) Arap milletvekillerinden Ahmed Tibi ise, ancak totaliter bir rejimin saklanacak bir şeyleri olmasından korkacağını, bu kararın İsrail hükümeti ve yetkilileri için bir 'leke' olduğunu söyledi. İşçi Partisi milletvekillerinden Einat Wilf, Chomsky'nin görüşlerinin 'kabul edilebilir' olmadığını, buna karşın İsrail devletinin Batı Şeria topraklarına girilmesinden korku duymaması gerektiğini kaydetti.

Kadima milletvekilleri Otniel Schneller ile Yonatan Plesner ise, karardan memnuniyet duyduklarını açıkladı. Plesner Chomsky'ye, 'Filistin topraklarına girmek için Refah'taki tünellerden birini denemesini' önerdi.

TEL AVİV

Toplumsal Yaşam Ve Günümüz Gerçekliği

Fakat kadın sözkonusu olduğunda; binlerce yıllık erkek egemenlikli bilinç çarpıtmaları ve egemenlikli ideolojikleştirmeler göz önüne getirildiğinde söylenen her şeye şüphe ile bakmak,...

-Kadın ve Yaşam-
  
Ruşen BEZAR
 Paradigma değişimleri tarihsel-toplumsal alanda çok köklü değişimleri beraberinde getirir. Ideolojik değişimlerden çok daha kapsamlı bir zihniyet ve yaşam değişimini ifade etmektedir. Ideoloji; paradigmaya göre çok daha özelleşmiş bir disiplin olmaktadır. Paradigma değişikliği kolay kolay gerçekleşmez.  Ama gerçekleştiğinde de sadece teorik-kuramsal çerçeveyi değil, aynı zamanda yöntem ve ölçüleri de beraberinde köklü bir şekilde değiştirir.  Paradigma değişikliği herşeyden çok toplumsal yaşamın karakterini dönüştürür. Toplumsal yaşamın karakteri kaynağını kuşkusuz evrene, doğaya, ikinci doğa olarak topluma ve insana dair bilgi ve anlam yüklenimlerinden alır.  Yeni anlamlar, düşünüş biçimleri, beğeni ve ahlak ölçüleri, yine temel toplumsal kurumlarda, yapılarda ve işlevlerinde değişimler ve yenilikler; kısaca kültürel topluma ilişkin kapsamlı doğuşları ifade etmektedir. Uzun toplumsal zaman kapsamında yüzlerce ve binlerce yıla yayılacak, etkisini yaşamın her anında ve her alanında  hissettirecek  değişimlerdir bunlar.
Tarihin, doğanın ve toplumun tabakalar halinde insan hafızasında ve ruhunda  yer edinmesi bize yaşam denilen olgunun -özünde bütün bireyselliği, göreceliği ve tekilliği içerisinde- evrensel olan, bizi  aşan, çok daha öncesi ve sonrası uzun zamanda oluşmuş, söyleyebileceğimiz her şeyden daha derin, neredeyse içgüdüsel olan, refleksleri çok güçlü,  bütün sonradan edinilmiş kimliklerin başı, ilki veya hamuru olan soyutlanmış niteliğini ortaya koymaktadır. Yaşam her şeyden önce toplumsal ve tarihsel bir olgudur.  Tıpkı doğanın işinin hep yenisini eskinin üzerine eklemek olduğu gibi, insan ve toplum yaşamı sözkonusu olduğunda da; asla silinmeyen,  cinsiyetler, yaşlar, sınıflar, etnisiteler-üstü veya ötesi  soyutlanmış ve üzerine hep yeni kimlikler eklenmiş bir gerçekliği aramak gerektiği anlaşılıyor.  İnsan  günümüzden ve ulaşmış olduğu kimlik düzeyinden ibaret değildir.  Aslında günümüzde edinilmiş özelliklerin çoğu yansımalar, ikincil-üçüncül kimlikler, sonradan edinilmiş, üzerine eklenmiş ve daha yüzeyde olan niteliklerdir. Toplumsallık ve toplumsal yaşam evrensel düzeyde bütün kimliklerin kökü olarak, bedene ve ruha  çok daha esaslı ve derin izler bırakacak tarzda  kazınır.
 Acaba insanın ve yaşamın, dolayısıyla toplumun çok yüzeydeki tabakalarıyla mı uğraşıyoruz? Biliyoruz ki, kapatma, örtme, farklı yansıtma, yanıltma ve inkar özünde devletli uygarlığa aittir. Yaşamın bununla uğradığı tahribat en çarpıcı haliyle Ortadoğu topraklarında gözlemlenebilir. Belki de en köklü toplum yaşamının burada oluşmuş ve gelişmiş olmasıyla bağlantılı olarak insan, kökleriyle en çok burada yüzleşmekte, ama bu noktada en yaman çelişkilere, çıkmazlara ve karmaşaya da burada gömülü yaşamaktadır. Toplumsal yaşamın sertliği, kaskatı kesilişi, neredeyse maddi somut, elle tutulur taş ağırlığında ezici bir niteliğe bürünmüş olması, üstü kapkara çarşafla örtülü ve asıl çelişkileri çarpıtılmış, neredeyse bir deli gömleği gibi bir görünüme bürünmüş olsa da, fakat yaşam gerçekliği en çok burada mücadele halinde direniyor. Ölümün bu kadar kolgezdiği, ölümün adeta bir yaşama koşma haline dönüştüğü, yaşam ile ölümün neredeyse birbirine dönüştüğü ve el-ele, kol-kola, koyun-koyuna  olduğu bu topraklarda, varlık-yokluk, yaşam-ölüm ikilemi diyalektiğe çok daha yakın seyretmektedir.  Ortadoğuda yaşam  sert, düğüm haline gelmiş, akışkanlığını yitirmiş, sıkışmış ve trajik yönü hep önde, ölüme ve kriz halinde yaşama alıştırılmış bir gerçekliğe sahiptir. Çok ezici.
 Zorlu, çarpıcı ve sarsıcı bir gerçeklik! Bu gerçekliğe alışmak mı, yoksa alışmamak mı?  
Böylesi bir yaşama nasıl alışılır? Düşünmemek, dillendirmemek, anlamdan kaçmak, gizlemek, üstünü örtmek; sadece yaşamak? Adeta yaşamın içine, bir mezara girer gibi, gömülmek! Kendini kandırmak!  Yaşıyormuş gibi yapmak! Ya da delirmek!
      Doğal toplum gerçekliğinde yetişen bir gencin topluma kabul edilişindeki kutsallık ve anlam ritüellerde çok güçlü yansımasını bulur.  Bu aynı zamanda kendi doğasıyla ve toplumu ile buluşmasıdır. Gencin kendi güvensizlikleri, korku, şüphe ve çelişkileriyle, aynı zamanda farklılıkları ile yüzleşmesi, bunların farkına varması , bunlarla baş edebilmesi ve mücadele edebilmesinin sağlanması için haftalarca yalnız başına  karanlık ormanlara atılır, sayısız sınavlardan geçirilir. Toplumsallığa hazırlanmaktadır. Doğal toplumda ölüm aslında bir nevi yaşamın kaynağı, kökü, tarihi gibi algılanır. Ölüler yaşayanlarla aynı mekanda, her an onların gözleri önünde, tapınak gibi evlerin içinde gömülü, fakat ruhları hep yaşayanlarla birlikte. Her an geçmişinin ve atalarının ruhlarıyla beslenmektedir toplum.  Toplumsal doğanın bir parçasıdır, ölüm bir bilinç ve doğa olarak içselleştirilmiş toplumsallaştırılmıştır. Yaşamın doğal bir eşiği gibidir.  Gizli-saklı, yaşam alanlarından özenle uzak tutulan, kanıksanmış, unutulmaya bırakılmış veya aşırı korku yaratacak bir olgu değildir.  Çocuklar adeta ölüleriyle birlikte büyür, onların ruhundan bir parça kendi ruhlarına geçer. Artık dilin gücü keşfedilmiş, kelimelere kutsallık atfedilmekte, her sözün ruhu olduğuna, bu ruhun yapıcı ve yıkıcı, değiştirici-dönüştürücü gücüne inanılır. Bir iletişim aracından çok öte anlamlar yüklenmektedir. Özgürlük kadar  değerlidir. Söz güçtür.  Onun için toplum  en güzel dille ifade edilmek, kendisini kimliklendirmek ister. Öncü olabileceklerin en güzel dile, şiirselliğe sahip olmasını, hitabetin güçlü olmasını, büyülü sözlerle ruhları etkileyebilmesini ve harekete geçirebilmesini şart koşar. Öncü sadece maddi birikimini dağıtmak zorunda değildir, aynı zamanda ruhunu ve ruhundan gelen gücünü, şiirsel dili, ritmi  ve dansıyla aktarmak zorundadır. Toplum öz yaratımı olarak kendi dili, kendisini adlandırdığı ve bütün algılarıyla kendisini seyrettiği, dinlediği, duyumsadığı  bir yansımasıdır. Dilin yaşamla bağları çok güçlüdür. Savaşın gerekliliğine ilişkin sarfedilen her söz, eğer topluluğu ikna etmiyorsa, sözün sahibi gidip yalnız başına savaşmak ve sözüne bağlı olarak ölmek zorundadır.  Farklılıkların yaratabileceği yanlış büyümelerin, ya da ezikliğin, büzüşmenin, küçülmenin  zemini olabilecek ötekileştirmelerin önünü almak için cinslerin rol değişimleri kurgulanır, kutsanır; genç erkek çocuk doğurmuş gibi lohusaya yatırılır, kendisini bir süreliğine  kadın yerine koyması sağlanır, ya da ritüellerde cinsel organların kesilişiyle kanama sağlanır. Bu sembolik bir özdeşleşmedir, fakat toplumsal anlamı, yüksek bir sosyalizasyon gücünü ve iradesini yaratmasıdır.
