27 Eylül 2011 Salı

AKP’nin Görüşme Mantığı ve Sonuç Alınamamasının Nedenleri

PKK ile MİT’in görüşme kayıtları olduğu söylenen ses kayıtları sitelere korsanca konulmuş. Bu ses kayıtları ne kadar doğru, doğruysa bu görüşmenin yayınlanmayan bölümlerinde neler var, şimdi tam bilinmiyor. Ancak kayıtlar kopuk, hatta doğruysa birkaç görüşme yapılmış. Belki de tek bir görüşmenin kayıtları değil, birkaç görüşmeden derleme yapılmış olma ihtimali yüksek. Kim sızdırdı bu da tartışılıyor. Eğer yayınlanan kayıtlar derleme ise bu bölümlerin içeriğine ve mesajına bakılarak kimlerin sızdırdığı sadece tahmin edilebilir. 

Şu anda böyle bir görüşmenin nasıl olduğu ve içeriğini tam bilmiyoruz. Ama bu görüşmelerden çözüm için bir sonuç çıkmadığı açık. Devletin tasfiye politikasına şiddeti daha fazla eklemesi ve siyasi soykırım operasyonlarını arttırması, Kürt Özgürlük Hareketi'nin de Önderleri ve Kürt halkı özgür olana kadar direneceklerini ilan etmesi bunu gösteriyor. Görüşmelerden sonuç alınamaması Başbakan'ın tek millet, tek vatan, tek devlet söyleminden de net anlaşılıyor. Çünkü bunlar eski söylemdir. Tek vatan Kürdistan’ı, tek millet Kürtleri, tek devlet Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını yok saymak anlamına geliyor. Hala devletin ve hükümetin en tahammül edemedikleri sözcük Kürdistan’dır.

Görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkmamıştır. Bundan sorumlu olan ise AKP hükümetidir. AKP geçen dönemi sadece kendi parti çıkarı ve iktidarda kalmak için kullanmıştır. 

Görüşmelerden sonuç almak için ilk önce konuştuğun sonrada karşındakini muhatap almak şarttır. Ama AKP hükümeti hala İmralı da PKK de BDP de muhatap değildir diyor. Hatta bu tezini inandırıcı kılmak için Kürdistan'da en fazla oyu ben alıyorum yalanını atıyor. BDP 2-3 şehir dışında Kürtlerin oyunun yüzde 60 ve 70’ini alıyor. Ama buna rağmen Kürtleri temsil etmiyorlar diyerek muhatap almama politikasını sürdürüyor. Bu anlayış esas olarak Kürtleri bir halk olarak görmemektir. Bu nedenle liderleri ve temsilcileri olamaz diyor. Kürtleri ayrı bir ulus ve halk olarak görmemesinin tezlerini uyduruyor. Muhatap olarak tanınmayan görüşmelerden de sonuç çıkması beklenemez.
Görüşmeler olumlu bir sonuç vermemiştir. Ancak tartışmaları olumlu sonuçlar verebilir. Daha doğrusu bu tartışmalar toplumda çözüm için zemin sağlamada olumlu sonuçlar doğurabilir.

Görüşmelerin yanlış olmadığı konusunda bir genel eğilim ortaya çıkmıştır. Her ne kadar hükümet yanlıları bu görüşmeler istihbari görüşmelerdir deseler de görüşmelerin toplumda ve aydın çevrelerde olumlu görülmesi önemlidir. Bu görüşmeler ortaya çıktıktan sonra AKP yandaşları görüşmeler olumsuzdur, neden yapılmış diyemezlerdi. Bu nedenle bu görüşmeleri sahiplenmeleri gerekiyordu. Bu görüşmelere bir izahat yapmaları gerekiyordu. Böyle yaklaşmak zorunda kaldıkları için PKK ile de görüşmeler normalleşmiş ve meşrulaşmıştır. Özellikle bir kısım kendini liberal ve demokrat tanıyan yazarların görüşmeleri olumlu görmeleri ve sorunun ancak müzakere ile çözülebileceğini söylemeleri de soruna yaklaşımda zihniyet değiştirmenin sağlanması açısından önemli görülmelidir. Her işte bir hayır vardır misali bu tartışmalar da Kürt sorununun çözümü için olumlu olmuştur. PKK ile görüşme ve çözüm olmaz diyenlerin tezleri daha da zayıflamıştır.

Kuşkusuz bu görüşmeleri AKP'nin çözümsüz politikaları için değerlendirmek isteyenler de çıkmaktadır. Bu görüşmeleri ve bu görüşmelerden sonuç alınmamasını doğru yorumlayacaklarına, kendilerine göre ve AKP yararına bir sonuç çıkarmak istemektedirler. Özellikle AKP yandaşı liberal yazarlar böyle bir yaklaşım içindedirler. Görüşmeler oluyormuş, o zaman silahlar bırakılmalıymış ve dağdan inilmeliymiş! Böylelikle AKP'nin tasfiye politikalarına boyun eğin demektedirler. Bu yaklaşım Kürt halkının taleplerini ve Kürt sorununu anlamamaktır. 

Bu yaklaşım aslında AKP ve yandaşlarının görüşmeleri sonuçsuz bırakma yaklaşımıdır. Zaten AKP’liler bu görüşmelerin Kürt sorununu çözmek için değil de “terörü bitirmek için” yapıldığını söylüyor. Terörü bitirmek sözü, Kürt sorununu çözelim bunun sonucu çatışmalar dursun ve barış gelsin anlamında söylenmiyor. 30 yıldır hangi politika ile Kürt direnişi bitirilmek isteniyorsa şimdi de öyle bitirilmek isteniyor. Bitsin de silahla mı bitiyor yoksa görüşmeler ile mi bitiyor, nasıl biterse bitsin deniliyor. Bu yaklaşımın içinde Kürtlerin talepleri kabul edilsin de sorun çözülsün anlayışı yoktur.

Görüşmeden de çözümden de yana olan Kürt Özgürlük Hareketi'dir. Bu konuda tek taraflı adımları hep Kürt Özgürlük Hareketi atmıştır. Defalarca tek taraflı ateşkes ilan edilmiştir. Böylece devlet ve AKP çözüme çekilmek istenmiştir. Ancak anlaşılıyor ki AKP Kürt Özgürlük Hareketi'nin bu yaklaşımını kötüye kullanmıştır, doğru değerlendirmemiştir. 

Bu görüşmeler olmuş ve sonuçsuz kalmış ise bundan doğru sonuç çıkarmak gerekir. Bundan çıkarılacak en doğru sonuç da, AKP ve devlete “bu görüşmelere doğru yaklaş” denilmesidir. Görüşme ve müzakere yapmak iyi bir şeydir; ancak AKP bu görüşmelere müzakere yapmak ve sorunu çözmek için yaklaşmıyorsa, bunun çok tehlikeli ve sorumsuz yaklaşım olduğu ortaya konulmalıdır. Kürtler sorumlu yaklaşıyor, gelin diyalog ve müzakere ile sorunu çözelim diyor ama AKP bunu kötüye kullanıyorsa bu, AKP'nin halklara karşı işlediği ağır bir suçtur. O zaman AKP'nin bu sorumsuz yaklaşımının üstüne gitmek gerekir. Yoksa görüşmeler yapılmış, silaha ne gerek var demek AKP'nin sorumsuz politikalarına ve görüşmeleri ele alış biçimine destek vermek olur.

AKP hükümetinin Kürt halk önderinin yol haritasını 2 yıl sonra verdiği bilinmektedir. Aslında bu yol haritası çözümleyici olabilirdi. Ancak ne İmralı ile ne de PKK ile bu Yol Haritası’nı çerçeve alarak bir çözüm projesi ve adımı ortaya konulmuştur. 

PKK çözüm için adım atılsın diye defalarca silahları susturmuştur. Ama AKP bunu değerlendirmemiştir. 13 Nisan 2009’da ateşkes ilan edilmesine rağmen bir gün sonra yüzlerce DTP’li tutuklanmıştır. Askeri operasyonlar ise hiç durmamıştır. Eskisi gibi her gün olmamış, ama istifa eden genelkurmay başkanının dediği gibi istihbarat alıp belirli bir alanda operasyon yapmışlardır. 2010 referandum öncesi ateşkes varken 10 gerillanın Hakkâri’de öldürülmesi bunun en açık ifadesidir.
Bu görüşmelerden çıkan en önemli sonuç AKP'nin görüşmeleri doğru ele almadığıdır. Sadece bu görüşmeler değil, İmralı ile yapılan görüşmeler de doğru ele alınmamıştır. Eğer ilerde yeni görüşmeler olacaksa her şeyden önce görüşmeler, terörü bitirmek gibi savaşı sürdüren anlayışla değil, sorunu çözüp barışı sağlama anlayışıyla ele almalıdır. 

AKP şimdi şiddetle ve siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmek istese de bunda başarılı olamayacaktır.   Devlet –bu AKP ya da başka bir hükümet olur- eninde sonunda Kürt Halk önderi ve PKK ile görüşme masasına oturup bu sorunu çözmek zorunda kalacaktır. Esas olarak da bu sorun İmralı’da yapılan görüşmelerle çözülecektir.

Görünen odur ki devlet böyle bir yola ancak mücadele ile ve tasfiye saldırılarının boşa çıkmasıyla gelecektir. 

Mizgîn Delîla

Orta Çağ İnsanı

Erkan KÜÇÜK
Yeni bir Orta Çağ’dan bahsediliyorken Orta Çağ’da bireyin konumuna bakmak ilginç olabilir diye düşünüyorum. Karanlık olarak ifadelenen Orta Çağ’ın gözden kaçan bir noktasını böylece görebiliriz: “İnsan Orta Çağ’da yalnız değildi.”

Birey olmanın tarihi, insanın özgürleşmesinin ve bunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yalnızlığının da tarihidir. İnsanın özgürlüğü, onun bir zorunluluk olarak dahil olduğu toplumsal gruptan ayrıksanması ile ilgilidir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. İnsan toplumsal bir varlıktır. Onun toplumsallığı, içinde bulunduğu topluluğun koyduğu kültürel kuralları kabul etmesi ve onları içselleştirmesindendir. Bu, onun dışında gelişen bir durumdur aslında. İnsan daha doğduğu ilk andan itibaren simgesel ya da somut bir göbek bağıyla bağlıdır çevresine. Onu saran annesidir, ailesidir ilk bağı ve büyüdükçe genişleyen bir ölçekte toplumsal çevresidir. Bu zorunluluk içinde insan varolabilir. İnsanı çevreleyen bu bağlar ne kadar kalın ve güçlüyse, kişi o ölçüde bireyselliğin dışındadır. Çünkü onların kurallarına uymak, onların verdikleri ile düşünmek, kendinin dışına çıkmaktır aslında.


Yalnızlık, özgürlüğün bir sonucudur. Onun reddedilmesinin temel nedenidir de diyebiliriz aslında. Bireyleşme süreci giderek artan yalnızlığı da beraberinde getirir. Bu dünyadan ne kadar sıyrılıp çıkarsa kişi, o ölçüde yalnızlığının farkına varır. Ayrı olma duygusu bir güçsüzlük ve kaygı durumu yaratır.


