19 Ocak 2013 Cumartesi

Omuzlarda Dönenler ve İran’a Yönelenler

Ayhan BİLGEN

Türkiye birçok açıdan doksanlı yılların tekrarını yaşıyor. Yirmi yıl önce Uğur Mumcu öldürüldüğünde Ankara’da mahşeri bir kalabalık vardı ve öfkenin hedefine İran konulmuştu. Güldal Mumcu yeni yayınladığı anılarda, dönemin sorumlu savcısından aktardığı paylaşımda İran değil, Türkiye derin devletine işaret ediyor.

Bu tür operasyonlar için hiçbir devleti peşinen aklamak ve falanca devlet 'asla böyle bir şey yapmaz' demek mümkün değildir. Ama aynı şekilde henüz net bir tablo ortaya çıkmadan ve muhtemelen aydınlığa kavuşması, ulaşılan bulguların kamuoyu ile paylaşılması pek kolay görülmeyen vakalarda daha baştan bir ülkeyi işaret eden açıklamalar yapmak, manipülasyon üreten servislere hizmet eder.


Şimdi de Paris’te katledilen üç Kürt kadınının cenazeleri omuzlarda ülkeye dönüyor. 'Provokasyon' yaygarasına rağmen  büyük bir sahiplenme yaşanıyor ve yine katliamın faili olarak İran gösteriliyor. Tek gerekçe Kürtlerle Türkiye’nin barış sürecinden İran’ın rahatsızlık duyacağı tezine dayanıyor. Kürt sorununu uluslararası güçler gibi bölge devletleri de birbirleri aleyhinde kullanmaya çalışmıştır. Ancak bu genellemeden hareketle daha baştan İran’ın adres gösterilmesi çok daha tehlikeli süreçlere zemin oluşturacaktır.


Kürtlerin payına hep savaşın düşmesi, Türkiye ile değilse, Irak’la, Suriye ile ya da İran’la savaşmak zorunda bırakılmaları tarihi bir planlama olarak önümüzde durmaktadır.


Kürtlerin bölgesel barış ve ittifaklara aracılık etmesi yerine mutlaka bir savaşa taraf kılınmak istenmesi son derece önemlidir. Ancak belki en az bunun kadar önemli bir başka nokta ise savaşılacak muhatap olarak İran’ın seçilmesidir.


İran’ın bölgede yaşanan genel gelişmelere rağmen Kürtlere karşı bir cephe açma isteği içinde olması son derece zayıf bir ihtimaldir. İran, Kürtlerin ölümle tehdit edilerek müttefik kılınamayacağını en iyi bilen ülkelerden birisidir. Zaman zaman gündeme getirilen “idam” kararları, böyle bir akıl tutulmasından İran’ın da beri tutulamayacağını göstermektedir.


Son dönemde muhafazakar basın kuruluşlarının İran aleyhtarı yayınlarında yaşanan yoğunlaşma dikkat çekicidir. İran’ın tarihi olarak 'Osmanlı devletine düşman olduğu, Şia inancının sapık bir inanış olduğu' söylemleri köşe yazılarında, haberlerde oldukça önemli bir yer tutmaktadır.


Önümüzdeki günlerde İran ile Türkiye ya da İran ile Kürtler arasında büyük bir savaşın yaşanmamasının en büyük güvencesi, Türkiye’nin kendi Kürtleri ile iç barışını tesis etmesidir.


Bunu sabote edecek bir irade arayanlar önce aynaya bakmalıdır. Kandil’e operasyon düzenlemenin barış görüşmelerini sabote edeceğini görmeyip, Kürt halkının çocuklarının cenazesine sahiplenmesinde provokasyon  arayanlar önce kendi alışkanlıklarını sorgulamalıdır.

Tarih ve Türkçülük

Haluk Gerger

Üç devrimci, devrim yolunda toprağa düştüler, güneşin sofrasına çıktılar. Bir sarı çiçek, bir kırmızı gül, bir yeşil yaprak bugün güneşin sarı-kırmızı-yeşil ışığıyla ısıttılar toprağı. Artık mekanları Cennet Kürdistan’dır...

***


23 Temmuz 1908’de Osmanlı anayasasının ilanı, imparatorluğu oluşturan halklarda büyük umutlar yaratmıştı. Meşrutiyet’le birlikte, Ermeni örgütlerinden Hınçaklar “devrimci eylemlerden vazgeçeceklerini ve ülkenin ilerlemesi için gayret göstereceklerini” açıkladılar. Taşnak örgütüyse, programını “özerklik” talebiyle yeniden oluşturdu. 


Bu arada, Taşnakların İstanbul bürosu ile iktidara yürüyen İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında bir işbirliği anlaşması imzalandı. Taraflar anayasal hükümeti güçlendireceklerdi. “Kutsal Osmanlı Anavatanı”nın parçalanmasına karşıydılar. Ermenilerin ayrılıkçılığı despotizm döneminin söylentisiydi. Şimdi özgürlük vardı ve her halk özyönetime kavuşacaktı.


Bu arada, yerel özerklik düşüncesini destekleyen liberal Hürriyet ve İtilaf Partisi de kuruldu. Meclise Ermeni mebuslar girdi...
Asyatik Osmanlı despotizmi karşısında özgürlük umutları yükselmekteydi... Fransız Devrimi’nin ışığı Osmanlı’nın yüreğini ışıtmaktaydı... 


Dillerdeki slogan yüreklerdeki şarkıyı yansıtmaktaydı...
Hürriyet, Müsavat, Uhhuvet... Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik...
Çürüyen Osmanlı, 1911 Trablus, 1912-13 Balkan savaşlarıyla yeni bir bunalım içine düştü.


23 Ocak 1913 günü, başını Enver Paşa’nın çektiği Bab-ı Ali baskınıyla İttihat ve Terakki resmen iktidara geldi, devlet oldu...

 
Ne var ki, Ermeniler arasında “özyönetim-özerklik” ve öteki reformlar konusundaki kuşkular artmaya başlamıştı. İttihatçılarla Ermeniler arasındaki “balayı” kısa sürmüştü...