      Günümüz gerçekliğinde yaşam bayağı, salt görünenlere indirgenmiş, parçalara dökülmüştür. Ruhu hapsedilmiş, canlılığını, yitirmiş, sert duvarlar arasında, aslında zindan gerçekliğindedir. Zindan kimseden o kadar uzak da değildir; yaşamın tam ortasına kurulmuştur. Zindan kendisi  belki de daha yalın, somut, hakikati daha çarpıcı yaşatmakta ve hissettirmektedir. Günümüzde yaşamın  bir parçasını öne çıkarma, diğerini yok sayma, kanıksama, küçültme, hatta o parçayı biçimsiz, zayıf ve güdük bıraktıkça kendini büyütme daha esastır. Yaşamın önce barajlanması, tekel haline gelişi, sonra kontrollü ve kar temelinde dağılımı. “Al sana şu kadar yaşam, değer”! derken, karşılığında duygu, düşünce ve irade istemektedir sistem. Görmeyen gözler, duymayan kulaklar, yalancı yabancılaşmış diller, ikiyüzlü ruhlar.   Bütün yaşamı bir çelişki etrafında, bir-iki kişinin, kesimin, sınıfın, gücün çelişkisine döndürmek, bu çelişkiler üzerinden kendini büyütmek; her şeyi ve herkesi adeta bunun etrafında sıralamak, şeyleştirmek veya sermaye haline getirmek yaşamı korkunç bir pazar haline getirebilmiştir. Alınıp-satılan, ticareti yapılan yaşam gerçekliğidir. Yaşama kim nerede, nasıl ve ne kadar katılacak? Yaşam tekeli en tehlikeli tekelciliği ifade etmektedir. İçinde duygu, ruh, düşünce bulunmayan-bırakmayan, aslında istenmeyen, bütün bunların alabildiğine çarpıtıldığı ve çarpıklaştırıldığı ve kullanılabilirlik değerine göre oluşturulduğu bir yaşam.  Bunun toplumsal insan ve yaşam üzerindeki tahribatı tarif edilemez. Bilirsin, söylemezsin; görmemiş gibi geçersin, evet dersin inanmazsın, yüzler takınırsın, en kolayını seçersin, altından, üstünden veya kenarından geçersin, dondurursun, revize edersin; en iyi pazarlamanın yoluna bakarsın. Topluma, ahlaklı ve politik topluma bu kadar yabancılaşma öldürücüdür. En iyisi belki de bu yaşama çok girmemek, kenarında durmak, protestocu bir sessizliğe bürünmek, kabul etmediğini alttan alta hep  hissettirmek, itaatsizlik, karından konuşmak-Batıni olmak, ya da hep bozmak-kırmak, deliye çıkmak; hiciv yapmak, karikatürize etmek, komediyi geliştirmek ya da öznelciliğe sığınmak. Sözkonusu hakim yaşamın nimetlerinden el-etek çekmek, başını alıp uzaklara kuytu köşelere gitmek. Tarihte bu tür tepki hareketleri var. Bunlar hepsi özgür yaşam arayışı olabilir, fakat bir paradigmaya dönüşmemiş, toplumsallaşma yönü çok zayıf; yaşamın toplumsallaştırılmasına fazla hizmet etmiyor. Biraz hakim yaşamla buluştuğunda ezilmeye ve sistemiçileşmeye açıktır.         
  Üstü örtülmüş, kanıksanmış veya karşıtına dönüşmüş korkular, güvensizlikler ve ötekileşmelerle örülü bilinç biçimleri ve kimlikleşmeler köklü yanılgı, yalan ve çarpık algıların yolunu açar. Bunun derin bir köleliği ifade ettiği ortada.Kendisiyle yüzleşmekten kaçan, bunun için korku, güvensizlik ve bütün zayıflıklarını yansıtabileceği hep ötekine –daha zayıf, bilinçsiz ve geri olana- ihtiyaç duyan, kendisini ya aşırı küçülten, ya da tersine aşırı büyüten, ama hep yaşam gerçekliğinden ve karmaşıklığından kaçan bir insan gerçekliği yaratılmıştır.   Sorun bilincin olup olmamasından ötedir. Kesinlikle bilinç sorunu denilmesin buna. Her an kaçmaya, sığınmaya, bilmemezlikten-görmemezlikten gelmeye hazır.  Bilinçten kaçmak, çaresizliğe alışmak, kader bellemek, yokmuş gibi davranmak.  Toplumsallığını ve tarihselliğini yitirmek, toplumsallık dışına, tarih dışına atılmak, insanın kendine dair bütün bilinç ve duyguların köksüzleşmesi ve kararmasıdır. “Ben kimim” sorusuna hep kendini ve birbirini kandıran, yanıltan ve bunu da adeta bir doğaymış gibi kabullenen cevaplar. Ya aşırı değersizlik, ya da bunun karşısına dikilmiş aynı madalyondaki yansıyışı olarak aşırı ben-merkezlilik. Her ikisi de özünde en büyük ahlaksızlığı ifade etmekte ve kaynağını köklü tarihsel-toplumsal gerçeklerden almaktadır.  Hakikatın aslında katlidir bu. Düşüncenin, duygunun tek taraflı asılı kalışı, küçük kalışı, kendisini besleyememesi, donması; felsefenin hep uçlarda debelenmesidir.  Bir sarkaç gibi uçtan uca koşan veya uçlarda buluşan düşünce ve duyguların  fazla bir felsefik değeri olamaz. İktidara konu olabilirler ancak.  Aşksızlığın sebebi hakikatin katledilişidir. Ölüm felsefesinin bu kadar yaygın ve derin yaşanmasının birçok sebebi olsa gerek;
Ölüm Ortadoğu yaşam gerçekliğinde neredeyse bir kurtarıcı!
Toplumsal yaşamın nereden nereye geldiği en açık ve somut haliyle burada anlaşılır. Bu işin bir yönü; devletli uygarlıktan kaynaklı yabancılaşmadan bahsediyoruz.   Bunu da çözmek veya anlamak gerekiyor. Fakat bundan da öte; işin doğasında hep üzerine eklenen ve eklendikçe farklılaşan, çeşitlenen ve çoğullaşan bir insan ve yaşam gerçekliği vardır. Daha derinde ve uzun toplumsal zaman sürelerine ait daha evrensel olan ve geçerliliğini-kalıcılığını çok köklü bir şekilde yaşama, bilince ve ruha dayatan gerçekleri de görmeden yaşam ve insan fazla anlamlı olamaz. Yaşamı değerlendirmek ya da anlamlandırmak istiyorsak; -ki istiyoruz- onu salt kısa ve orta zaman süreleriyle değil, en uzun kültür süresiyle birlikte ele almak kaçınılmazdır. Yaşam nasıl kuruldu ve toplumsal hale geldi, neydi, nasıl çarpıklaştı ve günümüzde nerede gömülüdür? Günümüzün en büyük anlam kayması veya yitimi biraz da bu olguda gizlidir. Tarihten ve toplumdan kopuk, evrensellikten kopuk yaşam, bir nevi derinliğini ve ruhunu yitirmiş, direnci kırılmış, zamanın-mekanın  ve ağır  koşulların ezdiği, meşru savunma güç kaynaklarını  yitirmiş bir yaşamdır. En büyük direnç kaynağını, kutsallık ve anlam gücünü yitirmiştir. Eksik ve eziktir. Gururludur, ama çarpıtılmıştır, yansıyor, ama çok basit ve yanlış, toplumsallaştırmıyor, sosyalizasyonu geliştirmiyor. En çok ahlakla buluşması gerektiği yerde en zayıf kalmakta; toplumsal nitelik kazanamamakta. Var, ama yanlış yere akıyor, kendini vuruyor. Güç oluşturmuyor.
  Oysa tarih ve toplum, tarihselliğin ve toplumsallığın kazandırdığı anlık, sezgi, duygu ve inançlar  muazzam güç kaynaklarıdır. Doğanın, Tarihin ve toplumun büyük yaşam gücünü, dilini ve direncini görmemek,  yaşamı çok aşırı tekilliği içerisinde günümüzün adeta yıkıma uğramış ezici, sert, donmuş ve kapkara yüzüyle kavramak çok felç edicidir; hatta delirticidir. Tersine,  ertelenmiş soyut yaşam ütopyaları, hayalleri de fazla yaşam gücünü  gösteremeyeceği gibi, yaşamın eziciliği karşısında hızla umutsuzluğa, bıkkınlığa ve mücadelesizliğe sürükler. Özgürlük arayışını ve diyalektiğini  toplumsallığın oluşumunda aramak; daha da öte, doğayla-evrenle  birlikte ele almak özgür yaşam umutlarını ve potansiyellerini açığa çıkarmaktadır.  Yaşam konusunda en büyük güç, insanın toplumsallığıdır. İnsandaki anlam derinliği ve gücü olmaktadır. Neye nasıl ve neden anlam verdiği insandaki metafiziği ifade eder. Kültür insana bu anlam gücünü verir.   Ortadoğu sözkonusu olduğunda özellikle din, mitoloji, sanat, felsefe, bilim; hepsi bunun ifade gücü olmaktadır.  Insanı toplumsal ve tarihsel kılan özünde bu metafizik olmaktadır. Toplumu ve tarihi bu kadar güçlü kılan da özünde budur.  Sistemin yarattığı yabancılaşmadan öte, tanımlanamayan veya anlamlandırılamayan bir tarih ve toplum gerçekliği vardır. Sistemi aştırtacak olan asıl  bu tanımlama ve anlamlandırmada gizlidir.
