17 Ocak 2011 Pazartesi

Güney Sudan Dersleri


Kolonyalist ülkeler işgal ettikleri yerleri, sömürdükleri yerleri Nazilerin "Lebensraum" olarak tabir ettikleri "Yaşam Alanı" olarak görür. Bunun için cinayet, suikast, sabotaj, işkence, kıyım yani dehşet ve vahşetin türlüsünü uygulamaya kor. Afrika kıtasının bugüne kadar en büyük ülkesi olan Sudan da Güney Sudan ve Darfur için aynı şekilde hareket etti.

Hartum yönetimi Arap Birliği ülkelerinin desteğiyle Darfur'da "Canjavid" denen milisleri, Güney Sudan'da da ordunun yanı sıra Misseriya milislerini katliamlarda kullanıyordu. Arap ülkeleri destekli asimilasyon ve şiddet uygulayan Kuzey ile dışlanmış Güney Sudan arasındaki çatışmalar 1983'ten sonra milyonlarca ölü bıraktı. Bu aynı zamanda eziyeti yıllarca sürecek büyük göçler demekti.


Çetin pazarlıklar sonucu Nairobi'de kuzey-güney anlaşması imzalanmıştı. 2005'teki bu anlaşma gereği kısmi özerklik hakkı tanınan Güney Sudan, 2011'de kaderini belirleme hakkını kullanacaktı. Sudan 1 Ocak 1956'da İngiltere'den bağımsızlığını ilan etmişti, Güney Sudan da yine ocak ayında bağımsızlık referandumu gerçekleştirecekti. Katılım oranı yüzde 60'ı bulmazsa geçersiz sayılacaktı.


Zaman çarkı yeni çatışmalar, yeni kaos korkusuyla işliyordu. Nitekim anlaşmadan kısa süre sonra Sudan Halk Kurtuluş Hareketi (SPLM) kurucularından, Sudan Devlet Başkanı Yardımcısı John Garang de Mabior'un helikopteri düştü. Takvimler Temmuz 2005'i gösteriyordu. Anlaşma sonrası Sudan Başkan Yardımcısı olan John Garang güney komşusu Uganda Devlet Başkanı Yoweri Museveni'yle görüşmeden dönüyordu. Tanzanya, ABD ve İsrail'de eğitim gören, bir dönem Sudan ordusunda subay olan John Garang ve beraberindekiler hayatını kaybedince, suikast olduğu kuşkusuyla Hıristiyanlar sokaklara dökülmüştü. Başkan yardımcılığı görevini devralan SPLM'nin diğer kurucularından Salva Kiir ve etrafındaki kadro sürecin kaosa sürüklenmesine izin vermedi.


Beşir yönetiminin 2005 sonrası çok ileri gitmemesinde, süreci tersine çevirememesinde BM, UCM ve ABD baskısının önemli payı olduğu da gerçek. Ancak asıl olan Güney Sudanlıların ödediği bedel ve referandum sürecinin arkasında durmalarıydı. Böyle olunca UCM'nin soykırımdan tutuklamak istediği Ömer El Beşir'in son çırpınışları ve tehditlerle referandumu yaptırtmama manevraları tutmadı. (Ancak Abyei için aynı şeyi söylemek mümkün değil.)


Zorluklar ve konfederasyon:


Ve 9-16 Ocak'ta referandum gerçekleşti. Güneylilere halka "separation" mi "unity" mi (ayrılık mı birlik mi) diye soruldu. Güney ile Kuzey arasındaki sınırda bulunan Abyei'de de referandum yapılacaktı. Ancak Hartum'a bağlı milislerin ve aşiretlerin saldırıları nedeniyle burada referandum başlayamadı. Bu petrol kenti hangi tarafa katılacağına karar verecekti. Abyei'de de bir an önce referandumu gerçekleştirmek, irade beyanlarına bakmak gerekir.


Gelinen aşamada Salva Kiir sonuçlar açıklandıktan sonra bağımsız Güney Sudan'ın ilk devlet başkanı olacak gibi. Ancak işi oldukça zor. Çünkü darbeler ülkesi Sudan güneye hep kan ve ölüm götürdü. Yatırım yapmadı, altyapı sorunları, sağlık sorunları için bir şey yapmadı. Bölgede gözlem yapanların aktarımına göre sağlık hizmeti verilemediği için sarıhumma, anemi, sıtma, salgın hastalıklardan dolayı çocuk ölümleri yüksek. Başkent Juba'nın dahi sadece iki ana caddesi asfalt. Tahta ve tenekeden yapılmış evler yaygın.


Salva Kiir gibi yönetime talip olanların öncelikle demokratik yolla kurucu meclis seçmeleri gerekecek.


Demokratik seçim ve adalet mekanizmasının oluşturulması önemli. Yönetime talip olanların kabul görmeleri için kaynakları toplumun bütün kesimlerinin faydalanacağı şekilde tahsis etmeye, altyapı yatırımları gerçekleştirmeye, sağlık ve eğitim sorunlarını çözmeye dönük sağlam projeler sunması ve hayata geçirmesi gerekir. Beşir bırakırsa, katliamcılardan hesap sorulursa konfederasyon seçeneği öne alınabilir.


Bunun için oluşacak yönetimin ABD'ye yönelmemesi gelecek açısından önemli. Çünkü söz konusu olan petrol gibi çıkarlarsa ABD insan haklarını, demokrasiyi kolayca harcayan bir devlet kodlamasıdır. Bu nedenle Güney Sudanlı karar alıcıların ABD tarihini iyi incelemeleri gerekir.


Etkilenecekler


Gelelim çıkarılacak derslere. Hindistan, Nijerya, Mısır, Pakistan, Irak, Lübnan gibi Hıristiyan nüfusu olan ülkeler; halkları asker-polis zoruyla yöneten Sudan'ın en önemli destekçileri Arap Birliği ülkelerinin yanısıra Türkiye, Yemen gibi ülkeler tedirginlik içinde izledi referandumu. Çünkü birçok ülkede asimilasyon politikası ve etnik şiddet hakim. Bazı ülkelerde Hıristiyanlara yönelik katliamlar oluyor. Kiliseler bombalanıyor, ateşe veriliyor. Evler yakılıyor. Artık 7 milyon Hıristiyan Kıptinin yaşadığı Sudan'ın kuzey komşusu Mısır, 30 milyon kadar Hıristiyanın olduğu Hindistan, 3 milyon kadar Hıristiyan nüfusu barındıran Pakistan, Hıristiyanları sürgün eden Irak'ın statükoculuktan sıyrılması gerekiyor. Asimilasyon ve yok etme yerine halka "siz ne düşünüyorsunuz" sorusunu sormaktan korkmamalı. Bu ülkelerin dersler çıkarıp, bütün dil, din, mezhep farklılıklarını benimseyip, eşit birlikteliği inşa etmeleri, özgür seçimler gerçekleştirmeleri gerekir.

M. Ali ÇELEBİ
17.01.201

Ortadoğu:Demokratikleşme dalgasında bir istisna mı?

1991'de yazdığı kitabıyla tüm dünyada yeni bir demokratikleşme dalgası yaşandığını müjdeleyen ve buna "Üçüncü Dalga" adını veren Samuel P. Huntington, bundan iki yıl sonra oldukça karamsar bir havaya sahip olan ve ciddi tartışmalar yaratan, Uygarlıklar Çatışması makalesini kaleme aldı. İki çalışmada da merkezi konumda olan tezlerden birisi, Hıristiyanlığın bireyciliğe ve demokratik değerlere daha yatkın olduğu, bu nedenle demokratikleşme sürecinde önemli bir avantaj sağladığı iddiasıydı. Yazara göre Güney Kore'de Hıristiyanların toplam ağırlıklarının yüzde 25'e ulaşması, ülkenin demokratikleşmesine olumlu etkide bulunmuştu! Aynı bakış açısı 1960'lı yıllarda, sadece Protestanların ağırlıkta olduğu ülkelerde demokrasinin yerleşebileceğini savunuyor, Katoliklerin bireyciliği yadsıyan gelenekleri yüzünden otoriter rejimlere yatkın olduklarını iddia edebiliyordu. Gün geldi, Katolik ülkeler de demokratikleşme dalgasına kapıldılar.

Bu bayat tezlerin sahipleri, içeriği pek değiştirmeden aynı görüşlerini bu defa İslam'ın ağırlıkta olduğu toplumlara uyarlamaya başladılar. İslam, barındırdığı "değişmez özler" nedeniyle, otoriter rejimleri besliyor, tam da bu nedenle Ortadoğu, küresel demokratikleşme dalgalarında hep bir istisna oluşturuyordu. Bu yazıda, bu türden kültürcü tezlerin sorunu açıklayamadığı, bunlar yerine kimi yapısal unsurların önerilmesi gerektiği savunulacak.


Yapısal unsurlardan bir tanesi, tarihsel nedenleri de olan, devlet kapasitesinin gelişmişliğiyle ilgilidir. Diğer bir açıklama muazzam petrol gelirlerinin mümkün kıldığı Rantiyer Devlet yapılanmasıdır. Bu yazıda rantiyer devletlerle ilgili kapsamlı bir analiz yapılmayacaktır. Bu iki yapısal unsur-güçlü devlet kapasitesi ve rantiyer devletler- SSCB ve ABD'nin verdikleri desteklerle daha da katmerlenme imkanı buldular. Sadece petrol değil, Arap-İsrail çatışması da, hem uluslararası hem de bölgesel rekabeti kışkırttığı için, Ortadoğu, dünyanın en fazla silahlanan (dünya ortalamasının üç katı oranında!) bölgesi oldu. Böylece devletlerin baskıcı politikaları, "yakın ve uzak tehdid" söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Devlet kapasitesi, en basit tanımıyla, devletin toplumsal sınıf ve tabakaları şekillendirebilme gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, Mısır, Irak ve Suriye, güçlü toprak sahibi sınıfların bulunduğu; eğitimli orta sınıfların 1950 sonrasında gerçekleştirdikleri devrimlerle, bu sınıfların siyasal ve iktisadi güçlerinin büyük ölçüde kırpıldıkları ülkeler olarak öne çıkmaktadırlar. Bu ülkeler, otoriter, modernist, laik cumhuriyetler olarak yapılandırıldılar. Dini ve etnik azınlıklara ve özellikle komünistlere göz açtırmazlarken bir takım sosyalist politikalar uygulamayı da ihmal etmediler.


Devlet, iktisadi alanı denetim altına alarak, kendisine bağımlı bir iş dünyası yarattığı gibi, kendi önceliklerine bağlı ulusalcı bir aydın kuşağı yetiştirmeyi de ihmal etmedi. Bu rejimlerin yaşayabilmelerinde iki önemli unsur dikkati çekiyordu: Birincisi devletin, iktisadi kaynakları devreye sokarak, yoksulların ve özellikle alt-orta sınıfların siyasal sadakatlerini "satın alabilmesi" kapasitesidir. İkincisi, özellikle Sovyetler Birliği tecrübesinden de istifade ederek, muazzam bir baskı aygıtı yaratabilmesidir. İstihbarat, ordu, polis ve para-militer örgütlenmeler yoluyla verilmek istenilen mesaj açıktır: Devletin dışında nefes alacak, adım atacak alan yok! Fakat Sovyetler Birliği'nin dağılması ve yukarıda bahsedilen "sadakat satın alma" politikalarının sonuna gelinmesiyle, bu türden rejimlerde "denizin sonuna" gelinmiştir.


Sözgelimi, ABD yardımıyla ayakta kalan, giderek yozlaşan ve tipik bir yaşlılar yönetimi örneği olan Mısır'da serbest seçimler yapılırsa, sandıktan Müslüman Kardeşlerin çıkması büyük olasılıktır. Tam da bu nedenlerle, 2010'da yapılan genel seçimleri iktidardaki Ulusal Demokrasi Partisi silip süpürdü! Katılımın yüzde 25'i bulmadığı seçimlerde, muhaliflerin yaşadığı bölgelerde sandıklar polis tarafından halktan korundu! Bir önceki genel seçimlerde George Bush'un baskısı altında kaldığı için muhalefete 120 sandalye bahşeden Mübarek'in partisi, 2010 seçimlerinde muhalefete adeta "sıfır çektirmiştir." Ne var ki muhalefet güçleri, kendi paralel toplumlarını inşa etmekte, Mısır devletini, toplumun taşımak zorunda olduğu, meşruiyeti kalmayan, gereksiz bir yüke dönüştürmektedir. Mısır devleti, bir zamanlar alt sınıfların, özellikle eğitim şansı bulan alt-orta sınıfların sadakatlerini "satın alabilirken", bugün bu kesimler devletin giderek zayıflayan kapasitesinin farkındadırlar ve onun dışında ve uzağında bir hayat kurmaktadırlar. İktidar ilişkilerinin var olan şekliyle devam edemeyeceği açıktır, ama değişimin ne yönde olacağını son tahlilde toplum ve onun verdiği mücadeleler belirleyecektir.