Ermeni tahlillerine göre, Osmanlı’daki reform hareketi bir toplumsal-sınıfsal temele değil de, aydınların ve subayların bir bölümünün düşüncelerine dayanmaktaydı. Gelişmiş bir burjuvazinin olmadığı Osmanlı’da, Batı Avrupa türü bir gelişme ortaya çıkmıyordu. İttihat ve Terakki’nin yeni düzeni, bir toplumsal muhalefet dinamiğiyle değil, savaş yenilgilerinin bunalımı içinde, bir askeri darbe biçiminde, çeteci bir mantıkla tepeden inme inşa edilmekteydi...


Şimdi, “Jön Türkler” eliyle, eskinin despotizminin yerine Türkçülük yerleşmekteydi... 


Türkler Anadolu’ya 1071’de gelmişler, hakimiyet kurmuşlar, oradan genişlemeye başlamışlardı...


Debdebeli günler başlamıştı...


Kılıç ve Din, bastırıyor ama bu arada irini ve kanı çoğaltarak biriktiriyordu...


Ardından gerileme, daralma, Anadolu’ya geri çekilme başlamıştı...


20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Anadolu’ya artık Türkçülük egemen olmaya başlayacaktı...


Nihayet Türkçülük, şoven, tedhişci, yayılmacı nitelikleriyle hükmünü icra etmeye başladı...


1915’teki “Tehcir” -Ermeni soykırımı- büyük umutlarla başlayan “reform” sürecinin kanlı sonunu ilan etti...


Sonunda, emperyalist boğazlaşmanın girdabında, Osmanlı da gümledi gitti...


Ardından başka “Jön Türkler,” bu sefer “Bozkurtlar”, yeni bir ulus-devlet inşasına, yeni bir toplum mühendisliğine giriştiler...
Bu “modernleşme” hareketi de, “Türkçülük” temelinde gelişti; onun ideolojisini, devlet yapılanmasını, toplumsal örgütenmesini oluşturdu...


Dolayısıyla da, Anadolu’ya gelmiş Türk’ün “krizi”ne çare olamadı, aksine onu sadece derinleştirdi, bugünlere getirdi...


Ol hikayet bundan ibaret...


Tarih mutlaka tekerrür edecek denemez elbette. Bugünkü sürece baştan böyle olumsuz ve karamsar yaklaşmayı savunmuyorum. Özellikle Kürtlerin, her şeye karşın, barış ve adil çözüm çabalarını sürdürmelerine büyük saygı duyuyorum.


Bütün demokratlar, barışseverler, ilericiler, Türkler-Kürtler herkes, iyi niyetle ama dikkatli davranmalı diyorum sadece...
Sorunların temelindeki Türkiye krizini incelemektir bugünün başta gelen görevi...


Bu sütunda bu görevi yerine getirmeye çalışacağız...

AKP Hükümeti Ortamı Bulanıklaştırıyor

Muzaffer AYATA

Erdoğan’ın, İmralı görüşmelerinin başladığını söylemesi ile birlikte özellikle Fethullahçı ve yandaş medyada artan ölçüde bir psikolojik saldırı ve ortalığı bulandırma kampanyası başladı. Basında tek yanlı ve tüm yükü İmralı’nın sırtına bindirme telaşı dikkate değer bir durum. Hükümetin henüz hiçbir çözüm projesi ve planı yokken, sanki hükümet gereken herşeyi yapmış da artık Öcalan’ın ve PKK’nin hemen silahları bırakması ve hiçbir talepte bulunmaması gerekiyor.
Başbakan’ın Nazi artığı başdanışmanı ise yükseklerde kurulmuş ve trafik polisliğine soyunmuş, PKK’yi, BDP’yi aşağılayarak, kimin nasıl davranması gerektiğini söyleyerek Kürtlere yine efendi Türk olarak rol biçiyor. Kürtlere büyük ihsanlarda bulunarak güya 'barış süreci'ni başlatmışlar. Ama bu akılsız ve nankör Kürtler ve liderleri yine de birşeyden anlamaz durumdalar. Dolayısıyla Kürtlere ne yapmaları gerektiğini yine egemenlerin bu yeni yetme artıkları söylüyor.

Kürtlere sağduyu çağrısı yapan ve 'provokasyon'lara karşı uyaranlar nedense iş hükümete geldi mi susmaktalar. İmralı görüşmelerinin olduğu yılbaşı gecesi, Türk savaş uçakları Kandil’i bombaladı. Ahmet Türk onlar İmralı’dan döndüklerinde Nazi artığı başdanışman Lice’de on gerillanın katledildiğini açıklıyordu. Ardından Paris’te Kürt halkının en seçkin öncü üç kadını katledildi. Hükümet ve yandaşları hemen ‘örgüt içi infaz’ deyip ne kadar düşmanca duygular beslediklerini ve Kürt siyasi hareketlerini karalamaya ve hedef saptırmaya ne kadar hazır olduklarını gösterdiler.

Erdoğan’ın açıklamaları sürecin ne kadar kanlı ve belirsizliğe yol alacağını da gösteriyor. Erdoğan bir yandan savaşa ve operasyonlara devam edeceklerini, bir yandan da müzakereleri sürdüreceğini söylüyor. Bu ortamı bulanıklaştıran ve her türlü provakosyona kapıyı ardına kadar açık tutan bir durum. Eğer müzakere ve barış hedeflenmişse operasyonlara niye ihtiyaç duyuluyor? Silahlar susturulur, ölümler durdurulur ve çözüm projeleri masaya yatırılır. Ancak izlenen yol bu değil. Sakine Cansız ve arkadaşlarının cenazeleri görkemli bir kitle katılımı ve sahiplenmeyle Diyarbakır’da uğurlandı. Kürt halkı ve tüm siyasi güçleri dünyaya barışın ve Öcalan’ın yanında olduklarını açıkça duyurdular. Sağduyu çağrıları yapanlar, Türk medyası, bu görkemli barış mesajını Türkiye’den gizlemeye çalıştılar. Türk medyası Diyarbakır’daki yüzbinleri haber yapmaya değer görmedi.