  Günümüz insanı bir anlamda gittikçe genişleyen ve karmaşıklaşan tarihin kimlikleşmesi olmaktadır. Dolayısıyla genç bir insanın yüzünde-gözlerinde belki de binlerce yıl öncesine ait yaşlı bir bilgenin hüznünü görebiliriz; ya da tersine yaşlı bir insanın gözlerinde genç bir insanın bitmeyen heyecan ve coşkusunu görebiliriz; ancak bir toplum veya tarih olabilecek  bir birikim ve yaşanmışlıktır bu. Bireyi  aşan,  genç veya yaşlı bir insana dair söyleyebileceğimiz her şeyden daha derin ve daha bütün olan bir gerçeklik.  İnsan ancak derinden hissedilebilecek büyük ve ağır bir yüklemle dünyaya gelmektedir. Özünde bir evren olarak doğmaktadır. Doğanın ve toplumsal doğanın bütün özgürlük potansiyelini adeta kendinde toplamıştır. Fakat o kadar göreceli, zayıf ve  muhtaç bir konumda ki, onun yaşayabilmesi, büyüyebilmesi adeta bir mucize.  Çocuk oynarken düşüp boynunu kırabilir, ağaçtan düşebilir, bıçakla oynayıp kendisini yaralayabilir, boğazına bir şeyler kaçıp boğulabilir, hastalanabilir.  Her an her çeşit ölümle burun-buruna gelişine rağmen, çocuğun konuşup-ayağa kalkması, ilk kelimeleri, cümleleri söyleyebilmesi; kendini anlatabilmesi, anlayabilmesi ve anlam üretebilmesi çok zorlu bir bakımı, emeği ve büyük bir sabrı ister. Yıllara yayılan bitmez-tükenmez sorular, merak, ilgi ve hep kendini aşma mücadelesi. “Anne bu nedir?”, “niye?”, “Ben nereden geldim?”den “Ben kimim?”e kadar adeta yutarcasına kültürel toplumun bütün esaslı birikimini  hafızalandırır, kaydeder. Kültürün temel  kaynaktan, hem tarih ve başlangıç itibarıyla ve hem de güncel toplumsal kimlikleşmesi veya  gözeneği olarak anadan çocuğa akış daha yoğun ve daha canlıdır. Ana-çocuk bağı bu anlamda toplumsal kültürün sürekliliğinde, değişiminde daha esastır. Anadan başlayan değişim, birkaç nesile yayılan, artık tohumu serpilmiş, büyük kuraklık ve ani felaketler gelişmezse kendi mecrasında ağır ağır akacak bir değişimdir. Ana-kültürü hem dilsel anlamda, hem duygu yoğunluğu, yaşamsal bağ, kimlik oluşumu anlamında bir köktür. Kök; doğaya bağlayan göbekbağı, doğadan gelen her şeyin akışını sağlayacak, bunu sese, duyulara, kokulara, bakışlara ve sezgilere  aktaracak, kendine ilişkin bir bakış oluşturacak, kendi farkındalığını sağlayacak temel bir bağdır. Çocuk farkındalığının ilk halkasını anne ile ilişkide yaşar.  Aslında onun çevresini algılayışı, ilişkisi anneden geçiyor. Doğumdan uzun bir zaman sonra bile,  ilk başta tamamen kendisinin birebir devamı gibi algıladığı beden olarak anne, çocuk için zamanla kendisi dışında bir sese, dokunuşa, bir görüntüye, kısacası bir varlığa dönüşür. Ama başta anne, çocuğun içine doğduğu, onu çevreleyen yaratılmış evrenin kendisidir; verendir, her şeyi bilendir, besleyendir, anlayandır; çocuğu evrene bağlayan göbekbağı olarak anne, uzun zaman bu rolünü sürdürür.   Başta kendisi annenin değil, anne kendisinin bir parçasıdır, uzantısıdır. Bu tabi subjektif ve kendine göre bir algılayış. Neredeyse çelişkisiz bir özdeşleşme. Anne için çocuk, kendisinden olan, ama kendisi olmayan bir canlı-ruhlu beden, ondan farklı, ama onsuz da olamayacak bir varlık. Kocaman bir çelişkiler yumağı; çocuk için  bu çelişkisiz özdeşleşme, anne için çok büyük bir çelişkiler dünyası. Onsuz olamayacak, ama ondan da giderek farklılaşarak gelişecek ayrı bir varlık. İlk ve temel sevgi bağı, güven oluşturucu  kimlik ve kişilik temellerinin atıldığı bir ilişkidir bu. İnsan oluşumunda ilk diyalektik; ilk çelişkiler, ilk nitel sıçramalar, ilk dönüşümler, duygu-düşünce oluşumu, ilk soyutlamalar hepsi bu ilişki ile sağlanır.
  Çocuk sayısız krizlerden ve bariyerlerden geçerek dönüşümler yaşayarak büyür. Bundan dolayıdır ki, ayakları üzerinde durma, düşünebilme, kararlar verebilme gücüne eriştiğinde ahlakın ve politikanın bir öznesi haline gelişi kutsallaştırılır. Bu aynı zamanda ona verilen emeğin toplumsallaştırılması ve kutsanmasıdır. Toplum kendisini yeniden üretmiştir, varlığını ve hakikatini yeniden kazanmış ve aşmıştır. Kendi yansımasını, kendi yaratımında tekrar bulmuş, sürekliliğini, yaşayabilirliğini ortaya koymuş, aslında onda kendi yaratım ve aynı zamanda kendini aşma gücünü görmektedir. Toplumsal yaşama, toplumun kendini dönüştürme ve özgürleştirme potansiyeline önemli bir kaynak sağlanmıştır. Donanmış,  kendini aşma ihtimali çok yüksek, yeni bir ruh ve beden kazanmıştır. Yediği gıdaya bile kutsallık atfeden bir toplumun, bu yeniliği kutsamaması, buna çok yüksek bir anlam biçmemesi beklenemez. Burada çok kaba  indirgemeci bir şekilde toplum eşittir birey demiyoruz. Fakat suni-soyut birey-toplum ayrıştırmalarını ve karşıtlaştırmalarını da doğru bulmuyoruz.   Toplum-birey kesinlikle diyalektik bir ilişki içerisindedir. Toplum bireyde hem kendisini yaratmış, hem de kendisini aşacak olan üst-insan potansiyelini. Diyalektik nihayetinde kendini karşıtındakiyle ilişki içinde olduğunu görmektir. Bu doğal diyalektik atom-altı dünyada da vardır. Saniyenin milyonda bir oluşup yok olan; varlığı-yokluğu neredeyse bir olan bir parçacık, bir atom sistemini hem tamamlıyor, ama hem de her an onu değişime uğratabilecek, yeni bir sisteme-oluşuma götürebilecek bir potansiyel ve olasılıktır.