Başta ifade ettiğimiz gibi yeni bir Orta Çağ’dan bahsediliyorken Orta Çağ açısından birey kavramına bakmakta yarar var. Bu noktada direkt olarak söyleyebiliriz ki “Orta Çağ’da birey yoktur.” Orta Çağ toplumunda bireysel özgürlük yoktur. Orta Çağ’da kişisel, ekonomik ve toplumsal yaşam her türlü etkinliği kısıtlayan kural ve yükümlülüklerin altındaydı. Kişi, modern toplumlara göre çok daha az özgürdü ama diğer yandan yalnız ve soyutlanmış da değildi. Orta Çağ’da ahlak kuralları her şeye egemendi; dinin gölgesi her noktaya düşüyordu. İtaat en büyük erdemdi. Her itaat ise insanın kendinde bir şeyleri bastırması, yok etmesi anlamına gelir. Her şey kurallar halinde ona verilmiştir; tek yapması gereken bunlara uymaktır. Bireyin gelişmesi için gerekli olan, sorgulama olgusu din yoluyla böylece ortadan kaldırılmış olur.


Bireyin ortaya çıkamamasında dinin, o her noktaya değen elinin, Orta Çağ açısından çok büyük önemi olmuştur. Şunu belirtmeliyiz ki din, bireyin gelişimi açısından bir olumsuzluktu; ancak onun sayesinde insan, yalnız olduğunu duyumsamıyordu. İnsanlar üzüntülerini, acılarını Adem’in günahının ve herkesin kendi bireysel günahının bir sonucu olarak açıklayarak acıları daha katlanır hale getiriyordu; böyle bir durumda insanın yalnızlıktan geçerek bireyleşmesi çok kolay bir şey değildir elbette. Onu saran dinsel, toplumsal korunak bir güvence yaratıyordu üzerinde, işte böyle bir durumda Orta Çağ’da aforoz en büyük cezadır kişi için. Birey olma da bir bakıma düşünsel aforozluktur. Diğer bir nokta ise yine ahlak ile bütünleşen ekonomik yapıydı. Orta Çağ’da üretimin insan yaşamının devamı için gerekli görüldüğünü ve ahlak dışına çıkan her anlayışın, ekonomik girişimler de dahil reddedildiğini yukarıda belirtmiştik. Çağdaş toplumlarda birey rekabet olgusu ile birlikte vardır. Orta Çağ’da bunun önü ahlaki kurallarla kesilmiştir.


Bu sistemde, ekonomik çıkarlar, yaşamdaki gerçek işten, günahsız yaşamak görevinden daha önemli değildir, ekonomik tutumda da tıpkı parçası olduğu kişisel tutumun bütün yönlerinde olduğu gibi ahlak kuralları geçerlidir. İnsanlar loncalara ahlaki bir bağla bağlıydılar. Dinsel gerçeklik nasıl ki onlara uyması gereken ilkeleri vermişse, bu ekonomik birimlerde de uyulması gereken çerçeve belliydi. İnsana yalnız bunlara kayıtsız şartsız teslim olmak düşüyordu. Bu teslimiyet insanın bireyleşmesinin, özgürleşmesinin önünde bir engelse de onu yalnızlıktan kurtaran bir neden de olmuştur.

Acılı Coğrafya...

Eren KESKİN
Pazartesi günü haberleri izlerken, Libya ile ilgili bir haber dikkatimi çekti.

1996 yılında Libya hapishanelerinde hakları için mücadele eden mahkumlar, devlet güçleri tarafından katledilmişler ve hepsinin cenazeleri üst üste bir toplu mezara konulmuş.


Aileler, yıllarca çocuklarını “kayıp” bilmişler.


Ve bugün, dünya emperyal güçleri, Libya’daki insan hakları ihlallerinin “şimdi” farkına vardıklarından, bu toplu mezar olayını Kadafi’nin ne kadar kötü bir lider olduğunu kanıtlamak amacıyla kullanıyorlar.


Evet, Kadafi bir diktatördü.


Sayısız cinayetler ve insan hakları ihlalleri işledi.


Savunmasız insanları katledip toplu mezarlara koyması da, bu ihlallerin en çarpıcı örneklerinden biri.


Aslında, bizim coğrafyamız açısından son derece ironik bir durum söz konusu.


Bugün televizyonlarının başında Kadafi rejiminin nasıl da kötü bir rejim olduğunu izleyip sinirlenen izleyiciler, acaba kendi coğrafyalarında toprakların altında gizlenen “gayriresmi tarihe” ne kadar duyarlılar.


Geçtiğimiz hafta Van-Çatak Görentaş mevkiinde ulaştığımız toplu mezardan, taşların altındaki insan kemiklerinden, kanlı giysilerinden ve MKE yapımı yakıt çubuklarından sözetmiştim.


İstanbul’a döndüğümde bir Ermeni müvekkilim ile büroda sohbet ederken, bu toplu mezardan bahsettim.


Bana dönüp sorduğu soru çok çarpıcıydı; “Bizimkilere ait toplu mezarı mı tespit ettiniz?” .


İşte bu soru aslında bu coğrafyanın nasıl da kanlı ve acılı bir coğrafya olduğunun en açık gerçeğiydi.


Müvekkilim, doğal olarak Ermeni Soykırımı’ndan sözediyordu.


Soykırım sırasında binlerce Ermeni’nin nasıl katledildiklerini, nasıl işkence edildiklerini, nasıl toplu mezarlara konulduklarını, bu toplumun çok büyük bir bölümü görmüyor. Aslında görmek istemiyor.


Burası, böylesine gerçeklerin gizlendiği, acıların yok sayıldığı bir coğrafya...


Başbakan Tayyip Erdoğan, öyle görünüyor ki, sadece Müslüman coğrafyalardaki insan hakları ihlalleri ile ilgileniyor.


Ancak, bizim coğrafyamızı yönetirken başka yerler için talep ettiği insan haklarını, kendisi ihlal etmeye devam ediyor.


Devletin totaliter yapısı ve yalanlara dayalı resmi ideolojisi, ne yazık ki başarıya ulaşmış durumda.


Televizyon dizileri ve futbolla beslenen Türk halkı yanıbaşındaki acılara, aynı kendisini yöneten başbakan gibi duyarsız kalıyor.


Çünkü öğrenmiyor, öğrenmek istemiyor.


Ve şurası çok açık ki, onlar bu gerçekleri öğrenmeye karar vermeden köklü bir değişim olamayacak.

Antagonizma

Cengiz KAPMAZ
İnzivaya çekilmenin en güzel tarafı nedir biliyor musunuz?

Issızlıktır... Issızlığın bilgeliğinde gerçekleşen arayıştır... Karar vermektir...


Düşünürsünüz... Ulan, dersiniz, doğru mu yapıyorum diye...


Duygulanırsınız... Kolay değildir... Çünkü giderseniz limandan ayrılan geminin güvertesinden kıyıda bıraktığınız eş-dosta el sallayacaksınız.


Zordur bunca yaşanmışlıkları, alışkanlıkları değiştirmek... Bilirsiniz ki ayrılık sizin için aşka dönüşecektir.


O yüzden kalmak istersiniz... Ama yüreğinizin derinleri fırtınalıdır, huzursuzdur.


Yakasına yapışacak bir suçlu, sizi uyandıracak bir kaos, göğsünde ağlayıp rahatlayacağınız bir bilge ararsınız.


Paradokstasınız. Antagonizmalar (uzlaşmaz zıtlık) yaşarsınız. Zıt kutuplar sizi besler. Zıt kutuplar sizi yok eden elementler değildir artık.


Ama bu zıtlıkların yarattığı gerilimi, huzursuzluğu da hissedersiniz...


* * *


Tüm bu duygu ve düşünce anaforu Özgür Halk ve Demokratik Modernite dergisinde Mahmut Yamalak imzasıyla yayınlanan makaleden sonra oluştu.


Yamalak “Kendi Varoluşunu Arama, Evren ve İnsan” başlıklı makalesinde insanın geçmişten bugüne kendini anlamlandırma, hayatını anlamlı kılma serüvenini tartışıyor, şu sorunun yanıtını arıyor:


Hakikaten insan kimdir ve nedir? Onu ne mutlu ve anlamlı kılar?


Bu soru Aristo’nun da gündemindeydi. Aristo’ya göre insan kendi yaratıcısına koşulsuz bağlı bir varlık değildi, tersine kendi yaşam tarzını oluşturmak zorunda olan varlıktı.


Skolastik felsefe ise insanı önemsizleştirdi, basit bir varlığa indirgedi.


David Hume’da insan kendi bilgilerinin sınırlarında kalan çaresiz bir kişidir. Dünyayı duyumları ile algılar ama algılarının da doğru olup olmadığını bilmez.


Descartes insanı çaresiz kılan düşünce şekillerine itiraz eder. İnsan düşünüyorsa vardır, bu yüzden Tanrı’ya ihtiyacı yoktur, kendi başına hakikate ulaşabilir.


Hegel ise insanın ancak toplumsallık içinde var olabileceğini ve anlam kazanabileceğini ileri sürer. Ancak der Hegel, insan toplumsallığın zirvesine devletle ulaşabilir. Hegel’e göre devlet insanı ve toplumsalı özgürleştiren varlıktı.


Aydınlanma filozofu insana güvenmez. Çünkü insan tek başına bırakılırsa her türlü kötülüğü yapar. Bu yüzden devletin tek başına kalan insanları denetlemesi gerekir.


Hobbes’un devleti Leviathan’dır.


* * *


Yamalak makalesinde, “insanın kendine anlam verme, kendini tanıma isteği neden bu kadar önemlidir?” sorusunu da soruyor.


Yamalak, “dünyanın tamamlayıcı bir parçası olmak ve bir yere ait olduğunu hissetmek için” yanıtını veren Erich Fromm’a itiraz ediyor, insanın kendine anlam verme sürecinin kendi benini tanımak olduğunu söylüyor.


Yamalak’a göre kendi benini tanımak şu açıdan önemlidir: İnsan kendi benini tanırsa kendi varlığını koruma ve kendini yeniden üretme edimlerine başvurur.


O zaman da insan anlamak için yaşar. Ancak insan anlam ile yaşamak arasındaki gerilimde anlayamaz.


O yüzden mutlak yalnızlığa ihtiyacı vardır.


Aristo insan eylemlerinin hep bir son amaca doğru hareket ettiğini belirtir. Hegel’de bu son amaç mutluluktur. Descartes’ta ise insanın temel amacı tanrıyla buluşmaktır.


Spinoza ise insan eylemlerinin amacının sorgulanmasına karşıdır. Bu çabanın boşa olduğunu söyler, varlığını sürdürmeyi insan için yeterli görür.


Pozitivist felsefe insanı tanrıdan uzaklaştırır ancak bir alacakaranlık kuşağına sokar. İnsanın bilgisini deneylerle sınırlayan pozitivizm insana bir amaç yüklemeyi anlamsız görür.


Pozitivist felsefe evreni fethedilmesi gereken saha görür, insanı evrenin yöneticisi konumuna indirger.


Ancak bu düşünce şekli Tanrı yerine insanı koyar ve her şeyi insanın egolarına tabi kılar.


Aydınlanma ve pozitivist felsefenin kaçınılmaz sonucu hükmetmek, ele geçirmektir.


* * *


İnsanı mutlu kılan nedir? Anlam yaratabilme çabası mı, idealler için mücadele mi, kendini tanıma uğraşı mı? Yoksa bunların hepsi mi?


Çok kısa bir süreliğine misafir olduğumuz bu dünyada kendimizi anlamlı kılacak bir çaba, nihayetinde hiçlikle sona eriyorsa... O zaman neden anlam verme çabası içindeyiz?


Anlamın biteceğini bile bile anlam yaratma hali... Hayır, Nihilistlik (hiçlik) yapmıyorum sadece hiçleşeceğini bile bile anlam yaratma soruları soruyorum.


Sahi hayat nedir? Hayatı anlamlı kılan nedir? Belki de postmodernler haklı: Hayat hep oluşan, yok olan, yeniden oluşan, tekrardan yok olan süreçtir, yani belirsizliktir.


Özgür Halk ve Demokratik Modernite dergisi alın. Mahmut Yamalak’ın makalesine mutlaka göz atın.


