25 Ocak 2012 Çarşamba

Demirtaş ve Karayılan’dan Önemli Açıklamalar

Geçen Cumartesi Frankfurt’ta gazetemiz Yeni Özgür Politika’nın 6’ıncı Kuruluş yıldönümü etkinliği yapıldı. Çok sayıda sanatçı, yazar, aydın ve politikacının renk kattığı etkinliğe BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da katıldı.

Anlamlı bu günümüzde yanımızda olan Sayın Demirtaş, etkinlik çerçevesinde düzenlenen panelde ve sonrasında yaptığı konuşmalarda oldukça önemli mesajlar verdi. 

AKP’ye verilen sürenin yakında sona ereceğini, hükümetin bunun yarattığı panikle çılgınlık dahi herşeyi yapabileceğini ama, buna rağmen sonuç elde edemeyeceğini belirtti. 

Roboskî katliamının, peryodik tutuklamaların ve Roj Tv’nin kapatılmasının altında AKP’nin Kürtlerin kolunu kanadını kırmak ve onları bu hayati süreçte güçsüz bırakmak hesabının yattığına dikkat çekti ve bütün hesapların boşa çıkarıldığının altını çizdi.
Çözüm umudunsa çok güçlü olduğunu söyledi. 

Direniş sayesinde hükümetin somut bir sonuç elde edemediğini, dolayısıyla yakın erimde, özellikle de Nisan ayında yeniden müzakere masasına dönebileceğini ifade etti. 

BDP Eşbaşkanı Frankfurt’ta, Köln’de ve Brüksel’de aynı mesajı verdi; „dik durduk, duracak ve bu sayede kazanacağız“ dedi. 

Haftasonu Frankfurt’tan Brüksel’e eşlik ettiğim Demirtaş, kendinden emindi ve morali de oldukça yüksekti.

Yeni dengelerin inşa edildiği Ortadoğu’da Kürt halkının da kendi kaderini tayin edeceğini, başka bir gücün Kürtlere kader çizemeyeceğini söylemesiyse bence çok önemliydi. 

Kürdistan kavramını son zamanlarda sıklıkla kullanmasının tesadüfle izah edilemeyeceğini belirtmesi de ayrıca dikkate değerdi.

Türkiye’de Demokratik Özerklik talebinde ısrar edeceklerini ancak, Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti gündeme gelirse destek vereceklerini ilan etmesi ve kendi kaderini tayin hakkına özel bir önem atfetmesi de bir o kadar dikkat çekiciydi. 

Demirtaş, Kürt halkının meşru taleplerine yer vermeyen bir anayasaya evet demeyeceklerinin altını da kalın çizgilerle çizdi. İlk üç maddenin aynı kalması halinde yeni anayasanın anlamsız olacağını söyledi. 

Ayrıca ‘tekçi ulus devlet’ modeli değişmeden Kürt sorununun çözelmeyeceğini ifade etti ki bunu da bu kadar açık ve net bir biçimde ilk defa ifade etti. 

Bütün açıklığıyla, „sorunu milli devlet üretti, o çözemez“ dedi ve yeni bir paragdigmaya ihtiyaç olduğunu belirtti.

Kurdi ve Kürdistanî ağırlıklı yeni bir söylemle ortaya çıkan BDP Eşbaşkanı, ‘erken’ bulduğu ve tartışılmasının ‘zarar verdiğini’ söylediği Meclis’ten çekilme meselesi içinse sabırlı olunmasını istedi.

Ayrıca yoksullukla ve kadına yönelik şiddetle yeterince mücadele edilmediğini kabul ederek, özeleştiri de verdi. Van’da yaşanan deprem felaketi karşısında yetersiz kaldıklarını da samimiyetle dile getirdi.

PKK lideri Öcalan’a uygulanan tecrit konusunda ise artık İmralı sisteminin sonlandırılması ve Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanması gerektiğini belirtti. 

Roj Tv içinse‚ „Roj Tv bizim sesimiz ama, biz de Roj Tv’nin sesiyiz; hepimiz Roj Tv’yiz“ dedikten sonra, Kürt halkının sesinin kesilmesinin mümkün olamayacağını, özgür basın geleneğinin yoluna devam edeceğine inandığını da sözlerine ekledi.

BDP’nin „kollektif Kürt iradesinin“ önemli bir parçası olduğunun altını çizerek İran, Suriye ve Irak Kürtleri’yle yakın ilişkiler geliştirmeye devam edeceklerini de belirtti.

Toparlayacak olursam; BDP Eşbaşkanı Demirtaş’a göre, AKP’ye Kürt hareketini hırpalaması için iç ve dış dinamiklerce belli bir süre verilmiştir ve artık bu sürenin de sonuna gelinmiştir. 

Önümüzdeki aylar bu nedenle oldukça kritik geçecektir. AKP geride kalan 6 aylık sürede somut sonuç elde edemediği ve baskı ters teptiği için yeniden müzakere masasına dönülmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

Dolayısıyla baharla birlikte hem Kürt sorununun Kürt ve Kürdistan’i temelde çözümü hem de PKK lideri Öcalan’ın özgürlüğü gündeme gelecektir.

Bunlar Kürt siyasetinin olmazsa olmazları, onun deyimiyle „kırmızı çizgileridir“.

Baharda bizi sürprizlerin beklediğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Zira yalnızca Demirtaş’ın ve BDP’nin değil, Murat Karayılan ve KCK’nin de yaptığı açıklamalar buna işaret etmektedir.

Dün Fırat Haber Ajansı’na bir açıklama yapan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, KCK’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda yeni önemli kararlar aldığını söylüyor ve bunların yakında kamuoyuna açıklanacağı bilgisini veriyor.

Şubat ayında yeni bir sürecin startının verileceğini belirten Karayılan, „Kürt halkı artık özgür olmak, önderliğiyle birlikte özgür yaşamak istiyor“ diyor. 

Bu amaçla yurt içi ve dışında yaygın bir toplumsal mücadelenin başlatılacağı mesajını veriyor.

Demirtaş ve Karayılan’ın açıklamaları bir aşamanın daha geçildiğini ve sıranın kalıcı çözüm hamlesine geldiğine işaret ediyor. Sanırım ve yanılmıyorsam yakıcı bir bahar bizi bekliyor.

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

12 Eylül ve BOP ile Devşirilen AKP -2

Kürt kimliğinin yeni hegemonik güç döneminde tasfiyesi için yeni komplo yöntemleri denenmektedir, denenecektir. Bunun provaları ilk defa açıkça Türkiye Hizbullah’ı (Kürdistan halkının Hizbul-Kontra dediği oluşum) adıyla 1990’larda yapıldı. JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın açıkça dile getirdiği gibi, Hizbul-Kontra kendilerinin inşa ettiği bir oluşumdu. Bu oluşumun on bini aşkın insanın fail-i meçhul bir biçimde katledilmesinde önemli rol oynadığı herkesçe bilinmektedir. Bu deneyimden sonra AKP ile ikinci aşamaya geçildi. AKP’nin müttefikleri (ittifak ettikleri tarikat-holding güçleri, özellikle F. Gülen adıyla tanıtılan, özünde devlet-içi olan ve ABD’nin ülkücü siyah kontralar yerine ikame ettiği yeşil kontra) ile birlikte Kürdistan için öngördüğü temel tasfiyeci model ve bu modelin temel uygulama aracı Ilımlı Sünni İslamcılık iken, Hizbul-Kontra yerine yeni tetikçi güç olarak öngördüğü yapılanma ise bir nevi Kürt Hamas’ı dediğimiz oluşumdur. 

Yeni tasfiye planı eski Beyaz ve Siyah Türk faşist yöntemlerini tümüyle devre dışı bırakmıyor, daha çok tamamlayıcı nitelikte olup onların etkisiz kaldıkları alanları yeni baştan düzenliyor. Bu alanları ‘PKK ve şehir uzantısı KCK terörüne karşı’ ekonomik, sosyal, kültürel-psikolojik, askeri, siyasi ve diplomatik olarak beş-altı önemli bölüme ayırarak, daha sistemli ve yoğun olarak düzenlemeyi öngörüyor. AKP, özellikle ABD ve ordunun resmi komuta grubuyla 5 Kasım 2007 tarihli Washington ve 4 Mayıs 2007 tarihli Dolmabahçe (Başbakan Erdoğan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasında varılan, ölünceye kadar gizli kalması kararlaştırılan protokol) Protokolleriyle bu düzenlemeleri hızla hayata geçirmeye çalıştı, çalışıyor. 

Daha önce eşi görülmeyen hava saldırıları, ABD ile anında istihbarat paylaşımı, KCK operasyonları, DTP’nin kapatılması, sahte Kürt burjuva sivil toplum inisiyatifleri, Roj TV’ye yönelik saldırılar, AB ülkelerinde geliştirilen yaygın operasyonlar ve tutuklamalar, Kürdistan’ın her ilindeki holdingleşme, çocukların Yatılı İl Bölge Okullarına (YİBO) kapatılmaları gibi en önemli uygulama örnekleri bu yeni düzenlemenin önemli ipuçlarını sunmaktadır. Kürt gerçekliği, Kürt kimliği özünde tarihinin en kapsamlı ve her alanda (ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal, askeri, diplomatik, sportif vb.) planlanmış bir özel savaş kuşatmasıyla karşı karşıya getirilmiştir. Bazı sözde demokratik açılım örnekleri (Kürtçe kurslar, yayın serbestisi, TRT-6, beyaz eşya ve kömür dağıtımı) bu soykırımı gizleyip örtülemek amacıyla geniş propagandalarla sunulmaya çalışılmıştır. Buna Güney Kürdistan’daki sermaye yatırımlarını, diplomatik ilişkileri ve üçlü ittifakları (Irak-ABD-TC, Suriye-İran-TC ittifakı; iç kuşatmayı dış kuşatmayla tamamlamak) da eklemek gerekir. Böylelikle tarihin en kapsamlı ve tüm toplumsal alanları kapsayan soykırımcı, özel, örtülü, gizli ve açık savaşı hayata geçirilmiştir.

 Alman modeline zorunlu tercih...


Bürokratik cumhuriyetin çöküş dönemine denk gelen yeni hegemonik iç iktidar döneminin ideolojik, sosyal ve ekonomik alanlardaki tekelci yapılarının kuruluş dönemindeki yapılanmalardan önemli farkları vardır. Ulus-devletin inşası dönemindeki resmi ideoloji pozitivist laik milliyetçilikti. Katı Darwinist görüşler hakimdi. Homojen kültür oluşturmaya karar verildiğinde, diğer kültürlerin ve bunların başında gelen Kürt kültürel varlığının tasfiyesi, Darwinist ‘güçlü olanın yaşama hakkı’ kanunu gereğince ilerlemecilik adına meşru sayılmaktaydı. Aynı kanun Avrupa’da ulus-devletlerin inşasında da uygulanmıştı.
Sonuç, resmi ideoloji dışında kalan kültürlerin soykırımlara varana dek imhasıydı. Burjuvalaşmanın bürokratik karakteri bu biyolojist görüşü daha amansız bir uygulamaya götürüyordu. Anadolu’daki soykırımlar ideolojik güçlerini bu kaba pozitivist-biyolojist görüşten almışlardı. Oluşturulan yeni toplumsal yapılanmanın hegemonik gücü devlet eliyle yetiştirilen (Gayri Müslimlerin el konulan malları ve sermaye birikimleri bu yetiştirmede önemli rol oynar) bürokratik burjuvazidir. Başka türlü Türk burjuvazisini oluşturmak mümkün görünmemektedir. Ekonomik olarak kapalı bir iç pazar etrafında tekelci devlet kurumlarıyla sanayileşmeye öncülük tanınmıştır. Aslında ticari, mali ve sınaî tekelcilik iç içe olup, dönemine göre sektörler başat kılınmaktadır. Alman kapitalistleşme modeli (devlet eliyle kapitalistleşmeye ağırlık veren model) baştan ve zorunlu olarak tercih edilmişti. İktidar tekelinin kendisi tek partili oligarşik diktaydı. Kapitalist sömürü nedeniyle bu iktidar yapısının faşizmle göbek bağının olması anlaşılır bir husustur.

1950-1980 dönemi olgunluk dönemidir

Bu ana yapılanma alanlarında inşa edilen ulus-devletçiliğin baş hedefi homojen toplum yaratmak olduğu için, bu durumda Kürt gerçekliğini bekleyen akıbet, fiziksel ve kültürel soykırımlarla tasfiye olmaktı. Kürtleri tasfiye etme sürecinin isyanlara yol açması kaçınılmaz olduğu gibi, toplumun provoke edilmesi de aynı tasfiye amacının gereğiydi. Pozitivizm gereği buna inanılmıştı. Kürt gerçekliğinin tasfiye edilmesi ilerlemecilik sayılmaktaydı. Ulus-devletçi güçler bu tasfiyenin kısa zamanda tam başarılacağından emindiler. Bunun anayasadaki ifadesi “Kendini vatandaşlık bağıyla devlete bağlayan herkes Türk’tür” maddesiydi. Pozitivist ideoloji görünüşte kendini dünyevi (sekülarist), olgusal ve bilimsel olarak tanımlar. Dinsel ve metafizik düşünceden sonra üçüncü ve nihai insanlık paradigması sayar. 

