Ayhan BİLGEN
Türkiye birçok açıdan doksanlı yılların tekrarını yaşıyor. Yirmi yıl önce Uğur Mumcu öldürüldüğünde Ankara’da mahşeri bir kalabalık vardı ve öfkenin hedefine İran konulmuştu. Güldal Mumcu yeni yayınladığı anılarda, dönemin sorumlu savcısından aktardığı paylaşımda İran değil, Türkiye derin devletine işaret ediyor.
Bu tür operasyonlar için hiçbir devleti peşinen aklamak ve falanca devlet 'asla böyle bir şey yapmaz' demek mümkün değildir. Ama aynı şekilde henüz net bir tablo ortaya çıkmadan ve muhtemelen aydınlığa kavuşması, ulaşılan bulguların kamuoyu ile paylaşılması pek kolay görülmeyen vakalarda daha baştan bir ülkeyi işaret eden açıklamalar yapmak, manipülasyon üreten servislere hizmet eder.
Şimdi de Paris’te katledilen üç Kürt kadınının cenazeleri omuzlarda ülkeye dönüyor. 'Provokasyon' yaygarasına rağmen büyük bir sahiplenme yaşanıyor ve yine katliamın faili olarak İran gösteriliyor. Tek gerekçe Kürtlerle Türkiye’nin barış sürecinden İran’ın rahatsızlık duyacağı tezine dayanıyor. Kürt sorununu uluslararası güçler gibi bölge devletleri de birbirleri aleyhinde kullanmaya çalışmıştır. Ancak bu genellemeden hareketle daha baştan İran’ın adres gösterilmesi çok daha tehlikeli süreçlere zemin oluşturacaktır.
Kürtlerin payına hep savaşın düşmesi, Türkiye ile değilse, Irak’la, Suriye ile ya da İran’la savaşmak zorunda bırakılmaları tarihi bir planlama olarak önümüzde durmaktadır.
Kürtlerin bölgesel barış ve ittifaklara aracılık etmesi yerine mutlaka bir savaşa taraf kılınmak istenmesi son derece önemlidir. Ancak belki en az bunun kadar önemli bir başka nokta ise savaşılacak muhatap olarak İran’ın seçilmesidir.
İran’ın bölgede yaşanan genel gelişmelere rağmen Kürtlere karşı bir cephe açma isteği içinde olması son derece zayıf bir ihtimaldir. İran, Kürtlerin ölümle tehdit edilerek müttefik kılınamayacağını en iyi bilen ülkelerden birisidir. Zaman zaman gündeme getirilen “idam” kararları, böyle bir akıl tutulmasından İran’ın da beri tutulamayacağını göstermektedir.
Son dönemde muhafazakar basın kuruluşlarının İran aleyhtarı yayınlarında yaşanan yoğunlaşma dikkat çekicidir. İran’ın tarihi olarak 'Osmanlı devletine düşman olduğu, Şia inancının sapık bir inanış olduğu' söylemleri köşe yazılarında, haberlerde oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Önümüzdeki günlerde İran ile Türkiye ya da İran ile Kürtler arasında büyük bir savaşın yaşanmamasının en büyük güvencesi, Türkiye’nin kendi Kürtleri ile iç barışını tesis etmesidir.
Bunu sabote edecek bir irade arayanlar önce aynaya bakmalıdır. Kandil’e operasyon düzenlemenin barış görüşmelerini sabote edeceğini görmeyip, Kürt halkının çocuklarının cenazesine sahiplenmesinde provokasyon arayanlar önce kendi alışkanlıklarını sorgulamalıdır.
Türkiye birçok açıdan doksanlı yılların tekrarını yaşıyor. Yirmi yıl önce Uğur Mumcu öldürüldüğünde Ankara’da mahşeri bir kalabalık vardı ve öfkenin hedefine İran konulmuştu. Güldal Mumcu yeni yayınladığı anılarda, dönemin sorumlu savcısından aktardığı paylaşımda İran değil, Türkiye derin devletine işaret ediyor.
Bu tür operasyonlar için hiçbir devleti peşinen aklamak ve falanca devlet 'asla böyle bir şey yapmaz' demek mümkün değildir. Ama aynı şekilde henüz net bir tablo ortaya çıkmadan ve muhtemelen aydınlığa kavuşması, ulaşılan bulguların kamuoyu ile paylaşılması pek kolay görülmeyen vakalarda daha baştan bir ülkeyi işaret eden açıklamalar yapmak, manipülasyon üreten servislere hizmet eder.
Şimdi de Paris’te katledilen üç Kürt kadınının cenazeleri omuzlarda ülkeye dönüyor. 'Provokasyon' yaygarasına rağmen büyük bir sahiplenme yaşanıyor ve yine katliamın faili olarak İran gösteriliyor. Tek gerekçe Kürtlerle Türkiye’nin barış sürecinden İran’ın rahatsızlık duyacağı tezine dayanıyor. Kürt sorununu uluslararası güçler gibi bölge devletleri de birbirleri aleyhinde kullanmaya çalışmıştır. Ancak bu genellemeden hareketle daha baştan İran’ın adres gösterilmesi çok daha tehlikeli süreçlere zemin oluşturacaktır.
Kürtlerin payına hep savaşın düşmesi, Türkiye ile değilse, Irak’la, Suriye ile ya da İran’la savaşmak zorunda bırakılmaları tarihi bir planlama olarak önümüzde durmaktadır.
Kürtlerin bölgesel barış ve ittifaklara aracılık etmesi yerine mutlaka bir savaşa taraf kılınmak istenmesi son derece önemlidir. Ancak belki en az bunun kadar önemli bir başka nokta ise savaşılacak muhatap olarak İran’ın seçilmesidir.
İran’ın bölgede yaşanan genel gelişmelere rağmen Kürtlere karşı bir cephe açma isteği içinde olması son derece zayıf bir ihtimaldir. İran, Kürtlerin ölümle tehdit edilerek müttefik kılınamayacağını en iyi bilen ülkelerden birisidir. Zaman zaman gündeme getirilen “idam” kararları, böyle bir akıl tutulmasından İran’ın da beri tutulamayacağını göstermektedir.
Son dönemde muhafazakar basın kuruluşlarının İran aleyhtarı yayınlarında yaşanan yoğunlaşma dikkat çekicidir. İran’ın tarihi olarak 'Osmanlı devletine düşman olduğu, Şia inancının sapık bir inanış olduğu' söylemleri köşe yazılarında, haberlerde oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Önümüzdeki günlerde İran ile Türkiye ya da İran ile Kürtler arasında büyük bir savaşın yaşanmamasının en büyük güvencesi, Türkiye’nin kendi Kürtleri ile iç barışını tesis etmesidir.
Bunu sabote edecek bir irade arayanlar önce aynaya bakmalıdır. Kandil’e operasyon düzenlemenin barış görüşmelerini sabote edeceğini görmeyip, Kürt halkının çocuklarının cenazesine sahiplenmesinde provokasyon arayanlar önce kendi alışkanlıklarını sorgulamalıdır.