Sorduğum soruların yanıtlarını o yazıda bulacaksınız!

Başbakan Görev İcabı Hakaret Ediyormuş!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Hopa’da polis şiddeti nedeniyle kalçası kırılan Dilşat Aktaş için Konya mitinginde “Polis panzerine tırmanan kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diyen Başbakan hakkında yapılan suç duyurusuna takipsizlik kararı verdi. Gerekçe ise “isnat edilen suç Başbakan’ın görevi.”
 
Görev icabı hakaret etmiş!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Hopa eylemine katılan ve polisin kendisine uyguladığı şiddet nedeniyle kalçası kırılan Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş için Konya mitinginde “Polis panzerine tırmanan kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında yapılan suç duyurusuna takipsizlik kararı verdi.


Görev değil kişisel suç


Başsavcılık, Erdoğan hakkındaki suçlamanın “görevlerine ilişkin” olduğunu belirterek bunu ancak Meclis’in soruşturabileceğine işaret etti. Dilşat Aktaş ise takipsizlik kararına Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nde itiraz etti. Aktaş’ın avukatı Sevinç Hocaoğulları ise kararı eleştirerek, “İsnat edilen suç göreviyle ilgili değil kişisel bir suçtur” diyerek, Başbakan’a yönelik kişisel suç niteliğindeki iddialarda yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin olarak düzenlenecek fezlekeye bağlı evrakın, TBMM Başkanlığı’na sunulmak üzere Adalet Bakanlığı’na gönderilmesi gerektiğini söyledi.

 
Dilşat’a ne olmuştu

Onun ismini daha fazla insanın bilmesine neden olan hadise panzerin üzerine çıkışı... Sonra polis tarafından uygulanan şiddet yüzünden kalçasının kırılması... Başbakan’ın “kadın mı kız mı belli değil” diyerek seçim meydanlarından ismini anmadan, kendisini zikredişi... Halkevleri’nin Ankara Şubesi Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Dilşat Aktaş, Metin Lokumcu’nun Hopa’da aşırı biber gazından öldüğü haberi üzerine Ankara’da yapılan eylemde, sert polis müdahalesinin ardından hastanelik olmuştu. Aktaş, bazı sivil polis ve Çevik Kuvvet mensuplarınca dövülmüş ve kalçası kırılmıştı.

Başbakan Konya mitinginde Aktaş için “Bu sabah bakıyorum bir televizyon kanalında Ankara’da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem. Ve oradan, panzer yetmiyormuş oradan hızını alamıyor, kalkanla yerinde duran polisimize elindeki sopayla saldırıyor, vuruyor, polis yerinde sabrediyor... Gelecek polisin kalkanına vuracak, panzerine saldıracak ne işe yarıyor bunlar, ne yapmaya gidiyor? Bunların görevi ne?” şeklinde konuşmuştu.
 

Resmi Türk Kimliğinden Özgür Yurttaşlığa-2

Ezcümle devletin 90 yıldır oluşturmaya gayret ettiği kimlik intiharından, hatta kimlikler katlinden geçmiş “Makbul Vatandaş” ile devletin gözünde “ihanette!” ısrar eden “Özgür Yurttaş” kimlik mücadelesi hala sürüyor…

Ünü Diyarbekir’in dışına taşmış ve soyadı kanunuyla “Güzelses” olacak olan Diyarbekirli Celal Bey, 1930’lu yıllarda Halkevi’nin musiki şefidir. Celal Bey’in musikiyle ilişki halinde olduğu bu dönemde, sonraları ünlü bir tiyatro sanatçısı olarak ün yapacak olan Altan Karındaş’ın ağabeyi Mahmut Karındaş, 1930’lar itibarıyla Diyarbekir’de veteriner yüzbaşı olarak görev yapmaktadır. Karındaş yüzbaşı, karın’daş olmadığı Diyarbekirlilerin gündelik yaşamdaki sözlü ifadelerini, kısmen de yerel ağzı alaya alarak, bir plak yapar. Bu plak kentte ciddi ölçüde üzüntü nedeni olur.

En çok üzülenlerden biri de; Mustafa Kemal’in, Başbakan Fethi Okyar kabinesinde Bayındırlık Bakanlığı da yapmış olan, Lozan delegasyonundan Zülfü Bey’in oğlu ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın dayısı Pirinççizade Fevzi Bey’dir. Fevzi Bey, Mahmut Karındaş’ın plağıyla yarattığı olumsuz ve aşağılayıcı Diyarbekir görüntüsünü biraz da değiştirmek için Celal Bey’i ikna ederek, plak yapmak üzere İstanbul’a götürür.

Celal Bey’in İstanbul’da ilk uğrak yeri, dönemin ünlü mekanlarından “Sahibinin Sesi” plak şirketidir. Şirketin musiki şefi Artaki Candan Efendi ile görüşülür. Ve hemen ilk plak yapılır. Okunan eser: “Ben şehidi badeyim, dostlar demim yad eyleyin” olur. Fevzi Bey, aynı gün Mustafa Kemal’ın da onayını alarak, Celal Bey’i Dolmabahçe Sarayı’na çıkarır. Yıl 1932 ve mekan Dolmabahçe Sarayı’nda, Paşa’nın sofrasıdır. Ve o akşam Celal Bey, Paşa’nın izniyle gündüz plağa okuduğu eserle başlayıp, “Yaş Destanı”yla devam eder.

Mustafa Kemal, yıllar öncesini anımsayarak, Celal Bey’e hitaben “Sen yıllar evvel Diyarbekir’deki köşkte türkü söyleyen çocuktun, seni hatırladım” der. Ne yaptığını sorar. Okul durumunu da ihmal etmez! Celal Bey “Özel İdare’de çalıştığını ve musikinin hep bir adım önde gittiğini, okuldan geri kaldığını” ifade eder. Paşa, geçmişteki görüşmelerine binaen adeta doğrulandığını düşünerek başıyla onaylar.

Her şeyi Türklüğe dayandırma günleri…


Mustafa Kemal, yakınında duranlardan birine başıyla işaret ederek, Celal Bey’in kafasının ölçüsünü aldırır. Celal Bey bu kafa ölçme olayına bir anlam veremez. Gazi Paşa, ölçüyü alan şahıstan “uygundur” onayını aldıktan sonra, muhabbet devam eder. Dönem 1930’lardır. Ve Türkleşme çerçevesinde Türk Tarih Tezi’nin, Güneş Dil Teorisi’nin hızla sistemleştirildiği, gündem tuttuğu dönemlerdir. Bilimle uğraşma iddiasındaki bir dolu insan, her şeyi Türklüğe dayandırma gayretleri içerisindedir. Diyarbekir’den giden ve kafa ölçüsü alınan Celal Bey, bu vesileyle ölçüye tabi tutulduğunu bilmemektedir tabii ki!

Celal Bey’in sofra muhabbetine katıldığı andan itibaren sekiz saat süren musikiyle yoğunlaşılmış sofranın bir bölümünde Mustafa Kemal o akşam sofrada olan Ermeni Nobar Tekyay’a ezan okumasını emreder. Nobar, tekdüze bir sesle başlar okumaya. Tamamladıktan sonra da Paşa, Celal Bey’e dönerek, onun da okumasını ister. Ardından da “Hazreti Muhammed’i nasıl bilirsin?” diye sorar. Celal Bey nasılsa kafa ölçümüz alındı, bu geceden sonra iş olacağına varır diye düşünerek, kısa bir duraklamadan sonra okuduğu ezanın akabinde,

Mevlidin;
‘Geldi bir akkuş kanadiyle revan/
Arkamı sigadı kuvvetle heman’
bölümüyle başlayıp,
‘Aşk ile şevk ile edin Esselat’
diyerek
‘merhaba ey al-i sultan merhaba’
bölümüne gelir ve
ayağa kalkıp el bağlar.

Bunu gören Mustafa Kemal Paşa ve masadaki otuza yakın kişi de ayağa kalkıp el bağlar. Mevlidin “merhaba” bölümünü makamıyla tamamlayan Celal Bey, Mustafa Kemal’a hitaben; “Paşam 1400 yıl öncesinde yaşayıp da bugün bizleri ayağa kaldırıp el bağlatan o sorduğunuz Muhammed’dir” der. Paşa memnuniyetini ifade ederek, “Celal Bey, burada (İstanbul’da) kal!” der. Celal Bey yanıt vermez.

Ölçülen kafanın anlamı


Bir süre sonra, Celal Bey’in ayrılma saatine doğru Gazi Paşa, Diyarbekirlilere hitaben iletmek üzere, genç birinin dilinden bir mesaj verir Celal Bey’e:

“... bizim diyarımız Oğuz Türk’ün has konağıdır, biz de bu konağın has çocuklarıyız. Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmağa çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki: Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türktür ve her yanı aydınlatan Türkün yüzüdür. Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur.
Türkün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek. Diri yalnız Türk milletidir. Birliği ortaya koyan da Türktür.” İşte o zaman anlaşılır, ölçülen kafanın anlamı.

Ve Celal Bey Dolmabahçe Sarayı’nın kapısından ayrılırken özel kalem görevlisi, Celal Bey’e hitaben sorar. “Paşa’nın, burada kalın? Sorusuna cevap vermediniz. Kalacaksanız işlemleri yapayım” der.
Celal Bey de özel kalem görevlisine hitaben şunları söyler.
“Tek başıma kalsam, Şah-ı devrane kul olmam, Viran olası hanede evlad-u ayal var.”

Dîyarbekîr gazetesi

1934’te soyadı kanunu çıktıktan sonra Güzelses soyadını alan Celal Bey’in bu türkü sözlerini cevaben iletmesi, hangi duygularladır bilinmez. Özel kalem görevlisi de, “Siz doğulular adam olmazsınız. Ayağınıza kadar gelen fırsatları tepiyorsunuz. Halbuki burada kalmayı kabul etseydin bütün kapılar önünde açılırdı. Belki de yakın zamanda milletvekili olurdun” der.