Özünde ise o da metafizik bir düşünce kalıbı olup daha dar, kaba ve dogmatik bir dünya görüşüdür. Bu gerçekliği en açık biçimde laik ve ulusçu ideolojiye dayanan Türk ulus-devletinin Türklük tanımında görmekteyiz. Sanki tanrının “Ol!” emriyle her şeyin oluştuğu gibi bir zihniyetle “Türk ol!” demekle Türk olunabileceğine kendini inandırmıştır. Sosyolojik bilimsellik bu örnekte görüldüğü gibi boşlukta kalmış, pozitivist metafizikçi karakterini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Çok acımasız olarak uygulanan da bunun gereğidir. Irkçı milliyetçiliğin baş ideologu Nihal Atsız bile, Beyaz Türklerin bu uygulamasını ‘Türklük dehşeti’ olarak yorumlamıştır. 

1950-1980 dönemi, Beyaz Türk Faşizminin olgunluk dönemidir. Ancak komplo ve darbelerle yürütülebilmiştir. Dış hegemonik gücün değişmesinin (İngiltere’nin yerine ABD’nin geçmesi) gereği olarak farklı bazı uygulamalar (çok partili parlamenter demokrasicilik, liberal kapitalizme açılım, laiklikten kısmi tavizler verme) gelişse de, oligarşik faşist diktatörlük esas yapısını koruyarak sürdürmüştür. Sert toplumsal ve sınıfsal çatışmalar sonuç vermemiştir. Sonuç 12 Eylül askeri darbesi olmuştur. İç ve dış konjonktür gereği (Ortadoğu’da İran Devrimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi nedeniyle bozulan dış denge, içteki devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması nedeniyle iç denge) tezgahlanmış olan darbe, tarihsel anlamda Beyaz Türk faşist sisteminin çöküş sürecine denk gelmiş ve çöküşü durdurmak istemiştir. Bunun için ideolojik planda laik ulusçuluk yerine Türk-İslam milliyetçiliği esas alınmış, ekonomik alanda içe kapanmacılıktan küresel tekellerle bütünleşmeye açılım sağlanmış, bürokratik ağırlıklı burjuvaziden özel sermayenin öncülüğüne geçilmiş, siyasi-iktidar alanında askeri vesayet geçerli kılınmıştır. Bu düzenlemeyi sağlayan 12 Eylül Anayasası zorla kabul ettirilmiştir. Çöküş döneminin vesayetçi rejimi ağırlıklı olarak son Bülent Ecevit Hükümetine kadar (1999-2002) devam etmiş ve tam bir iç savaş düzeniyle sürdürülmüştür.

Soykırımla gelen ulus-devlet


Türkiye toplumu üzerinde yoğun bir pasifikasyon rejimi uygulanırken, Kürdistan’da özel savaşın her türü denenmiştir. Belki de tarihin örneğine az rastlanır bir iç özel savaş rejimi (kendi anayasalarını da fiilen çiğneyerek) tesis edilmiş, dolayısıyla anayasa göstermelik kalmıştır. Hem devlet içinde (1993’te Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in tasfiyesiyle başlayan çok kapsamlı tasfiye süreci) hem de devletten topluma müthiş bir terör (binlerce Kürt köyünün boşaltılması, zindan vahşetleri, on binleri aşan faili meçhul bırakılmış cinayetler, Sivas’ta Madımak Oteli katliamı, hiçbir savaş yasasına uymayan kontrgerilla eylemleri, yüz binleri aşan tutuklamalar, kırk bini aşan öldürülmeler) estirilmiştir. Bu temelde belki ulus-devletin çöküşü önlenmiş, ama klasik anlamda devlet de devlet olmaktan çıkmıştır. Cumhuriyet Aydınlanmacı anlamda zaten bir türlü inşa edilememiştir ve 1980 sonrasında da askeri vesayete teslim olmuştur. 

Bu süreçte başından itibaren PKK öncülüğünde özellikle 15 Ağustos Hamlesiyle gelişen ve çok zorlu geçen bir direniş süreciyle sadece Kürt gerçeğinin varlık olarak tasfiyesi durdurulmamış, özgürlük yolunda da önemli mesafeler kat edilmiştir. Dış hegemonik güçlerin (başta ABD, İngiltere ve Almanya) yoğun desteğiyle (karşılığında ekonomik olarak küresel finans sistemine teslim olma, bölgesel politikalarına tam destek verme, askeri alanda NATO gizli ordusu Gladio’nun Türkiye bölümünün büyüyerek savaşta kullanılmasına onay verme) sürdürülen özel savaşta, bir avuç hain ve işbirlikçi dışında, varlık ve özgürlük savaşındaki Kürtler yalnız bırakılmış ve tecrit edilmiştir. 

Özellikle İsrail ulus-devleti, 1958’den beri yapılan gizli askeri antlaşmaları 1996’da daha genişletmiş olarak, bu özel savaşta Türk devletine desteğini ileri boyutlara taşımıştır. Kapitalist modernitenin hegemonik (Buna Sovyet Rusya da dahildir) güçlerinin desteği (çıkarları gereği) olmadan, Anadolu ve Mezopotamya’da hiçbir toplumsal kültür soykırımdan geçirilemezdi. Bunda sermayenin azami kar peşinde koşma eğilimi sonucu belirleyici olmuştur. Soykırımla ulus-devlet ve sermaye tekelleri arasındaki ilişki hiçbir ülkede Kürdistan’daki kadar açık biçimde kendini sergilememiştir. Filistin Kurtuluş Hareketi bile tavizkâr davranıp (Türkiye iktidarlarıyla uzlaşmıştır) gereken desteği vermemiştir.

Hegemonik güçlerle iktidara yürüyüş


İç savaşta rejimin aşırı yıpranması ve ABD’nin Irak operasyonu (görünüşte provokatif El Kaide örgütünün İkiz Kulelere saldırısı bahane edilse de) Türkiye’de yeni bir iktidar hegemonyasını zorunlu kılmıştır. Yeni hegemonyanın iç araçları 1970’lerden beri zaten derlenmekteydi. Türk-İslam sentezinin benimsenmesi, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları (küresel finans sermayesine açılım), 12 Eylül darbesi, Beyaz Türk ulus-devletçi partilerin kapatılması, Genelkurmay’da kural dışı atamalar, Doğru Yol Partisi’nde Tansu Çiller Operasyonu ve Hükümeti, 28 Şubat süreci, Erbakan Hükümeti’nin düşürülüşü ve en son Bülent Ecevit’in hem kişisel hem de hükümet olarak tasfiyesi bu sürecin belirgin aşamaları olarak sıralanabilir.

AKP’yi böylesi aşamaların tüm iç ve dış unsurlarının bir düzenlemesi olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Bu, Türkiye çağdaş tarihinin Cumhuriyet hamlesi kadar önemli bir hamledir; o ayarda bir dönüşümün adıdır. Nasıl ki CHP Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ve Ulusal Kurtuluş sürecinin merkezî devlet partisiyse, AKP de aynı süreçlerde çoğunlukla muhalif kalmış, Abdülhamit rejimiyle uzlaşmış, Alman hegemonyasına karşı İngiltere hegemonyasını esas almış, laik ulusçuluğa karşı İslamî milliyetçiliği geliştirmiş, Siyonist milliyetçiliğe karşı Karaim Yahudi evrenselciliğiyle ittifak kurmuş, ordunun 12 Eylül darbesinde desteklediği Türk-İslam ideolojisini kendine destek yapmış, bizzat ordunun 28 Şubat süreciyle radikal millici Necmettin Erbakan’ın partisini parçalaması sonucu hayat bulmuş uzun bir sürecin merkezî ulus-devlet partisidir. Deniz Baykal önderliğindeki CHP’nin ana muhalefet partisi olması karşılığında, R. Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde kurulmuş stratejik hegemonik bir parti kimliğiyle, yeni dönem Yeşil Türk faşizminin inşa edici ve yürütücü gücü olarak, uzun bir tarihi geçmişe dayanan, hegemonik iç ve dış güçlerin desteğini arkasına alarak iktidara oturmuş bir partidir.

Yeşil Faşist rejimin önü, yolu açılmıştır

AKP önderliğinde somutlaştırılmaya çalışılan rejime İkinci Cumhuriyet veya Ilımlı İslam Cumhuriyeti demek erken bir yorum olacaktır. Esas karakteri idea edilmesine ve anayasada ifadesini bulmasına rağmen, rejim hiçbir zaman demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti haline gelememiş, kuruluşundan beri oligarşik faşist karakterini hep korumuştur. Cumhuriyet rejimi klasik anlamda hep bir ad olarak kalmıştır. Özellikle demokratik cumhuriyet haline gelememiştir. Tıpkı CHP hegemonyasına karşı olduğu gibi, AKP hegemonyasına karşı da demokratik cumhuriyet ve anayasası mücadelesi gündemde olacaktır. Her ne kadar ısrarla ve çok bilinçli medyatik çarpıtmalarla seksen yıllık Beyaz Türk Faşizminin alternatifi olarak sunulsa da, bu rejimi özünde uyuştuğu renk farkıyla sürdürme kararındadır. Yıpranan, içte ve dışta desteklerinin önemli bir kısmını yitiren Beyaz faşist rejimin hem gizli desteği hem de yıpranmasının doğal sonucu olarak, AKP’nin Yeşil Faşist rejiminin önü, yolu açılmıştır. 

AKP iktidarının ilk sekiz yılı CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzemektedir. İkisinde de tek partili rejim egemendir. Tıpkı 1931’den itibaren (M. Kemal’in Serbest Fırka denemesine rağmen) ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren (Hitler’in 1933 seçimlerindeki konumuna oldukça benzemektedir) diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir. Yine tıpkı dönemin CHP’sinde olduğu gibi sürecin sancılı geçmesi ve iç çelişkilerin artması (Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasında olduğu gibi) AKP’yi farklı rotalara saptırabilir. R. Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül çekişmesi gelişebilir. Demokratik uzlaşıya yatan bir kesim ayrışabilir. Demokratik Türkiye ve Demokratik Anayasa olasılığı da ciddi bir seçenek olarak gündemde ağırlığını hissettirebilir. AKP’nin hegemonik iktidarı henüz kesinleşmediği gibi, demokratik anayasal bir rejimin kaderi de kesinleşmiş değildir. Her iki olasılıktan hangisinin kesinlik kazanabileceğini hegemonik güçlerle Türkiye’nin demokratik, sosyalist ve Kürdistan’ın demokratik özerklik mücadelesinin durumu belirleyecektir.

AKP, psikolojik savaşın her türlüsünü yürütüyor

Yeni hegemonik iktidar döneminde Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecektir. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktadır. İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi. 1925’teki Siyonist milliyetçilik ve Türk ulusçuluğu arasındaki uzlaşmanın temelinde de Kürt varlığının inkârı ve isyancı güçlerin şiddetle tasfiye edilmesi yatmaktaydı. Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslamî argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir. Özcesi, her üç ana akım milliyetçiliklerin (Siyonist ve Türk ulusçuluğu, ırkçı Türk milliyetçiliği ve Türk-İslam milliyetçiliği) ortak paydası Kürtlerin kültürel soykırımıdır. Her üç milliyetçilik diğer tüm konularda birbirlerine karşı darbe yapıp kanlı mücadelelere girseler de, Kürt gerçekliği karşısında hep ortak tavır alırlar. Faşist rejimin ‘tunç yasası’ denen olgu budur. Bu yasayı tanımayan hiçbir güce sistem içinde yaşama ve siyaset yapma hakkı tanınmaz. 

AKP hegemonyasının daha değişik taktik uygulamaları ortak stratejiye (Kürt varlığı ve Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi) ters düşmediği gibi, bu stratejiyi daha yaratıcı biçimde başarıyla uygulamak için giriştiği taktik manevralar olmaktadır. Örneğin R. Tayyip Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da önce “Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur” diyerek Kürt halkının önemli desteğini arkasına aldıktan sonra, 2006’da çocuklar ve kadınları kapsamına alıp daha da geliştirilen TMK’yı (Terörle Mücadele Kanunu’nu, tüm Cumhuriyet dönemlerinin anti-Kürt yasalarının en şiddetlisini) sinsice çıkarmaktan çekinmedi. Çocukların ilk defa yaygın olarak tutuklanmaları, KCK operasyonları, hava saldırıları bu stratejinin gereğidir. 

Psikolojik savaşın her türlüsü, işbirlikçi bir Kürt sermayenin hem Güney hem de Kuzey Kürdistan’ın önemli kentlerinde çekim merkezi olarak oluşturulmaya çalışılması ve sahte Kürtçü sivil toplum örgütlerinin kuruluşu da bu yeni stratejiyle yakından ilgilidir. Buna işbirlikçi Kürt medyasını da (psikolojik savaş araçları) eklemek gerekir. Spor ve sanatın birçok dalı da benzer stratejik amaçlarla kullanıma açılmıştır. Belki de en vahim uygulama, Hizbul-kontra yerine Kürt Haması’nın oluşturulması deneyimleridir. Dinci yayın ve örgütlenmelerin temel hedefi, son aşamada KCK’ye karşı kendi Kürtçü Hamas’ını kurup harekete geçirme ve başat kılmadır. Örneğin Filistin’de mücadeleyle hiçbir ilgisi olmayan, MOSSAD’ın FKÖ’yü zayıf düşürmek için kurdurduğu Hamas, bugün FKÖ’yü ve özellikle temel güç olan El Fetih’i tasfiyenin eşiğine kadar getirmiştir. Aynı model Kürdistan’da KCK’ye karşı geliştirilmeye çalışılmaktadır. Yeni dinci liseler ve Kuran kursları da bizzat açıklandığı gibi bu amaçla aceleyle tesis edilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı tüm camileri kültürel tasfiyeciliğin hizmetine sokmuştur. Din tamamen politize edilip Kürt varlığının inkârında ve özgürlük mücadelesinin karalanmasında kullanılan bir araç durumuna indirgenmiştir.  