Toplumsal yaşam ve kadın ilişkilendirildiğinde genellikle kadının doğayla olan bağları, incelikli, sezgili, duygusal ve duyarlı karakteri ile birlikte onun doğurganlığı öne çıkarılır. Bu belki eksiktir, fakat özünde çok yanlış da değildir. Fakat kadın sözkonusu olduğunda; binlerce yıllık erkek egemenlikli bilinç çarpıtmaları ve egemenlikli ideolojikleştirmeler göz önüne getirildiğinde söylenen her şeye şüphe ile bakmak, hatta bazen tersini düşünmek daha doğru gelmektedir. Egemenlikli sistemin kendisi de kadını böylesine “doğa” alanına sıkıştırmakta ve bunu kadın-bedenle –biyolojik doğurganlıkla- özdeşleştirmektedir. Kadın birinci doğa ile ikinci doğa arasında hep yenilenen ilk ve tek halkadır. Doğa-toplum köprüsünün uzandığı, aslında bilincin ve ruhun derin köklerinde karanlık ve tanımsız kalması gereken bir yerdedir kadın. Hem fizik-biyolojidir, ama hem de en kapsamlısından metafiziğin konusudur. Nasıl ki, tanrı bilinçlerde ve ruhlarda bilinmez, sayısız sıfatlarla yüklenmiş, tanımlanmayacak denli soyut ve aydınlık her yerde kutsallık içerisinde ise; kadın o denli  sayısız sıfatlarla kötü bir metafiziğin nesnesi, lanetli, tabularla yüklü, günahın, şehvetin ve dünyevi olan beşerin en büyük sembolü. Kadın özünde bir imge olarak yeniden yaratılır. Tıpkı tanrı imgesi gibi. Kadın doğa, erkek kültür; kadın beden, erkek ruh ve akıl, kadın nesne, erkek öznedir; kadın bilinmez, mistik bir gizem ve ürkütücü bir karanlıktır. Zaptedilmesi gereken doğadır. Doğurganlığıyla kadın, yaratıcı köken ve toplumsallığın toprağı, kanı ve bedenidir. Bedeni, cinselliği  ve doğurganlığı kontrol altında tutulmalı, terbiye edilerek evcilleştirilmeli, kalın çizgilerle toplumsal alanlardan uzak tutulmalı, politika ve ahlakın alınır-satılır nesnesi halinde tutulmalıdır. Ona olan sahiplik, en derininden beynine ve bedenine kazınmalıdır.  Kadına hep şüphe, korku, güvensizlik ve hatta düşmanlık derecesinde yaklaşılmalı.  Bunun için sistemli bir şekilde kadın imgesine paralel, onun diğer kutbu olarak erkek imgeleri yaratılmalıdır; ki, bunun en köklüsü erkekteki kadın algısıyla birlikte gelen düşmanlığı, korkusu ve ona karşıtlığı olmaktadır. Bunun ne tür uygulamalarla gerçekleştirildiğini tasavvur etmek bile zor. Baruya toplumunun bu konuda geliştirmiş olduğu yöntem belki de bir ipucu verebilir. Erkeğe kapalı olan ergenlik törenlerinden dönen genç kadınlara, genç erkekler saldırtılır; elinde sopa, hertürlü dikenli aletle erkekler en ağır küfürler eşliğinde kadınları öldüresiye dövdükten ve şiddet uyguladıktan sonra ava çıkarlar.  Aslında bunun için çok uzaklara ve geçmişlere de gitmeye gerek yoktur. Her şey başından beri çok canlı, yanı başımızda ve içimizde cereyan etmektedir. Günümüzde kadına yönelik vahşice uygulanan sünnetten ve cinsel organı dikmekten tutalım, recm, töre adı altında canlı-canlı toprak altına gömmeye, tecavüz kültürü ve belki de en yaygını olarak her gün küçük kızların ve erkek çocukların gözleri önünde anneye uygulanan baba, abi, oğul şiddeti. Gözlerimizle adeta an-an içerek büyüdüğümüz ve her defasında biraz daha kırıldığımız, güvensizleştiğimiz, korku, öfke, nefret ve şüphelerle yüklendiğimiz aile ilişkilerini çözümlemek ve anlamlandırmak bile yeterlidir.
Aslında kadının doğurganlığı ve onunla birlikte etrafında oluşan ilişkiler sistematiği erkek egemenlikli sistemin ve yarattığı bilinç ve duygu çarpıtmalarının en önemli gediğini teşkil etmektedir. Neredeyse bütün erkek egemenlikli mitolojiler, dinler ve ideolojiler bu çıkmazdan çıkmanın yalanlarıyla doludur. Örneğin Yeni Gine de bazı topluluklarda kadının doğurganlığının da, genç erkeğin erkekliğe adım atışının da yetişkin erkeklerin spermlerinin düzenli olarak kadına ve çok küçük yaşta annesinden koparılarak, erkek topluluğunda yaşayan genç erkeğe yedirilmesiyle sağlandığı söylenir. Ya da işte tek tanrılı dinlerde  olduğu gibi kadın, aslında erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır.  Ya da Kutsal Ruhun soluğuyla Babanın oğlunu taşıyordur rahminde.
Bu anlamda toplumsal olana karşı ilk iktidar ilişkisi, dolayısıyla ilk yabancılaşma  öncelikle kadına karşı kurulur. İktidarın kendisini geliştirip ilk kurumsallaştırdığı alan kent olmaktadır. Kent merkezi güç birikimine ve tekelleşmesine zemin olarak elverişlidir. Kent kuruluş itibarıyla toplumsal farklılaşmanın, çoklu ve zengin bir bileşimin, bununla gelen düşünce  ve kültür zenginliğinin bir ürünü; neolitik toplumsallığın maddi ve manevi gelişiminin ve kurumlaşmasının bir sonucudur. Kurulan ilk kentlerin her birinin tanrıçası ve birikmiş ana-kültür değerleri vardır. Zengin bir mitoloji, kutsallık değerinde toplumsal yaşam kuralları, şiirsel-müzikli bir dil, her birinin ayrı meleri olan müzik aletlerinden tutalım, insanın ahlak,  temel hüzün-sevinç ve mutluluk davranışlarının düzenlenişine, bunların ifadesi olarak edebiyatına, meslek oluşumlarının ve çeşitlerinin  melerinden, toplumsal otorite gelişim ve kurumlarının sözleşmesi de diyebileceğimiz politik esasların ifade edildiği melere ve yine şifalı ot ve madde karışımlarının melerine kadar hepsi özünde bir kent devrimine işaret etmektedir. Tam bir aydınlanma, politik ve kültür devrimi olmaktadır. Neolitik tarım-köy devrimini inkar ve reddetmeyen, ondan farklılaşarak değişim ve dönüşümü mümkün kılan bir toplumsal diyalektik yakalanmıştır.  Mitolojik-dinsel, kozmogonik, ekonomik, kültürel, politik ve ahlaki bir toplumsal süreklilik ve akış sağlanmıştır.  Ortada çok güçlü bir paradigmal gelişim vardır. Bunları belirtmemizin sebebi; egemenlikli sistemin yarattığı derin bilinç çarpıtmalarıdır. Uygarlık sisteminin adeta kenti yarattığı, erkek aklının gelişkinliği ve yükselişinin bir sonucu; aslında vahşi doğadan bir kopuş olarak yüksek soyutlama gücünün ve  bilincin gelişimi gibi algılanışından bahsediyoruz. Bunun içimizdeki erkek egemenlikli zihniyette azımsanmayacak bir etkisinin olduğunu belirtmek gerekiyor. Sanki bıçakla peynir keser gibi neolitik tarım-köy toplumundan ve duygusal zekadan kopuş ve aniden bir tanrısal vergi olarak bir erkek egemenlikli bilinç ve akıl sıçramasının sonucu kentleşme ve uygarlık gelişimi olmuş gibi. Bu iktidarcı bir yanıltmadır. Ne bilinç gelişimi ve ne de toplumsal gelişim bu kadar kökten ve aniden, hiç yoktan oluşmazlar. Toplumsal inşalar ve gelişimler kesinlikle birikimin bir ürünüdür. Toplumsal zamanlar süre olarak geniştir; yüzyıllık, binyıllık bir süre toplumsallık açısından belli değişimleri getirebilir, fakat kültür oluşumu ve yarattığı yaşam anlamları, bilinçleri birden, kolay ve kökten değişemez; gelişemez de. Bir davranışın, anlayış ve yaşam biçiminin bir toplumsal  kültür halinde içselleşmesi, toplumsallaşması uzun zaman süresinin konusudur. Eski, sistem olarak veya bir yapılanma olarak aşılsa da, insan ruh ve duygularında, zihniyetinde çok uzun süre varlığını korur. Kutsanmış veya tabu haline getirilmiş; bunun için çok köklü bir şekilde toplumsal kimliğin ve varlığın parçası haline getirilmiş, yaşamda tutarlılığın, bütünlüğün ve anlamın kaynağı olarak belirlenmiş davranış, bakış ve değerler toplamının bir çırpıda karşıtına dönüşmesi düşünülemez; üzerine ancak yenisi eklenebilir. Toplum aksi halde bir kimlik, irade, akıl ve hakikat haline gelemezdi. İşte şimdi kapitalist modernite en çok bu gerçekliğe saldırı halindedir. Kültür denilen uzun süre tarih ve toplumu gelip-geçici, sanal ve popüler bir olguya dönüştürme; köksüzleştirmek istiyor. Dün okuduğun bir roman, dinlediğin bir şarkı, söylenen söz, kurulan ilişki veya daha kapsamlı çelişkiler, sorular insan beyninde ve duygularında bir an için etki yapsa da, bunların çok köklü izler bırakmaması, hatırlanamaması, kısa sürede unutulabilmesi; unutmanın, boşaltmanın yeniye yer açmak için gerekli olduğunu savunan sosyologlar bile vardır. Bu yaşamın tutarlılığını, bütünlüğünü ve anlamını yitirmektedir. Bu bir kültür üretimi değildir tabi. Hatta en amansızından bir kültür katliamıdır. Soyut akıl, analitik akıl da öyle bir çırpıda gelişip bir kültüre dönüşmedi tabi. Bu çok nankörce bir inkar ve egemenlikli ideolojikleştirmedir. Kadını özellikle doğa, beden, nesne ve biraz da mistik-bilinmez, sezgisellik ve hatta içgüdüsellik alanlarına hapsetmenin ve kendini bilinç yükselişinin ve akıl gelişiminin tam merkezine oturtmanın yalanıdır.
Tarım köy toplumu kendi içinde çok köklü kültür yapısıyla aslında kendine yeterli, kolay-kolay çözülemeyen ve temel toplum formudur. Köylülük bu anlamda bir sınıfsal yapıdan ziyade, bir temel toplumsal yaşam formu ve gerçekliği olmaktadır. Toplum-doğa ilişkisinin oluşturduğu canlı ve organik bir eko-sistemdir. Beraberinde yarattığı  kültür; evrensel nitelikte bütün toplumsal formların anası konumundadır. Dünyanın hangi coğrafyasına da gitsen, köylülük veya köy toplumu az-çok ortak özellikleri taşır. Fakat Ortadoğuda tarım-köy toplumu derin neolitik kültür yapısıyla çok daha köklü bir şekilde varlığını korumaktadır. Bütün devletli uygarlığa ve erkek egemenlikli sisteme karşın; toplumsal örgü ilk oluşum halini özde önemli oranda korumakta, güçlü reflekslere ve yaşam gücüne sahiptir. Bunun nedeni; neolitik ana-kültürünün burada gelişmiş ve çok derin yaşanmış olmasıdır kuşkusuz.