Diyabakır’ı haber yapmaya değer görmeyen veya bilerek sansür uygulayanlar nasıl bir barış istiyorlar acaba? Basın bir kez daha barışın ve halkın sesi olmadığını iktidarın ve egemen güçlerin bir parçası olduğunu gösterdi. Basının tavrı neden önemli? Çünkü basın hükümet ve egemenlere göre tavır alıyor. Onların politikalarının bir parçası. Basına bakıp hükümetin ne yapmak istediğini ve sürece nasıl yaklaştığını anlamak kolay oluyor. Diyarbakır’da daha cenazeler kalkmadan Türk basını, Türk savaş uçaklarının Kandil’e büyük bir hava saldırısı yaptığını gururla yansıtıyordu. Bu uçaklarda beton delici bombalar kullanılmıştı. Yani gerilla güçlerinin açık bir imhası hedef alınmıştı. Bu saldırılarda yedi gerillanın yaşamını yitirdiği açıklandı. Hükümet kan üzerine kan döküyordu. Ağır hava saldırıları yapıyordu. Türk basını ise PKK ve BDP’ye, Kürtlere ayar vermeye, sağduyulu olmalarını, provokasyonlara dikkat etmelerini tavsiye ediyorlardı.

Eğer gerilla güçleri birkaç karakola saldırsaydı ve bir grup asker ölseydi Türk hükümeti ve basını ne yapardı? Kıyameti koparacaklar ve Kürtleri savaş isteyen güç olarak ilan edeceklerdi. Ama Kandil’i ağır bombardımana tabi tutan hükümete Türk basınından ve yazarlarından herhangi bir tepki, eleştiri gelmedi. Neden? Çünkü yerleşik kabule ve zihniyete göre Kürtlerin devlet eliyle öldürülmesi olağandır. Egemenlerin bu hakkı vardır ve bu ırkçı egemenlikçi zihniyet geniş kesimlere derinden sirayet etmiştir. Erdoğan ve hükümeti eğer müzakere edecek ve akan kanın durmasını isteyecekse, kanlı saldırılardan uzak durmasını istemekten daha doğal ne olabilir? Ama Türk basını hala tek yanlı çalıp oynamayı, kuralları tek yanlı belirlemeyi sürdürüyor. Birçok tv kanalında PKK ve Kürt sorunu tartışılıyor ama sorunun tarafı olan Kürtler çağrılmıyor. Serbest ve açık bir tartışma ortamının yaratılmadığı durumda barış gelmez ve halkların gerçekleri öğrenmesi sağlanamaz. On yıllardır PKK ve Kürtler karalandı. Olabildiği kadar kötü gösterildi. Onbinlercesi de öldürüldü. Bu karalama ve öldürmeler sorunu çözmeye yetmedi. Şimdi de karalamaya devam edip Kandil’i bombalayarak, bir kaç yüz gerilla daha öldürmekle sorun çözülmez. Herkes şunu kafasına artık sokmalıdır. Kürtleri öldürerek, tutuklayarak korkutamazsınız ve teslim alamazsınız. Hükümet ve medyası şimdilik barış iradesine ve bir çözüm projesine sahip değildirler. Şark kurnazlığı eşliğinde savaşı sürdürüp, ortalığı bulanıklaştırmaya ve her türlü provokasyona açık tutmaya devam ediyorlar. Operasyonları sürdüreceğiz diyenler dökülen kandan sorumlu olacaklardır. Bir yandan gerilla güçlerini öldüreceksin, evleri basıp insanları tutuklamaya devam edeceksin, ardından da misilleme geldiğinde bakın PKK, APO’yu dinlemiyor, Kürtler barış masasını devirdi, diye propaganda yapacaksın. Hükümet ve yandaşları şimdilik bu savaş hileleri ile hareket ediyorlar. Ancak Kürtler bilinçli ve örgütlü bir halktır. Bu oyunlara karşı daha sağlam bir irade ve ulusal birlik ruhu ile karşı duracaklardır.

***

Türkiye’nin seçkin aydını ve gazetecilerinden sayın M. Ali Birand’ın vefatı hepimiz için büyük bir kayıp. Ailesinin ve sevdiklerinin başı sağolsun, derin üzüntülerini paylaşıyorum.

Serêkaniyê'de Çatışmalar Şiddetleniyor

Batı Kürdistan Halk Savunma Güçleri(YPG), Batı Kürdistan'daki bütün halkların güvenliğini sağlıyor. Ne Esad Rejimine ne de dış destekli silahlı çetelere geçit vermeyen YPG, özgür, bağımsız, demokratik ve halkların kardeşliği ve eşitliğine dayalı Surğye'nin geleceğini temsil eden tek yapı olarak öne çıkıyor. Suriye üzerinde etkili olmak için bütün kirli oyunlara başvuran başta AKP Hükümetinin yönetimindeki Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere uluslararsı güçler, YPG'nin bağımsız duruşu karsısında kendi kurdukları veya destekledikleri silahlı çeteleri kışkırtarak veya yönlendirerek Batı Kürdistan'a saldırtarak YPG'nin ve Batı Kürdistan Halklarının bağımsız duruşunu kırarak güçten düşürmeye ve kendine bağlamaya çalışıyor. Ancak her seferinde ağır darbe alarak geri çekilen bu silahkı çeteler her defasında yeniden örgütlenerek özellikle AKP Devleti tarafından kışkırtılarak Batı Kürdistan'a saldırtılıyorlar...

Serêkaniyê - Batı Kürdistan'ın Serêkaniyê kentine ağır silahlar ve tanklara giren Türkiye destekli silahlı gruplar ile YPG arasındaki çatışmalar şiddetleniyor. Son üç günde en az 84 silahlı grup üyesinin öldüğü bildirilirken, iki Kürt savaşçının hayatını kaybettiği öğrenildi. TEV-DEM, "Bu savaş varlık ve yokluk savaşıdır" dedi.