Benzer bir sürecin 1979'da devrim geçirmiş İran'da yaşanması da ilginçtir. Bugün İran'ı ayakta tutan, İslam Devrimine dair duyulan "İslami" bağlılık değil; Devrim'den sonra yaratılan muazzam bir baskı aygıtı ve büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan iktisadi popülizmdir. Yapılan kimi hesaplara göre, rejime ideolojik sadakati olan kesimlerin oranı en fazla yüzde 15'tir. İran, 1979 Devrimi'nin ardından, petrol rantlarına dayalı bir iktisadi popülizm inşa etti. Bu popülizmi sürdürme imkanları daraldığı ölçüde, toplumun baskısını ensesinde hissedecektir. "Petrol gelirlerini yoksul halkın masasına koyacağız", "İnsanlar devrimci değerlere geri dönüşü sadece başörtüsü meselesi sanıyorlar. Ülkenin asıl meselesi istihdam ve konut sorunudur; kimin ne giyeceği değil" gibi iktisadi sloganlarla 2005 ve 2009 başkanlık seçimlerine giren ve İran Derin Devleti sayesinde bu seçimleri kazanan Ahmedinejad'ın yakın zamanda, yoksul halkın en büyük güvencelerinden olan devlet yardımlarında 40 milyar dolara yakın kesintiye gidileceğini duyurması, "denizin bittiğinin" veya iktisadi popülizm imkanlarının daraldığının açık bir işareti.


Devrimi yapan kuşağın büyük çoğunluğu artık Reformcu saflardadır, değişim istemektedir. Bu kesim, zaman içinde demokrasinin değerini öğrendiği gibi, giderek artan uluslararası dışlanmanın ülkeyi iktisadi iflasa sürüklediğinin farkındadır. Yine bu kesim, İran'ın resmi ideolojisi ve toplumsal gerçeklik arasında giderek artan uçurumu görmektedir. İran toplumu dolaylı ve dolaysız yollardan kendi gerçekliğini inşa ederek, devleti toplumun kıyısına itelemektedir. İran'da seçkinler arasında oluşan çatlağın en önemli nedeni, toplumun, İslamileştirme politikalarını benimsememesi ve uzun vadeli, inişli çıkışlı bir mücadeleyle buna direnç göstermesidir. Bu noktada İran Devletinin baskı aygıtlarının değişime izin vermeyeceği iddia edilebilir. Sahiden de Düzenli Ordu'nun yanında Devrim ideallerine daha bağlı Devrim Muhafızları Ordusu, yoksulları seferber eden faşist para-militer Besiç örgütünün varlığı önemlidir. Ne var ki İran halkı, Şah'a isyan ettiğinde Ortadoğu'nun en güçlü ordularından birisini mağlup etmeyi başarmıştı. Elbette, "Hikaye'de silah varsa patlayabilir." Ama silahı ateşledikten sonra da sokaklar boşalmıyorsa, silah atan eller tutukluk yapabilirler. Ne de olsa o silahlar halk çocuklarının elindedir...


Son dönemde Ortadoğu halklarının kültürel ve siyasal bilinçleri ve değişim arzuları, kendilerini yöneten yaşlılar kastının ötesine geçmiştir. 1990'lı yıllarda Latin Amerika'da "demokratikleşme dalgası" olarak müjdelenen, aslında neo-liberal reçetelerin halka yutturulmasından ibaret olan "düşük yoğunluklu demokrasi" masalı sona erdi. Onun yerine  2000'li yıllarda, örgütlü halkın çoğulcu muhalefet tarzları inşa etmesiyle, aşağıdan yukarıya gerçek bir demokratikleşme dalgası oluştu. ABD bütün enerjisini Ortadoğu'ya yöneltirken, "arka bahçesinde" demokrasi gülleri açıverdi. Darısı başımıza değil, ayaklarımıza...


Yüksel TAŞKIN
10.01.2011
 

Ekolojinin Anlam ve önemi



Ekoloji kavramını ilk kez bir Alman biyolog olan Ernest Heackel kullanmaya başlamıştır. Sözcük anlamı: "oikos (ev) ve logos (anlam) sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşturulmuştur.

Ekoloji; çevre, doğa, hayvan ve bitki sistemlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Ayrıca biyoloji, botanik, zooloji gibi bilim dallarıyla doğrudan bağlantılıdır. Daha geniş ele alırsak; ekoloji, canlıların birbirine bağımlı olduğu ve doğal düzenin istikrarını sürdürmede tamamlayıcı rol oynadığı ekosistemlerle ilgilenir. Bu bağlamda bütün canlı türlerin, bitki ve hayvanların, karada ve suda nasıl ekosistemler oluşturdukları, bu ekosistemlerin çevrimsel özellikleri ekolojinin kapsamına girmektedir.


Üzerinde yaşadığımız gezegenin var olmasından günümüze kadar oluşan bütün evrimler, değişimler canlılardaki biyolojik gelişmeler doğrudan ekoloji ile bağlantılıdır. Ekolojinin (ekosistemin) görevinin büyük patlama (big bang) ile başladığı söylenebilir. Evrenin var olması ve yaşadığımız gezegenin ortaya çıkmasını bilim insanları büyük patlama teorisiyle açıklarlar. Buna göre başlangıçta var olan kozmik bir öz yaklaşık 13-20 milyar yıl önce kararlı halden kararsız hale geçti ve büyük patlama meydana geldi. Bu patlama sonucunda yoğunlaşmış enerji çok büyük hızla yayılmaya başladı, bu yayılmanın, yani evrenin nefes almasının günümüzde de devam ettiği öne sürülür.


Büyük patlamadan sonra milyonlarca yıl yükselen su buharları soğuyup yağmur olarak tekrar yeryüzüne düşmesi ve bunun bir döngü şeklinde yinelenmesi ile yeryüzünde sıcaklık gittikçe azalmış, ısının 100 derecenin altına kadar düşmesiyle de sular yerkürede toplanıp, okyanuslar dış kabuğu sarmıştır. Işınların etkisiyle yükselen su buharı içindeki oksijen ve hidrojen atomları, açığa çıkıyordu. Hidrojen hafif olduğu için sürekli olarak uzaya kaçtı. Oksijenin büyük bir kısmı ise, yüksek ışınlı güneş ışınlarının etkisi sonucunda ozon tabakasını oluşturdu. Gezegendeki bu gelişmeler milyonlarca yıl sürmüştür.


SUDA HAYAT BULAN İNSAN


Yerkürede yaşamın yaklaşık 4-5 milyar yıl önce başladığı tahmin ediliyor. Sığ denizlerde aminoasit ve karbonhidrat moleküllerinin birikmesiyle bir "organik çorba" meydana geldi. Bu organik çorbada daha sonra; fotosentez yapmayan, fermantasyon yöntemi yoluyla, ama "erab" olarak yaşamını sürdüren ilk basit organizmalar oluştu. İlk fotosentez yapan mavi-yeşil algler ise serbest oksijenin atmosfere verilmesini sağladı. Böylece canlı varlıkların basitten karmaşığa doğru evrimi başladı. Denizlerdeki organik çorbada ilk olarak çekirdeksiz hücreli (prokaryotik) canlılar, daha sonra çekirdekli hücreli (evrokaryatik) canlılar oluştu. Tek hücreliden çift hücreliye, kaburgasızdan kaburgalıya doğru bir evrim süreci, sudan karaya doğru yaşanmıştır. Yaşamın sudan karaya geçişi yaklaşık 100-120 milyon yılı kapsar. Suda hayat bulan, insanı meydana getirecek ilk hücrenin denizden karaya geçmesiyle de evrim süreci başlamış oluyordu. Ağaçlarda yaşayan prosimian fare türüyle başlayan, primat ailesinde olan hominid maymununda devam eden ve bu türün dünyanın birçok yerine yayılması sonucunda iklim koşullarına dayanabilen tek tür homo habilis (eli işe yatkın insan) olmuştur. Daha sonra evrim süreci homo electus (iki ayak üstüne doğrulan insan) ile devam eder. Yaklaşık 500-700 bin yıl süren bir evrim süreciyle homo sapiens (düşünen insan) meydana gelir. Son olarak yaklaşık 50 bin yıl önce günümüz insanı meydana çıkmıştır. Prosimian fare türünden günümüz insanına kadar evrim süreci yaklaşık 70-80 milyon yıldır.


Günümüz coğrafik düzeni milyonlarca yıllık bir değişim dönüşüm sonucunda bugünkü şeklini almıştır. 1.5-2 milyar yıl öncesi doğa sürekli büyük değişimler yaşıyordu. Volkanik patlamalar, yanardağların yoğun püskürtüleri ve buzulların oluşması ile karalar ve denizler sürekli yer değiştirebiliyordu. 1.5 milyarlı yıllara dek dünya adeta kaynayan kazan gibidir. 200 milyonlu yıllardan sonra dünya gittikçe daha sakin bir hal almaya başladı. Büyük dağların ortaya çıkması (Alp, Himalaya gibi...), okyanusların çekilmesi ve karaların belirlenmesi 150-200 milyonlu yıllardan sonra olmaya başlamıştır.


Bir yağmur damlasıyla başlar her şey. Sessizce yere düşer aslında o yağmur damlası, yere düştüğünde bir bomba patlar toprakta ama biz duymayız. Binlerce tek hücreli sağa-sola kaçışır. Milyonlarca su molekülü toprağın özü olan tozların arasında kaybolur. İnsanların dünyasına pek benzemeyen ve insanlarca pek de önemsenmeyen bambaşka bir süreç başlar. Moleküller bozulur, ayrışır, yerine yenileri oluşur-ayrışır sonra ot deyip geçtiğimiz mütevazı bir yabani bitkinin köklerindeki kılcal damarlar suyla birlikte onları hızla ve sabırla emerler.

Bu süreç mavi gezegenimizin kabuğuna ilk yağmur düştüğünden bu yana aynıdır. Su toprağı, toprak suyu, toprak ve su da bitkileri besler. Ve aralarında sonsuzlukla ifadelendirilebilecek döngüsel bir ilişki söz konusudur. Doğayı yöneten, doğanın diyalektiğini sağlayan, her şeyi birbirine bağlayan ve tamamlayan ekosistemdir. Peki bu ekosistem nedir? Canlı mıdır? Madde midir? Nasıl oluyor da doğayı tek başına yönetebiliyor? Ekosistem dediğimiz şey somuttur. Doğada var olan tüm canlıların arasındaki uyuma ve doğadaki gelişmelere ekosistem denir. Biraz daha somutlaştırırsak; doğadaki her şeyin birbirinden etkileşimi sonucunda ortaya çıkan düzeni ekosistemin bir sonucu olarak görebiliriz.


EKOSİSTEM


Doğayı en iyi koruyan ve yöneten doğanın kendisidir. Yani ekosistemdir. İnsanlığın doğaya hükmetmesinden bu yana doğa son derece sıkıntılıdır. Doğanın bir parçası olan insan, doğaya hakim olduktan sonra doğaya ihanet eden tek canlı olmuştur. İnsan, bebeklik ve çocukluk (paleolitik, mezolitik) döneminde doğaya her yönüyle tabi olup pasif durumda olan bir canlı durumundaydı. Güdüsel temelde yaşayıp, varlığını sürdürmekteydi. Sürekli doğadan aldıklarıyla yaşamını idare ediyordu. Yani edilgen bir yaşam söz konusudur. Diğer birçok canlı türüne göre zayıf ve dezavantajlıydı. Ancak insanı diğer canlılardan üstün kılan önemli bir avantajı vardı. Gelişmeye elverişli beyin! Bu avantajı sayesinde bütün canlılara ve doğaya hükmetmiştir.


İnsanın tarım devrimiyle (Neolitik) yerleşik yaşama geçmesi, doğayla olan ilişkisini karşılıklı alıp-verme temelinde şekillendirmiştir. Neolitik dönemde insan ve doğa, karşılıklı birbirini besleyen iki canlı-dost gibidir. İnsanlık tarihinde insan ve doğanın barışık olduğu tek dönem Neolitik dönemdir. İnsanlar arasında sınıflaşmanın henüz başlamadan karşılıklı paylaşıma dayalı bir yaşam biçimi ve doğaya kutsiyet atfedildiği bir çağdır Neolitik Çağ.


Doğa tüm canlıların anasıdır, insanların ve diğer tüm canlıların doğaya mutlak ihtiyacı vardır. Doğa tüm ihtiyacını kendisi karşılar, insan olmadan da varlığını sürdürebilir. Tüm canlılara yetecek kadar ve gerekli olan her şey mevcuttur doğada. Önemli olan doğadan alırken ona zarar vermeden ve gerektiğinde doğadan aldığımız gibi vermeyi de bilmektir. Doğayı bir elma ağacına benzetirsek; o ağaçtan ihtiyacımız kadar elma almalı, alırken ağaca zarar vermeden, dallarını koparmadan ve o ağaçtan yeniden ve daha fazla elma almak istiyorsak ağacın gerekli ihtiyaçlarını karşılamalıyız. Doğanın bu cömertliğine karşın, insanın aç gözlülüğü ve doyumsuzluğu sonucu doğa bugün elma vermede çok zorlanıyor. Bu gidişle çok yakında o ağaç kuruyacak, bir odun halini alacak. Gelecek nesillere kuru bir ağaç bıraktığımızda insanlar ağaca değil bu ağacı bu hale getirenlere lanet okuyacaklardır.


16. yy'dan 21. yy'a kadar kapitalizm doğayı adeta talan etmiştir. Sömürdüğü ülkelerin kaynaklarıyla yaşamlarını her alanda kolaylaştıran, Uzakdoğu ülkelerinin yoksul çocuklarını karın tokluğu karşılığında çalıştırarak onların emeğiyle dünyanın en kaliteli kıyafetlerini giyenler ve ihracat yapanlar, sözde dünyanın en ciddi insan hakları savunucuları olarak demokrasi temsilciliğinde yine kendilerini gösterirler. Bir araştırmaya göre; ABD'li bir çocuk Afrikalı bir çocuktan 30-40 kat daha fazla tüketiyor. Başka bir araştırmaya göre Avrupa ve ABD'de çöpe atılan gıdalar hesaplandığında neredeyse tüm Afrika kıtasının gıda ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Tüm insanlar doğanın ortak sahibi olmalarına rağmen insanlar arasında doğal kaynaklardaki gelir dağılımında korkunç bir uçurum oluşmuş durumda.