DEVAM EDECEK

ABDULLAH ÖCALAN

Cemaat Cumhuriyeti’nde Neler Oluyor?

Türkiye’de bir rejim değişikliği yaşandığını artık herkes kabul ediyor. Halen adı resmileştirilmemiş bir cemaat rejimi oluşmuş durumda. Son hamlelerin yapılması bekleniyor. Bunlardan birincisi Anayasa, ikincisi ise orduya yönelik olandır.

Peki, ‘Cemaat Cumhuriyeti’nde neler oluyor. Bunları alt alta sıralamaya kalkarsak sayfalar dolusu yazı ortaya çıkar. Ancak birkaç alt başlık altında özetlemekte yarar var.


Birincisi: Cemaat’in devleti, ülkeyi çok ciddi bir ekonomik krize sürüklüyor

Son bir yıldır, ülke ekonomisinin gelişmişliğini sıkça dillendirmekteler ve hatta bir övünç kaynağı haline getirmiş bulunuyorlar. Hâlbuki süreç tam tersine işliyor. Özellikle 2010 yılı içindeki büyüme oranının yüzde 9 civarı olmasıyla bir anda kendilerini Çin, Hindistan, Brezilya, Rus gibi ülkelerle kıyaslamaya başladılar.

Peki, gerçekler öyle midir? Değil. Türkiye ekonomisi esasen uluslararası küresel sermayenin sıcak para akışı üzerinden nispi olarak istikrarlılığını sürdürüyor. Küresel kapitalist sistemin ekonomi politikalarına uyum sağlamak için özelleştirmede dünyanın önde gelen birkaç ülkesinden biridir. Öyle ki şu an satılacak bir şey kalmadığı için, 20 yıl sonra üretilebilecek olan madenleri, kaynakları satışa çıkartmaya başladılar.


Çünkü sıcak sermaye akışı kesildiği andan itibaren Türkiye aniden büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalacaktır. Ekonomik büyüme üretim üzerinde değil, hareket halindeki sermayenin akışı üzerinde olduğu için çöküşü de hızlı olacaktır.


Somut verilere bakıldığında bunu anlamak mümkündür. Örneğin 2002 yılında İslamcı AKP hükümete geldiğinde 92 milyar dolar olan iç borcu 2010 yılında 243 milyar dolara, dış borcu ise 130 milyar dolardan 293 milyar dolara çıktı. Merkezi yönetim brüt borç stoku 2010 yılı sonu itibariyle 473,5 milyar lira olarak gerçekleşti.


Ayrıca ekonominin büyüdüğü iddia edilen cemaat rejiminde işsizlik en üst seviyededir. Resmi rakamlara göre yüzde 9-15 arasında salınan, özel kuruluşların yaptığı araştırmalarda ise yüzde 20’lere varan bir işsizlik söz konusudur (rakamlardaki değişim, mevsimsel etkiler ve iş aramaktan vazgeçen işsizlerin bu rakamlara dahil edilmesi ya da hariç tutulması ile ilgilidir). Genç nüfusta işsizlik oranı yaklaşık olarak yüzde 23 civarındadır. Enflasyon ise yüzde 12,3 oranla son yılların yüksek düzeyine ulaştı.


Türkiye cari açıkta dünya ikincisidir. Bu konuda hem Dünya Bankası’nın hem de IMF’nin çok ciddi uyarıları oldu.


Amerika’nın "Ilımlı İslam"cı Başbakan’ının "krizin teğet geçeceği" söyleminin koca bir yalan olduğu bütün verileriyle ortaya çıkmış durumda. 2012 yılında, büyüme hızının 2,4’e düşeceğini açıklayan IMF, ekonomik durgunluğa geçecek olan Türk devletinin çok ciddi bir ekonomik sorunla karşı karşıya kalacağını açıkladı. Bunun tipik bir örneği de, İstanbul’da yapılmasına karar verilen 3. köprünün ihalesine hiçbir şirketin katılmamış olması ve ihalenin iptal edilmesidir. Ekonomik kriz kapıdadır. Hem de tahmin edilenden büyük etkileri olacaktır.


İkincisi: Cemaatin iktidarı ülkeyi kirli para cenneti haline getirdi

Ekonomik dengeleri kayıt dışı ekonomi ile sağlamaya çalışan devlet, İslamcı kimliğine rağmen kirli işler imparatorluğu rolünü üstlenmiş durumda. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2010 yılında kaynağı bilinmeyen 17 milyar dolar, 2011 yılında ise yaklaşık olarak 18,6 milyar dolar Türkiye’ye girdi. Gerçek rakamlar bunun çok üstündedir. Peki, bu paralar nerden geliyor? Kayıt dışı ekonomi olarak gösterilen uyuşturucu ticaretinden, fuhuş sektöründen, gizli silah satışlarından gelmektedir. Örneğin ülke ekonomisine fuhuş ve eroinden 5 milyar, esrardan 2 milyar 50 milyon, insan kaçakçılığından 1,2 milyar, kaçak sigaradan 1,5 milyar giriş olmuş (İSMMMO araştırmaları). Maliye Bakanlığı esasen ülkeye giriş yapan kaynağı bilinmeyen ‘sıcak-kara paranın’ kaynağını çok iyi biliyor ama açıklamak işine gelmiyor.

Üçüncüsü: Cemaatin rejiminde ekonomik ve sosyal adaletsizlik en üst seviyeye çıktı

Cemaat rejiminde toplumun farklı kesimleri arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizlik en üst sınırlarına çıkmış bulunuyor. Bir avuç zenginin milli gelirden aldığı pay en yüksek seviyeye çıkarken, toplumda fakirleşme oranında ciddi bir artış yaşanıyor. Cemaat rejiminde zenginlerin kişisel serveti her yıl birkaç misli artmaya devam ediyor. Örneğin Forbes dergisi 2010 yılında, Türkiye’nin ilk 100 zenginin kişisel servetinin yaklaşık olarak 111 milyar dolar olduğunu açıkladı.

Eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelirlere göre oluşturulan yüzde 20’lik gruplarda, Türkiye’de en yüksek gelire sahip ve yüzde 20 olarak belirlenen grubun milli toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,4 iken, yine yüzde 20 ile en düşük gelire sahip olan grubun milli gelirden aldığı pay yüzde 5,3 civarındadır. Buna göre, yüzde 20’lik en zengin grubun toplam gelirden aldığı pay, 20’lik en fakir grubun aldığı paydan tam 9 kat daha fazladır.


Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) araştırmasına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 16,9'u yani 12,5 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Sürekli yoksulluk riski altında bulunanların oranı da yüzde 18 olup 13,5 milyon kişi olarak belirlenmiş. Yoksulluk sınırının altında bulunanlar günlük 2 dolarla yaşamını sürdürürken, sürekli yoksulluk riski altında bulunanlar ise 4 dolarla yaşamını sürdürmek zorundadır. Cemaat sisteminde, bir yandan 100 kişi 111 milyar dolar kişisel servete sahip, diğer yanda 12,5 milyon insan yoksulluk sınırının altında, günde 2 dolara yaşıyor.


Dördüncüsü: Cemaat sisteminde toplumsal yozlaşma ve çürüme en üst boyuttadır

Bu durumu birkaç noktada somutlaştırabiliriz. Örneğin, 2002 yılında resmi olarak kendi bedenini genelevinde satmak zorunda kalan kadın sayısı 1200 civarındayken, 2010’da bu sayısı 3000’e ulaşmış. Açılan genelevi sayısı da 57’ye çıkmış. 

 2002 yılında küresel sermaye’nin Ilımlı İslam Partisi AKP, seçimleri kazanıp hükümete geldiğinde kendi bedenini satıp yaşamını sürdürmeye çalışan ve polis kayıtlarına geçen kadın sayısı 15 bin civarındayken, 2010 yılında bu sayı 100 bini geçmiş durumda. Bunlar resmi rakamlar olup, gayri resmi rakamlar bunun çok üstündedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi fuhuş aynı zamanda bir ekonomik sektör olarak kullanılmaktadır.

Aynı şekilde yıllık iş hacmi 5 milyar dolar olduğu tahmin edilen uyuşturucu kullanımı cemaat düzeninde hızla artmaktadır. Örneğin 2002 yılında uyuşturucu kullanıcı veya satıcı olup hakkında işlem yapılıp tutuklanan insan sayısı yaklaşık 3 bin 500, ama 2010 yılında bu oran 18 bin civarına çıkmış durumda. Uyuşturucudan kasıt eroin, kokain ve esrar gibi maddelerin kullanımıdır. Yani sigara ve içki kullanımı bunların dışındadır. Kullanıcı yaşı da 12’ye kadar düşmüş durumda. Kadın pazarlanması gibi uyuşturucu da cemaat sistemini besleyen önemli bir sektör olarak işlev görmektedir.



Beşincisi: Adalet ‘Cemaatin Temeli’ haline geldi

Cemaat sistemi ele geçirirken özellikle hukuksal kurumların tamamını kendisine göre düzenledi. Böylelikle cemaatin savcısı, hâkimi kavramları kullanılır hale geldi. Kendisinden olmayan herkesi hedef tahtasına oturtan cemaat için demokrasi sadece kendi çıkarlarını korumaya yönelik bir araç hale gelmiştir.

Bu bakımdan cemaatin hedefinde öncelikli olarak Kürtler bulunuyor. Öyle ki, 12 Eylül rejimini geçen uygulamalarıyla tarihe tanıklık ediyor. Cemaatin hukukunda tutuklanma yaşı 9’a indirildi ve 3000’e yakın çocuk ‘terörist’ olmak iddiasıyla tutuklanmış bulunuyor. İlk kez 36 avukat, 35’i Kürt gazetecisi olmak üzere toplam 80 gazeteci tutuklanmış bulunuyor. İlk kez bir partinin 8.350’ye yakın belediye başkanı, il ve ilçe yöneticisi, çalışanı tutuklandı. İlk kez dokunulmazlığı olan milletvekilinin evinin kapısı kırılarak zorla içeri girildi.


Cemaat tarafından organize edilen KCK davasıyla Türkiye tam bir açık hapishaneye dönüştürüldü. Her gün onlarca insan tutuklanıyor. Saldırıların merkezinde Kürtler ve demokratik Türkiye muhalefeti bulunuyor.


Cemaat rejiminde kendisinden olan hiç kimseye karışmadığı gibi rüşvet, dolandırıcılık, soygunculuk yapanlar ödüllendiriliyor. Bunun en somut örneği ise Almanya Deniz Feneri davasıdır. Cemaatin elemanları tarafından 140 milyon euro ceplerine atmak için sahte şirketler, nitelikli dolandırıcılık örgütleri kuranlar hakkında tutuklanma süreci başlayınca, hukuka müdahale edildi ve hepsi serbest bırakıldı. Ayrıca davaya bakan savcılar görevlerinde alındı.


Altıncısı: Dördüncü kuvvet denilen medyayı koşulsuz olarak teslim aldı

Medyayı kuşattı ve kendisine itaat etmeye zorluyor. Geleneksel İslamcı gruptan olan Zaman, Yeni Şafak, Yeni Akit, Yeni Asya, Yeni Mesaj, Bugün, Milli Gazete ve Türkiye gibi gazeteler dışında, Sabah, Vatan, Radikal, Taraf gibi gazeteler de cemaatin etki alanına girdiler. Böylelikle psikolojik savaş aygıtlarını ele geçirmede büyük başarılar elde eden cemaat rejimi, kendisini eleştiren herkesi hedef tahtasına oturtmuş bulunuyor. Artık basında cemaati eleştirmek suç kapsamındadır. Kim eleştirirse işine son verilir, hakkında soruşturma açılır. Böylelikle basın özgürlüğünün sınırları cemaate dokunmaya başlandığı andan itibaren bitiyor.
Cemaatin basın özgürlüğünde, potansiyel tehlike olan her kitap, dergi toplatılabilir. İlk kez henüz yazım süreci tamamlanmamış kitap hakkında toplatılma kararı verildi. Bu nedenle Nedim Şener, Ahmet Şık tutuklandı. Bir zamanlar cemaate destek veren, ancak yanlışlarını görüp dil ucuyla eleştiren Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır’ın işlerine son verildi. Bu son kervana Ece Temelkuran da katıldı. Yıllarca cemaate verdiği destekle tanınan Mehmet Altan’ın yazılarına ambargo uygulandı ve Altan, Star gazetesi ile yollarını ayırmak zorunda kaldı.


Yedincisi: Bütün demokratik kitle örgütleri cemaatin hedef tahtasındadır

Cemaat, kitle örgütlerini, sivil toplum kuruluşlarını, sendikal kurumları, dernekleri vs tasfiye etmeyi hedefliyor. Böylece toplumsal mücadele alanında tek kalarak, alternatifsiz bir güç haline gelerek toplumun bütün alanlarına sızmaya çalışıyor. Toplumsal mücadeleyi geliştirme potansiyeli taşıyan kurumsal yapıları marjinalleştirirken, kendileri kurdukları örgütlenmelerle toplumun bütün kesimlerine yönelmektedirler.

Böylelikle toplumun volan kayışları haline gelen cemaatin kitle örgütlerini yaratmış durumdalar. Devletin politik gücünü, elinde bulundurduğu ekonomik dinamikleri, dinsel mekanizmalarını, görsel ve yazılı medya gücünü kullanarak, cemaatin liderinin ifade ettiği gibi toplumun ‘kılcal’ damarlarına girerek etkili olmaya çalışıyorlar.