16 Ocak günü Ahrar-ı Resul, Ahrar Heran ile Şuheda El Tahiriye isimli gruplar Türkiye üzerinden sınırı geçerek geniş bir saldırı başlattı. Saldırıda siviller de hedefe alındı. Ağır silahlar taşıyan ve tank kullanan gruplara, YPG güçleri anında ve sert müdahalede bulundu.
YEDİ TANKLA SALDIRDILAR

Silahlı gruplar son olarak yedi tank ile sınırı geçerek bombalamada bulurken, kentteki evler ve alt yapı ağır maddi zarar gördü. Karşılık veren YPG güçleri bir tankı imha ederken, bir tank da devrildi.
YPG'ye yakın kaynaklar en az 84 silahlı grup üyesinin üç gün içinde öldürüldüğünü bildirdi. Cuma ve Cumartesi günü yaşanan çatışmalarda iki YPG savaşçısı da hayatını kaybederken, 4'ü yaralandı. Hayatını kaybeden YPG'lilerin Evdirrehman Sileman ve Ferhat Eli Qewas olduğu öğrenildi.

ÖLÜLERİNİ SINIRDA GÖMDÜLER

Türkiye ve ittifakları tarafından desteklenen gruplar, ölülerini sınır hattı üzerinde defnettiler. Alınan bilgilere göre bugün 150 kadar silahlı kişi en az beş saat boyunca tahıl ofisi çevresinde defnettiler. Yaralılar ise Türk ambulansları içerisinde, Serêkaniyê'nin ikizi olan Ceylanpınar ilçesindeki devlet hastanesine taşındı.

Ağır kayıplar veren grupların, yine sivillere yönelerek toplam 4 sivili alıkoyduğu öğrenildi. Bu arada, gruplara karşı kentteki bir çok Arap gencinin de YPG güçlerinin yanında çatıştığı bildirildi.

Özellikle Türkiye'nin baskısı altında olan ve yönlendirilen bu gruplar, son aylarda Kürtlere yönelik defalarca saldırılarda bulundu. Her defasında ağır kayıplar verdikten sonra geri çekilmek zorunda kaldılar.

En son Aralık ortasında Kürtler ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında bir ateşkes imzalandı. Ateşkes, Serekaniyê'deki tüm halkların temsil edildiği bir Halk Konseyi'nin kurulması ve silahlı grupların geri çekilmesini öngörüyordu. 12 ve 14 Aralık tarihleri arasında yaşanan şiddetli çatışmalarda, onlarca silahlı grup üyesi ölmüştü.

TEV-DEM: BU SAVAŞ VARLIK VE YOKLUK SAVAŞIDIR

Batı Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM), saldırıları kınayarak, bunların başta Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından planlandığını kaydetti.TEV-DEM, amacın Kürt bölgesini istikrarsızlaştırmak ve Kürtler ile diğer halklar arasındaki ilişkiyi kopararak Suriye devriminin dışında tutmak olduğunu belirtti.

TEV-DEM, tüm sivil toplum örgütleri, hareket, demokratik kişi ve çevrelere bu saldırılar karşısında "yek vücut" olmaya çağırarak, "Bu savaş varlık ve yokluk savaşıdır" dedi.

SURİYE TABURU YPG KUŞATMASINDA

Öte yandan Suriye ordusuna bağlı bir tabur, Batı Kürdistan'ın Girkêlegê kentine bağlı Girziro köyünde 12 Ocak'tan bu yana YPG güçlerinin kuşatmasında bulunuyor. Köyde YPG ile Suriye ordusu arasında 12 Ocak'ta yaşanan çatışmada 1 asker ölmüş, 8 rejim yanlısı yaralanmış ve 7 rejim yalısı da esir alınmıştı. Bunun üzerine YPG kuşatma başlatmıştı. 200 kadar askerin bulunduğu taburda şu ana kadar en az 27 askeri YPG güçlerine teslim olduğu bildiriliyor 


ANF

Paris Katliamının Politik Anatomisi

Dr.Mustafa PEKÖZ

Paris’te 3 Kürt kadınının katledilmesinin tahmin edilenden çok daha derin ve kapsamlı bir yönelim olduğunu artık herkes kabul ediyor. Bu saldırı hiç abartmaksızın, bölge dengelerini belirleme stratejisinin bir halkasıdır. Bundan dolayı bu saldırı, uluslararası ve bölgesel boyutları dikkate alınarak hazırlandı ve uygulandı.

Mevcut politik veriler dikkate alındığında bu saldırı, uluslararası güçlerin dolaylı olarak destek verdiği bir Türk Kontrgerilla cinayetidir. Bu nedenle işlenen katliamın dedektiflik bilgileri üzerinde değerlendirilmesi son derece yanlış ve tehlikelidir. Polisiye bilgilerin, işlenen cinayetin teknik olarak açığa çıkartılmasında hiç şüphesiz ciddi bir etkisi olabilir/olmalıdır. Ancak çoğunlukla adı bilinmeyen kaynaklar aracılığıyla medyaya servis edilen ama gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan yalanlarla katliam maniple etmeye çalışılıyor. Mesele iki-üç kişinin katil olarak kamuoyunun karşısına çıkartmak olmamalı. Belki de bu işin en kolay yoludur. Dünyada böylesi örnekler oldukça fazladır. Mehmet Ali Ağca, Papa’yı vuran adam olarak yakalandı ama eylemin politik arka planı hiç bir zaman aydınlatılmadı.

Paris’te işlenen bu katliam, politik bir cinayettir ve bir bakıma Kürtlere yönelik saldırının en üst halkasıdır. ‘Paris Katliamı’ ile Kürtlerin kalbine bir kurşun sıkılmak istendi. 3 Kürt kadınına sıkılan kurşunların adresi Kürtlerin toplumsal gücü olan PKK olduğuna göre cinayetin kendisi politik bir saldırıdır. Bu nedenle de bütün dikkatimizi bu noktaya vermeliyiz. Bunun dışındaki değerlendirmelerin ciddi bir önemi yoktur. Sorun analiz edilirken, bu katliamı yapanların şahsen kim olduklarından çok, niçin işlediklerini açığa çıkartmak önemlidir.

Bu katliamın politik arka planı, Kürt sorunun geldiği safhadır. 