Celal (Güzelses) Bey’in Mustafa Kemal’in mesajını Dîyarbekir’e adresine ulaştırdıktan sonraki dalgası ise izlenmeye değerdir.
1869’daSüleyman Nazif’in babası Said Paşa tarafından kurulan Anadolu’nun ilk gazetesi (kimi kaynaklara göre de ikinci) Dîyarbekir 26 cemaziyelevvel (Eylül 1932) tarihli ve alt logosunda “Siyasi, İçtimai, İktisadi Türkçü Halk Gaztesi” yazan nüshasında Paşa’nın mesajını “Fahri Hemşehrimiz Gazi Hazretlerinin Dîyarbekir’lilere Yüksek Hitabeleri” manşetiyle olduğu gibi verir. Gazetenin sahibi ve umumi neşriyat müdürü sonradan Çubukçu soyadını alacak olan Tahsin Cahit ilk sayfada “Büyük Gazi ve Türklük” başyazısında şunları söyler: 

“Biz o deha şahikasından kopup gelen bu nurlu hakikatlerde, cihana dal budak salan, medeniyet tohumu saçan asil bir ırkın layemut varlığını tanıdık… İnsan zekasının fevkinde, mucize şeklinde işler yapan, eserler yaratan bu geniş kudret; şimdi de Türkün diriliği, birliği ve dili ile meşguldur… Artık dünün köhne ve muzır zihniyetiyle, aynı mekanı, aynı harsı taşıyan bu vatan evlatları arasında ayrı ve gayrilik aramak hıyanetini irtikap eden bir gafile, bir haine tesadüf etmeyeceğiz…” der.(1)

Şimdi buradan hareketle galiba biraz gerilere gidip Şeyh Saîd Kıyamından sonra genç cumhuriyetin bağrına bir hançer gibi saplanan “Takrir-i Sükûn Kanunu” ve sonrasına değinmek gerekiyor. Anılan tarihle birlikte, sonrasında Dolmabahçe sofrasında Celal Güzelses’in kafa ölçüsünün alınmasına varan yeni ve tekçi bir kimliğe doğru hazırlığın başladığını söylemek mümkün.(2)

‘Türk dehası’ ve ‘Güneş Dil Teorisi’

İstanbul Üniversitesi (o yıllarda Darül-fünun) yayını olarak 1925’te “Türk Antropoloji Mecmuası” yayınlanmaya başlanır. 1925’ten 1939’a kadar 14 yıllık zaman dilimi içinde kimi sayıları çift sayı olmak üzere sonuncu sayısında numara 22 diye yazılsa da toplam 16 sayı olarak neşredilir anılan Antropoloji Dergisi. Ana tema dillerin orijinini, konuşulduğu coğrafyanın sınırları olarak kabul etmeyen bir “Türk Dehası”na tekabül eden bir resmi tezi hayata geçirmeyi ilke sayar kendine, anılan dergi. O denli çarpıcı tezler sunulur ki; “Afrodit” kelimesinin ‘Avrat’, “Poseidon” kelimesinin Türkçe’de ‘gemi’ anlamına gelen “Bostagen”, “Vulcanus” kelimesinin de Türkçe ‘bulanık’ anlamına gelen “Bulkanığ”dan türetildiğini gayet “bilimsel” yöntemlerle ve olanca heyecanlarıyla anlatırlar.
“Güneş Dil Teorisi”; sanki bir güzel ve şairane isimle, dilin (Türkçenin) güneşten çıktığını göstermekle beraber güneş gibi dünyaya yayılmışlığı ifade eder. 

O denli abartılır ki; 19 Haziran ile 31 Aralık 1937 tarihleri arasındaki 6,5 aylık zaman dilimi içinde 64.000 kadın ve erkek üzerinde Trakya-Bursa, Bilecik-Çanakkale, Balıkesir, Manisa-Eskişehir, Afyon, Burdur, Kütahya, İsparta, Antalya- Orta Anadolu-Garbi Karadeniz- Kuzey- Şark I ve Şark II olmak üzere toplam on bölgede ölçüm yapılır.Irksal karakterleri esas alan on yedi farklı ölçümle gerekli aletler de Sıhhat (Sağlık) Bakanlığınca sağlanır. Antropoloji Mecmuası ile devlet ilişkilerinin en canlı ve bir başka örneği de askeriyenin denek olarak askerlerin kullanılmasına verdiği izindir.(3)

Üç önemli yöntem kullanırlar bu “bilimciler.” Sefalometri dedikleri yaşayan insanın baş ölçümü. Antropometri dedikleri insanın bedensel özelliklerinin ölçümü ve Kraniyometri dedikleri iskelet üzerinden kurukafa ölçümü esas alınır.

‘Başarısız ve beyhude çaba’

Kimileri sanabilir ki bu ırki tespitler ve çalışmalar 1930 ile 40’lar arasında kalmış bir “başarısız ve beyhude çaba”dır. Hatta kimileri düşünebilir ki; bunun dönemin koşulları gereği iktidar olan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’nin işidir. Bin kere Hayır. Çünkü anılan tek parti devlettir ve devlet adına hatta devlet olarak bunları yapmaktadır. Zaman geçtikçe uygulamanın dönemsel olmadığı bunun ruhlara nüfuz etmiş koca bir resmi ideolojik politikanın sıradan insanın dahi beyin damarlarına işlediğinin sık ve yaygın örnekleri her yerde karşımıza çıkar. 

Uzun tarihsel süreci hızla atlayıp yakın yıllara gelirsek 15 Şubat 1994 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulunun 569 sayılı kararıyla öğretmenlere ve orta dereceli okul öğrencilerine bir kitap tavsiye edilir. Kitap, ürünlere standart veren bir kurumca Türk Standartları Enstitüsünce hazırlanıp onbinlerce basılır. Yaygın olarak da dağıtılır. Kitabın ismi “Türk ve Türklük”tür. Birkaç özlü sözü kitaptan paylaşmaya ihtiyaç var.(4)

“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” 

“Eğer bir Türk seslenirse, Tanrı korusun, köpek değil, erkek aslan bile kan kusar.”

“Türk, bütün insanlardan üstündür. Çünkü Allah onlara (Türklere) ad vermeyi kendi üzerine almıştır.”

“Türk korkmaz, fakat korkutur. Basra’nın edebi, Yunan’ın hikmeti, Çin’in san’atı Türk için çoktan belli şeylerdir.”

“Türkiye’de sizi aldatan birine mi rastladınız, biliniz ki o muhakkak Ermeni’dir.”

“Bir Türk’e iş mi yaptıracaksınız, mukaveleye lüzum yok, sözü kafidir. Ama Rum veya başka bir Hıristiyan’la iş yapacaksanız mukavele yapınız. Ermeni ile sözlü veya yazılı hiçbir mukavele yapmayın. Zira onun yalan ve hilelerine karşı hiçbir mukavele garanti sağlayamaz.” 

“Her Türk, kendini aslan, düşmanını av, atını ceylan sayar.”
“Onlara Tanrı Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hakim / hükümdar kıldı. Dünya milletlerinin ‘idare yularını’ onların ellerine verdi.”

Ve Türk ırkının özelliklerini de sayar kitap; Cilt beyaz (hafifçe sarıya mütemayil), boy ortadan yüksek, kafatası kısa, saç siyah, gözler siyah-moğol gözü gibi çekik değil, burun normal basık değil, göğüs orta, yüz uzunca-oval, elmacık kemikleri hafifçe çıkık, dudaklar kalın, boyun kısa…

‘Özgür Yurttaş’ kimliğinin başındayız

1925’lerden başlayarak “Resmi Kültürel Kimlik” Türklük ırki faktörü çerçevesinde diğer bütün halklar yok farz edilerek ya da Türk varsayılarak oluşturulma olanca gayreti, devletin bütün kurumlarında yürütülüp yaygınlaşınca, ister istemez gündelik hayata mesela ilk evvel ilköğretim kurumlarından başlayarak yansıdı.
İşte en sıradan tabiriyle “andımız” ile başlayıp, “Ne mutlu Türküm Diyene-Türk, Öğün, Çalış, Güven- Bir Türk Dünyaya Bedeldir” gibi ifadelerle zuhur edip yaygınlaştı. Sadece dillerde dimağlarda kalmayıp dağa, taşa devlet marifetiyle yazdırıldı. “Türkçe Konuş Çok Konuş-Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalar halinde yürütüldü. Ve en azından kendi kuşağımda kısmen de başarılı olundu. Örneğin bizim kuşak, Kürt ana babadan doğmamıza rağmen yoğun olarak ilkokuldan başlayarak Kürtlüğe ve Kürtçeye hayli uzak ve küçümseyici yetiştik. Büyüklerimiz, “çocuklarımız İstanbul Türkçesi öğrensinler ve konuşsunlar” diye gayret ettiler. Asli kimliğimizle yeniden yüzleşmemiz, yetmişli yıllarla birlikte Kürt gençliğinin siyasal-demokratik mücadelesi; sonrasında da 80’li yıllarla birlikte Kürt politik mücadelesinin Kürdün varlığı için kanıyla canıyla yarattığı siyasal mücadele ile kırıldı.

Doğrusu bugün tarihe dönüp baktığımızda 1930’larda Afet İnan’ların Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorilerinin artık tedavülden kalktığını söylesek bile, hala resmi kültürel ırkçı Türk kimliğinin çözülerek yerine demokratizmi esas alan “Özgür Yurttaş” kimliğine evirildiğimizi söyleyebilmek için daha işin çokça başında ve ancak kendi sivilliğimiz ve siyasal varoluşumuz içinde özgür yurttaşlığı telaffuz edebildiğimizi, hatta yer yer yaşayabildiğimizi, ama sistemin bu kulvara girmesinin önünde çok ciddi blokajlar olduğunu söylemek gerek.

Yani ezcümle devletin 90 yıldır oluşturmaya gayret ettiği kimlik intiharından, hatta kimlikler katlinden geçmiş “Makbul Vatandaş” ile devletin gözünde “ihanette!” ısrar eden “Özgür Yurttaş” kimlik mücadelesi hala sürüyor…

ŞEYHMUS DİKEN

1) Dîyarbekir Gazetesi, 26 Cemaziyelevvel 1351 (26 Eylül 1932). Şeyhmus Diken Arşivi.
2) Diken, Şeyhmus. Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır, İletişim yayınları,
7. Baskı 2011 İstanbul.
3) Maksudyan, Nazan. Türklüğü Ölçmek,
metis yayınları, Mayıs 2005, İstanbul.
4) Bozkurt, Ömer Naci. Türk ve Türklük. Türk Standartları Enstitüsü Yayını, 1994 Ankara.

Kürtler Teslim Alınamaz

HÜSEYİN ALİ

Savaşın Kürt sorununun çözümsüzlüğünden kaynaklandığı biliniyor. Kürt hareketi yıllardır yalvar yakar çözüm istediği halde dikkate alınmamıştır. Çünkü Kürtler bir halk ve toplum olarak görülmüyor. Bu nedenle toplumsal haklar olmaz diyorlar. Bireysel haklarla çözümden söz ediyorlar. Eski genelkurmay başkanı buna “liberal demokrasi” çözümü diyor. Daha doğrusu inkar ve imha politikası ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdüreceğiz demek istiyor. İşte çözümsüzlüğü de sürdüren ve çatışmaların olmasına yol açan bu zihniyettir.

29 Kürt isyanından söz ediliyor. PKK’nin öncülük ettiği isyanın da en uzun süreli ve en kapsamlı isyan olduğu söyleniyor. Aslında isyan denenlerin çoğunluğu isyan değil. Kürtler biraz hak istediğinde ya da devlet karşısında biraz boyun eğerek durmadığında derhal irade kırma saldırısı başlatılmıştır. 29 isyan denilenlerin çoğunluğu Kürtlere karşı tek taraflı sürdürülen irade kırma savaşıdır. Bu saldırılar karşısında Kürtler ciddi bir meşru savunma savaşı da vermemişlerdir. Yapılan meşru savunmalar ise birkaç ayda kırılmıştır.

Türk devletinin Kürtlere karşı yürüttüğü tek taraflı savaş ilk defa çift taraflı hale gelmiştir. Kürtler meşru savunma savaşını ilk defa bu düzeyde kapsamlı ve uzun süre yürütüyorlar. Türk devleti her ne kadar dün şaki dediğine bugün terörist dese de bugünkü hareketin büyük bir toplumsal desteğe sahip olunduğu biliniyor. Aslında Türkiye ve diğer Kürt düşmanı ülkeler dışında bu mücadeleyi terörizm olarak değerlendiren yok. ABD ve Avrupa’nın PKK’yi terörist ilan etmesinin nedeninin de Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak olduğunu Türk hükümetleri de biliyor.

Türk hükümeti PKK ve PKK Önderliğiyle yıllarca görüşmüş. Türk devleti herhalde PKK’yi kandırmak ya da teslim olun demek için görüşmüyor. Herhalde bunların olmayacağını bir çocuk bile bilir. Ne düşünceyle görüşürse görüşsün Türk devletinin bu görüşmeleri çok zorlandığı için yaptığı açıktır. Yoksa Türk devleti Oslo’da PKK yetkilileriyle bir devlet aracılığıyla görüşmezdi. Demek ki Başbakan’ın klasik deyişiyle son çırpınışları olan bir siyasi hareket değil. Kürtlerin en uzun ve en kapsamlı isyanı denilen bu siyasi hareket için şimdiye kadar en azından onlarca defa “son çırpınışlarıdır” denilmiştir. Başbakan’ın Amerika dönüşünde bu nakaratı tekrarlaması Türk devletinin bir çözüm politikası olmadığının kanıtıdır.