KONTROLSÜZ GÜÇ: BİLİM VE TEKNİK


19. yy'la başlayan sanayi devrimi ve sonrasında hızla gelişen teknolojinin çarpıtılarak ve farklı amaçlar dışında kullanılması sonucu ekolojik dengenin sarsılması doğaya çok büyük zarar vermiştir. Kontrolsüz gelişen bilim-tekniğin, insanlara sağladığı yarar kadar verdiği zarar da çok büyük olmuştur. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombası örneği tehlikenin ne boyutta olduğunu gösteriyor. Oysa Alman fizikçi Einstein atom kuramıyla uluslararası birçok ödül almıştı. Bu buluşun insanlık için bu kadar tehlikeli olabileceğini Einstein'in bile tahmin etmediği kesindir.


20. yy'la beraber bilim ve teknolojinin iç içe girmesi ve her iki dalın da birbiriyle paralel gelişmesi sonucu, insana yarar mı yoksa zarar mı sağlıyor konusunun tartışılmasına yol açmıştır. Son 70 yıl gibi kısa bir sürede teknolojinin doğada yarattığı tahribata bakıldığında bilinçsiz kullanılan teknolojinin ne denli zararlı olduğu açıkça görülüyor. Doğanın can damarı olan yağmur yere düştüğünde salt yağmur suyu düşmüyor. Sessizce yağmur damlalarıyla birlikte başka maddeler de toprağa düşüyor. Fabrika ve laboratuvarlarda özenle hazırlanan maddeler suyla karışıp toprağa düştüklerinde, onları emen ot ve bitkiler kuruyup yok olurken, otlara bulaşan böcekler, böcekleri yiyen daha başka böcekler ve diğer canlılar bu zehirden sessizce ölüyorlar. Ve tabii ki bu zehirden etkilenen birçok madde ve bitkileri tüketen insanların yakalandığı hastalıklar sonucu ölümleri yaşanıyor. Doğadaki bu tahribatlar ekosistem dışında geliştiğinden dolayı ekolojik denge alt üst oluyor.


Bir zamanlar dünya üzerinde 8.8 milyar hektar olan ormanlık alanlar, insan eliyle tahribata uğradı ve üçte biri yok edildi. Dünya her geçen gün hızla çölleşmeye doğru gidiyor. Yeşil alanların her geçen gün azalması ve ortaya çıkan erozyon sorunu her yıl binlerce canlı türünün nesli tükeniyor. Kırsal kesimlerdeki yerleşim alanları erozyonla ciddi sorunlar yaşıyorlar. Toprağı tutarak bitki ve ağaçların yok olmasıyla, boşta kalan toprak, yağan yağmurla toprak kayması, çamur seli gibi doğal afetlerle yerleşim alanlarına ciddi zararlar verebiliyor.



KÜRT COĞRAFYASI


Lüks tüketim maddelerinin üretiminde kullanılan flor gazı ve havaya bırakılan zehirli atıklar sonucunda, ozon tabakasında oluşan delik başta küresel ısınma olmak üzere gezegende ciddi sorunlara yol açmıştır. Küresel ısınmayla başlayan kuraklık, başta su sıkıntısı ve hastalıklar olmak üzere birçok sorunu beraberinde meydana getirecektir. Günümüzde yaklaşık bir milyar insan temiz su bulmakta zorlanıyor. Küresel ısınmayla başlayan su sıkıntısı, dünyanın en önemli sorunlarının başında gelmektedir. Yaklaşık yüz yıl boyunca yapılan petrol savaşlarının yakın zamanda yerini su savaşlarına bırakması yüksek ihtimaldir. Petrol savaşlarında olduğu gibi yine su savaşlarında da en çok zarar görecek olan sulak bölgelerde yaşayan yerli halklar olacaktır.


Kürtlerin yaşadığı coğrafyada ve buna benzer coğrafyalar su bakımından çok zengin bölgeler yakın gelecekte dünyanın çekim merkezi haline geleceklerdir. Egemen güçler şimdiden bu bölgeler üstünde sömürme planlarını yapıyorlar. Başta İsrail olmak üzere birçok ülke son yıllarda Kürt coğrafyasında çok geniş topraklar satın almaktadırlar. Acı olan, gelecekte dünyanın en değerli bölgesi haline gelecek olan Kürt coğrafyası halkının hızla iflas etmiş metropollere kayması. Halkın çoğu savaş koşullarından dolayı zorunlu uzaklaşmış ya da sistem tarafından mecbur bırakılmışsa da, son yıllarda keyfi olarak Kürt coğrafyası topraklarından metropollere göç sayısı da azımsanmayacak düzeydedir. Kürt coğrafyası salt su bakımından zengin değildir. Çok zengin ve verimli bir bitki örtüsüne sahiptir. Tarım, hayvancılık gibi birçok alanda dünyanın en cazip bölgesidir. Çok zengin tarihi yapısıyla turizmde iddialı olduğu gibi bu zengin tarihi geçmişiyle tarihe ışık tutan ve geleceği aydınlatan bir konuma da sahiptir. Bu kadim topraklara ve yaratılan değerlere sahip çıkmak ve korumak da biz özgürlük mücadelesi bireylerine düşüyor. Bunun için tarihi araştırmak, bilmek, anlamak ve  sahip çıkmak önemlidir.


Özgürlük mücadelesiyle Kürt halkında başlayan bilinçlenme, siyasal anlamda bir ilerleme sağladıysa da çevrecilik, uygar demokratik kentleşmenin gerekliliklerini yerine getirecek bilinçten yetersizdir. Özgürlük hareketi bu eksiklikler üzerinde çok ciddi durarak paradigmanın bir ayağını ekolojik toplum üzerinde şekillendirmiştir.


Ekoloji hareketinin önde gelen teorisyenlerinden Murray Bookchin'e göre binlerce yıl önce doğadan kopmuş olan insanlığın parçası olarak bizim, toplumsal ve doğal tarihin yarattığı kazanımları koruyan, toplumsallıkla doğallık arasında yeni bir birliğe dönmemizin zamanı gelmiştir. Bu birliğin kurulması ancak birinci doğa (doğal dünya) ile ikinci doğa (toplumsal doğa) arasındaki uyumun sağlanmasıyla mümkündür.


Ekolojik bir toplum yaratmanın başında kentlerin yönetim biçimleri ve çalışmaları geliyor. Yerel yönetimlerin devletten ve merkezi hükümetten bağımsız çalışması, bölgenin siyasal, kültürel, sosyal, ahlaki, etnik, dil ve inanç yapısına göre projeler üretmesi ve hayata geçirmesi mahalli kooperatifler kurulması vb... çalışmalar demokratik, ekolojik, komünal toplum yaratmanın temel koşullarıdır.


Günümüz toplumunun duygusallıktan uzaklaşıp mutsuzlaşmasının temel nedeni, doğadan uzaklaşması ve gittikçe doğaya yabancılaşmasıdır. Doğal yaşamdan kopmuş bireyde, ne insan sevgisi ne hayvan sevgisi ne de doğa sevgisinin yeterli olması mümkün değildir. Doğayla barışık olmayan birey-toplum sürdürülebilir yaşam ideolojisine de ulaşamaz. Doğa ile barışık kalmanın tek yolu ise insan eliyle büyük yaralar alan ve her geçen gün yarası daha da derinleşen doğayı korumaktır. Doğaya verilen zararları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen bir bireyin uğruna mücadele ettiği yaşam ideolojisini uzun soluklu sürdürmesi mümkün değildir. Doğayı sevmek yaşamı sevmektir. Dolayısıyla insanı sevmektir. Ekolojik bir birey ve toplum olmanın ön koşulu, doğa sevgisini histe ve düşüncede gerçekleştirmekle olur. Birey zaman, mekan, ülke ayırmaksızın doğaya karşı sorumluluğunda üzerine düşen görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Yaşadığımız şehri evimiz, yurttaş olduğumuz ülkeyi ve içinde yaşadığımız gezegeni de yurdumuz gibi görmeli ve korumalıyız.




Kadir SÖNMEZ
11.01.2011
Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi/Tekirdağ

 

Bir başka açıdan 'Muhteşem Süleyman'...


Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ı anlatan "Muhteşem Yüzyıl" dizisi başlar başlamaz, "şanlı tarihimizi lekeliyor, Avrupalının bile 'Muhteşem Süleyman' dediği 'İki Cihan Padişahı' Kanuni Sultan Süleyman'ı şehvet ve içki düşkünü gösteriyor" diye epeyce eleştirildi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'tan, AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç'a, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural'dan bazı dernek ve vakıflara kadar geniş bir çevre gürültü kopardı, RTÜK'ten dizinin kaldırılması talep edildi. Görünen o ki, bu tepkiler artarak devam edecek...

Nasırlarına basılmış gibi havalara sıçrayan, sağcı ve muhafazakar "özgürlükçüler"in tepkileri de oldukça ilginç: "Özgürlük kahramanları", gerçeklerle yüzleşmek yerine, hep eleştirdikleri "resmi tarihin, statükonun" arkasına sığınıverdiler: Harem'i saraya sokan, 2 oğlunu ve 2 vezirini öldürten, içki içen 1. Süleyman'ı yani namı diğer Kanuni Sultan Süleyman'ı aklayıverdiler.


Bakalım 1. Süleyman yani Kanuni Sultan Süleyman aklanmayı hak ediyor mu?


YAVUZ'DAN DA ZALİM!


Babası Yavuz Sultan Selim'in ölümü üzerine, 1520'de tahta çıkan ve 46 yıl iktidarda kalan 1. Süleyman için "muazzam ve adil bir devlet yapılanması yarattı" diye yazan Osmanlı kaynakları, 1. Süleyman'ın "Hz. Süleyman'da olduğu gibi 'bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin' ayetini bir fal-i hayr olarak kabul ettiğini ve saltanatı boyunca bu ‰yetlerin sırrına mazhar olduğundan onun döneminde Müslüman Türkler ile birlikte bütün bir İslam dünyasının en bahtiyar yıllarını yaşadığını" da belirtir.


1. Süleyman için resmi kaynaklar "muazzam ve adil bir devlet yapılanması yarattı" diye yazsalar da gerçek böyle değildir. 1. Süleyman, babası Yavuz Selim'den aldığı zulüm mirasını devam ettirir... Osmanlı'da miri arazilerin yeniden yazılması, önceden tımar sahibi kimi sipahilerin topraklarının elinden alınmasına neden olur, toprak dağıtımı tam bir keyfilik ve kayırmacılık üzerine kuruludur: İtiraz edenler cezalandırılır, saçları ve sakalları kesilir...


SÜNNİLEŞTİRME YÜZYILI


Dönem Yavuz Selim sonrası ağır baskı altında olan Türkmenlerin baskılara başkaldırdıkları dönemdir. Çünkü, "Muhteşem Yüzyıl" denen yüzyıl, aynı zamanda Anadolu'nun Sünnileştirilme operasyonunun da yüzyılıdır. Bu nedenle bu yüzyıl, 17. yüzyıl başındaki Kuyucu Murat Paşa'ya kadar Aleviler açısından da bir ayaklanma yüzyılıdır!


Yavuz Selim döneminde 1510'da Şahkulu ile başlayan ayaklanmalar, Kanuni Süleyman döneminde 1525'de Sivas, Çorum ve Tokat bölgelerinde Zünnü Baba'nın, 1526'da ise Yozgat yöresinde Türkmen Alevilerin ayaklanması ile devam eder... 1527'de Hacı Bektaş Dergahı Postnişini Kalender Çelebi öncülüğünde bir başka ayaklanma başlar. Bu dönemde Alevilerin Serçeşmesi, ana kaynağı olan Hacı Bektaş Dergahı kapatılmıştır. Ayaklanmaya Yozgat, Sivas, Maraş ve Adana yörelerinden Türkmen Aleviler başta olmak üzere, Türkmen olmayan sipahi ve köylüler de katılır. Sivas'ın Karaçayır mevkiinde yapılan savaşta Kalender Çelebi Osmanlı'yı yener. Bunun üzerine Osmanlı tımar sahipleriyle yeni bir ilişki kurar, tımar sahiplerine arazilerini geri verir, Kalender Çelebi güçleri zayıflar ve ayaklanma bastırılır. Kalender Çelebi öldürülür...


Osmanlı haksızlığa başkaldıran Alevilere karşı çok acımasızdır. Alevilere yönelik Yavuz Selim döneminde yayınlanan fetvalar Kanuni Süleyman döneminde de daha da ağırlaştırılarak devam eder...


Yavuz'la birlikte Halifeliği de İstanbul'a getiren, Sünniliği resmi dine dönüştüren Osmanlı iktidarı, kendisine benzemeyen Alevilere karşı çok tahammülsüzdür. 1. Süleyman'ı "adil bir yasa yapıcı" gibi göstererek ona "Kanuni" adını veren resmi Osmanlı tarihi, Aleviler için "katli vacip" fetvaları veren Şeyhülislamları da "insancıl ve şirin" göstermekten geri durmaz.