Bölgesel bir güç olarak PKK’nin belirlediği stratejik hamleler, bölge dengelerini kaçınılmaz olarak etkilemektedir. Hemen her güç, PKK’siz politik istikrarın sağlanamayacağının farkındadır. Batı Kürdistan/Suriye’de Kürtler artık tek başına bir güç ve hemen herkes tarafından muhatap alınıyor. Çok geniş bir kitlesel tabanıyla ve ordulaşan bir askeri gücüyle bölgede iktidardır. Güney Kürdistan’da PKK’nin belirgin artan bir gücü bulunuyor. Güney’in iç dengeleri nedeniyle bu potansiyelini pek aktifleştirmek istemiyor. Ama Barzani de, Talabani de bu gerçeğin farkındadır. Doğu Kürdistan/İran’da tek güç PKK’dir. Birkaç yıl sonra İran’ın politik durumu uluslar arası güçlerin gündemine çok daha aktif bir şekilde geldiğinde, PKK yine en önemli aktörü olarak sahnede yerini alacaktır. Kuzey Kürdistan/Türkiye sınırları içinde PKK’nin toplumsal tabanı, politik ve askeri gücü üzerinde artık kimse bir tartışma yürütmüyor.

Kürtler şahsında bu reel durumun yaratılmasında PKK’nin ideolojik-politik çizgisinin çok önemli bir etkisi olduğu gibi aynı zamanda PKK’nin merkezi kadrolarının büyük bir rolü bulunuyor. PKK’nin ayrıt edici bir özelliği kuruluş sürecinden beri varlığı devam eden kesintisiz bir önderliğe sahip olmasıdır. Politik dengeleri iyi gören, süreci iyi analiz eden, taktik planlarını başarıyla uygulayan bir yöneticiler topluluğuna sahiptir. PKK’nin başarısında bu faktörün etkili olması, hem bölge ülkelerini, hem de uluslararası güçleri oldukça rahatsız etmekteydi. Örneğin Suriye’de PYD’nin belirleyici güç haline gelmesinde izlediği politikanın önemli bir rolü olmasına paralel olarak yönetim kademesinin öngörüsünün ciddi bir etkisi bulunuyor. Bugün PYD şahsında Kandil, hem ABD hem de Avrupa tarafından fiilen muhatap alınıyor. Bu fiili durum ABD ve AB’nin uzun vadeli politikalarını da kaçınılmaz olarak etkileyecektir.

Kürtlerin bölgesel güç olmasını istemeyenler, hemen her dönem Kürtlere karşı çok yönlü saldırılara yöneldiler ama ciddi bir sonuç alamadılar. Kürtlerin politik gücü olarak PKK, sürekli gelişti, toplumsallaştı. Kürtlerin mevcut durumu karşısında başarısız kalanlar, bu kez Mossad tarzı bir saldırı politikasını uygulamaya koydular. PKK’nin başta kurucuları olmak üzere, stratejik yöneticilerine yönelik saldırıların ilk adımını atmış oldular. Belirlenen temel politika, PKK’nin merkezi kadroların bire bir yok ederek kendi tarihiyle olan bağlarını kopartmaktır. Dahası, geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe akan tarihsel birikimleri ve deneyleri yok etmek amacı taşıdığı gibi, sadece PKK kadrolarını değil aynı zamanda Kürt halkını psikolojik olarak çökertme taktiği de devreye girmiş bulunuyor.

Ayrıca, uluslararası güçler bu cinayetle PKK’yi kendi bulundukları çizgiye çekmek istiyorlar. PKK’yi özellikle Suriye’de kendileriyle hareket etmesini sağlamak için bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışacaklardır. Bu cinayet ile Öcalan üzerindeki baskıyı arttırmayı hedefleyeceklerdir. Öcalan’a şu mesaj verilmek istendi: “Dışarıda PKK kurucularından birini öldürebiliyorsak, sen elimizdesin, istediğimiz zaman aynı şekilde seni de öldürürüz.’


Katliam uluslararası bir konsepttir

Mevcut politik olgular değerlendirildiğinde, PKK’ye yönelik uygulanan konsept uluslararası olduğuna göre, işlenen cinayet de uluslararası bir özelliğe sahiptir. Bölgesel dengeler ve çıkarlar nedeniyle uluslararası bir konsept ekseninde gerçekleştirildi. Silahların tetiği de Türkiye’ye çektirildi. Bunun dışında başka bir güç aramak hedef şaşırtmaktır. Uluslararası güçlerin Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmesindeki politikanın arka planı neyse, bu cinayetin de politik arka planı aynıdır. Nasıl ki Öcalan’ı teslim eden güç uluslararası gladyo ise, aynı şekilde bu katliamın sorumlusu da uluslararası gladyodur. Eylemi gerçekleştirme görevi de Türk kontrgerillasına ya da yeni ismiyle Ergenekon’a verildi. Uluslararası boyutu olan bir katliamın sorumlularını bulmak tahmininden çok daha zordur. Dahası bulunmaz ve buna izin verilmez. Arkadaki güçler bilinebilir, fakat bu güçlerin kamuoyuna deşifre edilmesi engellenir. Bu saldırı uygulanmaya konulan bir stratejinin bir parçasıdır. Deşifre edilmesinin bir koşulu olabilir, bölgede izlenen planın değiştirilmesine, güç dengelerinin yeniden belirlenmesine bağlıdır. Ancak Kürt kamuoyunun tepkisinin aşağıya doğru çekilmesi için, birkaç ay içinde Mehmet Ali Ağca gibi biri veya birilerinin katil olarak kamuoyuna çıkartılması da şaşırtıcı olmamalıdır,