Sekizincisi: Cemaat iktidarını sağlamlaştırmak için istihbarat kurumlarını kullanıyor

Gülen rejimi ele geçirdiği istihbarat kurumlarını kullanarak bir korku imparatorluğu oluşturmaya başladı.

MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbaratı gibi kurumlarla siyasetçileri, kanat önderlerini, sivil toplum örgüt yöneticilerini, kendisine karşı olan gazeteci, yazar ve aydınları özel olarak takip ederek kontrol etmekte ve çok açık olarak şantaj yapmaktadır. Buna telekomünikasyon sistemini de dâhil etmiş bulunuyor.


Cemaat eline geçirdiği istihbarat merkezlerinde edindikleri bilgileri kişi ve kurumlara karşı kirli savaş yöntemlerine dönüştürüyor. Özellikle siyasal alanda önemli bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Baykal ve MHP yöneticileri bu yöntemle politikanın dışına itildi. Hatta Gülen cemaatine karşı olduğu söylenen Cübbeli Ahmet Hoca’ya karşı da aynı yöntem kullanıldı.


Bu kirli savaş yöntemi özellikle Kürt siyasetçilerine karşı çok yönlü uygulamaktadır. Yüzlerce Kürt siyasetçisi, cemaatin istihbarat kurumları tarafından elde edilen bir kısım sıradan bilgilerin çok belirgin bir şekilde çarpıtılmasıyla tutuklanmış durumda.


Böylelikle oluşturulan korku imparatorluğu aynı zamanda örgütlü mücadeleyi de ciddi oranda etkilemekte ve tasfiye etmede önemli bir işlev göstermektedir. Sıradan insanda yaratılan etki, “Dinleniyorum, takip ediliyorum, konuşmayayım” şeklindedir. Bu durum aynı zamanda toplumda ciddi bir psikolojik bozulmaya yol açtığı gibi en yakınındakine karşı bir güvensizlik yaratıp içe kapanmasına yol açmaktadır.


Dokuzuncusu: Cemaatin silahlı güçleri ele geçirme stratejisi devam ediyor

Cemaat sistemini sağlamlaştırmak için silahlı güçlere özel bir önem vermektedir. Cemaat devletleşmenin en önemli aracının silahlı güç olduğunun bilincinde, bu nedenle silahlı güçleri ele geçirmek için uzun yıllardan beri çok yönlü bir faaliyet içinde bulunuyor.

Bunun için öncelikli olarak sayısı 350 bine ulaşan polis teşkilatını ele geçirdi. Sonra Ergenekoncu olarak bilinen ve sayısı 200 bine yaklaşan ‘Özel Tim’ şimdi cemaatin ‘Özel Tim’i haline getirildi. Özel yetiştirilmiş katiller ordusu Kürt halkına, toplumun muhalif kesimlerine karşı ‘cemaatin İslam’ı’ adına savaşmaktadır. Geriye ordunun ele geçirilmesi kaldı. Bunun için önemli hamleler yapıldı. Generallerin bir kısmını tutuklayarak, bir kısmını istifaya zorlayarak kendi ekibinin önünü açmada önemli bir mesafe almış durumda. Ancak süreç henüz tamamlanmış değil.


Bu nedenle cemaat rejimi, savaş ekonomisi uygulamakta ve bunu çok ciddi olarak önemsemektedir. 2002-2011 yılları arasında askeri harcamaların toplam miktarı 120 milyarın üzerindedir. Ekonomik krizin sürekli kapıda olduğu, 12,5 milyon insanın açlık sınırında olduğu bir ülkede, savaş ekonomisi uygulamak, cemaatin devleti hakkında bir fikir edinmemizi sağlayabilir.


Sonuç

Bütün bunlara rağmen, cemaatin rejimi sanıldığı gibi güçlü değildir. 2012 yılı birçok sürprize gebe. Cemaatin tek avantajı örgütlü ve planlı çalışmasıdır.

Sisteme muhalif güçlerin ciddi bir örgütlülüğe ve birliğe ihtiyacı var. Hrant Dink’in katledilişinin beşinci yıl dönümünde on binlerce insan protesto eylemine katıldı. Dipten gelen güçlü bir toplumsal güç var. Sorun bunu örgütlemektir.


Örneğin cemaatin devleti, bütün gücüyle Kürtleri bitirmek istiyor ama bir türlü başaramıyor. Bunun en büyük nedenlerinden birisi Kürtlerin örgütlü bir güç olmasıdır.


Cemaat rejimine karşı gelişen ve yüz binleri kapsayan toplumsal gücü örgütlemek son derece önemlidir. Devlet bunun farkında onun için daha çok saldırıyor, demokratik güçler de bu gerçeğin farkında olarak, çok ciddi olarak örgütlenmeli ve kurumsal yapılarını oluşturmalıdır.


Cemaatin korkusu budur. Bu korkuyu onlarda süreklileştirmek, demokratik güçlerin elindedir. Marjinallikten kurtulmak, toplumsal muhalefeti örgütlemek, güçleri merkezileştirmek çözümün anahtarıdır.


2012 yılı, herkes için bir bakıma final olacaktır. 

 Mustafa Peköz

Demirtaş: Kürdistan Gerçeğini Yok Edemezsiniz

Urfa'da binlerce kişinin katıldığı "Ez livirim, buradayım" mitinginde konuşan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 3 yılda 6 bin 200 arkadaşlarının tutuklandığına dikkat çekerek, "Kürdistan gerçeğini tüm gücünü kullansan da yok edemezsin” dedi. Öcalan üzerindeki tecride de dikkat çeken Demirtaş, "Tecrit kalksın istemiyoruz, Sayın Öcalan'a özgürlük istiyoruz" dedi.

Urfa'da BDP tarafından düzenlenen "Buradayım irademe sahip çıkıyorum (Ez li vi rim, li wina xwe xwedî derdıkevim)" mitingi, yoğun kar yağışına rağmen binlerce kişinin katılımı ile gerçekleşti.

Kent merkezi ve çevre ilçelerden miting alanına akın eden kitle kişi sık sık "Biji serok Apo", "PKK halktır halk burada", "Katil Erdoğan" ve "Şehit Namırın'' sloganları attı. "Ez li virim" pankartı ile tutuklu Kürt siyasetçilerin fotoğraflarının taşındığı alanda kitle çalınan şarkılar eşliğinde halaya durdu. Yeşil sarı kırmızı renklerin hakim olduğu alanda binlerce kişinin demokrasi mücadelesinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşuna girmesi ile miting başladı. Demirtaş ile BDP'li vekil ve belediye başkanlarının halkı selamlaması alanda "Kürdistan sizinle gurur duyuyor" sloganları ile karşılandı.

‘3 YILDA, 6 BİN 200 ARKADAŞIMIZ TUTUKLANDI’

Ardından konuşan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, karlı ve soğuk havaya rağmen alanı dolduran Urfalılara teşekkür etti. "Eğer operasyonlar ve soykırım kar-kış dinlemeden devam ediyorsa, biz de kar kış dinlemeden meydanlar da haykırmaya devam edeceğiz" diyerek konuşmasına başlayan Demirtaş, "Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş baskı ve zülüm altındayız. 3 yılda 6 bin 200 arkadaşımız tutuklandı. Her gün tutuklamalar devam ediyor. Fakat biz buna rağmen barış ve demokrasi diyoruz. Bunun anlamı bu halk barış istiyor demektir. Buna rağmen AKP 'biz sizin barış ve hukukunuzu tanımıyoruz. Sizin sesinizi kesmek için soykırım, tutuklama, baskı ne gerekiyorsa yapacağız' diyor. Ama bizi bununla durduramazlar" dedi.

‘DİRENMEYE DEVAM EDECEĞİZ’

Hükümete seslenen Demirtaş, "Ey iktidar, senin elinde bugün zulüm yapacak güç var. Ama senin gücünle yok edemeyeceğin gerçekler var. Kürdistan gerçeğini tüm gücünü kullansan da yok edemezsin. Kürt ve Kürt dilini, gazlarınla, polislerinle ve tüm gücünle yok edemezsin. Değiştiremezsin. Bu halkın taleplerini görmezden gelemezsin. Eğer bu talepleri görmezden gelirsen direnmeye devam edeceğiz" dedi. Siyasi operasyonlara dikkat çeken Demirtaş, "Bizim her gencimiz, yaşlımız, kadınımız birer kadro, birer milletvekili, birer belediye başkanıdır, bu halkın hepsini tutuklayabilir misin? 15 milyonu tutuklayabilir misin?" diye sordu. Demirtaş, hiçbir halkın kendi vatanında, dilinin ve kültürünün yasaklanmasını kabul edemeyeceğini ve bunun için de direneceğini söyledi.

‘ÖCALAN’A ÖZGÜRLÜK İSTİYORUZ’

PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecride dikkat çeken Demirtaş, "Sayın Öcalan, makul çözüm önerileri sundu. Fakat buna tecrit ile karşılık verdiler. Biz tecrit kalksın istemiyoruz, Sayın Öcalan'a özgürlük istiyoruz. Çözüm tıkandığı yerdedir. Kimse başka yerde aramasın. Anayasa çalışmalarına katılacağız. Fakat yasaklar olmadan katılacağız. 'Kölem olacaksın' diyorsan çok beklersin. Biz senin önünde diz çökmeyi bırak, kaşımızı bile kıpırdatmayız. Newroz'a kadar meydanlarda olacağız. Taleplerimizi haykıracağız. KCK operasyonları sesimizi kesmek bizi eve hapsetmek için yapıldı. Fakat buna rağmen bizler yine meydanlardayız" dedi.

‘GÖRÜNTÜLERİ İÇİŞLERİ BAKANI’NA GÖNDERİN’

Çekim yapan polislere dikkat çeken Demirtaş halka dönerek, "elleriniz göreyim" dedi. Alandaki tüm yurttaşların zafer işareti yapması üzerine çekim yapan polislere seslenen Demirtaş, "Bu görüntüyü iyi çekin, İçişleri Bakanınıza gönderin ve 'Urfa halkı size teslim olmadı' deyin" şeklinde konuştu.

Konuşmasının sonunda halkı selamlayan Demirtaş, siyasi tutukluları ziyaret etmek için Urfa E Tipi Cezaevi'ne gitti.

Hüseyin Gülerce Şırnak Eski Valisi Gibi Konuşuyor

Cahit Mervan


Bundan 11 yıl önce Türk mahkemesi tarafından kapatılan HADEP’in Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ile ilçe yöneticisi Ebubekir Deniz'in gözaltına alındılar. Silopi Alay Komutanlığı'na girerken görüldüler. Ancak kendilerinden bir daha haber alınmadı. Kaybettirildiler.

Aradan geçen 11 yıla rağmen her iki Kürt politikacısının akıbetin ortaya çıkarılması ve suçluların yakalanması için hiçbir şey yapılmadı. 9 yıldır iktidarda bulunan AKP hükümeti de hiçbir yapmadı. Aslında kaçıranlar, katiller o günde belliydi, bugünde.

O günlerde Şırnak Alay Komutanı Levent Ersöz, Silopi İlçe Komutanı Süleyman Can'dı. Taşkın Akgün ve astsubay Selim Gül ise Şırnak JİTEM'de çalışıyordu. Ancak Ergenekon davasından tutuklanan Levent Ersöz’e bugüne kadar Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz'i nasıl kaybettirdiğine dahil tek bir soru daha sorulmadığı ortaya çıkı.

Tıpkı bugün Roboski katliamında olduğu gibi o günde bu vahşi cinayet, Türk basını tarafından, savcı, Şırnak valisi ve hükümet tarafından Kürtlere yıkılmak istendi. Şırnak valisi ve savcısının "HADEP'lileri arkadaşları kaçırmış olabilir" yalanını malum medya sekiz sütün üzerinden manşetlere taşıdı. Katilleri kolladı ve korudu. Daha fazla cinayet işlemleri için teşvik etti.

Aradan geçen onca zaman rağmen devletin, hükümetin, onun emrindeki kolluk küvetlerinin, polisin, özel timin, ordunun, vali ve savcı gibi mülkü amirlerin Kürtler bakışı hiç değişmedi. AKP hükümeti döneminde 160 aşkın çocuk öldürüldü.

Ancak bu ırkçı ve düşmanca tutum Türk medyası tarafından, onun kiralık kalemleri tarafından allandı –pullandı, demir bir pençe, zalim bir el, kadife bir eldiven içinde sunulmaya çalışıldı.

Geçmişti utanmadan “HADEP’lileri arkadaşları kaçırmıştır” diye manşet atan Türk basını bugün dünyanın gözü önünde 34 Kürt gencinin F16 savaş uçaklarıyla Roboski’de katledilmesini Kürt Özgürlük Harekatı’nın üstüne yıkacak kadar vicdan ve ahlak yoksunu olabiliyor.

Örneğin AKP’nin gizli ödenekten beslediği iddia edilen Sabah gazetesi ‘PKK Uludere’den Altı ceset kaçırdı’ türünden, tümüyle kirli ve özel savaş haberine yer verebiliyor.

Güya istihbarat raporlarına göre 34 Kürt genciyle birlikte, hava saldırısında 6 PKK militanı da öldürülüyor! Ve PKK kaşla göz ararsında, neredeyse yıldırım hızıyla 6 gerillanın cenazelerini olay yerinden kaçırıyor!

AKP tetikçisi Sabah gazetesi bu yalan haberiyle tekrar tekrar 34 Kürt gencini öldürmekle kalmıyor. Aynı zamanda okuyucusunu da, kamuoyunu da aptal yerine koyuyor. Veya öyle sanıyor.