Kürtlerin siyasi iradesi ve kendi kendilerini yönetmeleri kabul edilmediği müddetçe bu isyan bitmez. Hiçbir güç de Kürtleri siyasi irade olma mücadelesinden ve kendi kendilerini yönetme talebinden vazgeçsin diyemez. Kürtlerin kendi kendini yönetme talebi en demokratik taleptir. Ahmet Altan gibi demokrasi kusurlular Kürtlerin bu talebini PKK kendi derebeyliğini kuruyor olarak değerlendirebilir. Ama herkes bilmeli ki hiç kimse Kürtleri siyasi irade olma mücadelesinden ve kendi kendilerini yönetme talebinden vazgeçiremez. Bu taleplerden vazgeçirmesi Kürtlerin köleliği ve kültürel soykırımı kabul etmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Kürtler teslim olsun denilebilir mi? Bırakın siyasi irade olmayı ve kendi kendisini yönetmeyi, Türk devleti sizi yönetiyor, sizin hakkınızda karar alıyor denilebilir mi?

Türk devletinin Kürtler hakkındaki kararı kültürel soykırımdır. Bu soykırımı her türlü zor yöntemiyle gerçekleştirmektir. Türk devletinin Kürtler üzerindeki yöntemi de irade kırma ve soykırımı gerçekleştirme yöntemidir. Bunun böyle olmadığını kimse söyleyemez. Eğer bir Kürt böyle olmadığını düşünüyorsa en hafif deyimle Latin Amerikalıların tanımladığı gibi o ruhunu satmış bir Asimiladostur. Kürtçe konuşması bu gerçeği değiştirmez.

Kürtler üzerinde şu anda büyük bir psikolojik savaş yürütülüyor. Bu sadece bir silah bıraktırma ve direnişi kırma savaşı değildir. Esas olarak Kürtleri demokrasi ve özgürlük taleplerinden vazgeçirmek amaçlanıyor. En makul talepler ileri sürülmesine rağmen “taleplerini yüksek tutuyorlar” denilmesinin nedeni budur. Eğer kimi Kürtler bu gerçeği görmüyorlarsa onlar da ruhunu satmışlardır.

Hiç kimse silah susarsa bu devlet ve hükümet adım atar diye kandırmasın. AKP hükümeti zamanında defalarca ateşkes ilan edilmiştir, ama hükümet bunu çözüm için değil, seçim kazanıp iktidar olmak için değerlendirmiştir. İktidar olduktan sonra da çözüm iradesi ortaya koymamış, aksine kendini güçlü hissederek tasfiye saldırılarını arttırmıştır. Eski içişleri bakanı entegre bir mücadele yürütüyoruz derken bu çok boyutlu tasfiye planlından söz etmektedir.

Bu savaşın en kapsamlı olanı ise psikolojik savaştır. PKK’nin toplum içindeki itibarının kırılması için kara propaganda ahlaksızca sürdürülüyor. En son dört kadının yanlışlıkla öldürülmesi sonucu psikolojik savaş daha da arttırılmıştır. Öyle ki bu olaya fazlasıyla sevinmişlerdir. Herhalde Başbakan da sevinmiş olmalı ki el ovuşturarak bu olayı Türkiye’ye ayak basar basmaz kullanmıştır. Hızını almayarak kış kampında zehirlenerek ölen kadın gerillaları da PKK’nin öldürdüğünü söylemiştir. Böylece Başbakan’ın bile yalana ve psikolojik savaşa ne kadar bel bağladığı anlaşılmıştır.

Başbakan’a sorarlar senin emrinle havalanıp sınırı aşarak Kandil’de biri bebek, dördü çocuk, biri hamile kadın yedi insanın roketlerle parçalanarak öldürülmesine neden bir üzüntü dahi belirtmediniz? Aksine inkar ettiniz. Çünkü o araba köylüler PKK’ye karşı çıksın ya da Kandil’i boşaltsınlar diye bilerek vurulmuştur. Her gün demokratik yürüyüşlerde ya da sınırlarda öldürülen sivillerden söz etmiyoruz. Toplum ve insan olarak görülmeyen Kürtlerin ölümü Türkiye’de zaten normalleştirilmiştir.
Bu dört kadının ölümüne herkes üzüldü. Herhalde en fazla da Kürt siyasi hareketi üzüldü. Çünkü Kürt halkına karşı psikolojik savaş yürüten özel savaşçılara arasalar da bulamayacakları bir fırsat verilmiştir.

Başbakan konuşmasında psikolojik savaşın başka bir boyunu da ortaya koydu. Terörle savaşacaklarını, ama siyasetçilerle müzakere edeceklerini söyledi. Bunu müzakere etmek için söylemediğini biliyoruz. Çünkü Kürtlerin en temel talepleri olan Demokratik Özerklik’i, anadilde eğitimi ve çok dilli yaşamı kabul etmediklerini her fırsatta söylüyorlar.

Siyasetle müzakere dedikleri şey, BDP’yi ve Kürt demokratik siyasetini kendi öngördüğü siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sağlayacak siyasal sistemin meşruiyet zemini yapmaktır. Bu temelde Kürt Özgürlük Hareketi’ni kuşatıp tasfiye etmektir. Siyasetle müzakereden kast ettiği de budur. 

Başbakan, psikolojik savaşı ve bu tür oyunları bırakıp çözüm için kafa yormalıdır. Sınırötesi harekat yaptık, çok darbe yemişler, bu nedenle saldırıyorlar demek, kendi kendini kandırmaktır. Başbakan’ın sınırötesi harekat dediği de hiçbir sonucu olmayan hava saldırılarıdır. Anlaşılıyor ki kara harekatı yapmaktan korkuyorlar. Eğer Türk ordusu bir kara harekatı yapamıyorsa bunun nedeni sonuçlarından korktuğu içindir. Gerçek buyken son çırpınışlarıdır demek, Türkiye halkın kandırmaktır. Eğer Türk Başbakan’ı ciddiyse gerçekleri görüp Kürt sorununun çözümü için bir irade ortaya koyar. Kürt sorununu anadil eğitimi başta olmak üzere Kürt halkının kendi kendini yönetme dahil, demokratik haklarını kabul edeceğini ilan eder. Kürt sorununun bundan başka çözüm yolu yoktur.

Alakaya Musakka Vekiller…

Bir müfettiş akıl hastanesini geziyormuş. Bahçeye gelince delilerin ağaçta asıldığını ama birinin yere yattığını görünce yatana sormuş: „Neden ağaca çıktılar”. O da: „Armut sanıyorlar kendilerini” demiş. Müfettiş: „Sen armut değil misin?” demiş. O da „Hayır ben olgunlaşıp yere düştüm” demiş…

Keşke sadece bu arkadaş düşmüş olsaydı! Neyse ki yalnız değil. Sahiden de akıl sağlığı için Omega yağlarının peşinden koştuğumuz şu günlerde, oksijen ile akıl depolamanın nasıl bir şey olduğunu gösteren güzel bir vaka yaşandı. Meselenin aktörü, bülbülgillerden olgun mu olgun kekê Suat. Hani Twitter’den faşizm dersleri veren vekil. Haberi aktaralım, titreyerek okuyun: „Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Fenerbahçe-Manisaspor maçının tribünlerinde çok güzel görüntülerin ortaya çıktığını ve bundan sonra kadınların stadyumlara daha rahat girmeleri gerektiğini söyledi. Ayrıca Bakan Kılıç, dün akşam teröre çok sert bir cevap verildiğini de ifade etti.”


 Hepimizin bildiği gibi, saçmalama kat sayısının korelâsyonu alınmış halinden, Mann-Whitney testine tabi tutulursa parametrik sıçıcılık haline geçer. Bu önemli bilgi ışığında şunu söyleyebiliriz: Sihirli kelime burada ‘ayrıca’dır. Yani o ayrıca kısmını açıp lebelüp etmese ölecek dertten. O ayrıca şu manaya da geliyor. „Başbakanım, bakın spor falan iyi hoşta! Ama ülke olaylarına da bu kadar duyarlıyız yani. Siyaset ve futbol beraberliğini taa Konfuçyus’tan bu yana icra ediyor Türk milleti.

Beni görün beni sevin başbakanım. Kınadım terörü”…

Bu ilgili maç sonrası görüntüleri gördük, izledik. Kadınlar gündem olmuştu. Eğlence ve geyikler had safhada idi. Terör bu işin neresinde, kim bakana neyi izlettirdi anlamadım ki?
Bu bakan aklı yarın milli maçlarda ne yapar? Türkiye yenilse suçlusu PKK olur. Ofsayta düşse oyuncular KCK işi olur. Hele ki en vahimi top taça gitse? Sormayın dostlar. Daha fazla devam edemeyeceğim. Nabzım atıyor güm güm!

Madem yılışık dilin, siyasetin üst merciye sürtünme katsayısı yükseldi, önümüzdeki günlerde olası şu açıklamalara da hazır olun.

„Dost angusların ülkemize olan katkısı çok fazla. Tamamen yerli yetiştirdiğimiz akepe tohumları ile beslenmeleri, aşırı bir süte sebep oluyor. Biz bu süt ile teröre büyük bir cevap verdik. Öyle düşünüyoruz yani…” (Tarım ve Köy İşleri Bakanı)

„Bizim iktidar ile arıların devülatik, popülatik seyri çok yükseldi. IMF’nın bile dikkatini çekti. Haliyle tefe-tüfe, hihi-haha istatistikleri çok müthiş derecelere gark eyledi bizi. Arılarla şahlanan ekonomimiz teröre de bir vızz dedi, ve resmen kovanlarını korudular” (Maliye Bakanı)
„Dış güçlerin ve kapitalizmin müthiş desteği ile, Allah’ın emri, ihalelerin gücü û kavli ile her yerde, ota çiçeğe, boka diktiğimiz binaların yüksekliği artıyor da artıyor. Biz aslında her daire ile teröre çok büyük bir cevapta veriyoruz.” (Bayındırlık-İskan-Orman-Su-Ağaç Bakanı)

Polis-çocuk-şeker-şaka-sevgi-top…

Bu kelimeler yan yana gelince ortaya nasıl bir yalan atomu çıktığını biliyorsunuz. Ana akım medyanın ara ara servis ettiği sevgi-şefkat sınırlarını zorlayan bu çerçevelik düşünce aksiyomun Kürt coğrafyasında ki görünümü malumunuz…

Geçen gün şöyle bir haber geçti „Adana’da, ihbar üzerine bir eve yapılan uyuşturucu operasyonunda görev alan özel harekat polisleri, çocukların ilgi odağı oldu. Ellerinde uzun namlulu silahlar, yüzleri maskeli ve çelik yelekli polislerle sohbet edip, şakalaşan çocukların bazıları, polisleri sarılıp öptü, bazıları ellerini uzatıp ’çak’ yaptı.”

Şu kısma klavyeyi focuslayalım: „Ellerinde uzun namlulu silahlar, yüzleri maskeli ve çelik yelekli polislerle”… Yaw sen nasıl bir psikolojinin ürünüsün editör arkadaş? Sanki Babil’in Asma Bahçesi’nden cennet tasviri yapıyor kewaşe! Bu şakalaşma ve ‘çak’tan neden payımıza sadece ölüm düşüyor? Neden 500’e yakın çocuk bu ‘sevginin’ kurbanı?”