Bugünkü veriler ışığında, katliamdan sorumlu iki ülke bulunuyor

Birinci derecede sorumlu Türkiye’dir. Bu katliam, Türk kontrgerillasının işidir. Bunu artık kimse gizleyemez. Burada dikkat çekilmesi gereken birkaç temel nokta var. Bir, AKP hükümeti bu katliamı neden çok açık olarak kınamıyor? İki, Erdoğan’ın Roboski katliamı gibi Paris katliamını da savunmaya devam etmesi sanırım bir tesadüf olmazsa gerek. Onu, bu cinayeti sahiplenmeye zorlayan nedir? Öyle ki, bu katliamın bir ‘iç çatışma’ olduğunu doğrulamak için cahilce konuşuyor. Eline verilen kâğıttan okuduğu için doğruluğunu test edecek bir bilgiye sahip değil. Örneği Diyarbakır zindanında, tek kaldığı hücrede kendi bedenini ateşe veren Mazlum Doğan için ‘örgüt içi infaz’ diyebiliyor.  Bu bakımdan AKP, bunun kontrgerilla tarafından yapılan bir katliam olduğunu deklere etmeden ve katilleri açığa çıkartıp yargılamadan hiç bir inandırıcılığı olamaz. Üç, Türk medyasında bu cinayeti azmettirenler vardır. Mehmet Baransu ve Emrullah Uslu bunlardan ikisidir. PKK yöneticilerine karşı suikastlar yapılması gerektiğini sürekli yazdılar ve insanları hedef gösterdiler. Ellerinde 25’er kişilik iki liste olduğunu söylüyorlardı. Bunlardan biri de Sakine Cansız’dı. Sakine katledildi. Şimdi Türkiye’nin herhangi bir savcısı, bu iki istihbaratçı gazeteci hakkında adam öldürmeye azmettirmekten dava açabilecek mi?

İkinci sorumlu Fransa’dır. Bu katliama bilerek yön verdi. İstenilseydi bu saldırı çok önceden engellenirdi. Fransa başından beri süreci biliyor ve izliyordu. Şu aşamada dahi katliamın kimler tarafından yapıldığını çok iyi biliyor. Peki bunu kamuoyuna açıklar mı? Açıklamaz. Bunu açıklaması için önce kendi istihbaratını sorgulaması, sonra da Brüksel’de NATO gladyosunun ismini vermesi gerekir. Buna asla gücü yetmez. Ayrıca, elindeki somut bilgileri, bölgesel çıkarları için Türkiye’ye karşı kullanacaktır. Bir başka ifadeyle uzun bir süre, bir tehdit unsuru olarak pazarlık masasında tutacaktır.

Katliamın politik yönünün önemi dikkate alındığında Fransa ile Türkiye’nin ortak buluşma noktaları bulunuyor: Bu eylemin örgütlü devlet güçleri tarafından yapıldığını özel olarak gizliyorlar. Özellikle “örgüt içi infaz” tezini sürekli ön planda tutmaya çalışıyorlar. Kamuoyunun gündeminde düşürmek için medyayı özel olarak yönlendiriyorlar. Bu saldırının 'lokal bir eylem' olduğunu ima ederek kişiselleştirmeye çalışmaktadırlar. Böylelikle oluşturacakları ortak bir planlamayla bir kaç kişi yem olarak kullanılabilir. Böylece cinayet çözmüşler havası yaratılacaktır.

Kürtler cephesinde bakıldığında; Paris katliamını Avrupa’nın Roboskisi veya yeni bir Dersim jenosidi olarak tanımladılar. Kürtler, bu katliama karşı gösterdikleri tepkiyle iç birliğini/bütünlüğünü bir kez daha sağladılar. Böylelikle psikolojik savaş yöntemi olarak kullanılmak istenen ‘iç çatışma tezi’ daha ilk günde çöpe atıldı. Bununla PKK’yi kalbinde vurmayı hedeflediler, PKK merkezi ruhsal olarak etkilendi, etkilenmemesi çok anormal olurdu.  Ancak bu katliam, tersten PKK’nin politik ve ideolojik olarak daha güçlü çıkmasını sağlayacaktır. Saldırıyı gerçekleştirenlerin anlamadığı bir başka nokta şudur: PKK ideolojik ve politik bir harekettir. Merkezi kadroları, birkaç kişiden oluşmaz, PKK’nin sürekliliğini sağlayan yüzlerce merkezi kadrosu bulunuyor.

Bu saldırının yarattığı etki tahmin edilenden çok daha derindir 

Burada iki nokta dikkat çekicidir. Cinayet, Kürtler bakımından ruhsal kopuşu resmileştirdi. Somut bir örnek; Kürtçeyi ve Türkçeyi hemen hemen hiç bilmeyen, Fransa’da doğup büyümüş Kürt gençlerinin çok yoğunluklu olarak protesto eylemine katılması, Fransızca öfkesini haykırması ve gençlerin vengeance/intikam diye haykırması ruhsal kopuşun en somut örneğidir. Bir başka önemli nokta da, Kürt kadını bugüne kadar barış talebini dilinden düşürmedi. Oğulları, kızları katledildi, polis saldırısına uğradı, 70 yaşında cezaevine girdi ama yine barış dedi.  Fakat ilk kez, Kürt kadını, gençleriyle birlikte ‘İntikam’ diye haykırdı. Bunun nasıl ruhsal bir dönüşüm olduğunu sanırım hesaplamak oldukça zordur.

Birinci sorun: PKK, bu süreci nasıl okuyacak ve Kürt halkının tepkisine ve beklentisine nasıl bir yanıt verecek?

İkinci sorun; AKP’nin ve devletin bundan sonraki politikası nasıl şekillenecek? Çünkü artık barışın yolu Ankara’dan değil Paris’ten geçecektir. Avrupa’nın Roboskisi aydınlanmadan barış olur mu?

Topu Erdoğan’ın eline verdiler, sevmeye ve savunmaya devam mı edecek, yoksa bir toplu iğne batırıp patlatacak mı? Bakıp görelim.

gokyuzu9@aol.com

Sakine Cansız İçin...

Nazan Üstündağ

Bu suikastte, bu katliamda üç kadının, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in aramızdan alınmasını hiç tesadüfi bulmadığımı belirtmem gerekir. Hatırlanırsa KCK operasyonlarında da kadın hareketi öncelikli hedefti.

Bir kadın olarak, üstelik Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu bünyesinde araştırma yapmış bir kadın olarak Sakine Cansız’ın ölümü karşısında duyduğum üzüntü tarifsiz.

Benim için Sakine Cansız; Diyarbakır Cezaevi’nin cellat yüzbaşısı Esat Oktay’ın [Yıldıraner] yüzüne korkusuzca tükürmüş, türlü işkenceler karşısında “ah” demeyi kendine yakıştıramamış, mahkemede herkesi direnişe davet etmiş, cezaevinde on yıl kaldıktan sonra (tıpkı Bülent Arınç’ın uygun gördüğü gibi) dağa gitmiş, orada bir yandan Kürt halkının bir yandan da kadınların özgürlüğü için mücadele etmiş, en son ise Avrupa’daki halk mücadelesine nefesini katmış bir kadın kahraman.