Elbette ki bu kirli işi sadece Sabah yapmıyor. Türk başbakanı katliamın hesabını vereceğine, kendi emriyle öldürülen insanları ‘terörle mücadele kapsamına’ sokarak, öldürdüğü insanlar için ‘terör tazminatı’ ödüyor. Parayla Kürtlerin acısını, kamuoyunun ise vicdanını satın almaya çalışıyor. Erdoğan bununla kalmıyor. Ve tüm ekibiyle, psikolojik savaş uzmanlarıyla, basın ordusuyla, kronik ve klinikte tedaviye muhtaç PKK düşmanlarıyla Roboski katliamını Kürt hareketine yıkmaya, işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.

Erdoğan-Gülen ekibi sadece bunumu yapıyor? Bu iki ekip kıran kırana yürüttükleri iktidar ve rant kavasına rağmen, ‘Kürt düşmanlığı söz konusuysa eğer gerisi teferruattır’ diyerek kara bir propaganda ile 12 Eylül cuntasının sonuçlarını, 90’lı yıllardaki kirli savaşın faturasını ve yeni soykırımcı politikalarının sonuçlarını Kürt hareketine kesmek istiyorlar.

Örneğin Fethullah Gülen’in sözcüsü olduğu söylenen Hüseyin Gülerce Zaman gazetesinde ‘Fırat’ın doğusu aydınlanırken’ başlıklı yazısında bu kirli oyun için sahtekarca kelime oyunlarına başvuruyor. Amed’te JİTEM karargahı bahçesinde yapılan kazılardan BDP’nin rahatsızlık duyduğu imajını yararak, katil devletini gizlemeye çalışıyor.

Gülerce tıpkı 11 yıl önce Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz’in Silopi Alay komutanlığında kaybedilişlerini gizlemek için “HADEP’lileri arkadaşları kaçırmıştır” diyen Şırnak valisinin taktiğini uyguluyor. Katil devleti gizlemek için sahtekarlığa başvuruyor. Ve Gülerce, ‘Fırat'ın doğusundaki karanlıklar aydınlandıkça PKK'nın içyüzü, derin devlet bağlantıları da ortaya çıkacak’ diyor.

Zaman’ın soykırım fetvalarına çanak tutan, badem bıyıklı ırkçı yazarı neredeyse 200 yıllık Kürtlerin özgürlük arayışıyla yaşıt olan bir yalanı, bir kara propagandayı, yani Kürt hareketinin arkasında, yanında, yönünde içte veya dışta bir ‘derin bağlantı’ bulma hevesini, tekrar tekrar pazara sürüyor.

Gülerce bu kara propagandaya inandırıcılık kazandırmak için artık kamuoyunda ‘Türk mahallesinde dış kapının mandalı’ olarak adlandırılan bazı sözde Kürt liderlerinden de alıntılar yapıyor. 40 yıldır Kürlerin özgürlük arayışını, onun öncülerini bir çırpıda, aynı zamanda her biri birere klinik vaka olan Burkay, Güçlü gibi tek kişilik ‘liderleri’ de kurduğu yalan sofrasına sos yaparak, hiçleştirmeye, Kürdistan Özürlük Harekatı’ni bir devlet ve Ergenekon projesi olarak yutturmaya çalışıyor.

Yerler mi? Yutarlar mı? Vallahi de billahi de Kürtler yemez, yutmaz. Bırakalım gerisini ise soykırım fetvası yayımlayan Gülen’in tetikçisi Gülerce ve onun yalan sofrasına oturanlar düşünsün.

Tatlıses'e Saldırı Davası Olaylı Başladı

Sanatçı İbrahim Tatlıses'e yönelik silahlı saldırı davasının ilk duruşması başladı. Dava kapsamında tutuklu yargılan Abdullah Uçmak, savunma yaptığı sırada hakaret içerikli konuştuğu ve duruşma düzenini bozduğu gerekçesiyle duruşma salonundan çıkarıldı.
Sanatçı İbrahim Tatlıses'e yönelik 14 Mart 2011 tarihinde yapılan silahlı saldırıya ilişkin 9'u tutuklu 12 kişinin yargılandığı davanın ilk duruşması İstanbul 17. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. Duruşmada tutuklu sanıklar; Abdullah Uçmak, Ersin Altun, Yunus Ayık, Murat Alagöz, Nazife Erdemir, Nihat Şimşek, BDP PM Üyesi Ruhşen Mahmutoğlu, Abdulvahap İş ve Bülent Altun ve tutuksuz sanıklar Emin Birdal, Cengiz Güney ve Coşkun Yıldız hazır bulundu.

Duruşmada sanıklar hakkında hazırlanan iddianamelerin okunmasının ardından, sanık savunmalarına geçildi. Tutuklu yargılanan sanıklardan Abdullah Uçmak, yaptığı savunmasında hazırlanan iddianamenin saçma sapan olduğunu belirterek, İbrahim Tatlıses ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret içerikli sözler sarf etti. Bunun üzerine Uçmak'a müdahale ederek duruşmaya ara verdi. Aranın ardından Uçmak, hakaret içerikli savunma yaptığı ve duruşma düzenini bozduğu gerekçesiyle salondan çıkarıldı. Duruşma sanık savunmaları ile devam ediyor.

14 Mart 2011 tarihinde sanatçı İbrahim Tatlıses'e Şişli'de silahlı saldırı düzenlenmişti. Saldırının ardından yapılan operasyonlarda Abdullah Uçmak'ın da aralarında bulunduğu 21 kişi gözaltına alınmıştı. Abdullah Uçmak'ın daha önceden husumetli olduğu İbrahim Tatlıses'ten intikam almayı planladığı iddia edilmişti.

ZORLA PKK İLE BAĞ ARANIYOR

Ancak iddianamede söz konusu saldırının PKK ile ilgisi olduğu ileri sürülüyor. Tatlıses ile husumeti olan ve sanatçıya yönelik saldırıyı gerçekleştiren Uçmak ile PKK arasında zorlama bağlantılar arandığı iddianamede şöyle deniliyor.

“Abdullah Uçmak’ın birkaç ay önce cezaevinden çıktığı dikkate alındığında, herhangi bir maddi destek ve yardım almadan bu eylemi yapmasının mümkün olamayacağı, PKK terör örgütünün İbrahim Tatlıses’ten kurtulma planı ile Abdullah Uçmak’ın İbrahim Tatlıses’ten intikam almak istemesi amacının birbiriyle örtüştüğü, böylece Uçmak, hem Tatlıses’ten intikam almak, hem de suç örgütü için gerekli parayı terör örgütünden temin etmek istediği, terör örgütü PKK’nın ise Tatlıses’i öldürterek, Kürt kökenli vatandaşlarımızı korkutmak, farklı sesleri susturmak ve gözdağı vermek istediği, bu şekilde Uçmak’ın ve suç örgütünün de terör örgütü PKK’nın amaçlarına hizmet ettiği kanaatine varılmıştır...”

SAVCI KENDİ KENDİNİ ÇÜRÜTÜYOR

Ancak iddianamenin hemen bir alt paragrafında ise savcı kendi kendisini çürütüyor. Savcı burada, “Şüpheli Uçmak ile mağdur Tatlıses arasında 1998 yılına dayanan husumetleri olduğu, bu nedenle Uçmak 2003 yılında tutuklanarak cezaevine girdiği, 2010 yılının eylül ayında cezaevinden çıktıktan sonra yaptığı telefon görüşmesinde, 7 yıl cezaevinde yattığını, bu sefer haraç istemeyeceğini, vuracağını ifade ettiği” anlaşılmıştır diyor.

Savcı’ya göre, BDP PM Üyesi Ruhşen Mahmutoğlu’nun BDP’nin Erbil temsilcisi olması, telefonda hayatını kaybeden bir gerillayla ilgili ifadeler kullanması, PM üyesi olmadan önce telefonda BDP İstanbul İl Başkanı atamasına ilişkin konuşması PKK üyeliği için yeterli!!!

TEK DELİL KİMİN GÖNDERDİĞİ BELİRSİZ MAİL

Mahmutoğlu’nun dava kapsamında tutuklanarak yargılanması gerekçeleri arasında kimin tarafından gönderildiği bilinmeyen bir mail gösteriliyor. maviderya@hotmail.com isimli adresten “acil” koduyla Mahmutoğlu’nun mailine atılan e-postada “Silivri partide Nehat Ark. Yarım kalan işi halletsin, hocanın selamı ile git. AKP’ye yaklaşması partiyi sıkıntıya soktu. AKP iş birlikçilerini cesaretlendirdi. Bu halkımıza ihanettir. Kolay gelsin” ifadesi yer alıyor. Ancak Mahmutoğlu verdiği ifadede maili hatırlamadığını, böyle bir mail almadığını, kimin attığını bilmediğini belirtmişti.

Dava kapsamında yargılanan Nihat Şimşek’de Tatlıses’e saldırında PKK ile bağlantı gerekçesi olarak gösteriliyor. Sözü edilen Nihat Şimşek daha önce PKK saflarından kaçıp teslim olmuş, pişmanlık yasasından yararlanan bir itirafçıdır. Hem Mahmutoğlu, hem de Şimşek, verdikleri ifadelerde birbirlerini tanımadıklarını belirtiyor.

‘İDDİANAME UYDURMA, MAİL POLİS İŞİ’


Mahmutoğlu’nun avukatı Hasari Yenice, iddianameyle ilgili daha önce yaptığı açıklamada, PKK ile bağlantıya kanıt olarak gösterilen mailin polis tarafından atılmış olma ihtimalinin yüksek olduğunu belirterek, iddianameyi uydurma olarak tanımlamıştı. “Hiçbir şekilde Mahmutoğlu ile Uçmak, ya da Şimşek veya diğer zanlılar arasında bir bağ yok. Bunu kanıtlayacak tek delil yok. Ortada düzmece bir dosya, hayal ürünü zorlama bir iddianame var”.

17 Çocuk Açlık Grevinde!

Mersin'de HPG gerillası Sadık Kaya’nın cenaze törenine katıldıkları için tutuklanan 17 çocuk, aradan 4 ay geçmesine karşın halen hakim karşısına çıkarılmadı. 4 aydır cezaevinde olan çocuklar açlık grevine başladı.

Başbakan Erdoğan’ın “Çocuk-kadın her kim olursa olsun gereği yapılacak” açıklamasının ardından, Türkiye cezaevlerine konulan Kürt çocukları için yargılama aşamasında da ‘gereği’ yapılıyor. 6 Ekim 2011 tarihinde Mersin’in Toroslar ilçesi Güneykent Mezarlığı’nda HPG gerillası Sadık Kaya’nın (Rojak) cenaze törenine katıldıkları ve örgüt propagandası yaptıkları gerekçesiyle tutuklanan 17 çocuk hakkında halen bir iddianame hazırlanmadığı öğrenildi.

Ekim ayından bu yana Pozantı cezaevinde bulunan çocuklar, aradan geçen bunca zamana karşın haklarında iddianame hazırlanmadığı için mahkemeye de çıkamıyor. Bu nedenle tutukluluk halleri devam eden çocuklar bir nevi bu şekilde infaz ediliyor. Çocuklarının bu şekilde mağdur edilmesine aileleri tepki gösterirken, İnsan Hakları Derneği MYK üyesi avukat Eyüp Sabri Öncel de çocukların daha fazla mağdur edilmemesi için iddianamenin biran önce hazırlanması gerektiğini söyledi.

“ÇOCUKLARIMIZ AÇILIK GREVİNDE”

ANF’ye konuşan 16 yaşındaki tutuklu Jiyan Orhan’ın annesi Emine Orhan, her hafta cezaevine ziyaretine gittiğini ve oğlunun çok kötü koşullarda kaldığını söyledi. Jiyan ve arkadaşlarının açlık grevinde olduğunu belirten anne Orhan, çocukların daha fazla mağdur olmaması için tutuksuz yargılanması gerektiğini ifade etti. Çocuğu hakkında iddianamenin halen hazırlanmamasına tepki gösteren anne, “Çocuğum adam öldürseydi bu kadar sürede yine mahkemeye çıkarırlardı, yargılama aşamasına geçilmeden bu kadar uzun tutuklu kalmaları yargısız infazdan farksız” diye konuştu.

120 ÇOCUK TUTUKLANDI

Bu arada, Mersin’de son bir yıl içerisinde ‘Polise taş attıkları’ ve ‘gösterilere katıldıkları’ gerekçesiyle 120 çocuk tutuklandı.

Mersin’de hiçbir dönem bu kadar kişinin gözaltına alınmadığını belirten İHD Mersin Şube Başkanı Ali Tanrıverdi, Mersin polisinin Kürt çocuğu avına çıktığını ve gözaltısız gün olmadığını söyledi.

HALK TEDİRGİN

Mersin’de gözaltısız günün olmadığını dile getiren Tanrıverdi, gözaltına alınan ve tutuklanan kişilerin basın açıklaması yapmak ve demokratik eylemlere katılmaktan başka bir şey yapmadıklarını vurguladı.

Gözaltına kötü muamelelerin olduğunu ve bu yönde kendilerine çok sayıda başvuru olduğunu aktaran Tanrıverdi, gözaltıların, “Tutuklanmaların yoğun olmasından kaynaklı halkta ciddi bir tedirginlik oluştu” dedi.

Fetullah Gülen'in 'Yaşatma İdeali'ne 5 Yıldızlı Otel, Amet Şık'a Cezaevi

ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki çiftliğinde yaşayan Fethullah Gülen'in “Yaşatma İdeali” isimli kitabının tanıtımı 5 yıldızlı bir otelde yapıldı, oysa İmam’ın Ordusu’nu yazan Ahmet Şık kitabının tanıtımını bile yapamadan cezaevine konuldu. Beş yıldızlı otelde sunulan Gülen’in “Yaşatma İdeali” nedir?