Zulüm ve Direniş

Tam iki aydır Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan avukatları ve yakınlarıyla görüştürülmüyor. Altmış gündür ne durumda olduğuna dair hiçbir bilgi yok. Ne yapıyor? Sağlık durumu nasıl? Olayları nasıl yorumluyor? Kimse bilmiyor. Halkın “Ağırlaştırılmış tecrit” dediği tam bir izolasyon uygulanıyor. Var mı, yok mu, belli değil. Hem var, hem yok gibi çok garip bir durum yaşanıyor. Bu durum, Kürt halkı üzerinde uygulanan inkâr ve imha sisteminin, yani Kürt soykırımının çok tipik bir örneğini oluşturuyor.

Peki ne oldu da böyle bir uygulamaya geçildi? İki ay öncesine kadar avukat görüşü her hafta düzenli bir biçimde yapılırken, sekiz haftadır neden yapılamıyor? Hatta her ay düzenli bir biçimde bir devlet heyeti gidip görüşürken, şimdi neden olmuyor? Bunun için ne değişti? Marmara Denizi mi geçit vermez oldu? Türkiye’nin hukuk sisteminde mi değişiklikler yapıldı?

Tüm bu sorulara sorumlu mercilerin verdiği iki cevap var: “Koster bozuk” veya “Hava muhalefeti var”. Bu nasıl bir koster ki siyaset isterse çalışıyor, istemezse bozuluyor! Ne oldu, Ağustos ve Eylül aylarında Marmara Denizi altüst mü olduki hava muhalefeti olsun! Belliki tüm bunların boş söz olmaktan öteye bir değeri yok. İki aydır Meclis tatilde olduğuna ve kanun değişikliği yapılmadığına göre, mevcut uygulamaların hiçbir hukuksal dayanağı da yok. Geriye apaçık bir siyasi uygulama kalıyor. Tamamen Başbakan’ın ve hükümetin kararı temelinde Kürt Halk Önderi avukatları ve yakınlarıyla görüştürülmüyor.

Bunun açık bir siyasal baskı ve zulüm olduğu tartışmasızdır. Bir halkın önderine yapılan zulüm de tüm halka yapılıyor demektir. Bugün tecrit ve psikolojik baskıyı da aşarak İmralı zulmü haline gelmiş olan uygulamalar, tüm Kürt halkı üzerindeki ağır zulüm uygulamaları olmaktadır. İmralı işkence sisteminin onüçüncü yılında zulüm uygulamalarının bu düzeye varması, AKP Hükümeti’nin gerçek yüzünü ve politikalarını ortaya koymaktadır.

Burada Önder Abdullah Öcalan şahsında ve onunla birlikte tüm Kürt halkına AKP Hükümeti tarafından söylenen tek bir söz vardır: Teslim olun! İki aydır Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukat ve yakınlarıyla görüştürülmemesinin bir tek siyasi anlamı vardır ki, o da “Teslim ol” baskısı ve zulmü olmasıdır. Zaten Almanya gezisinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bunu açıkça ifade etmiştir. Sanki sonunda aileleriyle romantik bir kucaklaşma yapabilmek için insanlar dağa çıkmış gibi, “Gelin pişmanlık yasasından yararlanarak ailelerinizle kucaklaşın” demiştir. Halbuki kız-oğlan o gençlerin hepsi ailelerinin yanından ayrılarak dağa çıkmışlardır, AKP hükümetinin uyguladığı Kürt soykırımı nedeniyle ailelerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Abdullah Gül’ün bu gerçeği görüp anlayamaması, kendi göz ve zihin kusuru olmaktadır.

Böyle görme özürlü ve zihin kusurlu olan sadece Abdullah Gül de değildir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile iki aydır avukatlarının ve yakınlarının görüştürülmemesini ilginç nedenlere bağlayan sözde yazar-çizerler de vardır. Bazılarına göre, İmralı’daki görüşmeleri PKK engellemektedir! “PKK Öcalan’ı İmralı’ya gömdü” diye başlık atanlar bile vardır. Başlangıçta bu görüşü yoğunca dillendirmeye çalışanlar, kendilerine göre bir Kandil-İmralı karşıtlığı yaratma peşinde koşmuşlardır. Buna karşı “O halde devlet niye İmralı’daki görüşmeleri engelliyor, öyle olsa Kürt Halk Önderi’nin daha çok konuşmasını istemez mi?” diye sorulunca, bu tür görüş sahipleri susmayı yeğlemişlerdir.

Yine bazılarına göre, İmralı’daki her türlü görüşmenin engellenmesi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı korumak ve güvenilirliğinin zedelenmesini engellemek için yapılıyormuş! Yani mevcut çatışmalı ortamın dışında tutularak Kürt Halk Önderi korunmak isteniyormuş! Bu çatışmalı süreçte yıpranmaması için İmralı’daki görüşmeler yaptırılmıyormuş! Ne diyelim, ağzı olan konuşuyor işte! Başlangıçta bu tür sözlerin bir tür alaya alma maksadıyla yapıldığını sanmıştık. Fakat ciddi ciddi ve inanılarak yazıldığını görünce buraya almak zorunda kaldık. Bir kişi üzerinde en ağır zulüm uygulanarak nasıl korunabilir? Zihinsel özürlülük işte buna denir. Zulmü yapanla sözde “koruyan” aynı güç olduğuna göre ve her türlü yetki de bu gücün elinde bulunduğuna göre, o halde sorunları çözümlesin ki, o zaman ne zulüm uygulamaya ve ne de korumaya ihtiyaç kalsın! Kısaca bu tür aldatıcı ve kafa karıştırıcı propagandalara karşı Kürt halkı artık çok bilinçli ve duyarlıdır. Kürtlerin kolayca kandırılma devri sona ermiştir.

AKP zulmü sadece İmralı’daki ağırlaştırılmış tecritle de sınırlı değildir. AKP Hükümeti asker ve polis operasyonlarını yoğunlaştırarak her gün Kürt gençlerini ve çocuklarını katletmekte ve Kürt halkına derin acılar yaşatmaktadır. Dahası cumhurbaşkanı ve başbakan gibi devletin en üst yetkilileri sözkonusu bu katliamları daha da çoğaltıp sürdüreceklerini açıkça ifade ve ilan etmektedirler. Hükümet toplantılarında Kürtlere karşı savaşın yoğunca tartışıldığı, Başbakan ve yardımcılarının askeri kavramlara ve silah adlarına tam hakimiyetlerinden anlaşılmaktadır. “Perodatör” sözü son günlerde AKP Hükümeti’nin ağzından hiç düşmemektedir. Yeni silah ve cephane alabilmek için ABD’ye adeta yalvarılmaktadır.

Bir de halk ve demokratik siyaset üzerinde uygulanan polis zulmü var. Mevcut polisin tam bir Kürt düşmanlığı temelinde eğitildiği ortada. Halkın en küçük bir demokratik gösterisine en ağır baskı ve terörle karşılık veriliyor. Her gün onlarca insan gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Tutuklular cezaevi araçlarında cayır cayır yakılıyor. BDP Eşbaşkan Yardımcısı’nın yaptığı açıklamaya göre, son altı ayda 1350 civarı Kürt insanı tutuklanmış. Halk üzerinde terör, demokratik siyaset üzerinde soykırım operasyonları yoğunlaştırılarak sürdürülüyor. Tüm bunların da halk üzerinde uygulanan zulüm olduğu açık.

Örneğin bir Hatip Dicle olayı var. Amed’te en çok oy alarak milletvekili seçilmesine rağmen, küçük bir hukuk hilesiyle vekilliğini düşürüverdiler. Bu da tıpkı İmralı gibi Kürt halk iradesi üzerindeki baskı ve zulmü gösteriyor. Kürt halkının doğrudan oy vererek tek tek seçtiği milletvekilleri halâ zindanlarda tutuluyor. Bir yandan seçilmiş milletvekillerini zindanda tutup serbest bırakmıyorlar, diğer yandansa “Niye meclise gelmiyorsunuz” diyorlar. Peki zindandaki insan nasıl meclise gelecek?

AKP Hükümeti’nin Kürt halkı üzerindeki uygulamalarının faşist terör ve zulüm olduğu tartışmasızdır. Bu uygulamaların insan haklarıyla, demokrasiyle, Müslümanlıkla, kardeşlikle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlar açık terör, zulüm ve soykırımdır. Kürt halkı, Önderliği, gençleri, kadınları ve çocuklarıyla işte böyle bir insanlık dışı zulüm ve soykırıma karşı direnmektedir. Kürt direnişi kadar insani, demokratik, haklı, kardeşliği öngören, kutsal bir direniş yoktur. Bir yerde zulüm ne kadar vahşiyse, direniş de o kadar hakça ve adildir. Zalimler ne kadar saldırgansa, mazlumlar da o kadar cesur, fedakâr ve direnişçidir. Kürdistan’da bugün yaşanan durum işte budur. İmralı zulmüne karşı Kürt Halk Önderi direnmektedir. Asker zulmüne karşı Kürt gerillası direnmektedir. Polis zulmüne karşı tüm halk, gençler, kadınlar ve çocuklar direnmektedir. Zindan zulmüne karşı demokratik siyaset ve tüm tutuklular direnmektedir. Kısaca AKP zulmüne ve faşizmine karşı her yerdeki tüm Kürtler direnmektedir.

Kürt direnişi zulüm ve soykırıma karşı var olma ve özgür yaşama duruşudur. Baskı ve zulme boyun eğmemeyi, teslim olmamayı, insanlık onuruyla başı dik yaşamayı ifade etmektedir. Bu nedenle insanlığın en haklı direnişlerinden biridir. Bunun içindirki, kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-büyük tüm toplumu içine almaktadır. Her türlü kan ve acıya rağmen büyük bir coşku ve heyecan içinde, tam bir bayram havasında yaşanmaktadır.

Kürt direnişine “terörizm” diyenler, tüm Kürt halkını “terörist” olarak görmektedir. Yetmiş yaşındaki ninenin yürüyüşünden onbeş yaşındaki kızın dağa çıkışını, yediden yetmişe bir halkın varlık ve özgürlük haykırışını “terörizm” olarak damgalamaktadır. Faşizm, sömürgecilik ve soykırımcılık işte budur. Bütün tersi söylemine rağmen AKP Kürt sorununda böyle bir tutumun sahibidir. Bu tutumun sonuç vermesi mümkün değildir. AKP zulmü de, tarihin bütün zalimleri gibi, Neronları gibi yıkılıp gidecektir.

Kazanacak olan Kürt halkının varlık ve özgürlük direnişidir. Kürt çocuklarının ve gençlerinin meydanlardaki haykırışıdır. Beyaz tülbentli Kürt kadınlarının zulüm karşısındaki kahramanca yürüyüşüdür. Kürt Halk Önderi’nin, Kürt demokratik siyasetinin ve Kürt gerillasının yiğitçe direnişidir. Kürtler AKP gerçeğini görmüş, zulme karşı direnişten başka bir yolun kalmadığını anlamıştır. O halde Kürt direnişi gelişecek ve bir kez daha direniş kazanacaktır!

SELAHATTİN ERDEM

Otokrasi-Demokrasi

Otokrasi: Sözlük anlamı, iktidar erkinin (Hükümdarın) tüm siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi. The Economist Dergisi’nin 4 Haziran 2011 tarihli yazısının başlığına göre de, Erdoğan Hükümeti’nin seçimden galip çıkması durumunda toplumu baskı altına alarak geliştireceği yapının adı.

Demokrasi: Sözlük anlamı, tüm yurttaşların, organizasyon veya politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu yönetim şekli.