Doğa ile bağların, kendi içinde daha komünal, daha ortakçı ve paylaşımcı, ahlaki yönlerin, yine çoğu zaman animizmin veya mistik bir doğa ile bütünleşmenin daha önde olduğu topluluklardır. İnsan-toplum ve doğa-evren arasında işleyen bir bütünleşme ve canlı bir metabolizma; aslında insanın ve toplumun varoluş alanıdır. Emek verilmiş, anlamlandırılmış ve kimliklendirilmiş bir yaşam çevresi ve ilişkiler ağıdır;  ekolojiktir, feminendir. Eko-sistemin bütün unsurları birbiriyle içsel bir ilişki ve çelişki içerisinde; her unsurun  bir işlevi ve karşılıklı bağımlılık içerisinde olduğu birbirini tamamladığı bir bütünlüktür. Dolayısıyla tarım-köy toplumunu salt ekonomik bir topluluk, bir üretim ilişkisi olarak değerlendirmek; her an sınıflaşmaya açık, ilkel, geri ve kültürsüz gibi yakıştırmalar aslında reel-sosyalizmin proletaryayı yücelten ve toplumun merkezi bir öğesi haline getirmesinin de bir etkisidir. Özellikle kapitalizmin gelişimi ile tarım-köy toplumsallaşmasına karşı ekonomik gibi görünen, fakat aslında çok derin ideolojik  sebepleri olan bir düşmanlık ve saldırı geliştirildi. Özellikle Avrupa ve daha sonra Amerika da çok vahşi bir sosyal soykırım yaşandı. Eskiye geleneksel topluma ait her şeyi yıkan, hiçbir şey bırakmayan  kapitalizme devrimci nitelikler atfedildi. Modern köleler ordusu olarak proletaryanın nasıl oluşturulduğunu görmek gerekiyor. Birden yaşam bütünlüğünden binlerce yıllık kök saldığı eko-sisteminden, topraklarından, etnik-kültür yapısından, geleneklerinden ve oluşturmuş olduğu yaşam amaç ve anlam bütünlüğünden çok vahşi bir şekilde koparılarak, bütün direnç ve savunma gücünden yoksunlaştırılarak bu yapıldı. Sadece doğadan koparılma anlamında değil, onunla birlikte insanın kendi doğasından koparılması sürecidir. Tarihin en büyük kendine yabancılaşma adımını atacak, kendi emeğini ve gücünü satacaktır. Hep Asur  imparatorluğunun Ortadoğuda gerçekleştirdiği köklü etnik temizlik ve soykırımları akla getiriyor. Asur zulmü tarihte en büyük etnik direniş dalgasıyla karşılanmıştır. Fakat burada yapılan; toplumsal örgünün felç edilmesi, adeta omurgasız, iradesiz ve dilsiz bir konuma getirilmesidir. Aslında ilk köleleştirmelerden çok farkı yoktur. Buradaki vahşeti hissetmemek mümkün değil.  
Tarım-köy toplumsallaşmasını salt ekim-tarım ve köy yaşamı gibi algılamak çok yanılgılı olacaktır kısacası. Kent; hertürlü merkezileşmeye ve tekelleşmeye elverişlidir. Kentlerde kadın tekelinin daha fazla geliştiği bir gerçektir. Kadının daha fazla düşürüldüğü de. Kadın oluşturmuş olduğu kültür dünyasından, doğadan koparılışı ve ev içine hapsedilişi burada köklü bir şekilde  gelişmektedir. Saraylarda cariye olarak zevk objesidir, kadın burada aslında yeniden imgelenir, yeniden bir beden-terbiyeden geçirilerek erkek egemenliği için daha kullanılır, alınır-satılır hale getirilir. Derin kadın köleliğinin kentle bağları daha güçlü ve derinlikli incelenmeli kuşkusuz. Tarım köy toplumunda kadının kendini tanımlaması, üretmesi, doğayla bütünleşmesi ve ana-kültürünü ayakta tutması çok daha ileri düzeydedir. Üretimde en az erkek kadar yer almaktadır, yaşamın sürdürülebilirliğinde çok daha fazla irade ve özne konumundadır. Kadın-erkek çelişkisi varolmakla birlikte; tarım üretimi ve içerisinde yaşanılan köy topluluğu cinslerin rollerini aşırı uçlara kaydıramamaktadır. Demokratik-komünalite burada özünde kadının bizzat yaşamdaki rolü, etrafında oluşturduğu sosyal bütünlük ve yaşama kattığı anlam  ile bağlantılı olarak belli oranda korunmuştur. Hala neolitik ana-kültür değerleri etkisini hissettirmektedir. Kadın çok iradesizleştirilememiş,  tümüyle bir cinsel objeye indirgenememiştir. Aşırı erkeksilik, ya da aşırı kadınsılık çok fazla gelişme şansına sahip değildir. Hatta kadının yaşam içerisindeki rolü çok daha fazla kültür oluşturucu öğe olma gerçekliğinden kaynaklı öndedir. Tüm bunlar kadını da, aslında erkeği de kendi doğasına ve  kendi gerçekliğine daha yakın bir pozisyonda tutmaktadır. Erkeğin gerçekten ne olduğu veya kadının gerçekten ne olduğu bizzat yaşam gerçekliğinde, üretim içerisinde açık, görünür, yalın ve somuttur. Bu açıdan iki gerçeklik de birbirine daha yakın ve daha gerçekçi durmaktadır.
Kadın bir sosyal örgü olarak burada hala canlılığını ve etkinliğini belli oranda korumaktadır. Cinsiyetçiliğin etkileri özellikle zihniyet itibarıyla burada hiç gelişmemiş diyemeyiz, erkek egemenliği bazen en yalın ve çıplak haliyle ve şiddetli yaşanmaktadır. Fakat kastedilen tüm bunlardan öte; bir toplumsal inşa ve imge olarak kadının yaşamla olan bağları, kültürel kaynak ve toplumsal yaşam içerisindeki etkinliğinin hala gücünü korumasıdır. Erkek egemenlikli uygulamaların burada bu kadar çıplak ve şiddetli yaşanmasının bir sebebi de kadının yaşam içerisindeki güçlü toplumsallığı olmaktadır. Erkek şiddetle bastırma ihtiyacını duymaktadır, çünkü çok canlıdır, etkili ve etkileyicidir. Buna rağmen, erkeğin aşırı gücü burada biraz törpülenmiş, hatta bazı topluluklarda dengelenmiş durumdadır. Erkek kolay kolay yaşam kararlarını kendi başına, kadına rağmen verememektedir. Bir ahlak-kültür olarak ortak karar ve ortak üretim daha öndedir.  Burada kimi yanlış algıları ve bakış açılarını da değerlendirmek gerekiyor. Neyin geri-neyin ilerici olduğu veya toplumsal gerçeklikte neyin doğru veya yanlış olduğunu çarpıtılmış özgürlük ve kadın bilinçleriyle algılamamız gerçekten zordur. Kafamızda oluşturulmuş olan kadın imgeleri çoğu zaman özgürlük algımızı ve sınırlarımızı belirleyebilmektedir. “Feodal”, “geri”, “zayıf”, “ideolojik bilinç yoktur” dediğimizde hangi ölçüleri esas aldığımız tartışma konusudur. Kapitalist modernitenin Batı eksenli kadın ve özgürlük ölçülerini yeniden sorgulamak ve en önemlisi de bir sosyal-toplumsal örgü ve yoğunluk olarak kadın gerçekliğini daha derinlikli ele almak gerektiği anlaşılıyor. Bu konuda Zilan yoldaşın bütün hücrelerinde toplumsal yaşam gerçekliğini hissedişi, çözümleyişi ve buna verdiği cevap, kesinlikle bu toprakların tarihi, toplumsallığı ve kadın gerçekliğiyle bağlantılıdır.
Tarım-köy toplumunda toplumsal yaşam hala büyülü anlamını, doğa ile bütünlüğünü ve dengesini güçlü bir şekilde korumaktadır. Kendi kendine yeterli olan, aslında devlete çok fazla muhtaç olmayan, çok bağlantıları da olmayan, ahlakın önde olduğu demokratik-komünalitenin, karşılıklı bağımlılık ve tamamlayıcılığın derin izlerinin olduğu bir toplumdur. Doğanın bir devamı olduğu gerçekliğini her an hissetmekte, bunun derin sezgileri ve duyguları çok canlıdır. Her şey biraz animistçe, biraz mitolojik-masalımsı düşünülür; her şeyde bir anlam arayışı vardır. Aşırı soyutlama ve analitik düşüncenin gelişme zemini fazla yoktur, yaşamın gerektirdiği kadardır. Aslında düşünce formu daha bütünlüklüdür. Toplumsallığını önemli oranda yitirmiş insanda, her şeyin büyümeye tapınmaya dönüştüğü, büyümenin binbir hileli yolunun açıldığı, ahlak bağlarının alabildiğine zayıfladığı, geleneğin ve en önemlisi de komünalitenin ortadan kalktığı kent toplumunda hem çok köklü duygu ile düşünce çarpıklaşması yaşanır, hem de duygu-düşünce arasındaki çelişki insan doğasını tahrip edecek düzeyde derinleşir. Fakat köy toplumunda düşünce de, duygular da daha sade ve birbirine daha yakındır.