Sık sık “mütevazi” bir yaşamdan bahsetseler de, cepleri dolmuş bir şekilde beş yıldızlı bir otelde kitap tanıtımı yapmaları şaşırtmadı.

Özellikle insanların en çok cezaevlerine doldurulduğu, katliam fermanlarının yapıldığı, kimyasal gazlarla insanların katledildiği, sivillerin tonluk bombalarla paramparça edildiği bir dönemde Gülen’in “Yaşatma İdeali” ne anlama geliyor? Bu manipülasyonların altındaki gerçek ideal, Gülen’in söylemleri ve pratiğinde açık bir şekilde anlamını buluyor.

Nil Yayınları'ndan çıkan kitap için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Ceylan Intercontinental Otel'de panel düzenledi. Panelin moderatörlüğünü Mehmet Altan'ın yapması dikkat çekerken, Şahin Alpay ve Ali Bulaç konuşmacı oldu.

Fethullah Gülen de okyanus ötesinden bir mektup göndererek paneli düzenleyenlere teşekkür etti: "Bu paneli düzenleyen heyete, her biri pek kıymetli bir fikir mimarı olan saygıdeğer konuşmacılara ve programa iştirak eden herkese, bütün insanlığın huzuru için mutlaka hayata geçirilmesi gereken 'Yaşatma İdeali' konusunun teşrihi istikametindeki katkılarından dolayı çok teşekkür ederim. Bendenize ait bir kitapçığın neşri dolayısıyla bir araya gelinmiş olmasının, mevzuun ehemmiyetine gölge düşürebileceği endişesini taşısam da, adı ve vesilesi ne olursa olsun, genel manada cihan sulhu ve hususi planda ülkemizin huzuru için anahtar veya şifre sayılabilecek bir mefhumun ele alınacağı bu toplantıda emeği bulunanlara ve siz kıymetli katılımcılara saygılarımı, selamlarımı sunarım."

GÜLEN’E 5 YILDIZLI OTEL, AHMET ŞIK’A CEZAEVİ

Her dönem katliamcı ve baskıcı hükümetlerin yanında yer alarak suçlarına ortak olan Fethullah Gülen hareketi, Kürdistan’da asimilasyon ocakları açarak, beyaz katliamın mimarlığını üstlendi. Orta Asya’da ise, eski istihbaratçıların ifadeleri ve ortaya çıkan bilgilere göre, kendi okulları CIA için arka bahçe rolünü oynadı ve oynamaya devam ediyor.

Panelistlerin “Yaşatma İdeali”nden ne anladığı bilinmez ama, Gülen’in kendi ifadeleri, geçmişteki pratikleri, şu anki suç ortaklığı, gerçek idealinin ne olduğunu açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Ülkede “dokunanın yandığı”, kendisine ve birlikte hareket ettiği hükümetini eleştirenlerin cezaevlerin tıkıldığı artık gizli bir durum değil. Gülen’in “Yaşatma İdeali” 5 yıldızlı otelde tanıtılırken, “İmam’ın ordusu”nun yazarı Ahmet Şık cezaevinde gün sayıyor. Değil tanıtımının yapılması, daha çıkmadan toplatılan bir kitap bu.

YAŞATMA İDEALİ Mİ KATLİAM MI?

Daha bundan birkaç hafta önce, 28 Aralık’ta 34 sivil Roboski’de acımasız bir şekilde katledildi. Bu katliam AKP/Gülen iktidarında oldu. Aynı koalisyon, 100 gazeteciyi cezaevlerine tıktı, yetmedi yüzlerce seçilmiş, yüzlerce çocuk, kadın, sendikacı, öğrenci, insan hakları savunucusunu cezaevlerine doldurdu.
Fethullah Gülen, geçen yılın son aylarında yayınlanan görüntülerinde kullandığı ifadeler en katliamcı, militarist ve ırkçı ifadeler olarak kayda geçmişti: “30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, feryatlarını figan sar, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir.”

İsmail Beşikçi’den İbrahim Güçlü’ye Mektup -3

İsmail Beşikçi, Kürdistan üzerine bilimsel araştırmaları ve kitapları nedeniyle yıllarca hapis yattı, zulüm gördü, görüşlerinden taviz vermesi için baskı gördü. Ancak, Beşikçi, bir bilim adamı olarak gerçekleri araması ve dile getirmesi nedeniyle sadece Türk devleti tarafından hedeflenmedi, görüşlerinden vazgeçmesi için sadece onların baskılarını yaşamadı. Kendisine “devrimci”, “sosyalist”, “Kürdistan davası sahibi” sıfatlarını takan bir takım kişi ve çevreler de Dr. İsmail Beşikçi’yi bu görüşlerinden dolayı, hedef haline getirdiler, bunlardan vazgeçmesi için çok çeşitli yol ve yöntemlere başvurdular. Bu çabaların çarpıcı bir örneğini Beşikçi bundan 22 yıl önce İbrahim Güçlü’ye yazdığı bir mektupta dile getirdi.

Bugün Roboski katliamını bile PKK’nin yaptığını iddia edece kadar ileri giden İbrahim Güçlü’ye Beşikçi’nin yıllarca önce gönderdiği mektup önce Serxwebun dergisinde yayınlandı. Beşikçi’nin bu uzun mektubu aynı zamanda yakın dönem tarihine ışık tutuyor. Beşikçi Hoca’nın mektubunu (arabaşlıkları ekleyerek) olduğu gibi yayınlıyoruz.

KÜRT TOPLUMUNUN EN ÇÜRÜMÜŞ KESİMLERİYLE İŞBİRLİĞİ YAPTILAR

Yıl 1984, Ekim ayının başları. Kürt gerillalara karşı "Güneş Harekatı" başlatılıyor. Türk Cumhurbaşkanı Kenan Evren, büyük bir gazeteci kalabalığı eşliğinde Hakkari bölgesinde dolaşıyor. Şemdinli'de Kürt halkının gözünün içine baka baka herkesin Türk olduğunu, Türklüğü kabul etmeyenlerin "kansız", "hain" olduklarını söylüyor. Kürdistan'ı hep bu Türk sömürgecileri¬nin yönettiğini hiç unutmamak gerekir. Kürtler için esas utanç budur. Böyle bir utanç karşısında, PKK'nin düşüncesi ve eylemi karanlıkları yırtan bir aydınlıktır. Kokuşmuş bataklıktaki baharyeli gibidir. PKK bu sular için kanallar açmaktadır.

Kürt halkı demokrasiyi hiç yaşamadı. Kürdistan'ı devletlerarası sömürge sistemi içinde tutan devletler, Kürt ulusunun, ulusal, devrimci ve demokratik mücadelesini engelleyebilmek için, Kürt toplumunun en çürümüş kesimleriyle işbirliği yaptılar. O çürümüş sınıfları ve tabakaları ayakta tutabilmek için büyük bir çaba harcadılar. Bunlarsa, demokrasiye, Kürt halkının uyanmasına düşman olan sınıf ve tabakalardır. Eğer bir şeyh müritlerinden belirli bir çıkar elde ediyorsa, oraların uyanmasını elbette istemez. Toprak sahipleri de öyle. Fakat bu gerici sınıfları ayakta tutan sömürgeci devletin bizzat kendisidir. Kürt toplumunda demokrasiyi kurmak ve geliştirmek elbette esas olmalıdır. Çoğulculuğa önem vermek elbette esas olmalıdır. "En doğrusu biziz, bizden başka doğru yok" diyerek ötekileri boğmaya, yok etmeye çalışmak çok yanlış bir tavır ve davranıştır. PKK'den de bu hayati ilkelere dikkat etmesi elbette istenmelidir. PKK'nin buradaki görevi, öteki Kürt örgütlerine nazaran daha da büyüktür. PKK'nin sorumluluğu daha da büyüktür.

PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ile ilgili olarak da birkaç şey söylemek istiyorum. Abdullah Öcalan, 1970'li yılların sonlarında Apocu önderlerden biriydi. 15 Ağustos 1984 Atılımı'na kadar ise, PKK'nin önemli bir lideriydi. 15 Ağustos Atılımı'ndan sonra durum tamamen değişmiştir. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, artık, Kürt halkının bir lideridir, önderidir. Bunu, köylülerin, işçilerin, öğrencilerin, kadınların tavır ve davranışlarından, konuşmalarından anlamak mümkündür. Abdullah Öcalan, artık, Kürt halkının bir umududur. Omuzlarında milyonlarca Kürdün sorumluluğunu taşımaktadır. Abdullah Öcalan'ı artık, PKK'nin önderi, PKK'nın Genel Sekreteri olarak değerlendirmemek gerekir.

‘KAÇ GERİLLAYI DONATTIN’

Değerli kardeşim, çok önemli konularda ortak düşüncelerimiz olduğunu biliyorum. Bugün de bu böyle. Yekitiya Sosyalist'i ilgiyle izliyorum. Fakat, PKK ve Başkan Apo hakkında neden bu kadar ters düştüğümüz, doğrusu bana büyük bir hüzün veriyor. Üstelik bu sadece senin düşüncen, tavır ve davranışın değil, Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenliler genel olarak böyle düşünüyorlar. Başkan Apo'yu küçümsemeye çalışıyorlar. Gerek PKK'yi, gerek Başkan Apo'yu çok çirkin kavramlarla suçlamaya çalışıyorlar. Bunları kabul edilmez buluyorum. Büyük bir yanılgı var. Fakat son yıllar içinde bu düşüncelerde, tavır ve davranışlarda çok önemli değişiklikler olduğunu izlemek de mümkündür.

Burada şunu da belirtmeliyim: Devrimci Doğu Kültür Ocakları mensubu, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi mensubu arkadaşlarımızın çocukları, 20'li yaş çağlarını yaşayanlar, daha küçük olanlar, genel olarak hep PKK'de yer almaktadırlar. Bizleri 20-25 yıl kadar hep Kürt öğrenciler ararlardı. Şimdi, köylü, işçi, esnaf, serbest meslek sahipleri, ev kadınları, pek çok kişiyle tanışıyoruz. Herkeste büyük bir heyecan var. Kürdistan, artık eski Kürdistan değil. Bugünkü aşamaya nasıl gelindi acaba? Binlerce şehit var. Arkadaşlarımızın çocukları olan pek çok gerilla var. Bazı arkadaşlarımızın torunları gerillada. Hepsi Kürt ulusu için, Kürdistan için savaşıyor. Bugün Kürdistan'da her alanda gerilla var, her alanda şehit var. Bu heyecan nasıl oluştu?

Peki, ben sana bir soru sorayım. Şimdiye kadar kaç gerilla donattınız?

Türk İçişleri Bakanlarından biri şöyle demişti: "Doğu'da dağları koruyan jandarma değil, jandarmanın korkusudur. Bu korkunun etkili bir şekilde sürdürülmesi için her türlü önlem alınmalıdır." Bugün Kürdistan'da bu korku kırılmıştır. Bu korkunun kırılmasında PKK'nin düşünce ve eyleminin çok büyük rolü olduğu tartışılmazdır. Korku kırıldıkça Kürt halkı, Kürt halk yığınlarının ruhsal yapısı derinleşmektedir. Dirençli, direnen bir kişilik gelişmektedir. Gerillanın bu süreçteki rolü açıktır. Tekrar sorayım: Şimdiye kadar kaç gerilla donattınız?

11. Kürt gerillalarının, büyük bir fedakarlık, özveri ve vefakarlık örneği gösterdiğini çeşitli vesilelerle ifade etmiştim. Bu sürecin beni çok duygulandırdığını, bana gurur verdiğini de belirtmeliyim.

‘GERİLLALARA SEVGİM ARTTI’

Sağmalcılar'da, koğuşta, Denge Kürdistan isimli bir dergi vardı. Bu, PKK'nin cezaevi alanındaki örgütünün aylık olarak çıkardığı bir dergidir. Daktilo ile çoğaltılıyordu. Bu dergide orijinal yazılardan çok, Serxwebûn, Berxwedan gibi dergilerde yayınlanmış bazı yazılar yer alıyordu... Bir gün bu dergide yer alan bir hikaye okuyordum. Üç-dört gerillanın bir kış gününde, görev alanlarından kamplarına gidişini anlatıyordu. Kafamı çoktandır kurcalayan birtakım soruların cevabını alabileceğimi düşünüyordum. Gerilla kış vakti soğuğa karşı nasıl önlemler alıyor? Açlığa, uykusuzluğa nasıl dayanıyor? vs. Olay, Botan'da Zağros dağları civarında geçiyor. Şiddetli bir kış hüküm sürüyor. Dondurucu bir soğuk var. Bu soğukta yola çıkmak doğru mu? Gerillalar kamp için şimdi mi yola çıkalım, yarını mı bekleyelim tartışmasını yapıyorlar. Kar yağmaya başlıyor, hava biraz yumuşuyor. Yola çıkıyorlar. Dağlara tırmanıyorlar, ondan sonra vadiye doğru iniş var. Sonra tekrar başka bir dağa tırmanmaları gerekir. Kar duruyor, tipi başlıyor... Sis var. İki metre ötesi görülmez oluyor. Silahları, cephaneleri, öteki yükleri var. Durmadan yokuş çıkıyorlar, yokuş iniyorlar. Dağa tırmanıyorlar, dağdan aşağı iniyorlar. Kamplarına varacaklar. Soğuk durmadan artıyor. Akşam oluyor, ortalık kararıyor. Çığ tehlikesi var. Gerillalardan biri soğukta yürüyemez bir hale geliyor. Ayakları donmuştur. Yoldaşları onunla ilgileniyorlar.