Erdoğan, geçtiğimiz günlerde „Arap Baharı” vesilesiyle gittiği Libya’da meydandan şöyle sesleniyordu: „…Zulüm ile abad olunmaz. Artık otokrasi dönemleri bitiyor, totaliter rejimler gidiyor. Artık halkın iktidarı geliyor…”

Aynı saatlerde binlerce Kürt siyasetçinin, muhalifin ard arda gözaltına alınıp tutuklandığı operasyonlar son sürat devam ediyor. Artık sayıları tutmakta bile zorlanıyoruz. Urfa, İzmir, Diyarbakır, Van, Siirt, Şırnak, vs vs listeyi uzatmak mümkün. Kadınlı-erkekli, yaşlı-genç-çocuk, her yaştan, cinsiyetten, meslek grubundan Kürtler, artık keyfiyetçiliği iyice netleşmiş yargı bürokrasisi eliyle onlar-yüzler-binler halinde zından duvarları ardına alınıyorlar son üç yıldır. Bir yandan halkın iradesinden bahsedeceksin, öte yandan dünyanın gözü önünde seksen bin oy alan Hatip Dicle’nin vekilliğini reddedeceksin, yerine bir AKP’li daha Meclis’e göndereceksin. Hırsızlanan oylarla ben halkın temsilcisiyim diyecek bu kadın da…Ne yazık!

Bir yandan demokrasi diyeceksin, öte yandan tek bir muhalif bırakmayana kadar toplumun canına okuyacaksın. Bir de „90’larda ensenize kurşun geliyordu. Şimdi hiç değilse bu yok” diyerek „tutuklanmalara şükredin” diyeceksin. Öte yandan da ülke ülke gezip meydanlarda demokrasi nutukları atacaksın.

Şimdi sorarlar sana: sadece son bir ayda bin küsür Kürt siyasetçisini, sivil toplum aktivistini, gazetecisini tutuklamak nedir? Bir gecede üç belediye başkanı daha zındana konuldu. Demokratik siyaset yapana sırf senin zulmüne boy eğmiyor diye tahammül göstermeyecek, sesini „soğuk duvarlar ardına atarak” kısacaksın. Bu arada yüzlerce Kürt çocuğu cezaevlerinde büyümeye devam edecek.
Ne diyormuş şair: „Zulüm ile abad olunmaz...” Bir halka ölümü, inkarı, tutsaklığı, yakma-yıkmayı, çözümsüzlüğü dayatan zihniyet elbet sonsuza kadar yaşam bulmayacaktır. Orada demokrasiden bahsederken senin çözümsüzlüğü derinleştiren politikalarından  dolayı kaç annenin yüreğine ateş düştü…

Zulüm ile abad olunamayacağına göre, adalet tek çözüm yolu olmalıdır. Türk için istediğini Kürt için de, Ermeni için de, Süryani, Yahudi için de isteyeceksin. Erkek için istediğini kadın için, sünni için istediğini Alevi, Êzîdî için de isteyeceksin.

Yoksa tarih, zulüm ile kendisini var edenlerin „mutsuz” sonlarıyla doludur…

REYHAN YALÇINDAĞ
yalcindagreyhan@hotmail.com

Murat Karayılan: ''Başka Yol Kalmadı''

Murat Karayılan: Biz bir halkız ve onun özgürlük hareketiyiz. Kimse, geri adım atılacağını beklememelidir. Yenilmez olduğumuzu bir kez daha herkese göstermek zorundayız. Gelinen noktada başka bir yol bırakılmamıştır.

Türk Başbakan Recep T. Erdoğan’ın ABD ziyareti için, “Sorunun çözümü New York’ta değil, Ankara ve Amed’tedir” diyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, „Bu tür ittifak ve saldırılarla bir halkın haklı, meşru taleplerinin önüne geçilemez. Bir halkın direniş hareketi bastırılamaz. Kürt halkı 200 yıldan bu yana özgürlük için mücadele yürüten bir halktır“ hatırlatmasında bulundu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, TAK’ı Ankara eylemini onaylamayan açıklamalarını hatırlatarak, „Bizim mücadele tarzımız açık, sorgulanabilir bir mücadele biçimidir. Meşrudur, doğrudur ve haklıdır. Bu çizgide derinleşerek, sonuç alacağımız kesindir“ dedi. Siirt’te yaşanan facia ile ilgili de yaptıkları açıklamayı anımsatan Karayılan, şunları ekledi: „Biz bu halk için mücadele yürüten bir hareketiz. Bu halkın kadınlarının, kızlarının, gençlerinin, analarının, babalarının özgür bir ülkede yaşaması için yaşamımızı ortaya koymuş bulunmaktayız. Onun için gidip de kendi insanlarımızı hedeflemeyiz. Acı çeken ailelerimiz bunu iyi bilmelidir. Yine biz, insanımız olsun olmasın, sivil insanları hedeflemeyiz. Türkiye topraklarında yaşayan herkes bizim insanımızdır. Çünkü biz onları da kazanmak istiyoruz. Onları haklı davamızın destekçisi haline getirmek istiyoruz... Bir kez daha vurgulamak istiyorum; bu konuda yanlış davranan, gereken hassasiyeti gösteremeyen kim olursa olsun gereken ne ise, hakkındaki uygulama ne ise yapılacaktır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Bu olayda özellikle bir yönlendirmenin ve farklı durumların olup olmadığını açığa çıkarmak önemlidir.“

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Ne oldu da ‘Oslo görüşmeleri’nden sonra ortam gerginleşti, görüşmeler çözüme yönelik değil miydi?

Sorun tartışıldı, tartışıldı; en son gelip Başbakan’a dayandı. Başbakan, 15 Haziran’da protokollere dönük olumlu bir cevap verebilirdi, olumlu bir sinyal gelişebilirdi. Fakat böyle bir şey olmadı: Cevapsız bırakıldı ve boşlukta kaldı.

Görüşme var, çözüm tartışılıyor ve biz ateşkes pozisyonundayız ama operasyonlar da durmadı. Siyasal çözüm sürecini başlatmışsın ama siyasal temsilcilerin hepsini de içeri atıyorsun. Bu süreci bozan en temel şey Kürt siyasetçilerinin KCK operasyonları adı altında içeri atılması ve bu operasyonların durdurulmamasıdır. Görüşmeci heyetin kendisi KCK adı altındaki operasyonlara karşı olduğunu hep söylemiştir ama durdurulmadı.

Çatışmaları PKK’nin yeniden başlattığı ve görüşmelerin tıkanmasına da bu tutumun neden olduğu belirtiliyor?

Mart ayından Haziran ayına kadar güçlerimiz eylemsizlik pozisyonunda olmasına rağmen, yapılan operasyonlar sonucu 56 arkadaşımız şehit düşmüştür. O zaman soruyorum: Neden siz o zaman, “ateşkes var, bu operasyonlar neyin nesidir” demediniz?

Bu görüşme süreçlerinin sonuç almamasının temel nedeni, Türk ordusu ve polisinin durmayan operasyonlarıdır. Hem askeri operasyonlarda kayıplarımız yaşandı, hem de KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetine karşı bir kırım politikası ısrarla sürdürüldü. Aynı zamanda Önderliğimizin İmralı’daki konumunda hiçbir değişiklik yapılmadı.

Bir ekip görüşmeye geliyor ama öbür taraftan polis tutuklamaya, asker de öldürmeye geliyor. İşte sonuçsuz kalmasının nedeni budur.

Bir taraftan bizimle görüşmeler sürdürülürken, öbür taraftan da İran, Irak ve yine daha değişik bölgesel ve uluslararası güçlerle de görüşmeler yapılarak Sri Lanka benzeri bir katliam için kapsamlı bir konsept hazırlığı yürütmüşlerdir. Bu bir yorum değil, bir gerçektir. Bu güçlerle görüşmelerin daha kış aylarında yapıldığını çok iyi biliyoruz. Çünkü bunlar belgelenmiş hususlardır.

Örneğin; AKP çözecekti diyeceklere soruyorum: AKP’nin çözüm projesi nedir, nerededir ve kim biliyor. Bu projenin içeriği nedir, bilen var mıdır? Hayır. Neden? Çünkü böyle bir proje yoktur. AKP’nin projesi bazı Kürtleri kendine bağlayıp, onları kendi gerçeğine ihanet ettirerek devlet olanaklarından yararlandırmak, bazılarını sırtından sıvazlayarak “siz Kürt kardeşlerimsiniz, istediğiniz kadar türkü söyleyip Kürtçe konuşabilir veya kuracağınız özel okullarda Kürtçe öğrenebilirsiniz” tarzında bir projedir. Yani Kürtleri bir irade olarak tanımak, anadil ve benzeri temel hakları tanıma gibi bir zihniyeti AKP taşımamaktadır. Bizi güçsüzleştirerek geri adım attırma ve zoraki bir biçimde kendi çözümüne razı etme hedefi vardır. Kendi çözümü de çözüm değil, Osmanlı dönemindeki gibi tebaası haline getirme çözümüdür. Bizim geri adım atmayacağımızı görünce bu sefer askeri yöntemlere ağırlık vermiştir.

Mesela 12 Haziran seçimlerine hazırlık çerçevesi de bunu göstermektedir. AKP içerisinde belli bir siyasi kimliğe sahip ve belli düzeyde bir kişilikli duruşu olan birçok milletvekili liste dışı bırakıldı. Bunların başında Mehmet Mir Dengir Fırat gelmektedir.

AKP hükümeti çok önceden kendini savaşa hazırlamıştır. Koskoca bir devletin Silvan’da olan tek bir olayla kırılma yaşaması ve direksiyonu ters çevirmesi mümkün müdür?

En son Önderliğimizin “Başbakan sorunu çözümü barışçıl yöntemlerle çözeceğine dair teminat versin ve önümü açsın, sorunu 1 haftada çözerim” biçimindeki çağrısı oldu. Dikkat edin bu kadar net ve açık bir çağrıya Başbakan’dan ve AKP çevresinden hiçbir yanıt verilmemiştir.
Savaşı başlatan biz değil, AKP devletidir.

Bu görüşme sürecinde genel olarak hareketinizin yaklaşımı nasıldı?

Baştan beri Önderlik ve hareket olarak duruşumuz bütünlüklü oldu. Barışçıl-demokratik çözüme ciddi yaklaştık. Ama karşımızda samimi, gerçek bir çözüm iradesini görmedik. Biz bir halkız ve onun özgürlük hareketiyiz. Öyle kendisini kolay kolay kurbanlık koyun gibi orta yere atacak değildir. Kimse, Kürt halkının on yılların birikimi olarak kazanmış olduğu mevzileri bırakıp, kaçacağını ya da zorluklar karşısında geri adım atacağını beklememelidir. Yenilmez olduğumuzu bir kez daha herkese göstermek zorundayız. Gelinen noktada başka bir yol bırakılmamıştır.

Erdoğan’ın görüşmeleri hükümet olarak sahiplenmeyerek, devletin görüştüğünü söyledi, niye?

Görüşmeyi devlet mi, hükümet mi yaptı tartışması yerine gerçekleri halka anlatmak daha doğru olurdu. Biz bu görüşme süreciyle ilgili daha fazla bir şey anlatmayacağız. Konuya ciddi ve ilkeli yaklaşıyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Türk Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmenin ana konusu PKK ile mücadele oldu. Bu görüşmenin sonuçlarını ve beraberinde yaşanacakları nasıl ele alıyorsunuz?