Günümüz çağında kapitalist modernitenin ulaşmış olduğu düzey göz önüne getirildiğinde tarım-köy toplumunun bir eko-sistem olarak modernite merkezlerinde neredeyse yokolmakla yüzyüze kaldığı ortada. Bunun sadece toplumsal ekoloji açısından değil, doğadaki evrensel düzen ve denge açısından da ne kadar tehlikeli olduğu şimdi tartışılmaktadır. Erozyondan tutalım, doğa dengesinin aşırı ve çarpık büyüyen kentleşme yüzünden nasıl tahrip olduğu, bunların insan doğasında da tehlikeli hastalıklara yol açtığı belirtiliyor. Sorun sadece doğanın tahribatı, ekolojik bir yıkım sorunundan da öte; toplumsallığın kuruluşu ve oluşumuyla ilgili bir sorundur. Bu anlamda tarım ve köy toplumu en uzun süre sosyolojisinin bir konusu olarak, toplumsallığın oluşum karakterinin ve kendini üretmesinin temel biçimi olmaktadır. Bütün diğer toplumsal formlar kaynağını bu toplumsallıktan almaktadır. Olmazsa toplumsallık olmaz gibi bir niteliğe sahiptir.

Kurumlaşmış Erkek Egemenliğine Hayır!

Biz kadınların yürek-duygu ve akıl dünyası cinsiyetçi ideolojiden arınırsa erkek aklı ve duygudan yoksun iktidar dünyasının yaşanılmazlığı, adaletsizliği, kötülüğü, zulmü saklanmak için hiçbir maske takamaz.



ŞAFAK ARYEN

 
Tecavüze uğramak; ruhen, fiziken, her türlü şiddete maruz kalmak, altında ezilmek, başkalaşmak, zayıf ve korumaya muhtaç olmak, iradesizleşmek, başkasının mülküne dönüşmek vs. daha da çoğaltılabilecek egemenlik kaynaklı ideolojinin yol açtığı sonuçlar sistematik bir uygulamayla kendisini kimliksel özelliklere dönüştürmekte. Toplam ifadesinde tecavüz kültürünün uygulanma biçimleri olarak değerlendirilebilecek bu gerçeklikler elbette kadın olarak kadın olamamanın, ben-biz olamamanın temel nedenini oluşturmakta. Özgürlük
İhtiyacı ve insan olma zorunluluğunun bilinci ve gerekliliğiyle soruna yaklaşırsak insan eliyle inşa edilen tecavüz kültürünü tanımlamış, onunla mücadele iradesini açığa çıkarmış oluruz. O halde öncelikli olarak nedir tecavüz kültürü, nasıl uygulanıyor diyoruz, demeliyiz.
Tecavüz kültürü esasında cinsiyetçi ideolojiye dayalı yapılanmış zor karakterli, el koyma, gasp etme, mülkleştirme, militarizm temelinde içerik bulmuş bir kültürel dokudur. Yani kaynağında cinsiyetçi ideoloji, dolayısıyla hiyerarşik, iktidarcı, devletçi zihniyet vardır. Reber APO; “Cinsiyetçiliğe, hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır” derken tecavüz kültürünün dayandığı ideolojik alt yapıyı ifadelendiriyor. Cinsiyetçi ideoloji doğal toplum ve onun kadın öncülüklü özgür kültürü karşısında bir karşı devrimdir. Yani kadın şahsında kadınla birlikte toplum aleyhine gerçekleştirilen bir karşı devrimdir. Bu karşı devrim tarihin seyrini değiştirmiştir. Devletçi ideolojinin, devletçi, iktidarcı sistemin tarih sahnesine çıkmasına ve günümüze kadar kurumsallaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle beş bin yıllık egemenlikli sistem tecavüz kültürü olarak adlandırılır. Tecavüz kültürü, öncelikli kaynağını iktidarcı ideolojiden aldığından en fazla da iktidarın kurumlaşmış ifadesi olan devletçi yapılanmaların özünü belirlemektedir. Devlet yapılanması esasında toplumun, halkların kadınların hak ve özgürlüklerine el koyma aracıdır. Kendisini kurumlaştırırken orduya dayalı şiddet yöntemini kullanırken işgal edilen ülkelerde her türlü zor uygulaması, halkları ele geçirmede öldürme ve emeğine el koymanın yanı sıra kadınlara hatta erkeklere tecavüz ederek toplumu kişiliksizleştirme devletçi ideolojinin pratikleşme biçimidir. İşgalci güçlerin her türlü uygulaması diğer devletçi güçlerce ciddi bir tepki görmemekte, böylelikle insan zihninde tecavüz kültürü meşrulaştırılmaktadır.
Devletlerin koruma araçları olarak geliştirilen hukuk bu uygulamaların meşruiyetini sağlamaya dönük bir donanım olmakta, şiddetin yanı sıra kanunsal zor uygulanarak insanın varlık hakkına tecavüz edilmektedir. Ortadoğu devletçi yapılanmalarında devlet zoruyla kadına ve topluma sahip olma şekli daha kaba yöntemlerle kendisini ortaya koyarken batı toplumlarında da insanın kimliği, kişiliği, bedeni ruhu daha inceltilmiş yöntemlerle, liberal yaklaşımla daha derin yaşanmaktadır. Kadının statüsü iradesi ve insan olma kimliğinin getirdiği hakların ötesinde sisteme ve erkeğe hizmet sınırlarında devlet eliyle belirlenmekte, cinselliğinin pazarlanması bireysel özgürlükle ifade edilmekte.  Tecavüz kültürünü meşrulaştıran devletin kendisidir. Fuhuş bir devlet politikası olarak kurumsallaşmıştır, resmiyet kazanmıştır. Devlet nezaretinde yaptırılan fuhuştan devlet vergi almakta, ancak kayıt dışı yapılan fuhuş ise polis baskınına uğramakta. Hukuk sistemlerinde kadın üzerindeki tahakkümcülük birçok yasa da meşrulaştırılmakta, özellikle toplumların teslim alınıp sisteme hizmet ettirilmesinde kadın kimliğinin işgali meşrulaştırılmaktadır.
Toplumda içerilmiş kölelik, bu anlamda iktidarcı ideolojinin tecavüz kültürüne maruz kalma siyasal ve sosyal sonuçlar doğurmaktadır. Siyasal sonuçlar açısından toplumun devleti beslemesi, onaylaması, iktidarın kendisini süreklileştirmesini beraberinde getirmekte, her türlü hakkın devletçe gaspının reva görülmesi iktidarı meşrulaştırmaktadır. Bunun bir diğer yönü sosyal sonuçlardır. Asimilasyona, talana maruz kalan bir toplumun kimliğinden uzaklaştırılması ve o toplum açısından bunun kabulü onursuzluk doğurmakta, kendinden tavizi süreklileştirmektedir. Zorla ya da ideolojik yöntemlerle köleliği kabul etmek kişilik parçalanmasına ve irade yitimine yol açmakta, bunalım, umutsuzluk, mücadelesizlik, anlam gücünün yitirilmesi, manevi çöküntü toplumun karakter özelliğine dönüşmektedir. Aile esasta devletçi yapılanmanın süreklileştirilmesi aracına dönüştürülürken erkeğe kadın üzerinde her türlü tasarruf hakkının verilmesi, kadının mülkleştirilmesi üzerinden erkeğin köleleştirilmesi kendine yabancılaşmayı doğurmaktadır. Bu denklemde özsel gücünü yitirmiş sağlıksız bir toplumsal gerçeklikle, direnç gücü bulamayan ve dayatılana teslim olan kadın ve erkek gerçeği söz konusu oluyor. Böyle bir yapılanma sisteme direnç yerine toplum içi şiddeti, ahlaki çöküntüyü, bireyciliği, zorla gasp etmeyi, kadını en dip noktaya indirgemeyi, cinselliği hayvani dürtülerle ele almayı beraberinde getiriyor. Nitekim dünya ölçeğinde açığa çıkan istatistiksel sonuçlar günlük olarak bile kadına tecavüz, şiddet kullanımı, başkasının malını gasp etme vs. noktalarda fiili durum oranını yüz binlerle ifadelendiriyor. Basit bir tatmin, ya da hakimiyetini ilan adına kadına fiziksel tecavüz insanlığın dip noktaya vurduğu noktadır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda gelinen nokta; toplumsal çöküntü, yaşamın anlamsızlaşması, insanlık açısından değer yitimi, özgür ve eşit yaşamdan büyük uzaklaşma ve kopuştur. Tecavüz kültürüne en fazla kadın maruz kalmakla birlikte kadınla başlayan kadınla biten bir durum değildir. Kadın üzerinden başlatılıp tüm toplum tecavüze uğramaktadır. İrade kazanmamış, toplumsal politikanın yapılmadığı her sistemde toplum tecavüzü günlük olarak yaşamaktadır.