Hikaye böyle sürüp gidiyor. Heyecanla okuyorum. Koğuştayım. Birdenbire soğuktan irkildim. Üşüdüğümü hissettim. Halbuki, koğuşun kapısı, pencereleri var, normal kapalı. Ayrıca koğuşta 60'a yakın insan var. Kendimi gerillaların yerine koyduğumu hissettim. Şöyle düşü-nüyorum: Açlığa, susuzluğa dayanmak mümkün, uykusuzluğa dayanmak bile mümkün. Yol yürüyebilirim, yokuş çıkabilirim, dağa tırmanabilirim, yük taşıyabilirim, fakat soğuğa karşı ayaklarımı nasıl koruyabilirim, soğuğa karşı nasıl dayanabilirim?.. Hikayeyi okurken hep bunları düşündüğümü hissettim. Gerillaların soğukla, açlıkla, susuzlukla, uykusuzlukla nasıl baş edebildiklerini, bunların üstesinden nasıl gelebildiklerini öğrenebilmek için okumayı büyük bir heyecanla sürdürdüm. Kürt gerillalara zaten çok sıcak bir sevgim vardı, daha da arttı.

Kürdistan'a ilişkin düşünceleri, duyguları, beklentileri olmayan insanlar, sarsılmaz bir inanca sahip olmayan insanlar bu tür fedakarlıklara katlanamazlar. Özveri ve vefa göstermezler. Bu cefaların, çilelerin hepsi de Kürdistan içindir, Kürt ulusu içindir. "Hafız Esat'ın maşası" suçlamalarını ve aşağılamalarını çok çirkin buluyorum. Gayri ahlaki buluyorum. Bu mücadelenin, 1984'te, gerillaların donanımı bakımından çok olumsuz koşullarda başladığı da yine büyük bir gerçek. Gerillaların, haritaya, pusulaya, dürbüne, ayakkabıya, uyku tulumuna, vitamin haplarına sahip olmadığını biliyoruz. Veya bunlar çok azdır. Yeteri kadar silah yoktur. Bunları yakından biliyoruz. Arkadaşlara, "Soğuğa karşı nasıl korunuyordunuz, ayaklarınızı nasıl koruyordunuz?" sorularını sık sık soruyordum. "Yün çoraplarımız vardı..." gibi cevaplar veriyorlardı. Halbuki, gerillaların ayakkabısına, başlığına, gözlüğüne kadar mükemmel bir donanımı olmalıdır. Özellikle 1985 yılında bu koşulların çok çok olumsuz olduğunu biliyoruz. Halbuki, örneğin Filistinli gerillalar için durum böyle mi? Bir gerilla haplarla, vitamin haplarıyla günlerce idare edebiliyor. Ve bunları sağlamak Filistinli gerillalar için son derece kolay.

Bugün Kürt gerillalarının donanımı, 1984'e nazaran çok çok ileri. Harita, pusula, dürbün, uyku tulumu gibi araç ve gereçler 1984'e ve 1985'e nazaran çok daha mükemmel...

PKK’Yİ ELEŞTİRİYORUM

12. Yukarıda, 10 numaralı ana paragrafta, 20-25 yıl kadar önce, bizleri sadece öğrencilerin ziyaret ettiğini, günümüzde, köylülerin, işçilerin, çeşitli mesleklerden Kürtlerin, çiftçilerin, ev kadınlarının vs. ziyaret ettiğini belirtmiştim. Köylüler, özellikle onlar, şunları anlatıyorlar: 1960'lı yılların ortalarından itibaren öğrenciler bizim köye gelirlerdi. Bizlere devrim yapalım, derlerdi. Onların bu teklifleri bizleri çok korkuturdu, ürkütürdü, şimdi, günümüzde artık biz mücadele içindeyiz. Siz bu mücadelelerin nasıl başladığını, nasıl sürdüğünü biliyorsunuz. Biz artık, dişimizle, tırnağımızla bu kavganın içindeyiz. Bu kavga sırasında yanımızda o öğrencileri arıyoruz. Onlar yanımızda yoklar, onlara çok ihtiyaç duyduğumuz anlarda onlar yanımızda yoklar...

13. Ben PKK'yi eleştiriyorum. Fakat, daha çok sizlere benzeyen yönlerini eleştiriyorum. Hatırlayacağınız gibi Kürtçeyi de çok iyi bildiğiniz halde, hep Türkçe konuşurdunuz. Sömürgecilerin diline daha bir öncelik verirdiniz. Gerilla bu konuda çok önemli bir değişiklik yapmadı, hatta hiç değişiklik yapmadı. Gerilla savaşı konusunda binbir türlü yaratıcılık gösteren, bu yaratıcılığını günden güne artıran gerillanın Kürtçeye verilen önem konusunda hiçbir değişiklik yapmaması, anlaşılır birşey değil. Nedenini sorduğumuz zaman sizler gibi cevap veriyorlar. "Dostluk" diyorlar, 'Türkçeye dostluk". Halbuki, Kürt halkı şimdiye kadar, Türkçeyle, Türk diliyle, yasaktan, emirden, hakaret¬ten başka bir şey duymadı. Kürt halkının Türk diliyle duyduğu sözcük¬ler hep emir içeriyordu, hakaret içeriyordu. "Hepinizi geberteceğim." "Hepinizi yok edeceğim, öldüreceğim." "Bugün evden dışarı çıkmak yasak!" "Bugün evden dışarı çıkan olursa evi içindekilerle birlikte yakarız." "Bugün tarlaya gidilmeyecek!" "Bugün hayvanları otlatmak yok!" "Arama var, herkes evinden dışarı, evde kalanlar olursa evinizi yakarız, öldürürüz." "Aşağılık Kürtler, Türk devletinin ne kadar büyük olduğunu sizlere kabul ettireceğiz." "Hayvanoğlu hayvanlar", "Aşağılık mahluklar." "Koş!", "Yat!" "Sürün!" "Güzel kadınlarınızı ayırdık, onlarla ayrıca işimiz olacak!"

Kanımca Kürtler, Türkiye'de, Türk diliyle, Türkçeyle, emirden, yasaktan, hakaretten başka hiçbir sözcük, hiçbir güzel sözcük duymadılar. Her gün her gün bunları, benzerlerini duydular. "Kürtler yoktur, herkes Türk’tür." "Kürtçe diye bir dil yoktur, 20-30 kelimesi bile olmayan, ilkel, mahalli bir ağızdır." "Sanıklar Kürtlerden sözederek Türklerin milli duygularını zedeliyorlar." Yeni yeni Kürt sözcüğünü telaffuz etmeye başlayanlar bile, Kürt Devleti düşüncesi, Kürtlerin aleyhinedir, diyorlar. Ortadoğu'da 2 milyon civarındaki ve İsrail işgali altındaki Filistinlilerin bağımsız devlet kurma hakkını savunuyorlar. 23. Arap devletinin gereğini savunuyorlar. Kürt sözcüğünü kullanmaya başlamışlarsa da, Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını görmezden geliyorlar. Ortadoğu'da 30 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olan Kürtlerin bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış halini tartışmaktan uzak duruyorlar. Aynı Amerika Birleşik Devletleri gibi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi Ortadoğu'da statükonun devamını istiyorlar. Statüko Filistinliler için çatlasın, Kürtler için aynen sürsün, diyorlar. Kürtlerin çıkarı statükonun devamındadır, diyorlar.

‘KÜRTÇE KONUŞURSANIZ KÜRT GİBİ DÜŞÜNÜRSÜNÜZ’

Kürtlerin kendi ana dilleriyle dost olmaları, Kürtçe konuşma ve Kürtçe yazma yeteneğini kazanmaları gerekmektedir. Bu çok doğal hakların kullanımı için mazeret aramak yanlıştır.

Dil ile düşünce arasında, çok önemli bir bağ vardır. Kürtçe konuşursanız Kürt gibi düşünürsünüz, Türkçe konuşursanız Türk gibi düşünürsünüz. Kürtler için Kürt gibi düşünmek, veya Türk gibi düşünmek elbette önemlidir. Kürtçeye yeteri kadar değer vermemek, Kürtlerin beyinlerini sömürgeleştirici bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Bir toplumda en ağır tahribat beyinsel sömürgecilik sürecinde ortaya çıkmaktadır. Türk devleti, Kürt insanlarının beyinlerini sömürgeleştirebilmek için her türlü önlemi almaktadır.

Türk mahkemeleri, duruşmalarda ısrarla Kürtçe konuşan Mehdi Zana'ya şöyle bir haber ulaştırmaya çalışıyorlar: "... Mehdi Zana Türkçe konuşsun, iki gün konuşsun, bizonu dinleyeceğiz, istediği gibi konuşsun biz onu dinleyeceğiz, fakat Kürtçe konuşmasın, Türkçe konuşsun..." Kürtçe'ye şiddetle karşı çıkış, Türkçe'yi dayatma, Türkçe'deki ısrar elbette irdelenmelidir. Türk sömürgeci mahkemeleri, Kürtçe'yi de, "Sanık anlaşılmaz, acaip bir dille konuştu..." diye zapta geçiriyor. Mehdi Zana'nın duruşmalarını bu bakımdan ilgiyle izlemek gerekir. Diyarbakır eski Belediye Başkanı Mehdi Zana duruşmalarda ısrarla Kürtçe konuşmaktadır. Tercüman istemektedir. Mehdi Zana'nın 12 Eylül cuntası tarafından görevinden alındığını ve cezaevine konulduğunu yakından biliyoruz.

Kürtçe'ye yeteri kadar önem vermemeleri konusunda bütün Kürtlerin, bu arada, PKK'nin de eleştirilmesi gerekir. Kürt örgütlerinin ve PKK'nin çeşitli konularda eleştirilmeleri, bu eleştirilerin her zaman haklı olduğu anlamına gelmez. Yani eleştiriyi yapanların çok mükemmel bir düzeyde olduklarını göstermez. Örneğin, belki PKK'nin günahı bizim günahlarımızdan çok daha azdır. Fakat toplumsal ve siyasal eleştiri bilgilerimizi zenginleştirmek ve sağlıklı kılmak için vazgeçilmez bir kurumdur. Öte yandan her şeye karşı çıkılarak, her şeyi inkar ederek Kürt tarihinin fakirleşmesine de yol açmamak gerekir.

‘AJAN KAVRAMINA YÜKLENEN ANLAM’

14. Değerli Kardeşim, seninle PKK arasında yoğun tartışmaların olduğunu, senin ajanlıkla suçlandığını da biliyorum. Bu suçlamada "ajan" kavramına farklı bir anlam yüklendiği kanısındayım. Biz, ajan deyince daha çok, Milli İstihbarat Teşkilatı adına ve gizli çalışan ve kuşkusuz Kürtlerin aleyhine, devrimcilerin, solcuların aleyhine çalışan bir kişiyi anlıyoruz. Bu anlamda Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi kişilerin ajan olamayacaklarını arkadaşlara uzun uzun anlatmaya çalışan bir kişiyi anlıyoruz. Bu anlamda Kemal Burkay, İbrahim Güçlü gibi kişilerin ajan olamayacaklarını arkadaşlara uzun uzun anlatmaya çalıştım. Bu tür işler, bu kişiler için en son yapacakları işler değil, hiç yapamayacakları bir iştir. Fakat "ajan" kavramına farklı anlamlar yüklenince herkes ulu orta bir şekilde suçlayabiliyor.

15. Önemli bir konuyu daha belirtmek istiyorum.

a) 1 Ekim 1988 tarihli ve PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik) imzalı bir bildiri var. Bu bildiri yayınlandı. Bu bildiri 10 sahifeydi. Bildiri, Tüm PKK'lilere, Yurtsever Kürdistan Halkına ve Bütün İlerici Devrimci Güçlere!" biçiminde bir hitapla başlıyordu. 10 sahifelik bu bildiride, PKK ve gerillalar övülüyor, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ağır bir şekilde suçlanıyordu.

b) 4 Ekim 1988 tarihli bir bildiri daha yayınlandı. PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik) imzalı üç sahi¬felik bir bildiri. Bildiri, "Abdullah Öcalan'a Açık Mektup" başlığını taşıyordu. Bu bildiride de PKK ve gerillalar övülüyor, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ağır bir şekilde suçlanıyor, Hüseyin Yıldırım haklı bulunuyor.

c) 14 Haziran 1989'dan hemen sonra yayınlandığı anlaşılan, PKK-DB imzalı 5 sahifelik bir bildiri daha var. Bu bildirinin, "İşbirlikçi Hainlerin Komplo ve Saldırıları Devrimleri ve Devrimcileri Hiçbir Zaman Susturamamıştır ve Susturamaz" biçiminde bir başlığı var. "Devrimciler, Demokratlar, Yurtseverler, Kürdistanlılar" biçiminde bir hitap ile başlıyor. Bu bildirinin metni içinde yer alan, 'Tüm Parti Kadroları, Taraftarlar, Yurtseverler', "Halkımızın Dostları, Devrimciler, Demokratlar, İlericiler" biçiminde yazılan ara başlıkları da var. Bu bildiri "Kahrolsun İşbirlikçi Tasfiyeci İhanet!", "Kahrolsun Faşist Türk Sömürgeciliği ve Emperyalizm!", "Hiçbir Karşı Devrimci Girişim ve Saldırı Kürdistan Halkının Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Savaşının Zafere Ulaşmasını Engelleyemeyecek!", "Yaşasın PKK, ERNK, ARGK Önderliğindeki Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi" şeklinde ifade edilen sloganlarla bitiyor. Bu bildirinin temel amacı da PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak oluyor. Gerillalar ve PKK övülüyor gözükülerek, Genel Sekreter Abdullah Öcalan eleştiriliyor diyemiyorum. Bildirinin amacı eleştirme değil, aşağılama, suçlama...

d) Burada Şoreşa Kürdistan isimli bir yayından daha söz etmek gerekiyor. 38 sahifelik bir dergi. İlk iki sayfası elimde yok. Bu kapak olmalı.