EBU'S SUUD VE ALEVİ KATLİAMLARI


Kanuni Süleyman'ın en önemli Şeyhülislamlarından biri olan ve asıl adı Ebu's-Suud Mehmet bin Muhiddin Mehmet bin Mustafa el-İmadi olan "Ebu Suud", Osmanlı resmi tarihi tarafından 16. yüzyılın en büyük alimlerinden biri olarak gösterilir. Süleyman'a Kanun-nameler ile "Kanuni" adının verilmesini sağlayan da bu meşhur Ebu's Suud Efendi'dir.  


30 yıla yakın (1545-1574) yürüttüğü Şeyhülislamlık görevi ile Osmanlı devrinin en uzun süreli Şeyhülislamı olan Ebu's Suud Efendi'yi Osmanlı kaynakları "nuranî yüzlü, vakur, mehib, gayet sade giyinir, etrafındakilere rıfk ile mu'amele ettiği halde mehabetinden meclisinde kimse ağız açamaz, sözleri hürmetle dinlenir, abid ve zahid bir zat" olarak tarif eder ve Ebu's Suud Efendi, "sultanı Kanunî, sadrazamı Sokullu kaptan-ı deryası Barbaros, mimarı Sinan ve şairi Bakî olan ebed-müddet bir devletin kendine layık şeyhülislamı" ilan edilir.


Bu "nur yüzlü, vakur, muhteşem" ve "devletine layık Şeyhülislam" Ebu's Suud, Kızılbaşlar için "canları, malları, namusları size helaldir" biçiminde fetvalar vermiş ve Alevi katliamlarının yolunu açmıştır. Ebu's Suud Efendi'nin, Aleviler için "Kızılbaş topluluğunun, dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?" sorusuna cevabı çok nettir: "Bu, en büyük, en kutsal savaştır... Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur" der. Bununla da yetinmez ve Aleviler için fetvaya devam eder: "Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler... Kızılbaşların yaptıkları kötü işler, o temiz peygamber soyuyla bir ilgilerinin olmadığını göstermeye yeter..."


TOPLUMUN DOKUSUNA MÜDAHALE


"Muhteşem Süleyman" toplumun dokusuna da müdahale ediyor...


Kendisine "Kanuni" adını verdirten I. Süleyman, Alevilere karşı müdahalelere yalnızca fetvalarla yetinmez, toplumun dokusuna da müdahale eder. Yeniliklere kapıları kapatır. Alevilik başta olmak üzere, Sünniliğin dışında kalan bütün "gayri Sünni" inançlara açıktan tavır alır. Sünniliğe, dine, İslama zarar veriyor diye, müsbet bilimlere, felsefeye ve her türlü yeniliğe karşı "önlemler" alınır. 1537 tarihinden itibaren alınan bazı önlemler, Prof. Dr. Sina Akşin'in yayın yönetmenliğinde hazırlanan "Osmanlı Devleti 1300-1600" adlı kitapta şöyle sıralanıyor:


"1. Dini gerekleri yerine getirmeyen, ya da dine karşı saygısızlık gösterdiği ileri sürülenlere ağır cezalar verilmesi öngörülmüştür. Örneğin Peygamberin sözlerine şüphe ile bakanlar inançsız sayılacaklar ve öldürüleceklerdir.


2. Her köye bir cami yaptırılması ve halkın cuma namazlarına katılmalarının sağlanmaları istenmiştir.


3. Devletin benimsemiş olduğu Sünni görüşün güçlendirilmesine yardımcı olmak amacıyla bazı eğlence yerleri, özellikle de meyhaneler kapatılarak, sapık inançlı oldukları ileri sürülen bazı dervişler İstanbul dışına sürülmüşlerdir.


4. Bütün bu tedbirlerin en önemlisi, bir bakıma en korkuncu, dine zarar verdiği gerekçesi ile matematik, felsefe ve kelam gibi müsbet bilim ve düşünce hayatı ile ilgili derslerin medrese programlarından çıkartılmasıdır.


5. Ve nihayet, daha da acı olarak belirtmek gerekir ki, ileri sürdükleri bazı düşünceleri yüzünden, bu düşünceler halkın dini inançlarını sarsıcı kabul edilerek 1527 yılında öldürülmüş olan Molla Kabız'dan sonra, 1529 yılında Şeyh İsmail Ma'şuki, 1550'de Şeyh Muhiddin Karamani ve 1561 yılında da şeyh Hamza Bali gibi bazı tarikat ileri geleni mutasavvıflar, Kemal Paşazade ve Ebu's Suud Efendi gibi Şeyhülislamların fetvaları ile öldürülmüşlerdir."


Prof. Dr. Mustafa Akdağ da Kanuni Sultan Süleyman dönemini şöyle özetliyor: "1537 Fermanı ile başlayan sıkı dinsel kovuşturmalar halk için dayanılması güç bir baskı biçimine dönüştü. Hele 1548'de Ebu's Suud'un Şeyhülislamlığa getirilmesi, toplum hayatını dinsel baskı ile düzene sokma görüşünü sanki kanunlaştırdı. Başka dinden olanlar için, kendi inançlarına göre hareket özgürlüğü diye bir şey kalmadı."


Bir başka araştırmacı Elise Massicard ise dönemi şöyle özetler: "Kanuni Sultan Süleyman, Şeyhülislam yönetiminde katı bir ulema hiyararşisini kurumlaştırır. Bu son derece katı bir biçimde örgütlenmiş, devlete bağlanmış ve maaşları onun tarafından ödenen, bir tür 'Müslüman Kilisesi' benzeri yapının bir başka örneğine Müslüman geleneğinde rastlanmaz. Osmanlı'nın ödünsüz bir Sünniliğe yönelişinde Kızılbaş olgusu ana etkenlerden birini oluşturur."


GERÇEKLERDEN KAÇMAK MÜMKÜN MÜ?


Evet, gerçekler bunlar!

Bu yazdıklarımızı daha da uzatmak mümkün. "Resmi Osmanlı Tarihi" dışında yazılmış epeyce "gerçek Osmanlı Tarihi" var.


Sakın ha kimse, "bunlar Kanuni'nin ilk dönemlerinde oldu" diye de düşünmesin. 1566'da ölen Kanuni Süleyman'ın son yıllarında da neler yaptığı Osmanlı "Mühime Defterleri"nde fazlasıyla belgeli...


Şimdi, Osmanlıcıların da, Yeni Osmanlıcıların da bu gerçeklere ne diyeceklerini merak etmek gerekmez mi?


Bakalım; Bülent Arınç'tan Oktay Vural'a kadar birçok "devlet büyüğü" şehvete ve içkiye gösterdikleri tepkinin kaçta kaçını, on binlerce insanın hayatına mal olmuş ve katliamlar sonrası toplumun dokusunu değiştiren bu kırımlara karşı verebilecekler?


Hadi "gayri Sünni" olanlardan da geçtik, malum onlar "katli vacip" olanlar!


Peki, Kanuni Süleyman'ın kutsal kanlarını akıtmak "günah" olduğu için "boğdurttuğu" kendi çocukları için ne diyeceğiz?


Bunlar da mı yalan?


Necdet SARAÇ
10.01.2011 13:58

Guney Kurdistan'da Dikta Rejimine Doğru Yol Alırken

Federal Kürdistan Bölgesi'nde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Federal Kürdistan siyasetçileri devlet ve iktidar geleneği olmadığı için birçok şeyi yaşayarak bizzat pratikte öğreniyorlar. Süleymaniye, Hewler ve Dohuk illerinden oluşan Federal Kürdistan iktidarı bugüne kadar ciddi sorunlarla yüz yüze gelmedi. Halkın tepkisiyle yüzleşmedi. Halkın tepkisini sürekli dışa yöneltebildiler. 1991 yılından 2003 yılına kadar üzerlerinde Saddam rejimi gibi ciddi bir tehlikenin olduğu ve bu zor koşullarda elde edilen statünün korunması için yapılan tüm yolsuzluk ve haksızlıklara karşı gözünüzü yumun dendi. Yine 2003 yılından 2008 yılına kadar Türkiye, Şii ve Sünni Arap tehlikesi, Irak merkezi hükümetiyle Kürdistan bölgesi arasında çözüm bekleyen sorunları Kerkük, 140. madde, Peşmerge ve petrol sorunlarını sürekli gündemde tutarak halka dış tehlikeden dem vurmaya çalıştılar. Bir yere kadar da bunu başardılar. Bu süreç içerisinde Federal Kürdistan'daki yolsuzluklar, haksızlıklar, anti-demokratik uygulamalar katlanarak devam etti. Bu arada hem gelişecek olan muhalefetin önünü almak, hem de dış kamuoyuna ne kadar demokratik bir yönetim biçimine sahip olduklarını göstermek için sivil kurumlar her yerden mantar biter gibi ortaya çıkmaya başladılar. İlk etapta bu sivil kurumların çoğu YNK ve KDP'nin denetiminde açılmış olsa da sonradan bunlardan bazıları ya da bunlardan bağımsız bazı sivil kurumlar ise gerçekten iş yapmaya başladılar ve demokratik yöntemlerle halkı bilgilendirmeye ve haksızlıklara karşı azda olsa sokağa dökmeye başladılar. Son iki yıldır hükümete karşı protesto gösterileri giderek artmaya başladı ve halk büyük bir ilgiyle bu protesto gösterilerini izliyor. Bu durum hükümeti korkutmuş olacak ki bu eylemleri yasa çıkartarak izne bağladı. Yani protesto gösterilerin insiyatifini böylelikle eline aldı.

Şimdi de Federal Kürdistan hükümeti başka bir yasayı çıkarmaya çalışıyor. Yasa konum gereği oldukça hassas olduğu için açıktan tartışılmıyor. Fakat hükümetin bu yönlü bir hazırlık içinde olduğu bize gelen bilgiler arasında. O da camilerde verilen hutbelerin metnini bir merkezden hazırlama, onu da diyanet işlerinden sorumlu bakanlığın hazırlaması gerektiği tartışılıyor.  Çünkü mevcut konumda Federal Kürdistan'ın birçok yerinde cami imamları ya Komala İslami örgütüne ya da Yekgırtu İslami örgütüne aittir. Bunlarda her Cuma camilerde hükümet ve yetkililere karşı hutbe veriyorlar. Ve oldukça da etkili bir dil kullanıyorlar. Onun için bu imamların önünü almak için yeni bir yasa tartışılıyor.


Yine biliniyor son dönemler özelikle KDP ve YNK tarafından Federal Kürdistan'da birçok gazeteci, gazete, dergi ve yazara karşı kendi partilerine ya da şahıslarına hakaret edildiği gerekçesiyle davalar açılmaya başlandı. Bu davalar kısa zaman içerisinde sonuca bağlanıyordu. Dava açılan gazete ya da kişi büyük bir borcun altına sokuluyordu. Dava konusu olan yazılar ise eleştiriden öteye geçmiyordu. Örneğin bunlardan birisi Dr Faik Gulpi'ye açılan davadır. Gulpi konuşmuş olduğu bir gazeteye Federal Kürdistan hükümetinin Halepçe ve Enfal şehitleri için bugüne kadar verdiği hiçbir sözü yerine getirmediğini, gerekli yardımı yapmadığını söylüyor. Ve KDP "bu partimize yapılmış bir haksızlıktır ve hakarettir" diyor dava açıyor. Gulpi'ye kısa zamanda ağır para cezası kesiliyor. Ve cezaların büyük ağırlığı buna benzer konuşmalardan kaynaklanmaktadır. Yani gazeteci ve yazarlara "hükümeti, partimizi eleştirmeyin" diyorlar. "Olup bitenler karşısında sessiz kalın" diyorlar ve bu yöntemlerle halkın kulağı, gözü ve vicdanı olan basını susturmaya çalışıyorlar.


Yine son dönemlerde Federal Kürdistan'ın her yerinde patlayıcı depoları, intihar komandoları ve "teröristler" yakalanmaya başlıyor. En son 12 Ocak'ta Hewler asayişi tarafında Hewler'de bir depo dolusu havan topu ve patlayıcı madde yakalandı. Resimleri asayiş tarafında çekilerek basına dağıtıldı. Yılbaşından bir gün önce Hewler'in Hıristiyanların yoğun olarak yaşamış olduğu Ankawa semtinde bir patlamanın olduğu basına duyuruldu. Ondan önce Hewler'in Kerkük kapsında biri arabası içinde infaz edildi, daha sonra Hewler'in en karabalık eğlence merkezi olan famili famın kapısında üzeri yüklü bir intihar eylemcisi yakalandı, yani birkaç ay içinde buna benzer olaylar sıklıkla yaşandı. İşin ilginç yanı bugüne kadar tek bir eylemin gerçekleşmemiş olmasıdır. Yine yakalanmaların birçoğunun asayiş kontrollerin çok yoğun olduğu kapılarda olmasıdır. Federal Kürdistan'ın şehirlerini özelikle de Hewler'i bilenler çok iyi bilirler ki burası dümdüz bir ovadır. Asayiş ise sadece kara yollarının o da şehirlerin girişinde ve çıkışında vardır. Onun ötesinde nereden geçerse geç rahatlıkla geçebilirsin hiçbir tehlikesi de yoktur. Benim anlamadığım bu "teröristlerin" neden araba yüklü patlayıcılarla asayiş kontrol noktalarına geldikleridir. Yani son dönemlerde arka arkaya patlayıcı depoları ve "teröristlerin" yakalanmasının çok da inandırıcı bir yönü olmadığıdır. Aynı şeyi sokaktaki vatandaş da tartışmaya başlamış durumdadır. Bunun tek bir nedeni vardır o da halkı tekrardan iç ya da dış tehdit ile oyalamaktır.  