Aslında dikkat edilirse Başbakan Erdoğan’ın New York’taki programının ve yaptığı görüşmenin hemen hemen tümü hareketimize karşı çeşitli devletlerle işbirliğini geliştirmek amaçlı yapılmıştır. Ama bu konuda ABD’nin özel bir yerinin olduğu da açıktır. Türkiye’nin İran’a karşı füze kalkanını kendi ülkesinde konuşlandırması, yine Suriye’ye ve değişik kimi ülkelere karşı daha aktif bir rol oynaması karşılığında, Amerika’nın da, Türkiye’nin Kürt halkına karşı kullanılmak üzere olan yeni silah taleplerine belli düzeyde olumlu yaklaştığı anlaşılmaktadır. Bu, her şeyden önce Türkiye için bir onursuzluktur. Taşeronluk yaparak, bunun karşılığında Kürt halkının katlinin iznini ve bunun araçlarını almaktadır. Onurlu hiçbir devlet kendi vatandaşı saydığı insanlara karşı gidip uluslararası güçlerle bu denli kendini peşkeş çekerek, ittifak yapmaz. Ama Türkiye Kürt halkına karşı Amerika ve tüm NATO ile her türlü kirli pazarlıklar çerçevesinde ittifak yapmaktadır.

Türk devleti taşeronluk rolüne soyunmuş bulunmaktadır ama hükümet kalemşörleri pişkin bir biçimde hareketimizi taşeronlukla suçlamaktadırlar. El insaf diyoruz, el insaf! Bu hareket, kendi öz gücüne dayalı olarak Kürdistan dağlarında kıt kanaat yaşayan ve halkının onuru için direnen bir harekettir. Bu harekete karşı yapılan kirli ittifakların çeşitli çevreler tarafından allandıra-ballandıra onurlu bir şeymiş gibi anlatılması ibret vericidir.

Daha fazla öldürme tekniği, daha fazla katletme izni sizi hiçbir yere götüremez. Sorunun çözümü New York’ta değil, Ankara ve Amed’tedir.

Bu tür ittifak ve saldırılarla bir halkın haklı, meşru taleplerinin önüne geçilemez. Bir halkın direniş hareketi bastırılamaz. Kürt halkı 200 yıldan bu yana özgürlük için mücadele yürüten bir halktır. Kuzey Kürdistan’da hareketimizin öncülüğünde son otuz yıldan bu yana mücadeleyi her türlü zorluğa karşı yükseltmeyi başarmış bir halktır. Bunun karşısında şiddete dayalı ittifakların sonuç alması mümkün değildir. Sonuç almanın tek yolu vardır, o da bu halkın doğal haklarının tanınmasıdır, barışçıl politikaların bu temelde uygulanmasıdır. Başka da sonuç alma yöntemi yoktur.

Erdoğan’ın New York ziyaretinde hareketinize yönelik yaptığı çağrılara yanıtınız nedir?

Erdoğan’ın “PKK silah bırakana kadar operasyonlar devam eder” sözü, AKP hükümeti iktidarda olduğu sürece bu savaş devam edecektir anlamına gelmektedir. Daha önce de birçok başbakan buna benzer konuşmalar yapmışlardı. Onlar hepsi gittiler ama biz buradayız.

Kürt sorununun Demokratik Özerklik perspektifiyle, barışçıl yöntemlerle çözümüne açığız. Bunu kabul etmiyorsanız istediğiniz kadar saldırın.

Sömürgeci politikalar artık Kürdistan’da sonuç almaz. Bu halkın, öz yönetim hakkını, özgürlük hakkını tanıyacaksınız. Önderliğini özgürleştireceksiniz. Siz bu noktaya gelmeden hiçbir sorunu çözemezsiniz.

Öcalan ile görüşme engelleniyor, askeri ve siyasi operasyonlar paralel sürüyor. Siz bu tabloyu bir bütünen nasıl yorumluyorsunuz?

Belli ki AKP devleti topyekun bir savaşı başlatmış, üstelik hukuk dışı, kural dışı ve etik dışı bir biçimde yürütüyor. AKP’de savaş ahlakı ve kuralı yoktur. Bugün Kürdistan’da bir savaş vardır. AKP hükümeti ise bir savaş hükümeti olarak hem ülke içerisinde bu savaşı yürütmekte hem de yurtdışında daha fazla destek almak için sağa-sola yalvarmaktadır. Mevcut durumda AKP hükümeti siyasetini, ekonomisini, diplomasisini, polisini, askeriyesinin hepsini Kürt halkını iradesizleştirme ve Kürt halkına karşı savaşa göre konuşlandırmıştır. Bu topyekun savaş, bir iradesizleştirme ve siyaseten yok etme harekatıdır. Siyasi soykırımın giderek fiziki imhayla tamamlanması ve siyasi soykırımın başarılı kılınması hedeflenmektedir.

Soruyorum: Şırnak Belediye Başkanı Ramazan Uysal’ın ne gibi bir KCK üyeliğini tespit ettiniz? Devlet kurumlarında 25 yıl işçilik yaptıktan sonra emekli olmuş, namazında niyazında bir insandır. KCK üyesi olduğunu nereden çıkardınız? Silopi Belediye Başkanı, belediye başkanı olana kadar resmi imam değil miydi? Devletin de onayladığı resmi bir imamdı. Siyasetle çok fazla uğraşmayan ama kimliğine de sahip çıkan bir insandı. Ne oldu da siz şimdi onu KCK üyesi yaptınız? Resul Sadak da aynı biçimde tanınan, bilinen bir bölge insanıdır. Bu kadar safsata olamaz. Tutuklanmalarının tek nedeni, onurlu duruşa sahip olmalarıdır.

Biz bunu yutacak ve kabul edecek değiliz. Buna karşı hareketimiz ve halkımız her yerde kendini savunacaktır. Kürt halkı şerefli bir halktır. Sizin dayattığınız şerefsizliği kabul edemez. Ne pahasına olursa olsun kabul edemez.

Askeri, siyasi operasyonlara dönük Kürt halkı, demokratik kurum ve kuruluşlara yönelik herhangi bir mesajınız var mı?

İçinde bulunduğumuz dönem stratejik, aşama ise tarihidir. Hareket ve gerilla güçleri olarak Türk devletinin tüm saldırılarının boşa çıkarılması için ne yapılması gerekiyorsa fedai bir ruhla ve tüm gücümüzle onu yapmaya ve sürece cevap olmaya çalışacağız. Türk devleti ve AKP hükümetinin bütün çabalarına ve saldırılarına rağmen, koşullar mücadelenin başarısına müsaittir. Türk devletinin öngördüğü konsept başarısızlığa uğrayacak, geri tepecek ve Kürt sorununun çözümü Özgür-Demokratik Özerk Kürdistan, Demokratik Cumhuriyet amacı doğrultusunda Kürt halkı ile Türkiye emekçi halkının mücadelesi sonuç alacaktır.

Tüm yurtsever kurum, kuruluş ve kişilerin rol oynaması çok önemlidir. Özellikle Kürt gençliğinin ve kadınının öncü rolüne sahip çıkması mücadelenin başarısı açısından çok büyük önem arz etmektedir. 

Artık hiçbir Kürdistanlı genç, Türk ordusuna askerlik yapmamalı, askere gitmemelidirler.

Unutmayalım ki, AKP polisi düşkünleri, kaçkınları, ruhsuz çıkarcılar tutuklamamaktadır. Bu topraklarda özgür ve onurlu yaşamayı önüne koyan, onun için fedakarlık yapan, dürüst, şerefli yurtsever Kürt insanlarını tutuklamaktadır. Bu açıdan AKP’nin saldırısına uğrayıp tutuklanmak bir şeref ve onurdur. Hiçbir Kürt bundan çekinmemeli, her koşul altında yurtseverlik görevlerini tam olarak yerine getirmelidir. Özellikle Kürdistan gençliği, AKP’nin pasifikasyon yaratma ve caydırma amaçlı saldırı ve tutuklama tehditine karşı alnı dik ve onurlu duruşu gösterebilmelidir.

Biliyorum ki, şu anda yüzlerce istihbarat elemanı Ankara’dan Amed’e getirilmiştir. Sözüm ona bunlar KCK’nin özerklik ilanına karşı bir misilleme harekatı yapacaklardır. Tüm kamuoyu AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin tamamen kendi sistemini egemen kıldırmaya dönük bu tür saldırıları karşısında uyanık ve dikkatli davranmalıdır.

DTK eğer Demokratik Özerkliği ilan ettiyse o zaman Demokratik Özerkliği her yerde inşa edip, hayata geçirmek gerekmektedir. Eğer halkımız sistemini kurmuş olsaydı, AKP polisinin saldırıları da bu kadar gelişme zemini bulmazdı.

Serhildan hareketi niteliksel bir gelişme yaşayarak, bu faşist uygulamalara dur diyecek bir düzeye gelmelidir. Bunu gerilladan beklememek lazım. Halkımız bunu kendisi yapmalıdır.

İran ile ateşkes

5 Eylül günü PJAK tarafından ilan edilen ateşkes ardından İran’ın da saldırılarını durdurduğu gözlemleniyor. İran ile olan süreç nasıl devam etmekte?

5 Eylül’de PJAK’ın ilan ettiği ateşkes şimdiye kadar her iki tarafın da uyduğu ve her alanda uygulanan bir ateşkes olarak devam etmektedir. Kandil direnişinde bir kez daha görüldü ki Kürt Özgürlük Hareketi, askeri, örgütsel ve siyasal açıdan ciddi bir güçtür. Herkesle diyalog temelinde sorunların tartışılabileceğini, çözülebileceğini düşünmekteyiz.

Türk basınında PJAK’ın bu çatışmada büyük darbe yediği ve birçok karargahının İran’ın eline geçtiği söyleniyor. Bu doğru mudur?

Bu haberler doğru değil, Türk basını bu konuda sürekli kışkırtıcı bir dil kullanıyor, gerçekleri çarpıtıyor. Kalıcı bir ateşkes sürecinin gelişmesine zemin sunmak için Casusan Tepesi’ni boşalttık. Bunu biz kendi irademiz ve kararımızla yaptık.

Yine bir kısım Türk yazar da sizin Türkiye’ye karşı çok sert konuşurken, İran’a karşı da çok yumuşak konuştuğunuzu ifade ediyor. Bu konuda neler diyeceksiniz?

PJAK ateşkes ilan etti, İran devleti de uydu ama biz Türk devletine karşı sekiz kez ateşkes ilan etmemize rağmen, Türk devleti bunlardan birine bile uymamıştır. Türkiye’de de Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülebileceğini hep düşündük; bunun için de çok çaba sarf ettik. İran’la elbette ki çatışmalı bir vaziyet değil, en azından çatışmasız bir vaziyeti korumak istiyoruz. Halklar arası düşmanlık değil, dostluğun geliştirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Aynı şeyi Türkiye halkı için de öngörüyoruz. Ancak buna engel olan, Türkiye’deki iktidarın taşıdığı inkarcı-milliyetçi zihniyeti ve faşizan uygulamalarıdır.

Meclis boykotu

1 Ekim’de yeni yasama yılının açılışı gerçekleşecek. Sizce Blok vekilleri Meclis’e gitmeli midir?

Öncelikle bu konuda karar verecek olan Blok vekilleri grubudur. Biz vekillerin Meclis’e gitmesine negatif yaklaşmıyoruz. Haksız bir egemenlikçi anlayışa ve siyasete karşı gerekli tutum ve tavrı almışlardır. Dolayısıyla bundan sonra farklı tutum pekala olabilir. Değişik ve sonuç alıcı taktiklerle hedefe yürümek, bir siyaset sanatıdır. Bu açıdan farklı davranmak mümkündür. Bizce bunu kendileri düşünmelidir. Önemli olan burada duygusal yaklaşmamak, öngörülü ve politik yaklaşarak muhtemel oyunları boşa çıkarıcı, en doğruda kararı alabilmektir. Bunu da Blok vekilleri grubu tamamen kendi öz iradeleriyle almalıdırlar.

DENİZ KENDAL / GÜLİSTAN TARA - ANF/BEHDİNAN