Dergi, 'Yeniden Çıkarken" bölümünde, "... Şoreşa Kürdistan’ın ilk sayısı tam 6 yıl önce 1983 tarihinde çıktı" deniyor. Yine aynı bölümde iki yıl içinde 6 sayı kadar yayınlandığını, 1985'de yayın hayatına son verdiğini yazıyor. Yeniden yayına 1989'un ortalarında veya sonlarında başlamış kabul edilebilir. Bu, 1989'un Mart ayı da olabilir. Çünkü Newroz'dan söz eden bir yazı da var.

'Yeniden Çıkarken" başlıklı bu bölümde, Lenin'in teori ve pratik konusundaki düşünceleri dile getiriliyor. "PKK'nin tepesine çöreklenmiş önderlik" suçlanıyor. "Yeniden Çıkarken" başlıklı bölüm "Şoreşa Kürdistan’da yeniden el ele Kürdistan'da Yükselen Bağımsız, Özgür ve Sosyalist Geleceğe" sloganlarıyla sona eriyor, (s. 3-5)

Daha sonra, (s. 6-8) arasında şöyle bir yazı var: "İsyan ve özgürlük ateşini bir kez daha yaktık / Direnişin içinde bir kez daha doğduk... Selam olsun çağdaş Newroz Meşalemiz Mazlum Doğan Yoldaş'a / Selam olsun bağımsızlığı ve özgürlüğü için çarpışan yiğit Kürdistan halkına / Selam olsun önderimiz PKK, ARGK ve ERNK'ye!" Yazıda Mazlum Doğan'ın düşüncesi ve eylemi övülüyor. Yazı, "Her şey, bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan için! Her şey ulusal kurtuluş cephemizin yeniden örgütlendirilip geliştirilmesi için!" sloganlarıyla sona eriyor.

Şoreşa Kürdistan’ın 9-27 sahifeleri arasında, Tasfiyeci hain önderlik ve dayanaklarına karşı devrimci çizgiden sapmadan PKK bayrağını yükseltelim" başlıklı bir yazı var. Bu yazının temel amacı, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı aşağılamak ve suçlamak, PKK'yı, gerillaları över gözükmek...

28-31 sahifeleri arasında PKK-DB imzalı bir yazı var. Bu yazı, 'Yurtsever Kürdistan Halkı! Devrimciler, Demokratlar" hitabıyla başlıyor. "Kahrolsun Emperyalizm, sömürgecilik ve Yerel Gericilik!", "Kahrolsun Tasfiyeci İhanet!", "Yaşasın Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi!", "Yaşasın UKH'mızın şanlı önderi PKK ve O'nun Devrimci Çizgisi!" sloganlarıyla sona eriyor. Bu yazının temel amacı da PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ı suçlamak, onun etkinliğini kırmak oluyor.

32-36 sahifeleri arasında, Av. Hüseyin Yıldırım tarafından yazılmış bir yazı var. Yazının başlığı şöyle: "PKK Kadrolarına, Yurtsever Kürdistan Halkına ve Tüm Devrimci-Demokrat Kamuoyuna!" Bu yazıda PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan bizzat Av. Hüseyin Yıldırım tarafından suçlanmaktadır. Bu yazılarda sık sık M. Ali Birand'ın adı geçmektedir.

Şoreşa Kürdistan’ın 37 ve 38. sahifelerinde, "Kucağa oturup sa¬kal yolarak kahramanlık taslayanlara, PKK kadroları gereken cevabı veriyor" başlıklı bir yazı var. Hedef yine PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan.

‘BUNLAR TÜRK DEVLETİNİN SUÇLAMALARI’

e) Yukarıda a, b, c, ve d paragraflarında bazı yayınlardan sözettim. Bu yazılarda PKK övülerek veya övülür gözükerek PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan suçlanmaktadır, aşağılanmaktadır. Bu yazılarla ilgili olarak iki şey söylemek istiyorum. İki hususu vurgulamak gerekiyor. Birincisi şu: PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ile ilgili olarak yapılmış hiç bir düşünceye, hiç bir suçlamaya katılmıyorum. Bunlar Türk devletinin suçlamaları, MİT’in suçlamaları... MİT’in bir şubesi gibi çalışan Türk basınının suçlamaları. Türk sömürge yönetiminin, Türk siyasal partilerinin suçlamaları vs. Bu suçlamaların, bu aşağılamaların hiç bir ağırlığı yoktur. PKK ve PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan et ve tırnak gibi birbirleriyle bütünleşmişlerdir. Bu organik birliği bölmeye, parçalamaya çalışmak için yoğun bir çaba harcandığı açıkça görülmektedir. Kanımca bu boş bir çabadır. Ciddiye alınamaz.

Yukarıda üç numaralı ana paragrafın (e) bölümünde itirafçı Şahin Dönmez'in bir açıklamasına değinmiştim. Burada aynı kişinin bir açıklamasına daha değinmek gerekiyor. İtirafçı Şahin Dönmez, "Apo’yu yok etmeden PKK'yı yok edemezsiniz" diyor. PKK'nın tamamını yok etseniz, geriye bir tek Abdullah Öcalan kalsa o yine bir PKK yaratır, diyor. Bu Abdullah Öcalan ile PKK arasında, güçlü bir organik bağın olduğunu gösteriyor. Yüzyıl dergisinin 21 Ekim 1990 tarihli 12. sayısındaki açıklamalarda da benzer özelliklerin vurgulandığını görmek mümkündür. (Mit'te Kürtlere Özerklik Brifingi) kapaklı sayı.

Vurgulamaya çalıştığım ikinci husus da şu: Senin yazılarında da benzer suçlamalar, benzer düşünceler var. Gerek mektupta, gerek Yekita Sosyalist'te bunları izlemek mümkündür. Senin düşüncelerinin ve suçlamalarının da yukarıdakilere benzemesini bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum.

f) Son olarak bir bildiriden söz etmek istiyorum. PKK-DB (Partiyi Korumak ve Direnişi Yükseltmek İçin Devrimci Birlik Adına Dersimliler Grubu) imzalı 2 sahifelik bir bildiri, 1990 yılı başlarında yayınlanmış.

Bu bildiri, "Yurtsever Kürdistan Halkına ve Bütün İlerici Devrimci Güçlere! Devrimci kisve altında mücadelemizi tasfiye etmek için Hüseyin Yıldırım yoldaşı öldürtmek isteyen Apo'nun provokasyonuna gelmeyelim!" diye başlıyor. M. Ali Birand'dan söz ediyor. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan suçlanıyor, Av. Hüseyin Yıldırım övülüyor. Bildiri, "Yaşasın Ulusal Kurtuluş Mü¬cadelemize İnanmış, İlerici ve Devrimci Güçler! Kahrolsun Tasfiyecilik, Teslimiyetçilik, İhanet ve Mücadelemizi Engelleyici Her Türlü Giri¬şim!" gibi sloganlarla sona eriyor.

Bu bildirinin Kürdistan'da dağıtılmasına devletin göz yumduğunu yakından biliyorum. Hatta inanılır ve güvenilir bazı arkadaşlar bu bildirinin devlet tarafından çoğaltılarak, ajanlar aracılığıyla dağıtıldığını ifade ediyorlar. Senin suçlamalarının da bu bildirilerde yer alan suçlamalara benzemesi karşısında rahatsızlık duyduğumu, hüzün duyduğumu belirtmeliyim.

‘ÖCALAN’IN SAĞLIĞI BÜTÜN KÜRTLERİ İLGİLENDİRMEKTEDİR’

Son mektubunda, yazılarında, PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan için "Hasta bir adam", portresi çiziyorsun. Biz arkadaşımızın hasta olmadığını, sağlıklı bir ruhsal ve bedensel yapıya sahip olduğunu biliyoruz. Kaldı ki, kanımca Abdullah Öcalan, PKK Genel Sekreteri olarak görülmemelidir. Abdullah Öcalan artık, bütün Kürt halkının umududur. Omuzlarında milyonlarca Kürt halkının sorumluluğunu taşımaktadır. Yukarıda 10 numaralı ana paragrafta bunu ifade etmeye çalışmıştım. Bu bakımdan PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın sağlığı bütün Kürtleri ilgilendirmelidir.

16. Kürdistan'a ilişkin bilgi üretmeye çalışan kişilerin son derece özgür bir ortamda çalışmaları gerektiğini, kafalarının özgür olması gerektiğini biz ifade ediyoruz. Bunun çok önemli bir prensip olduğunu belirtiyoruz. Kimin bilime ihtiyacı varsa o üretir. Kürtlerin bilime ihtiyacı çok büyüktür, diyoruz. Benim çabalarım kuşkusuz bu doğrultudadır. Eğer bu prensipleri iyi uygulayamıyorsam, bunu benim eksikliğimde aramak gerekir. Olayları, olgular arasındaki ilişkileri kavrayışımdaki eksikliğimde aramak gerekir. Başka arkadaşların bu prensipler doğrultusunda çok daha değerli çalışmalar yapacağından hiç kuşku duymuyorum.

Eleştiri elbette temeldir. Ve ben bu eleştirilerden çok memnunum. Çünkü her eleştiri, eleştirilen insanda yeni yeni ufuklar açar. Onun düşüncelerini, tavır ve davranışlarını etkiler. Bu ifade edilsin veya edilmesin böyledir. Fakat şu da önemlidir İnsanlar kendi yanlışlarına zaman içinde bizzat kendileri varıyorlarsa, bu çok daha değerlidir. Örneğin 1960'lı yılların sonlarında yazılan, iki kere basılan, Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller isimli kitaptaki yanlışların farkına bizzat kendim vardım. 1971 Doğu Duruşmaları bu yanlışların bilincine varmamızda çok büyük rol oynadı. Ve bu kitap 1974'ten sonra bir daha basılmadı. Daha doğrusu basılmasına izin vermedik çok istenmesine rağmen...

PKK'nin beni harcayacağı endişesi var. Senin gibi düşünen arkadaşlarda bu endişe yaygın. Bu endişe haklı değil. PKK'nin düşüncesinin ve eyleminin bizlere heyecan verdiğini yukarıda etraflı bir şekilde anlatmaya çalıştım. PKK, Devrimci Doğu Kültür Ocakları kökenli arkadaşların aksine, 60'lı, 70'li ve 80'li yaş çağlarını yaşayan Kürtlere de çok büyük bir heyecan veriyor. Ben bunun örneklerini yakından gördüm. 15 Ağustos 1984 Atılımından sonra canlanan, dipdiri olan, konuşmaya başlayan pek çok insan tanıyorum. Bunların önemli bir kesimi de KDP’li. Halil ağa, 15 Ağustos Atılımının cereyan ettiği günlerde hastaydı, yataktaydı. 15 Ağustos Atılımını Eruh'da hasta yatağından izledi. Yeğenleri, torunları ona her şeyi anlattılar. 3-4 gün sonra öldü. Ölürken çok mutluydu. "Allah bana bu günleri de gösterdi" diyerek öldü.

‘PKK İLE İLİŞKİLERİMİZ ÖRGÜTSEL DEĞİL, GÖNÜL BİRLİĞİNE DAYANIYOR’

PKK ile, PKK'li arkadaşlarla dostluğu geliştirmek bizim elbette önemli bir amacımız. Bizim PKK ile ilişkilerimiz gönül birliğine, ruh birliğine, yürek birliğine, beyin birliğine dayanıyor. "Harcamak", "harcanmak" çok yanlış kavrayışlar. Bütün bunlara rağmen, yanlış tavır ve davranışlar gelişirse ve bunlar bilinçli olarak gelişirse araya biraz mesafe koymak yeterli olacaktır. İlişkilerimiz örgütsel değil, ifade etmeye çalıştım, ilişkilerimiz yürek birliğine, gönül birliğine, beyin birliğine dayanı¬yor. Doğrusu da budur. Bu bakımdan "harcanmak", "harcamak" gibi endişelere kapılmamak gerekiyor. (1) numaralı ana paragrafta bu konuyla ilgili farklı bir endişeyi irdelemiştim.

17. Değerli Kardeşim, sana uzunca bir mektup yazdığımın farkındayım. Eğer, "eli kanlı örgüt", "cinayet şebekesi PKK" gibi suçlamalar yapsaydın sana bu uzun mektubu yazmazdım. Sadece cevap yazmayacağımı belirten çok kısa bir mektup yazardım.

Dikkat edersen, hep PKK'yi konuşuyoruz. Sen bana o uzun mektubunu PKK dolayısıyla yazdın. Ben de sana cevap veriyorum. PKK'den sözediyorum. Öyleyse, PKK kendisiyle ilgili olarak yazılan her şeyden haberdar olmalıdır. Özellikle kendisi hakkındaki suçlamaları PKK bilmelidir. Bu bakımdan mektubunun bir suretini ve bu cevabı PKK'li arkadaşlara da verdim. Bunu bir görev bildim.

Sana, Gülfer'e, Mustafa'ya, Mustafa'nın çocuklarına, hepinize selam ve sevgilerimi yolluyorum. Sağlık, mutluluk ve başarılar diliyorum. Sağlık, mutluluk ve başarı haberlerinizi beklerim.

Ankara, 19 Kasım 1990