Bir taraftan çıkarılan yasalarla halkın tepkisinin önüne geçilmeye çalışırken diğer taraftan da bu tür yöntemlerle halkı korkutmaya çalışmaktadırlar.


Federal Kürdistan hükümeti bu yöntemlerle kendi iktidarlarını pekiştirmeyi düşünüyorlarsa yanılır. Bu yöntemlerle ancak diktatoryal bir yönetime doğru yol alırlar. Çağımız ise bu tür yönetim biçimlerini çoktan aşmıştır. Onun için halka yönelip kendi eksikliklerimizi görmezlikten gelin demektense kendilerine eleştirel yakalaşarak yanlışlıklarını düzeltmeye çalışmak belki iktidarlarını daha fazla uzun ömürlü kılar.


Yusuf ZİYAD
16.01.2011

Demokratik Özerklik üzerine 5


Türkiye idari bölgelere açıktır
Türkiye'nin şu anki mevcut Anayasası, siyasi bölgeselleşmeye kapalı, ancak idari bölgeselleşmeye açıktır. Ayrıca yine eklemek gerekir ki 'özerk yönetim' kavramı ile 'yerinde yönetim' kavramı, yetkilerin kaynağı yönünden, birbirinden farklı değildir. Birincisi, Anglo-Sakson hukuk sisteminin bir kavramı iken; ikincisi, Fransız idari hukukunun bir kavramıdır.



Türkiye'nin şu anki mevcut Anayasası, siyasi bölgeselleşmeye kapalı, ancak idari bölgeselleşmeye açıktır. Ayrıca yine eklemek gerekir ki 'Özerk yönetim' kavramı ile 'Yerinde yönetim' kavramı, yetkilerin kaynağı yönünden, birbirinden farklı değildir. Birincisi, Anglo-Sakson hukuk sisteminin bir kavramı iken; ikincisi, Fransız idari hukukunun bir kavramıdır


Bölgesel devletin, federal devletten temel farkı, devletin tekliği ilkesinin korunmasıdır. Tek kurucu iktidar vardır, tek egemenlik, tek yargı vardır. Bu özelliğin üniter devletle çakıştığı hatırlanmalıdır. Oysa federasyonlarda birden çok kurucu iktidar vardır ve bu federe devletler, federal devletle eşdeğerde kurucu iktidarlardır



Vll - Bölgesel devletlerde, idari ve siyasi bölgeler ayrımı


BÖLGE veya EYALET terimi, Fransız Akademisi'nin 1762 tarihli sözlüğünde şöyle tanımlanır: "Büyük bir devletin, genellikle aynı vali tarafından idare edilen pek çok şehir, kasaba, köyü kapsayan, kayda değer bir genişlikteki parçası..."


Bir yönetim birimi, genellikle de il üstü bir yönetim birimi olarak BÖLGE, çok değişik içerikler ifade eder. 1992-1994 yıllarında Belçika'da  federalizme geçildiğinden bu yana bir federe devlettir. Flamanya ve Valonya federe birimleri gibi. İspanya'da ise tıpkı İtalyan bölgeleri gibi siyasi bölgelerdir. Oysa Fransa'da BÖLGE bir yerel yönetimin kuruluşundan ya da İDARİ BÖLGEDEN başka bir şey değildir. Yeri gelmişken bu iki farklı BÖLGE yaklaşımını tanımlamak gerekir:


İDARİ BÖLGELER


İki yönlü işlev yüklenirler. Hem genel yönetim hizmetlerinin görüldüğü bir idari çevredir; hem de yerel topluluğun idari özelliğinin tanındığı bir yerel yönetimdir. Ama hiçbir biçimde siyasal yetkileri bulunmaz. Yani yasa yapma, yasama yetkileri bulunmamaktadır. Fransa bölgeleri ve Portekiz bölgeleri bu türdendir. Ülke çapında yasama iktidarının tekliği, üniter devlet kapsamında korunmaktadır.


SİYASİ BÖLGELER


Siyasal yetkiye sahiptirler. Yetkilerini anayasa, statü ve yasaların belirlediği ve kural olarak organları seçimle gelen bölge tipidir. Statü, bölge için bir "anayasa" değerindedir. Katalan statüsü gibi. Bölgesel yasalar, statüye aykırı olamaz. Statüler o bölgenin halkı ve meclisi tarafından hazırlanıp onaylandıktan sonra, tüm ülkeyi temsil eden ulusal parlamentoda onaylanmasının ardından resmiyet kazanır. Son tahlilde, ulusal parlamentonun bir işlemi olması itibarıyla anayasanın altındadır. Siyasi bölgeler için OTONOM ÖZERK BÖLGELER tanımı da kullanılır. En geniş anlamda, kendi kendini yönetme yetkisine sahiptirler. Egemenliğe sahip olmadıkları için devlet olarak kabul edilemez; siyasal yetkilere sahip olduğu için de basitçe bir "yerel yönetim" olarak tanımlanamaz. SİYASAL ÖZERKLİK, ilk olarak kendi hukuki statüsünü belirlemeye katılmadır. Ayrıca yetkileri anayasada belirlenmekte ve belirli bir alanda yasama yetkisi ile donatılmaktadır. Siyasi bölgelere sahip devletlerde, yasama iktidarının tekliği değil çokluğu esastır. Ayrıca siyasi bölgelerin yasama özerklikleri de bölgeden bölgeye değişebilmektedir. Tıpkı İspanya'da olduğu gibi. Tabii ki yasama özerkliğinin doğal sonucu olarak, bölgelerin kendi yürütme organları (yerel hükümet) ve idari aygıtları da bulunmaktadır. Ancak yargısal alanda siyasi bölgelerin özerk yetkileri olmaz. Zaten bu durum, onları federal devletlerin federe bölgelerinden ayıran en önemli hususlarından biri olarak da kabul edilebilir.


Türkiye'nin şu anki mevcut Anayasası, siyasi bölgeselleşmeye kapalı, ancak idari bölgeselleşmeye açıktır. Ayrıca yine eklemek gerekir ki "ÖZERK YÖNETİM" kavramı ile "YERİNDEN YÖNETİM" kavramı, yetkilerin kaynağı yönünden, birbirinden farklı değildir. Birincisi, Anglo-Sakson hukuk sisteminin bir kavramı iken; ikincisi, Fransız idari hukukunun bir kavramıdır. Siyasal yerinden yönetim ilkelerini benimseyen ülkelerde devlet, adı ister bölge olsun, isterse özerk topluluk, yerinde yönetimin kurumlarına siyasal yetkiler aktarılmıştır. Aktarılan yetkiler üzerinden merkezin denetimi söz konusudur. Bu denetim hükümet denetimi ya da yargısal denetim tarzında olabilir. Örneğin İtalyan bölgeleri üzerinden hükümet denetimi var iken; İspanya bölgeleri üzerinde yargısal denetim vardır.


Genel çizgileriyle öğreti, "idari bölgelere" sahip Portekiz ve Fransa gibi, "siyasi bölgelere" sahip İtalya ve İspanya'yı da "üniter devlet" içinde görme eğilimindedir. Kimileri bölgesel devlet adını vererek İtalya ve İspanya modelini yine de "üniter devlet" kapsamında incelemektedirler. Kimileri ise bu devletleri "üniter devlet" içinde "yerinde yönetim"in üst bir aşamada gerçekleşmeleri biçiminde değerlendirmektedir. Hem İtalya, hem de İspanya'da siyasal merkeziyetçilik "siyasal yerinden yönetim" ilkesiyle yumuşatılmıştır. Danimarka, Fransa, Finlandiya ve Portekiz'de siyasi bölgeselleşme istisnaidir; Fransa'da idari bölgeselleşme yaygındır; İtalya ve İspanya'da ise siyasi bölgeselleşme. Birleşik Krallık'ta daha zayıf bir siyasi özerklik vardır. Ülkede yasama organı tektir. Ama geleneksel hukuktan doğan yarı-idari, yarı-siyasi özerklik söz konusudur. İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler'de olduğu gibi. Yine önemle ekleyelim ki İspanya Anayasa Mahkemesi, İspanya'yı "ÖZERKLİKLER DEVLETİ" olarak tanımlamaktadır. İtalya'da ise, "BÖLGESEL DEVLET" tanımı geçerlidir.


BÖLGESEL DEVLET İLE FEDERAL DEVLET


Bu aşamada bölgesel devlet ile federal devlet kıyaslamasını yapmak, bu konuyla ilgili Türkiye'de var olan yanlış algılamalara meydan vermemek açısından önemlidir. Kıyaslama şu noktalarda yapılabilir:


1- Bölgesel devletin, federal devletten temel farkı, devletin tekliği ilkesinin korunmasıdır. Tek kurucu iktidar vardır, tek egemenlik, tek yargı vardır. Bu özelliğin üniter devletle çakıştığı hatırlanmalıdır. Oysa federasyonlarda birden çok kurucu iktidar vardır (Federe devletler) ve bu federe devletler, federal devletle eşdeğerde kurucu iktidarlardır. Bu kurucu iktidarların tek sınırı vardır: FEDERAL ANAYASA... Bu anayasa federe devletlerin etkin katılımı ile oluşturulan bir hukuki metindir. Oysa İspanya, İtalya veya Birleşik Krallık'ta bölgeler, kurucu iktidar değillerdir. Bu çok önemli bir ayrımdır.

2- Federasyonlarda yasalar, iki iradenin birleşmesiyle ortaya çıkar. Bu iradelerden ilki ülke nüfusunun nispi temsiliyle oluşturulan ve bir nevi halk meclisi olan temsilciler meclisinin iradesidir. İkincisi, bir federe devletler meclisi olan senatonun iradesidir. Genel yasalar bu iki iradenin birleşmesiyle yapılır. (anayasa değişikliklerinde federe topluluğun genel iradesi önem kazanmaktadır. Oysa bölgesel devletlerde anayasa değişikliklerinde bölgelerin kurumsal anlamda bir rolü bulunmaz.)
3- Federasyonlarda, federe devletler yargı yetkisine de sahiptirler. Oysa bölgeli devletlerde genel yargının tekliği ve birliği ilkeleri geçerlidir.
4- Federal devletlerde, federe devlet ülkeleri, federal devletin idari çevreleri niteliğinde değildir. Bu anlamda federal devlet bir ülkeler topluluğudur. Bölgesel devletlerde ülkeler örneğin İspanya'daki Bask ve Katalan ülkeleri, İspanya ülkesinin bir parçası, bir idari çevresi niteliğindedir.
5- Federasyonlarda yerel yönetimlerin muhatabı, federe devletler iken; bölgesel devlette yerel yönetimler iki başlıdır. Asıl yetkili organ devlettir; ancak bölgelere de yerel yönetimler alanında yetkiler verilmiştir.
6- Federal devletlerde, federe devletler federasyondan önce de vardır. Bunlar belki yetkilerin merkezi otoriteye devrederek özerkliklerini korurlar. Oysa siyasi bölgeler, ancak ulusal devletten sonra gelmektedir. Çünkü devlet tarafından kendi uhdesinde bulunan bazı yetkiler, bölgelere devredilerek oluşurlar. Bu itibarla siyasi bölgeler hiçbir zaman bir devlet niteliği taşımazlar.

Özcesi; Bölgesel devlet, üniter devlet ile federal devlet arasında yer alır. Bu bağlamda iki devlet biçiminden de bazı öğeleri bağrında taşırlar. Ancak devletin tekliği ilkesi ile üniter devlete daha yakın durur. Bu nedenle devlet+demokrasi formülasyonuna yakınlaşır. Bölgeler ne kadar katılımcı demokrasiyi, doğrudan demokrasiyi işletiyorsa; o denli demokratik konfederalizme yaklaşır. Özerkliğin demokratik niteliği o derece yükselir.


Şimdi bu belirlemeler ışığında Avrupa Birliği bünyesinde bazı devletlerde, idari veya siyasi bölgeselleşmenin nasıl işlediği konusunu irdeleyebiliriz. Bunun için Fransa, Portekiz, İtalya, Britanya ve İspanya idari modellerine biraz daha yakından bakmalıyız.


FRANSA


Kıta Fransası'nın bölgeleri idari yetkilere sahip olduğundan, bunları İDARİ BÖLGELER olarak nitelemek mümkündür. Ancak Fransa devletine bağlı Korsika gibi adalar ile diğer deniz aşırı memleketler bazı siyasi haklara da sahiptir. Yani SİYASİ BÖLGE yapılanmasına daha yakın durmakta ve değişik statülere sahip bulunmaktadırlar.


Cumhurbaşkanı Mitterand, 1982 yılında girişilen yerel yönetim reformunu tanıtırken, bu reformun üç temel özelliğinin altını çizmişti:


1- İller üzerinde bölgeler oluşturarak bu bölgeleri yerinden yönetim düzeyine yükseltmek.


2- Seçim ilkelerini il ve bölgelerin yürütme organlarına da yaymak suretiyle, idari vesayeti kaldırmak.


3- Bölge meclislerini ekonomi, toplumsal, kültürel, çevre, eğitim, sağlık, bilim, şehirleşme, konut, enerji, taşımacılık, ulaşım ve tarım alanlarında idari yetkilerle donatmak
.


Her bölgenin üç ayrı organı vardır: Karar organı (Meclis), yürütme organı ve istişari organlar. Bölge meclisleri karar organları olarak "bölgenin işlerini kararları ile çözüme bağlar." Genel seçimle belirlenir. Yüzde 5 seçim barajı vardır. Meclis üyeleri altı yıllığına seçilmektedir.