Tecavüz kültürünün içeriği ve sonuçlarını bu temelde değerlendirirken doğadan sapma olarak ele alınabilecek bu durumu aşmanın zorunluluğu, bu anlamda ahlaki ve politik toplum denkleminde yeni özgürlüksel bir kültürel doku inşa etmenin ihtiyacı vardır. Otuz yıllık mücadele geleneği ve mirasına dayalı kadın özgürlük hareketinin başlattığı “özgürlük mücadelesini yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım” kampanyası özde kadın özgürlük mücadelesinin önemli bir aşaması, cinsiyetçi ideoloji ve uygulamaları karşısında yoğunlaşmış bir tutum oluyor. Tecavüz kültürüne hayır diyebilmek her alanda radikal değişimi dayatmak, özde verili kadın kimliğinden kurtularak kendi özsel kişiliğimizin önünü açmak anlamına gelir. Kadınların erkek kültürü ve buna göre yapılanmış kişiliğiyle mücadelesi bir öz savunma ilkesidir. Böyle bakmak ve savunma mekanizmamızı güçlü oluşturmak durumundayız. Çünkü biz kadınız, insan olmanın özünü taşıyoruz, her türlü hakarete, küçük düşürmeye maruz kalanız, bunun hesabını soracak yürek ve beyine sahibiz, ben ve biz olmak isteyeniz. Peki tüm bunların pratik tutumu olacak kampanyayı hangi alanlarda yoğunlaştıracak, neyi hedefleyeceğiz?
Öncelikli olarak örgütlenmeyi temel hedef olarak belirlemeliyiz. Örgütsüz olan zayıf olandır. Sistem esasında kadını tekleştirip, kadının kadınla ilişkisini rekabete dönüştürerek gücünü parçalayıp kadını sistem içileştirdi, kendi cinsiyle uğraşır hale getirdi. Bunun için öncelikli olarak örgütlülük ve kadın birliği gerekli. Örgütsüz tek bir kadın bırakmama, köylerden başlayarak, her mahallede, her sokakta, ilçede, illerde mutlaka örgütlülüğü hedeflemeliyiz. Dev bir kadın organizasyonuna ulaşabilirsek, yine kadın gündemli ne zamanki milyonlarca kadını harekete geçirebilen bir kapasiteyi ortaya çıkarabilirsek işte o zaman böylesine kadın örgütü karşısında hiçbir sistem dayanamaz. Toplumsal gerilikler erir. Bu kampanya süresince ideolojik olarak eğitim, örgütlenme, komün ve meclisleşmeyi işin esasına oturtmak gerekir.  Özgürlük mücadelemizin Kürt kadınının şahsında ve toplumda ortaya çıkardığı sosyal devrim, kültürel devrimin ortaya çıkardığı gelişmeler fazlasıyla buna imkan tanımaktadır.
Bunun ikinci adımı siyasal amaç olarak ifadelendirilebilecek devlet ve iktidarcı yapılanmanın kurumlaştığı gerçeklik karşısında mücadeledir. Devleti meşrulaştıran toplumun itaatidir, tecavüz kültürünü meşrulaştıran devlettir. Bunun karşısında kadının ve halkımızın haklarını korumak, mücadele etmek, toplumsal gerçeklikte devlet otoritesini zayıflatmak ve etkisizleştirmeyi önde tutmak kampanyanın önemli bir hedefi olmalı. Önderliğimiz “devlet erkeğin kurumlaşmasıdır” diyor. Kurumlaşmış erkeklik; kurumlaşmış egemenlik, uygulamada kurumlaşmış başta kadına dönük olmak üzere sömürgeciliktir. Bu nedenle kampanya kapsamı kurumlaşmış erkekliğe ve onun her türlü uygulamalarına radikal bir “HAYIR” olabilmeli.
Kuşkusuz verili toplum, verili kadın ve erkeklik toplumsal cinsiyeti hem uygulayan, hem üretendir. Kişiliğe dönüşmüş verili özellikler toplumsal olarak içerilmiş köleliğe yol açmaktadır. Bu nedenle toplumsal değişimi hedeflemek, kadın ve erkek kimliğini sorgulatmak, kadında çaresizliği, boyun eğmişliği ya da özgürlük yanılsamasıyla gönüllü uygulayıcılığı, erkekte devlet köleliğini, dürtüsel yaşamı aşmak toplumsal hedef olmalı. Öyle bir verili toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız ki tecavüze uğramış kadın suçlanmakta, dışlanmakta, toplumsal kabulün dışına itilmekte. Bu gerçeklik, bu algılayış, bu adaletsizlik ve buna yol açan verili ahlaki yapı yaşanılır, kabul edilir değil. Kampanya toplumsal değişimi insan olmanın hakkını ve bunun gerektirdiği adaleti sağlama duygusuyla yoğunlaşmalı, bilinçli ve ısrarlı bir hamle olmalı.
Kadın özgürlüğü genel bir sorundur, bunun muhatabı bütün kadınlar, dolayısıyla bütün toplumdur. Bunun bilinciyle yaklaşırsak kadın birlikteliği gerekliliği ve ilkesine dayalı olarak tüm kadınların bu mücadeleye katılımı ve devletçi siyasetlerin, marjinal tutumların ötesinde özgürlük istemiyle kendilerini ifade etmeleri önemlidir, önemsenmelidir. Çünkü özgürlüğün koşulu; bilinç, örgütlenme, güç biriktirme, irade açığa çıkarma ve bunu mücadeleye dönüştürme cesaretidir. Kampanya tüm kadınlar açısından bu bilinci ve katılımı sağlamanın vesilesi, aynı zamanda pratik uygulama alanı olabilmeli.
Kürt kadınının tecavüz kültürüne tavrı hem cins hem de ulusal kimliğine sahip çıkması anlamına gelir. Sosyolojik açıdan devlet zulmünün yol açtığı kişilik parçalanması kadar toplumsal dokunun da her parçanın özgünlüğüne göre değişmekle birlikte ağır hastalık sorunları, cinsiyetçi ideolojinin hukuku ve uygulamaları çok yoğun. Berdel, küçük yaşta evlendirme, töre cinayetleri, fuhuş sektörünün yozlaştırıcılığı, aile içi tecavüz gibi sıralanabilecek hastalıklı durumlar Kürt kadını açısından tecavüz kültürünün kapsamında ele alınmalı, ele almalıyız. Kürt kadınları olarak şunun bilincine varmak durumundayız; kadın kendi özgürlüğünü kendi dinamikleri ve örgütlülüğüyle yaratabilir, yaşanılmaz olanı reddedip, hak ettiği geleceği öz iradesiyle yürüteceği mücadeleyle kazanabilir. Kadının özgürlüğü özgür Kürt kimliğini yaratmanın ön koşuludur. Güney Kürdistan örneğinde de görüldüğü gibi ilkel milliyetçi, işbirlikçi siyasi yapılanma kadına daha fazla kötülük ve zulüm getirir. Güney parlamentosunda kararlaştırılan çok eşli evlilik tecavüzü resmileştirmektir. Bu nedenle özgür kadın özgür kimlik denklemini görmek, biz kadınların özgürlüğünü sınırlandıran hiçbir siyasi yaklaşıma geçit vermemek, kadın birliği ve mücadelesini dört parçada örgütlemek elbette özgürlüğümüz ve geleceğimiz için önemlidir. Gerçeklik buysa Kürt kadınının tecavüz kültürüne cevabı etkili ve radikal olmalıdır. Bu nedenle kampanyayı mücadeleye vesile edip bilinçlenme ve eylem diyalektiğinde etkili katılmak özgürlük onuru adına güçlü bir tutumu ifade eder.
Biz kadınların yürek-duygu ve akıl dünyası cinsiyetçi ideolojiden arınırsa erkek aklı ve duygudan yoksun iktidar dünyasının yaşanılmazlığı, adaletsizliği, kötülüğü, zulmü saklanmak için hiçbir maske takamaz. Korkanın, yüzünü gösteremeyenin maskeye ihtiyacı vardır. Bu maskeyi düşürmek özgürlük mücadelesinin yarısıdır. Bu nedenle bilinçli, yürekli ve duygu yüklü bir kadın gerçeği karşısında kötü olan görülsün ve yenilsin demeli, bunun amansız mücadelecisi olmalıyız. Tecavüzcünün yüzünü deşifre edip ona hayır diyelim, özgürlük mücadelesini yükseltip onu yenelim, yaşamımızı bütün çirkinliklerden yıkayıp bize ait olanla yaşamı örgütleyelim ve daha güzel bir dünyanın inancıyla bu inancın pratikçileri olalım. Bunun için bütün istemimiz ve inancımızla diyelim ki; “özgürlük mücadelesini yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım!”

Ekonomi, Kapitalizm Ve Kadın…

Yaşamı üreten güçlerin kendi üretimlerine anlam dolu yaklaşmaları ve her türden iktidar, sömürü ve çıkar düzenine kapalı bir ekonomik sisteme ulaşmaları umuduyla…


Nujin ŞİYAR
Ekonomi günümüz dünyasında en fazla yaşamın gündemine oturan, dillerden düşürülmeyen bir kavram. Bunun yanında kapitalist modernite ile birlikte bir bilim dalı haline de getirilerek, içinden çıkılmaz bir tartışmalar yığını altında en fazla anlaşılmaz kılınmaya çalışılan bir alan durumunda. Bu nedenle de sadece ‘bilirkişiler’in üzerinde değerlendirme yaptığı, asıl üretenlerin, ekonomiye temel olan toplumsal kesimlerin dışına itildiği bir konuma indirgenmiş. Ekonomiyi yaratanlar, yürütenler, yaşamı idame edenler yani üretim sürecinin içinde olanlara ise sadece çalışmak, ancak ürettiklerinin nereye ve hangi biçimde sunuldukları hakkında düşünme, müdahale etme bu sürece yön verme yetilerinin ortadan kaldırıldığı bir duruma getirilmiş olmakta.