Başbakan “Diyarbakır Cezaevi’nin dili olsa da konuşsa,” demişti. Sakine Cansız’ın dili vardı. Sakine Cansız’ın da, Fidan Doğan’ın da, Leyla Söylemez’in de dili vardı ve akılları ile bedenleri ile bir büyük adalet mücadelesine tanıktılar. Yasları bitmez.

Bu suikastte, bu katliamda üç kadının aramızdan alınmasını hiç tesadüfi bulmadığımı belirtmem gerekir. Hatırlanırsa KCK operasyonlarında da kadın hareketi öncelikli hedefti.

Çünkü kadınlar Kürt Özgürlük Hareketi’nin can damarları, emekçileridir. Hareketin kurduğu yeni ahlak, insan ilişkileri ve hak algısının baş mimarları ve taşıyıcılarıdır.

Devletin eril bir yapı olduğu, iktidarını cinsiyetleştirilmiş metaforlara dayadığı çokça söylenmiştir.

Siyasi iktidar ötekilerini –deyimi yerindeyse– “dişileştirerek” ezer, ev içinin cinsiyet ilişkilerini anımsatan diller, tavırlar ve pratikleri kamusal alana taşır ve bu sayede ezme ezilme ilişkilerinin üstünü örter, siyasi olanı depolitize eder.

Türkiye Cumhuriyeti devleti bunun da ötesinde hem erkeklerle hem de kadınlarla ilişkisini kurumsallaştırmış olduğu aile yapısı üzerinden yürütür.[1]

Devlet her erkeğe aile aracılığı ile reislik rolünü verir, kadınların bedenlerini, emeklerini, kimliklerini erkeğin kontrolüne teslim eder.

Böylelikle toplum erkeklerin yönettiği hanelerden oluşan bir yapıya büründürülür ve erkekler, kadınlar üzerinden kurdukları iktidar karşılığında devlete biat eder.

Hele bugünkü gibi kamusal alandan “halk” adının tamamıyla çıktığı, sosyal politikanın tüm adreslerinin “aileleştirdiği” bir ortamda, kadının aile dışında hiç bir meşru varlığının olmamasının hedeflendiği bir ortamda yani, erkeklerle devlet arasındaki ittifak tamamlanmış, kusursuzlaşmıştır.

Bir yandan aileyi yücelterek, erkeklerle ittifaka giren devlet, kadınlara da; onları erkeklerin “normali” aşan egemenlikleri karşısında koruyacağını vaad eder. Bu sayede gönüllerini kazanmaya çalışır.

Kadınlar, kah çocukları için, kah şiddetten korunmak için, kah sağlık, kah yoksulluk parası için devletle birebir karşılaşırlar. Bu karşılaşmalarda devlet kadınların içlerine, sözlerine, kimliklerine nüfuz eder.

Türkiye Devleti’nin temelini oluşturan bu cinsiyetçi sistem Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile belki de en mükemmel haline ulaştı. Erkekler kahvelerden, içki sofralarından, sokaklardan, evlere ve ev ve aile üzerinden ait olunan cemaatlere çekildikçe bu modern cinsiyetçi düzenin içine daha da fazla çekildiler.

Kadınların kamusal alandaki siyasi rolü yardım, kermes, ziyaret üçlüsü ve sosyal politika ile çerçevelenince ise onların da devletle uyumları tamamlanmış oldu.

Kürdistan’da da AKP yönetimi 2000′li yıllar boyunca kadınlar ve erkeklerin ittifakını cinsiyetlendirilmiş sosyal politikalalra, tarikatler, cemaatler ve derneklerle kazanacağını umdu.

Çocuklarını rehin aldığı kadınların ise güzellikle kazanamadığı biatını, zorla elde edeceğini düşündü. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadınlara vaad ettiği etik ve kimlik karşısında fazla bir başarı elde edemedi.

Kanımca Kürt Kadın Hareketi, bugün Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun en önemli dönüştürücü gücü ve iktidara yöneltilmiş en büyük tehdittir.

Çünkü siyasi alandan aktör olarak tamamıyla dışlanmış kadınların bu alana muhalif olarak, isyankar olarak dahil olmaları devletin yok sayılmasıdır.

Devlet kendini ancak bu kadınları değersizleştirerek, cezalandırarak, yok ederek yeniden inşa edebilir. Ki Kürt kadın siyasetçilerle girdiği ilişki tamamiyle bundan ibarettir.

Kadınların Kürt Özgürlük Hareketi içinde sözcü, lider, vekil, başkan, siyasetçi, militan, vs. olarak var olmaları bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm cinsiyetçi modernite projesinin temelini sarsmakta.

Türkiye Cumhuriyeti, kadın erkek arasında oluşan ideal duyguları evlilik ve aile kurumları içinde tanımladı. Oysa Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye solunun yapıtğının da ötesinde genci, yaşlıyı, çocuğu, dağdaki, cezaevindeki ve Avrupadakini kadınıyla erkeğiyle hevallik/arkadaşlık duygularıyla birbirine yakından bağlıyor, kenetliyor.

Bu sayede alternatif bir kamusallık ve hareketlilik oluşturuyor. İşte AKP için en büyük tehdit ideoloji değil, insanları birbirine farklı biçimde bağlayan bu “başka” ahlak, bu “öteki” bağ.

Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt Özgülük Hareketi arasındaki mücadele yeni bir evreye geldi.

Hakikat üretme kapasitesini tamamiyle yitirmiş iktidar, açlık grevi sırasında önce kuzu kebap lugatıyla avundu. Şimdi ise Mazlum’u örgüt içi hesaplaşmalar cümlesi içinde anabilecek kadar dağılmış, karışmış, şizofrenik durumlarda.

Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’i öldürenleri bilmiyoruz. Ancak şunu söylemek mümkün: T.C.’nin ısrarcı, inkarcı ve intikamcı egemenlik tutkusu karşısında Kürtlerin netametle sürdürdüğü direnişin çoğulluğu artık iktidarın dilini boş cümlelere, üç beş takım elbiseli adamın dudaklarının sınırlarına kadar geriletti.