Bölge yürütmesini vali yerine başkan yapar ve meclisin salt çoğunluğuyla altı yıllığına seçilir. Bölge devletini ise bölge valisi temsil eder; bölgedeki genel yönetime ait hizmetleri yürütür. Bölge meclislerinde devlet adına görüş açıklar; ulusal çıkarlara, yasalara saygıyı gözetir ve bölgenin idari yönetimini gerçekleştirir. Kolluk görevleri il ve belediyelerin yetkisindedir.


Bölgeler devlet tarafından aktarılan gelirler ile bölgesel ek vergiler ve AB fonlarından yararlanırlar.


Özetlersek; normal bölgelerin sadece İDARİ alanda yetkileri vardır. Siyasal yetkiden yoksundurlar. Yani yasa yapma yetkileri bulunmamaktadır. Adalar ve deniz aşırı memleketler ise cumhuriyet içinde özerk statüye sahiptirler. Bazı siyasal yetkileri de vardır. Oysa İspanya ve İtalya siyasi bölgelerden kuruludur. Britanya'daki Galler, İskoçya ve kuzey İrlanda ise siyasala yakın bir bölgeselleşmeye sahiptir.


İTALYA


20 siyasi bölgeden oluşur. Genelde bölgelerin sınırları (Sicilya ve Sardunya gibi adalar dışında) etnik veya kültürel farklılıklar temelinde değil, idari sınırlar esas alınarak belirlenmiştir. İtalya Anayasa Mahkemesi, İtalya devletini "BÖLGESEL DEVLET" olarak tanımlamaktadır. İtalyan Anayasası ise bölgeleri iki dereceli olarak düzenlemiştir: Bunlardan beşi özerk bölgelerdir; on beşi ise olağan bölgeleridir. En önemli farkları özerk bölgelerin yasama yetkilerinin daha geniş olmasıdır. Tüm bölgelerin kendilerine bırakılan yetki alanlarıyla ilgili yasa yapma yetkilerinin bulunduğunu, önemle belirtmek gerekir. Bu özerk bölgelerden Sicilya Adası en geniş özerkliğe sahiptir.


Bölgesel organlar: Meclis, bölge cuntası ve bölge başkanıdır. Bölge başkanı seçimle gelir, hem yasaları yerine getirir, hem de devlet tarafından bölgeye bırakılan idari görevleri görür. Çift işlevlidir. Bölgenin yetkileri, idari, güvenlik, ticaret, sağlık, eğitim, imar, çevre, ulaşım vb. alanları kapsar.


Ulusal ve bölgesel yasalar, anayasa mahkemesinin denetimi altındadır. Ayrıca anayasa, bölge meclislerine ulusal parlamentoya yasa tasarıları önerme yetkisi de tanımıştır. Bölge meclislerinin kabul ettiği tüm yasalar önce bölgedeki hükümet komitesine gelir. Ve o bu yasaları, otuz gün içinde vize etmek zorundadır. Eğer itirazı varsa, yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürebilmektedir. Ulusal Parlamento çift meclislidir. Biri genel meclislerle nispi temsil oranına göre oluşan halk meclisi hüviyetindeki meclis; diğeri bölgelerin nüfusları oranında temsil edildiklerisenatodur. Bu bilgilere, anayasanın merkezi otoriteye, bölge meclisini fesih yetkisini tanıdığını da eklemeliyiz. Ancak uygulamada hiç gerçekleşmemiştir.


PORTEKİZ


1974 yılındaki Karanfil Devrimi'nden sonra yürürlüğe giren 1976 Anayasası daha önce yürürlükte olan merkeziyetçi sistemi temelden değiştiren bir bölgeselleşme öngördü. Kıtasal topraklarda idari bölgeselleşme ve adalar topraklarında siyasal bölgeselleşme gerçekleşti. Kıtadaki bu idari bölgeler, Fransa'daki gibi birer yerel yönetim organıdır. Portekiz Ulusal Meclisi ise tek meclislidir. Portekiz Anayasası'nın birinci maddesi "Devlet üniterdir" demekte; altıncı madde ise "Azor ve Madere takımadaları siyasi ve idari statülerle ve kendi hükümet organlarıyla donatılmış özerk bölgelerdir" hükmünü içermektedir. Özellikle bu iki anayasa maddesi Türkiye'de "Demokratik Özerklik" modeli önerimize, "Üniter devletle bu proje bağdaşmaz" diyenlere ithaf edilmektedir.


YARIN:
İspanya modeline yakından bakmak

Hatip DİCLE
16.01.2011 00:22

Demokratik Özerklik üzerine 4


Demokratik Konfederalizm, devletin aşındırdığı ahlaki ve politik toplumun, siyasi çatısının inşasıdır. Demokratik toplumun oluş tarzı, demokratik yaşamın ta kendisidir. Özünde çok etnisiteli, çok kültürlü ve farklı siyasi oluşumlarla öz savunmada ısrar tarihidir. Tarzı demokratik siyasettir

Ulus-devletle iktidar, her şeyleşti. Toplum ise hiçleşti. İşte Demokratik Konfederalizm, toplumu yeniden ayağa kaldırıp özneleştiren, iktidar güçlerini ise sınırlayan, devleti küçülten demokratik sistemin adı olmaktadır. Demokratik Özerklik dediğimiz de odur. Kavramlar farklı olabilir, ama özü aynıdır

 
Devlet olmayan siyasi yönetim biçimi

Devlet+Demokrasi formülü, Demokratik Özerklik statüsünün en özlü ifadesi olmaktadır. Bu formüldeki demokrasinin temel politik biçimi ise Demokratik Konfederalizmdir. Bunu devlet olmayan siyasi yönetim biçimi olarak da tanımlamak mümkündür. Devlet dışındaki toplumun piramit tarzında aşağıdan yukarıya demokratik tarzda seçilen delegelerin en üste kadar tepede bir "koordinasyon" oluşturarak örgütlenmesi ve özerklik temelinde birbirleriyle gevşek tarzda gönüllü olarak bağlanmasıyla öz yönetimini gerçekleşmesidir. Tarzı demokratik siyasettir, seçim esastır. Ulus-devletçiliğe karşı demokratik ulus seçeneğinin yönetme biçimidir. Devlet olamayan demokratik ulus örgütlenmesidir. Devlet ile demokratik konfederalizm güçleri, birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve Demokratik Özerk yönetimlerini tanıma temelinde; devlet+demokrasi formülüyle barış içinde bir arada yaşayabilirler. Diyalog, ilkeli uzlaşı ve demokratik müzakere yoluyla, ilkeli barışı kalıcı kılabilirler.


Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, uzun yıllar salt devlet kurma hakkı olarak algılandı. Lenin ve Stalin'in bunu aşırı bir şekilde devlet kurma ilkesi olarak ele almaları tarihi felaketler getirdi. Oysa demokratik konfederalizm, demokratik ulus seçeneğinin yönetme şekli olarak, bir halkın kendi geleceğini özgür ve demokratik yollarla belirleyebilmesinin de bir biçimi olmaktadır. Ancak bunun için devletin demokrasiye duyarlı olması şarttır.


TOPLUMSAL YAŞAM DAHA ÇOK KONFEDERALİZME YAKINDIR


Demokratik Konfederalizmi bir devletler ligi veya devletlerarasında gerçekleştirilen konfederal bir yapı olarak algılamamak gerekir. Hatta öyle sanıldığı gibi günümüze özgü, herhangi bir yönetim biçimi de değildir. Tarihte olanca ağırlığıyla yer alan bir sistemdir. Aslında toplumsal yaşam konfederalizme daha yakındır. Devlet, ilk doğduğu Sümerlerden bu yana beş bin yıldır hep merkeziyetçiliğe koşarken, dayandığı iktidar tekellerinin çıkarlarını esas almaktadır. Üstelik bunu zor tekeliyle gerçekleştirmektedir. Aksi halde egemenlerin çıkarlarını hakkıyla koruyamaz. Ancak çok sıkı bir merkeziyetçilik ve zor yöntemleri, bu güvenceyi sağlayabilir. Konfederalizmde ise tersi geçerlidir. Esas aldığı toplum olduğu için, mümkün olduğunca ademi-merkezi olmak yani merkeziyetçilikten kaçınmak durumundadır. Unutulmasın ki farklılıklar içindeki çokluklar için, aşırı merkeziyetçi bir yönetim, sık sık patlamalara yol açar. Tüm kabile, aşiret ve kavim yönetimleri, hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Aksi halde iç özerklikleri zedelenir. Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta tarihin tanıdığı Roma, Sasani, Bizans, Osmanlı ve Abbasi imparatorlukları bile, içyapılarında, sayısız farklı yönetimlere yaslanırlar. Bu anlamda en merkezi sanılan imparatorlukların bile, bir nevi konfederalizm olduğunu kavramak önemlidir.


Bu temel üzerinde rahatlıkla ifade edebiliriz ki; Demokratik Konfederalizm, devletin aşındırdığı ahlaki ve politik toplumun, siyasi çatısının inşasıdır. Demokratik toplumun oluş tarzı, demokratik yaşamın ta kendisidir. Özünde çok etnisiteli, çok kültürlü ve farklı siyasi oluşumlarla öz savunmada ısrar tarihidir. Tarzı demokratik siyasettir. Yani toplumun her kesimine ve kimliğine kendini ifade etme ve siyasi güç olma olanağını sunarken, politik toplumu da bu süreçte oluşturmaktadır. Bu anlamda Demokratik Konfederalizm; toplumu politikleştirmenin de en uygun aracı pozisyonundadır. Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik birim olarak, kendilerini ÖZERKÇE yapılandırıp ifade edebilirler. YEREL, kendi sorunlarını, kendi öz gücüyle çözer. Konfederalizm üst düzeyde yereli merkeze ezdirtmez. Gevşek bir koordinasyondur. Federe veya özerklik denilen kendi kendini yönetme kavramını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şüphesiz ki yerelin en temel öğesi, özgür tartışma ve karar hakkıdır. Her birimin, katılımcı demokrasi olarak da kavramlaştırılan doğrudan demokrasinin uygulanma şansına sahip olması nedeniyle eşsizdir. Bu itibarla Demokratik Konfederalizmin bireyi, özgür yurttaş olarak tanımlanır. Zaten sistem asıl gücünü doğrudan demokrasinin uygulanabilirliğinden alır. Unutulmasın ki doğrudan katılımcı demokrasiye dayalı birimleri esas almak şartıyla geliştirilecek her tür siyasi birlik demokratiktir. Ulus-devlet, toplumu ne kadar bastırıyor, tek tipleştiriyor ve demokrasiden uzaklaştırıyorsa Demokratik Konfederalizm modeli de o denli özgürleştirici, çoğulculuğu benimseyen ve demokratikleştiricidir. Ulus-devlet milliyetçiliği ve devletçiliğinin panzehiridir.


 
TEKÇİ DEĞİL ÇOĞULCUDUR

Bu modelde, her köy, mahalle, ilçe veya kent bir konfederal birlik oluşturabilir. Örnek olarak köyün ekolojik birimi, özgür kadın birimi, öz savunma, gençlik, eğitim, sağlık, folklor, yardımlaşma ve ekonomik birimlere kadar çok sayıda doğrudan demokrasi birimi, kendi iç özerkliklerini koruyarak köy çapında konfederal bir birlik kurabilirler. Aynı sistemi yerel, bölgesel, ulusal ve hatta küresel seviyelere kadar taşırdığımızda, demokratik konfederalizmin ne denli kapsayıcı bir sistem olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Bu sistemin vatan anlayışı da tekçi değil, çoğulcudur, demokratiktir, bütünleştiricidir. Ortak Vatan, demokratik vatan yaklaşımındadır. Toplumsal öz savunmayı da, yine bu sistem içinde, en iyi tarzda gerçekleştirmek mümkündür. Zaten öz savunma tanım itibariyle, demokratik siyasetin yoğunlaştırılmış ifadesi olmaktadır. Ulus-devletin militarist ve hegemonyacı dayatmasına, toplum ancak demokratik siyaset temelinde, konfederal ağlardan oluşan sistematiği ile karşılık verebilir ki; öz savunma işte bu aracın adıdır. Unutmayalım ki bu iki sistemin barış ve çatışmalarla dolu uzun bir süreyi, birlikte yaşamaları kaçınılmazdır.


Özcesi; ulus-devletle iktidar, her şeyleşti. Toplum ise hiçleşti. İşte Demokratik Konfederalizm, toplumu yeniden ayağa kaldırıp özneleştiren, iktidar güçlerini ise sınırlayan, devleti küçülten demokratik sistemin adı olmaktadır. Bu model, devlet olmayan ama devlete de asla teslim olmayan bir modeldir. Toplumun kendi kendini demokratik yönetimidir. "Demokratik Özerklik" dediğimiz de odur. Kavramlar farklı olabilir, ama özü aynıdır.



Vl- Günümüzde devlet biçimleri ve özerklik olgusuna yaklaşım


Ulus-devletin Avrupa'da doğuşuyla birlikte kent, yerel ve bölgesel özerkliklerin nasıl yok edilip, katı merkeziyetçi üniter devlet yapılarının geliştirilmeye çalışıldığını, daha önce irdelemiştik. Bu nedenle tekrara girilmeyecektir. Ancak bu anlayışın zirvesi olan Hitler faşizminden, l ve ll. dünya savaşlarının acı trajedilerinden çıkarılan derslerle, 1950 yılıyla birlikte Avrupa; yerel ve bölgesel özerklikler temelinde, ademi-merkezi bir devlet yönetimi anlayışını, idari-siyasi sisteminde yeniden egemen kılma sürecine girdi. ABD'nin kurucularından 3. Devlet Bakanı ve Bağımsızlık Bildirgesi'ni yazanlardan Thomas Jefferson'un şu yaklaşımı, adeta Avrupa'da yeniden doğmuş gibiydi: "Herhangi bir siyasal sistem, halkının özgürlüğüne ve mutluluğuna karşı, yıkıcı bir hal alır ise; o siyasal sistemi yeniden düzenlemek veya değiştirmek, o halkın en temel hakkıdır. Toplum, kendi özgürlüğüne ve mutluluğuna hizmet etme temeli üzerine kurulmuş bir rejim kurma hakkına sahiptir."