Toplumun en küçük biriminden yani aileden, en geniş örgütlü kurumlarına kadar yani devlet vb. oluşumlara kadar tüm toplumsal alan kendisini bir ekonomik alana göre şekillendirmek zorundadır. Bu ekonominin gerçek doğasından kaynaklanan bir durumdur. Ekonomi, en basit tanımıyla yaşamı sürdürmek için gerekli olan üretim araçlarına sahip olmak ve üretimi gerçekleştirmek olarak tanımlanabilir. Bunun günümüzde kendisini ekonomik bir sistem olarak gösteren kapitalist modernite ile hiçbir alakası yoktur. Sağlıklı ve toplumun yaşamını sağlayan bir ekonomik sistemde vurgunlar üzerinden para kazanmak, spekülasyon üzerinden toplumsal değerlere el koymak ve faiz borsa senet üzerinden yaşamı idame etmek düşünülemez. Bir toplumun hepsinin bu şekilde kendi yaşamını ürettiğini hayal ettiğimizde bile göreceğiz ki, ortada üretimle ilişkisi olan kimse kalmayacaktır. Bu anlamda ekonominin sahibi, ilerletici gücü kapitalizm değil, bunun dışında kalan kesimler olmak durumundadır. Bu sistem olsa olsa ekonominin sırtından yaşayan tüketici bir kamburdur. Yani böylesi bir sistem kapitalist olmayan gerçek ekonomi sahiplerine kendisini dayandırarak yaşamak zorundadır. Öyleyse ekonomi nedir, kimlerin elindedir. Gerçek ekonomistler kimlerdir? Bu sorunun cevabı önemlidir. Neden mi, toplumsal adaletin gerçekleşmesi için, ekonomiyi yaratan ve sürdürenlerin bu değerlerine sahip çıkmasının gerekli olmasından dolayı.
Ekonomiyi ilk olarak tanımlayanlar Yunanlılar olmuştur. Ev yasası anlamına gelen, ekonomi, iki kavramdan üretilmiştir. Eko ve nomos. Buradan yola çıkarak belirtebileceğimiz ilk şey ekonominin kadınla ilgili bir temelinin olduğudur. Bu yaklaşımımızı destekleyecek veriler toplumsallaşmanın geliştiği organik-doğal toplum sürecinde yoğun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizi kadın merkezcilikle suçlayacak olanlara bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, toplumsallığı yaratan ana kadın kültü, her şeyden önce yaşamın idame edilmesine, bu anlamda besinlerin toplanmasına ve topluluğa dağıtılmasıyla güçlenme yaşamış ve kutsanmıştır.
Ekonomiyi yaşam için maddi ihtiyaçların karşılanması olarak tanımladık. Maddi yaşam koşullarının oluşmasının toplumsallığın gelişmesi için bir ön koşul olarak görmeye kimsenin itirazının gelişmeyecektir. Neolitik kültürle birlikte düzenli ve güvenlikli bir ekonominin gelişme gösterdiği açıktır. Ana kadını, toplayıcılıktan düzenli bitki ekimini gerçekleştirdiği tarımcılığa geçişteki rolü, topluluğun beslenme ihtiyacını gidermesi açısından ekonomideki başatlığının göstergesidir. Bunun için gerekli olan araçlarında buna takabilen geliştirilmesi insanlığın en eski ve güvenlikli yaşam biçimini teşkil etmektedir. Yine hayvanların evcilleştirilerek etinden, sütünden ve yününden yararlanılması günümüzde de devam eden bu yaşam biçiminin etkisi olmaktadır. Klan-kabile düzeninde örgütlenen bu topluluk, aynı zamanda ürün fazlalarını da saklayarak ilk ambarı oluşturma özelliğini de taşımaktadır. Bunun önemi kıtlık, felaket ve benzeri dar günlerde topluluğun yaşam koşullarını garantiye alma bilinciyle bağlantısı vardır. Demek ki ekonominin ilk ve ana sahibi, kadındır. Ve ekonomik biçimi birikime değil, paylaşmaya, armağan etmeye dayalıdır. Biriktirmek toplum karşıtlığı olarak aşağılanan bir yaklaşım olarak ele alınmıştır.  Ek olarak ekonomiye insan toplumunun varlığını sürdürmesi için gerekli olan koşulların oluşturulması olarak bakarsak, kadının insan neslini sürdürmedeki rolünü, 9 ay karnında taşıyarak var ettiği çocuğu da üretim sürecinde ele almak mümkün olabilir.
İnsanın biyolojik ihtiyaçlarından doğan ekonomik süreçleri, diğer canlılar dünyasında gözlemek mümkündür. Her canlı, beslenme, üreme ve güvenlik zinciri içerisinde kendisini var edebilir. Bu anlamda her canlı kendisine uygun bir eko sistem yaratır. İnsan için ise bu süreç bilinçli, örgütlü ve kurumsal olarak geliştirdiği süreçlerle tanımlanır. Yani insan kendi eko sistemini ekonomos olarak kendisi örgütler. Bu anlamda ekonominin evrensel bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz.
Günümüzde ise kapitalist sistem her canlıda olan bu gelişim zincirini kendisine mal etmekte, ekonomiyi kendisinden başlatmak istemektedir. Neredeyse kapitalizm olmadan ekonominin olamayacağı yargısına götürmeyi hedefliyor. Bunun için manipüle ediyor, çarpıtıyor, kendisini gizliyor.  Toplumsal gelişme sürecinde ekonomiyi yaratan kadının değerlerine el koyma biçiminde gelişen sınıflı-iktidarcı uygarlık sistemi, tarihsel toplumsal süreç içerisinde köleleştirme, serfleştirme ve işçileştirme ile toplumu ezen ve ezilenler biçiminde bölümlemeye uğratırken gerçekte, kendisini ekonominin sahibi olarak ilan ediyor. Ekonomiye üstten talancı bir şekilde dayandığı halde! Bu hiyerarşik tabloda ekonominin gerçek sahibi olan kadın en alt zeminde konumlandırılırken, işçiler, köylüler ve serfler, zanaatçılar ile ekonominin üretici kesimi üzerinde talana, istismara dayalı bir düzen geliştirilmiştir. Ekonomi anlaşılmak isteniyorsa her şeyden önce ana kadının geliştirmiş olduğu toplumsal devrim sürecine adeta bir karşı devrim gibi geliştirilen bu süreç anlaşılmalıdır.
Kapitalist sistemin hegemonyasını ilan ettiği zamanımızda para-ekonomi ilişkisi sorgulanmaya değerdir. Öyle ki paranın boyun eğdiremeyeceği hiçbir güç yok gibidir. Tüm yaşam biraz daha fazla para kazanmak için gibi bir hal almıştır. Oysaki ekonominin geliştiği ve toplumsal yaşamı örgütlediği dönemlerde para yoktu, çok sonraları gelişti. Böyle bir düzen içerisinde de toplum armağan ve değişim üzerinden ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Para belki de değiş-tokuş sürecinin daha kolay gerçekleşmesi için ortaya çıkarılan bir olguydu. Her halde parayı ilk bulanlar, paranın tanrılaşacağını, her türlü ahlaksızlığın kaynağı haline getirileceğini düşünmemişlerdi. Paranın icadıyla birlikte üretim alanın da özünde spekülasyonlara açık hale geldiği söylenebilir. Kapitalist sistemle birlikte ekonomi denilince akla para gelir oldu. Oysaki paranın ekonomiyle ilişkisi sınırlıdır. Ortaya çıkaracağı değerlere karşılık vermesi mümkün görünmemektedir. İşte kapitalizmin kendisini ekonominin üzerinde hakim kılması yine bu çirkin araçla mümkün olmuştur.
Günümüzde de ekonominin gerçek sahibi olan, evi çekip çeviren, yaşamın devamını sağlayan, üretime aktif biçimde katılım sağlayarak geçim gücünü ortaya koyan kadındır. Bu atasözlerinde de yerini bulmaktadır. Yuvayı yapan yani aileyi kuran, geliştiren, dişi kuştur ifadesi böylesi bir gerçeklikten gücünü alsa gerek. Buna rağmen sanki hiçbir etkinliği yokmuş gibi yaklaşılan, kadının yaptığı en zahmetli ev işlerini işten saymayan, ekonomideki esas rolünü görmeyen, değersizleştirerek ekonomi dışı bir yere yerleştiren anlayış böylesi bir istismar zihniyetinden kaynağını almaktadır, gerçeklikle her hangi bir bağı yoktur.
Bu konuyla bağlantılı olarak değerlendirilecek birçok başlık vardır. Emek-değer teorisi bunlardan biridir. Ancak ekonomi ve ekonominin temelleri hakkında ilk elden söyleyebileceklerimiz bunlardır. Yaşamı üreten güçlerin kendi üretimlerine anlam dolu yaklaşmaları ve her türden iktidar, sömürü ve çıkar düzenine kapalı bir ekonomik sisteme ulaşmaları umuduyla…