O üç beş takım elbisenin karşısında Sakine Cansız’ın kocaman kızıl saçları duruyor. Erkekliğe, Türklüğe inat. O üç kadının yaşamıyla ne kadar gurur duysak azdır.

Entegre Terörizm ve İmralı Sürecinin Yazgısı


VEYSİ SARISÖZEN

Tehlike büyük.  AKP, İmralı görüşmelerini bir “enstrüman” olarak görüyor. Görüşmeleri “enstrüman” olarak görmek ne demek?

Görüşmeleri “kullanmak” demek. “Kullanmak” ne demek derseniz, önce birkaç kelam edelim, sonra konuya girelim.


Paris katliamı karşısında Hükümet’in tutumu değişmedi. Katliamdaki parmak izlerinin “Türk derin devletinin DNA’sı”na çok benziyor olması, Hüseyin Çelik’in “iç infaz” cazgırlığında “ton” ayarlamasına neden oldu. O yüzden Başbakan dünkü konuşmasında “iç hesaplaşma” yakıştırmasını “kısık tonda” mırıldandı. 


Ama mırıldandı.


Ve arkasından da Paris’ten Amed’e gelecek olan cenazeler için yapılacak olan töreni “provokasyon” olarak niteledi.


Kim verdi bu aklı Başbakan’a?


Bildiniz. Elbette Yalçın Akdoğan. Dünkü yazısında şöyle yazmıştı:


“Paris’te öldürülen üç kadının cenazesi üzerinden Habur benzeri bir görüntü oluşturulması olayın kendisinden daha büyük bir sabotaj anlamına gelir…”   


Danışman nefret aşılıyor. Bir insanın gözü dönmeye görsün. İşte böyle konuşur. Gerilla’nın “ilk defa” “dirisiyle” karşılaşan halkın coşkusuna Danışmanın düşmanlığını anladık da, Kürd’ün “cenazesini” karşılayan halkın matemine duyulan bu düşmanlığı nasıl karşılayalım? Ve hele cenazelerin “Habur benzeri bir görüntü” oluşturacağı deli zırvasını nereye koyalım? Habur’daki “sevinç coşkusu” ile Amed’de yaşanacak olan “matem acısını” aynı kefeye koyan bu kafa, Kürdün “kederde ve kıvançta”, “üzüntü ve sevinçte”, “acı da ve mutlulukta” bir olmasına düşmandır. Utanmasa “Kürt sevinme, ağlama, sus” diyecek…


Amaç açık:


İmralı süreci Kürt halkının bu süreçte rol oynamasını önlemek için, “nazik alet” gibi tanıtılıyor. Selahattin Demirtaş’ın “muhalefet partisi eşbaşkanı” olmaktan gelen “eleştirileri” bu “nazik aleti” bozuyor. Ama Lice’de yapılan nokta operasyonu, “nazik aleti” bozmuyor. Paris katliamının bu “nazik alet”e hiçbir zararı yok. Ama o katliamda can veren insanların cenaze törenine kitlesel katılım olursa “nazik alet” havaya uçuyor.


Böylece başa geldik.


Hükümet İmralı sürecini tehlikeli bir oyun haline getirmek üzeredir. Onun amacı “silah bıraktıracağız” diyerek, askeri operasyonları ve tutuklamaları devam ettirerek ve Öcalan’ı “aşağılayan” televizyon utanmazlıklarına başvurarak, Kürt halkının İmralı sürecine güvenini yok etmek ve aynı zamanda başta Öcalan olmak üzere, PKK’yi, BDP’yi, DTK’yi İmralı sürecinde şu ikileme sokmak: “Ya bu entegre plana evet dersiniz, ya da masayı terk edersiniz…”


Gerçekten çok kurnazlar. Çünkü böyle bir durumda, “işte yine masayı devirdiler” diyerek Kürt kamuoyunda bir “bölünme” yaratabileceklerini düşünmekteler. “PKK Öcalan’ı dışladı” yalanıyla ortalığı karıştıracaklar. 


O nedenle AKP “müzakere” dili yerine, “işkenceci polisin” sorguya çektiği insanla konuştuğu o meş’um dili kullanıyor. “Silahı bırakacaksın, kendi ana topraklarından defolup çıkacaksın, İmralı’da ölene kadar kalacaksın, ana dilde eğitim yapamayacaksın, yalnızca hapse mahkum olmadan az önce ana dilinde savunma yapacaksın, çok talep edersen çok öleceksin, az talep edersen az öleceksin, hiçbir şey talep etmezsen ömür boyu yaşayacaksın”… Bu dil “provokasyon” dilidir.


Soru şu: Bu “entegre plan” yürürlükteyken, İmralı’da görüşmeler devam edebilir mi? Bana sorarsanız edebilir. Edebilir ama, bu görüşmelerde adım atılamaz. “Görüşme, müzakere yapmak” başka bir şey, o görüşme ve müzakerelerde adım atmak başka bir şeydir. Görüşmeler “entegreye” rağmen, elbette sürmeli; ama görüşmelerde adım atılacaksa entegre plandan vazgeçilmeli…


Paris katliamıyla ilgili psikolojik savaşta AKP cenahı tam bir başarısızlığa uğradı.


Paris katliamının görüşmeleri sabote etmek için yapıldığı açık. Açık olan ikinci yan şu: bu sabotajın hedefi PKK’yi uğradığı suikast nedeniyle, “İmralı sürecinden” vazgeçirmekti. Ne oldu?


Öcalan, PKK, HPG, BDP, DTK “İmralı sürecinden” vazgeçmedi.


Yani… Yani, Kürt tarafı İmralı sürecinden vazgeçmediğine göre, İmralı sürecini sabote edenler Kürt tarafında yaşamıyor. Bu bir.


Ve Kürt tarafı, Paris katliamının “intikamını”, bomba kuşanmış “intihar” ekipleriyle ya da “keskin nışancıların” “nokta atışlarıyla” almak yerine, evlatlarının cenazelerini milyonluk törenle karşılayarak almak istiyor.

 
Yani PKK “terörist” eyleme başvurmuyor, PKK’ye karşı “terörist eylemler” yapılıyor… Bu da iki…