Bu düşünce temeli üzerinde Avrupa devletlerinin nasıl bir demokratik idari reform geçirdiklerini somut olarak irdelemeden önce, akademik literatürde üniter, bölgesel veya federal devlet yapılanmalarının nasıl tanımlandığını analiz etmek gerekmektedir. Özellikle de merkez-çevre ve merkez-yerel ilişkileri bağlamında nasıl kavranmaları gerektiği irdelenmeli ve sonra bu temel üzerinden nasıl pratikleştirildikleri analiz edilmelidir. Bu yapıldıktan sonra, kendi "Demokratik Özerklik" modelimizin devletli uygarlık zemininde ve devlet+demokrasi temelinde nasıl bir sisteme oturtulacağı daha bilimsel bir tarzda izah edilebilecek ve modelimizin Avrupa'da gerçekleşen bazı somut örneklerle karşılaştırılması yapılabilecektir.


MERKEZDEN YÖNETİM


Üniter devleti tanımlarken, merkezi otorite normlarının, ülke içinde, kişiler ve yer yönünden sınırlı olmamasını anlarız. Böyle bir ülkede yaşayan bütün insan topluluğunun, tek bir kurucu iktidara ve onun yapıtı olan tek bir anayasa ve bu anayasaya göre kurulan tek yasama organına sahip olması ve bu yasama meclisinin anayasaya uygun yasalar çıkarması, üniter devletin asli niteliğini oluşturur. Kuşkusuz yürütme ve idare işlevinin bu kurallar piramidine bağlılığı, üniter devleti tanımlayan diğer bir öğedir. Bir başka tanımla; Bir ülkenin tek bir yasama organı ve tek bir yargı sisteminin bulunması ve yasaların her yerde tek biçimde uygulanması durumunda, siyasal bir "merkezden yönetim" söz konusudur ki; bu sistem tekçi, üniter bir sistemdir. Türkiye'de "tekil devlet" diye de anılır. Ve "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ile tanımlanır.


Üniter devletteki, devletin tekliği ve bölünmezliği ilkesi bünyesinde üç bölünmezliği barındırır: Egemenliğin tekliği ve bölünmezliği ilkesi, ulusun tekliği ve bölünmezliği ilkesiyle ülkenin tekliği ve bölünmezliği ilkeleridir. Bunlardan egemenliğin tekliğinin somut görünümü ise siyasal yetkiler düzeyinde hiçbir topluluğun veya devlet altı birimlerin hiçbir biçimde siyasal yetkilere sahip olmaması durumudur. Yani, yasama, yürütme ve yargı erklerinin tekliği ve bölünmezliği söz konusudur. Devlet, tek merkezden yani, başkentten yürütülmektedir. En geniş anlamda değerlendirmek gerekirse; üniter devletin temel ölçütü, merkezi iktidarın tekliğidir. Bütün siyasal karar yetkisi tek bir merkezde toplanmış bulunmaktadır. Ulusun tekliği ise, çoğu zaman farklılıkların reddi ve asimilasyon eşliğinde yorumlanır. Ancak 1950'lerden sonra Avrupa'da bu yaklaşım yumuşatılarak demokratikleştirilmiş ve etnisite temelli bir ulus tanımı yerine demokratik-ulus anlamında İspanyol ulusu, İsviçre ulusu gibi kapsayıcı ulus tanımları geliştirilmiştir. Aynı yaklaşımla ülkenin tekliği ilkeleri de, örneğin İspanyol ülkesi yanında Bask ülkesi, Katalan ülkesi tanımlarıyla çoğullaştırılıp, demokratikleştirilmiştir. Ancak bu ilkelerin Türkiye'de ne kadar katı bir ulus-devlet zihniyetiyle yorumlandığını ve neredeyse her gün önde gelen devlet yöneticileri tarafından "tek, tek..." diye başlanarak papağan tarzında yinelendiğini duymak, bir ibret vesikası örneğidir. Çağın dışında kalmış, son kullanma tarihiyle miadını doldurmuş ve tarihin çöplüğüne yollanması gereken bir zihniyet durumundadır.


YERİNDEN YÖNETİM


Tüm yönetim gücünün tek bir merkezde toplandığı ve yürütüldüğü "merkezden yönetim" sistemi yanında bir de yönetim erkinin çeşitli merkezler arasında paylaşılması ve ayrı kurumlarca yürütülmesini sağlayan "yerinden yönetim", "özerk yönetim" sistemi vardır. Bu yönetimlerin dünyadaki uygulamalarından çıkan olumlu sonuçları şöyle sıralanabilir:
  • Yönetime yabancılaşmayı ortadan kaldırır, halkın siyasi iradesini geliştirir.
  • Bürokratik, hantal, masraflı, anti-demokratik işleyişin aşılmasını sağlar.
  • Dengeli gelir ve kaynak kullanımına yol açarak, daha verimli bir hizmete olanak sunar.
  • Etnik, kültürel, dini veya mezhepsel çok renkliliğin korunup geliştirilmesine imkan verir.
  • Militarist, ırkçı, baskıcı, merkezi yapıların ortaya çıkmasını engeller.

Bu olumlu sonuçlardan dolayı, günümüzde tüm dünyada ağırlıklı olarak uygulanan yönetim modeli "yerinden yönetim-özerk yönetim"le bağdaştırılmış "merkezi yönetim" modelleridir. Her ülkenin kendi koşullarına göre, bu iki sistemi değişik ölçülerde sentezlemesinden oluşan yönetim modelleri mevcuttur. Dünyadaki eğitim, bu sentezlemede demokratik kent, yerel veya bölgesel özerkliklerin ağırlığının giderek arttırılması yönündedir. Türkiye gibi ulus-devlet zihniyetinin en katı üniter yapısını, h‰l‰ inatla muhafaza eden devlet yapıları ise, hızla çözülmeye devam etmektedirler.

Açıktır ki hiçbir toplum homojen değildir. Değişik kimliklerin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Böylesi bir toplum yapılanmasına, tek bir ulusal kimlik, değer ve normlarını dayatmak çağdışıdır. Sosyal, siyasal yaşam tek renge mahkum edilemez, edilmemelidir. Nihayet farklılıkları ret eden, yok sayan, imha ve asimilasyona tabi tutan yönetimlerin tümü de katı, üniter devletler olmaktadır. Bu çağdışı zihniyetleriyle bırakalım farklı kimlik ve kültürleri eritmeyi ve daha üst bir senteze ulaştırmayı, tam tersine toplumsal çelişki ve çatışmaları körükleyici bir işlev görmektedirler. Bu ve daha birçok nedenden dolayı ulus-devletin katı üniter biçimleri, günümüzde çağın gerisinde kalan ve miadını doldurmuş bir yönetim modeli durumundadırlar.


Oysa bu tekçi, üniter sisteme alternatif olarak; bir ülkenin ayrı bölgelerinde yasalar ve yargı uygulaması bakımından farklılık varsa, o ülkede siyasal anlamda bir "yerinden yönetim" başka bir ifadeyle "özerk yönetim" ya da "federal sistem" yürürlüktedir. Bu anlamda federal devlet; değişik merkezlerin kendileri dışında ve belirli bir anlamda kendilerinin de tabi olduğu bir merkez oluşturmaları yönündeki ortak iradenin ürünüdür. Farklılık içinde birliği öne çıkarır. Kurucu irade tek bir merkezden oluşmamakta, tam tersine birçok kurucu irade merkezi, belirli yetkilerini bir merkeze devrederek kendilerinin de tabi olduğu ve federal anayasada yetki çerçevesi çizilen yeni bir merkez yaratmalarının ifadeleridir. ABD, Almanya, Kanada, Hindistan ve Rusya'da olduğu gibi. Bu anlamda, "kendi kendini yönetme" olarak tanımlanan özerklik ilkesi; üniter veya federal devletlerde temel bir farklılığa sahiptir. Üniter devletlerde, egemen merkez kendi altındaki yönetim birimlerini özerkleştirir ve bazı devlet yetkilerini bölge yönetimlerine devreder veya başka bir yorumla bazı devlet yetkileri topluma geri verilir. Federal sistemlerde ise egemen kurucu siyasi otoriteler, özerkliklerini koruyarak bütünleşirler. Esas olarak günümüzde akademik literatürde tanımlanan özerklik kavramı, üniter devletin ulus altı bir bölgeye, "kendi organlarıyla kendi işlerini yönetme yetkisini" tanımasıdır. Bir başka yaklaşımla merkezi yönetimin altında ama illerin üstünde yeni bir BÖLGE, idari veya siyasi biriminin yönetim aygıtına monte edilmesi yoluyla, yerelin merkez karşısında yeniden demokratik tarzda düzenlenmesidir. Bazı akademisyenler üniter devlet ile federal devletten izler taşıyan ama özünde üniter devlet biçimine yakın duran bu biçimi, BÖLGESEL DEVLET olarak tanımlamaktadırlar. Bazı akademisyenler ise bunu, katı üniter devlet yapılanmasının "yumuşatılması" ve "yerinden yönetim" ilkesiyle demokratikleştirilmesi olarak yorumlamaktadırlar. Ancak her iki yaklaşımın da özü değişmemektedir. Zaten önemli olan da budur.


YARIN:
Vll - Bölgesel devletlerde, idari ve siyasi bölgeler ayrımı

Hatip DİCLE
15.01.2011 00:18

Demokratik Özerklik Üzerine -3

lV- Uluslaşma ve Ulus-Devlet

Klandan sonra kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden topluluklar, daha yerleşik hale gelip, ortak dil ve kültürünü geliştirdikçe ve özünde bulunan ahlaki ve politik toplum kimliğini sürdürdükçe, Kavim ve Ulus olarak şekillenmeye başlarlar. Toplumlar ancak Ortaçağ'da kavim ve nihayet Yakınçağ'da da ulus kimliğine çok daha fazla yaklaşmışlardır. Kavim (Budun), ULUS'un bir nevi kimlik malzemesidir. Yakınçağla birlikte iki yoldan uluslaştıkları görülür:


Birinci yol; Hakim bir etnik grup, temel çekirdek rolünü oynar ona ait olan kimlik, tüm ulusa mal edilir. Farklılıklar ise, zor yöntemleriyle bu etnik grubun dil ve kültürü içinde asimile edilmeye, eritilmeye tabi tutulur. "Vahşi Uluslaştırma" denen yol, tam da budur. Ayrıca devlet zoru ile yaratıldığından dolayı, buna devlet-ulusu veya devlet-ulus da denebilir. Türkiye'de halen de uygulandığı gibi...


DEMOKRATİK ULUS


İkinci yol uluslaşma; aynı veya benzer dil ve kültür gruplarının demokratik siyaset temelinde, demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Uluslaşmada tüm kabile aşiret ve kavimler, ahlaki ve politik birimler olarak, kendi dil, lehçe ve kültür zenginliklerini yeni ulusa aktarırlar. Yeni ulusta ise, kesinlikle bir etnik grubun, mezhebin, inancın, ideolojinin kendini diğerlerine dayatıp, egemenliğe damgasını vurmasına yer yoktur, olamaz. En zengin sentez bu durumda gönüllüce gerçekleşmektedir. Bunlara DEMOKRATİK ULUS demek mümkündür. Devletçi ulustan farklıdır. Halkın demokrasisi demektir. Türkiye'de olduğu gibi devlet ulusu veya devlet-ulus yöntemindeki zor metotlarıyla gerçekleştirilen "Tek dil, tek millet, tek vatan, tek (üniter) devlet" yaklaşımı bu yolla aşılmıştır. Demokratik-ulus hiçbir ulusun başka bir ulusa tahakküm kurmadığı, üstünde olmadığı, zorla asimile etmediği ulus anlayışıdır. Günümüzdeki İspanya, İsviçre, Britanya, Hindistan, G. Afrika ve Amerika uluslaşmasında olduğu gibi... Kürdistan'daki demokratik uluslaşma da benzer bir yol ve zihniyete sahip bulunmaktadır. Aynı anlayışı anayasadaki "TÜRK ULUSU" yerine; demokratik bir yaklaşımla yeni anayasada "TÜRKİYE ULUSU" olarak, Kürt sorunun demokratik çözümü için de önermektedir. Bunun için Kürt ulusu demokratikleşmesini tamamlamalı; tabii ki Türk ulusu da kendini demokratikleştirmeli, demokratik tarzda yeniden örgütlenmelidir. Bu temelde Türkler ile Kürtler ve Anadolu'nun diğer unsurları "Türkiye Ulusu"nu oluşturmalıdır.


ULUS DEVLET OLGUSU


Bu zemin üzerinde ulus-devlet olgusuna yaklaştığımızda; onu, hanedan ve kavim devletlerinin ulus-toplumdaki hali olarak tanımlayabiliriz. Ulus-devletin ilk örneği Hollanda ve İngiltere'nin İspanyol İmparatorluğu'na karşı direniş sürecinde kendini gösterdi. 300-400 yıldır, 1648 Vestfalya Antlaşması'ndan beri ulus-devlet süreci yaşandı. Doğuşundan itibaren, burjuva sınıf etiketini taşıdı. Daha öz bir deyişle, bu sınıfın devlet modeli olarak doğdu. Ardından Napolyon seferleri, bu modeli Fransa'da daha da güçlendirerek Avrupa çapında yaygınlaştırdı. Ulus-devleti öz itibarıyla toplumun devlete, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak da tanımlayabilirdik ki, zirveleşmesini faşizmde bulur. Ancak doğallığında ne devlet toplumlaşır ne de toplum devlet olabilir. 5000 yıldır da devlet-toplum, devlet-demokrasi ikilemi süregelmeye devam etmektedir. Özellikle ll. Dünya Savaşı sonrasında bu gerçekten ders çıkaran Avrupa; faşizme kadar uzanan bu ulus-devlet serüveninden, evrimle çıkış arayışı ve pratikleşmesi içindedir.


Ulus-devlet, çok açık olarak kapitalizmin toplumu, deyim yerindeyse iliklerine kadar fethetme ve sömürgeleştirme eyleminin en temel araçsal formudur. LENİN bile tüm eleştirilere rağmen Demokratik Toplum örgütlemesi olan SOVYETLERİN, ulus-devlete dönüştürülmesini, devrimin sağlamlaştırılması olarak değerlendirmekten kendini alıkoyamamıştır; STALİN'le giderek bürokratikleşen yapı, sonunda çözülmekten kurtulamamıştır. Devlet ve iktidar olgusuna, bu derece şehvetle sarılmanın sonu, koskoca bir hayal kırıklığı ve trajedidir. Unutmayalım ki, devletin demokratı olmaz, sosyalisti de... Toplum sosyalist olur, demokratik toplum olur. Demokrasi halk için olur. Hatta Marx devletin giderek küçülmesi ve sönmesini sosyalizmin zaferi için olmazsa olmaz bir koşul olarak görüyordu. Karl Marx, 1848'de "devlet olmayan devlet" diyor ve bunu Komünist Manifesto'da ilan ediyordu. Her şeyden önce, hiçbir devlet biçimi ulus-devlet kadar (belki devlet-ulusu demek daha doğru olabilir), iktidar kapasitesinde değildir. Ticari, sınai ve finans tekelciliği, iktidar tekelciliği ile ittifak kurmuş durumdadır. Bunun yanında ideolojik tekeli de, iktidar tekelinin ayrılmaz bir parçası saymak gerekir. Fernand Braudel "İktidarda, sermaye gibi biriktirilir" der. Sovyetler Birliği örneği ortaya koydu ki, ulus-devlet ile sosyalizm değil, olsa olsa en has kapitalizm örgütlenebilir.


ULUS-DEVLETİN SİCİLİ KÖTÜ


Ulus-devletin en temel özelliklerinden biri de, çoğulcu ve farklı siyasi oluşumlara olabildiğince kapalı yapıda olmasıdır. "Egemenliğin paylaşılmazlığı, ülke bütünlüğü, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü, üniter yapı vb." kavramlar, tam da bu amaçla türetilmiştir. Amaç, ülke değerlerini kendi halkı ve toplum grupları ile paylaşmamaktadır. Siyasal demokratik çoğulculuk, hem özgürlük, hem de farklılıklar temelinde eşitlik için en uygun rejim olduğu halde, "ülke bütünlüğünü ve rejimini tehlikeye düşüren" yasadışı görüşler ve eylemler olarak yansıtılır.


Ulus-devlet ilk doğuşundan bu yana kendisini topluma, hep tanrı yüceliğinde ve kutsallığında sunup benimsetmeye çalıştı. "Kutsal devlet" zihinlere şırınga edildi. Tüm toplum, ulus-devlet içinde adeta eritildi. Bu itibarla, katı kurallara uygulanan bir ulus-devlet modeli, özünde cumhuriyetçiliğin de inkarı olmaktadır ve cumhuriyet, ancak ulus-devlet tekelciliğine karşı, gerçek anlamına kavuşabilecektir. Bu, Türkiye açısından da geçerlidir.


Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik ise tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Tekçi "üniter devlet", adeta tanrısallık olarak kutsanmaktadır. Halkları devletleşme ile uyuşturmaktadır. Hegel'in deyişiyle, "Yeryüzüne inmiş tanrının yürüyüş hali" olarak görülmekte ve bu zehir ideolojik şırıngalarla toplumun zihnine aktarılmaktadır. Ezen veya ezilen ulus milliyetçiliği, sonuçta dünyayı ve toplumları korkunç milliyetçilik savaşlarına götürmektedir.


Ulus-devletin eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Milliyetçilikle karşılıklı birbirini besleyen ideolojik bir kaynaktır. Aynı şekilde pozitivizmin, laisizmin temel dini konumunda olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde cinsiyetçilik yaklaşımıyla da, bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, öte yandan kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürmektedir.


Ulus-devlet dini de milliyetçi ideolojiyle iç içe kullanmaktan geri durmaz. Bazen dinin kendisi, milliyetçilik rolünü oynar. Örneğin İran'da Şiilik, ulus-devletin en güçlü hegemonik ideolojik silahı konumundadır. Türkiye'de ise Sünnilik, sınırlı da olsa Türk-İslam veya İslam-Türk senteziyle, milliyetçiliğe en yakın ve kolay dini ideoloji pozisyonundadır.



V- Demokratik uluslaşmada, demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu


Tüm tarihsel varlıkların, KÜLTÜR ve geleneklerin, son tahlilde modernitenin ticari, endüstriyel ve finans tekellerinin, iktidar tekelleriyle ulus-devlet olarak yoğunlaşmasının örtüsü olarak kullanılan "tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek devlet, tek marş, tek kültür" milliyetçiliğine kurban edilmesi demek olan bu süreç, yaklaşık 200 yıl kadar bütün gaddarlığıyla sürdü. En büyük tahribatı da binlerce yıllık kültür ve gelenekler üzerinde gösterdi. Zaten gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar. Teslim olmayı bilmezler. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı, tam da bu gerçekliktir. Bastırma, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi, kayalıkları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçeklere benzer.


Ulus-devletin bastırıp tam eritemediği kültürel hareketlerin başında etnik olguların mikro milliyetçiliği gelmektedir. Bunların demokratik ve ilerici muhtevası ağır basmaktadır. Kendi kültürleri etrafında demokratik bir siyasi oluşum haline gelebilmek en önemli araçlarıdır. Bu pozisyon, bölgesel ve yerel özerklikten farklıdır. Mekan sınırlarına bağlı olmayan, aynı kültürel varlığı paylaşanların sınırötesinde de olsa birlik ve dayanışmalarını ifade eder.


Farklı ezilen etnisitelerin, diğer bir deyişle baskı altındaki hakların bir adım ötesi hareketine, Demokratik Ulus Hareketi demek sosyolojik açıdan oldukça doğru ve anlamlıdır. Bunlar ayrı bir devlet hedefinden ziyade, demokratik bir siyasi oluşum ve yönetim arayışındadırlar. Tarih boyunca da zaten asimilasyon pek başvurulan bir yöntem değildi. Roma, Bizans, Osmanlı, Pers-Sasani, Arap-Abbasi imparatorlukları yüzlerce farklı siyasi-idari birimleri tanımışlardı. Yeter ki onlar da imparator, padişah veya sultanın meşruiyetini tanısın. Dil, din, folklor ve özyönetimlerini koruyarak yaşamak asıl olandı. İşte ulus-devlet canavarı, bu düzeni yok etti. Faşizme de bu temel üzerinde gidildi. Sonuç da bilindiği gibi birçok kültürel, siyasi ve fiziksel soykırım oldu.


Tüm Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı aslında tarihten ders çıkararak, ulus-devletçilikten demokratik ulusçuluğa dönüşümdür. ABD zaten her zaman demokratik ulusların ulusu olarak kalmayı başardı. SSCB'de ise, ulus devletçilik ve demokratik ulusçuluk iç içe yaşadı. Hindistan'da da demokratik ulusal eğilimler hep güçlü oldu. Afrika ve Latin Amerika'da demokratik ulusal eğilimler her zaman ağır bastı. Katı ulus-devletçilik, Ortadoğu başta olmak üzere bazı ülkelerle sınırlı kaldı. Bunların da hızla çözülüş sürecine girecekleri kesindir.


Unutmayalım ki "farklılık içinde birlik" halinin en uygun formasyonu demokratik ulus yapılanmasıdır. Nitekim ulus-devlet çözümsüzlüğünün, bir yandan küresel sermaye hareketleri tarafından üstten, diğer yandan kentsel, yerel ve bölgesel özerklik hareketleriyle demokratik ulus ve dinsel hareketler tarafından alttan sıkıştırılmasıyla yaşanan kaos, yeni sistemler doğurmaya adaydır. Özellikle AB'nin İkinci Dünya Savaşı ardından girdiği yol etkileyicidir.


Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent ve bölge çaplı ÖZERK YÖNETİMLER, ulus-devletçiliğin kurban ettiği, diğer çok önemli kültürel gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin ve bölgenin kendine has yöntemleri, özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten başka türlü, özellikle büyük çaplı devlet ve imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı-merkeziyetçilik esas olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Bunu kavrayan, en iyi anlayan ve hatta uygulayan ise Avrupa Birliği'dir. Gerek 400 yıl boyunca kendi içlerinde yaşadıkları barbarlıklar, gerekse I. Ve II. Dünya savaşları Avrupa siyasi kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Zaten Rusya Federasyonu'ndan Çin ve Hindistan'a, tüm Amerika kıtasından Afrika'ya kadar, özerk konumlar ve özerklik hareketleri, en aktif ve aktüel pozisyondadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketleriyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik uluslar; kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan zaten yönetim gücü de kazanamazlar. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılırlar. Her iki duruma da düşmemek için "demokratik ulus hareketi" mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık, kent-yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik-sosyal-siyasal güçlerini tam kullanabilmek için, demokratik ulusal hareketle demokratik ulus temelinde bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin, her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı katı-merkeziyetçiliği, ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde, her iki hareket de geçmişte çokça yaşandığı gibi yeni homojenleştirme, tek tipleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz 21. yüzyıl gerçeklikleri de demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış, kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır.


TEK RENKLİLİK FAKİRLİKTİR


Öte yandan azami iktidar olan ulus-devlet, azami politik olmayan toplum demektir. Ulus-devlet böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada, bilimsel anlamda toplum denen bir şey kalmaz. Yığın haline gelmek, sürüleşmek öne çıkar. Politika yerine, ulus-devletin devasa bürokratik iradesi konulduğunda, toplumun demokratik işlerliği berhava olur. Bu durum tam bir felakettir. Toplumun felçli halini ifade eder. Tüm ortak işlerini salt bürokrasiye terk etmiş bir toplum, gerçekten de hem zihin hem irade olarak ağır bir felçlilik hali geçirir. İşte bunu fark eden Avrupa'nın tüm gücüyle sivil ve demokratik toplumun örgütlenmesine ve demokratik-politik ilkeye sarılması sebepsiz değildir. Gelişmesi de bürokrasinin yanı sıra toplumsal politikaya da alan açmış (sivil toplum alanı-üçüncü alan) olması nedeniyledir. Oysa ulus-devlet anlayışına göre politik toplum kendi varlığına, birliğine ve bütünlüğüne karşı bir tehdittir. Unutmayalım ki bu yaklaşımıyla ulus-devletçilik politik toplumun ortadan kaldırılması anlamında, Hitler faşizmi ile özdeştir.


Bu durumda toplumun savunulması, örgütlenmesi ve politikleşmesi, özgürlüğün de kazanılmasında tek çıkış yoludur. Böylesi bir toplum kendi toplumsal işleri üzerinde hem düşünen, söyleyen hem de kendini meclisli, tartışmalı kararlaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde de eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Daha fazla eşitlik, özgürlük ve demokrasi, bu toplumun doğası gereği, demokratik siyaset kurumunun yol açtığı değişim ve gelişimin sonucudur. Bu ahlaki ve politik toplumu, demokratik toplum olarak adlandırmak mümkündür. Önemle vurgulamak gerekir ki demokratik toplum, farklılıkları en özgür yaşayan toplumdur. Kimlik farklılaşmasından siyasi farklılaşmaya kadar topluluklar, potansiyellerini açığa çıkarıp aktif bir yaşama dönüştürebilir; tek renklilik, çirkinlik, sıkıcılık ve fakirlik olarak görülür. Çok renklilik ise bağrında zenginlik, hoşgörü ve güzellik taşır. Zaten farklılığa dayanan eşitlik ve özgürlük değerlidir. Ve demokratik toplumun, demokratik siyaset tarzıyla kazanılır ve örgütlü toplumun öz savunmasıyla korunur. Öz savunma ile birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür. Bu güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam biçimi ise konfederaldir. Tüm toplumsal birimler gevşek bağlarla birbirlerine olan bağlılığı, ancak özerkliklerine saygı gösterilmesi koşuluyla kabul ederler. İktidar ve devlet güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Unutulmasın ki devletler iktidara, demokrasiler ise kolektif rızaya dayanır. Rızanın olmadığı koşullar, daimi savaş halidir. Rıza olduğunda ise gerçekleşen barıştır.


YARIN:
Demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu (devam)
Vl- Günümüzde devlet biçimleri ve özerklik olgusuna yaklaşım


Hatip DİCLE
14.01.2011 00:22