Bilim insanları, 65 milyon yıl önce, dinozorların kesinlikle devasa bir asteroid tarafından yok edildiğini bildirdi.
Kretase-Tersiyer dönemi ile ilgili 20 yıllık verileri inceleyen 41 bilim adamının dün açıkladıkları araştırmada, Dünya’ya çarpan asteroidin, Hiroşima’ya atılan atom bombasından bir milyar kez daha güçlü olduğu belirtildi. Science dergisinde yayımlanan araştırmada, dünyaya çarpan asteroidin 15 kilometre genişliğinde olduğu ve Meksika’daki Yucatan eyaletindeki Chicxulub’e düştüğü kaydedildi. Araştırmaya göre, asteroidin çarpmasından sonra büyük miktarda toz ve kül atmosfere yayıldı, zincirleme tepki yaratıp, Dünya’nın soğumasına yol açtı ve böylece hayvan türlerinin yarısından fazlası birkaç gün içinde öldü.
- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
7 Mart 2010 Pazar
Oyunun Adını SizKoyun
Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde Orta doğu ve uzak doğuda yürütülen savaşların amacı belli, büyük sermayeli grupların, şirketlerin bölgedeki zengin kaynakları ele geçirmesi olarak özetleyebiliriz.
Vahşi kapitalizm çılgınlığı
Belli politikalarla, önce dar ideolojik ve ırkçı statükoya sahip diktatör sistemlerin kurulması sağlandı. Böyle sistemler egemenliklerini baskı ve zora dayandırır. Doğal olarak halklar ve sınıflar kendisini ifade edemez duruma getirilir. Her özgür Demokratik yapılanma baskı ve şiddete maruz kalır.
Devletin yönetimi, iktidarı dar ideolojik ve ırkçı grubun elinde kalması için her türlü olanak ve destek verilir. Sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik çelişkilerin derinleşmesi sağlanır. Toplumda özgürlük ve Demokratik arayışlar, baskı ve şiddet rejimine karşı mücadelesini yükseltir. Dar ideolojik ve ırkçı iktidarın çıldırdığı, travma yaşadığı süreçtir. Kitlesel tutuklamalar başlar ve işkence merkezleri devreye girer.
Emperyalist sermaye kirli siyasetini halklara belli etmeden avının pişmesini bekler. Ortalığın iyice karışması, Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi katliamların, soykırımların olması için bin bir türlü entrikaları uygulamaya sokar. Çünkü onun zihnini sadece zengin ülke kaynakları meşgul etmektedir. İnsan hak ve özgürlükleri onun siyasetinde sadece kullanılması gereken olgulardır. Yeri geldiğinde özgürlük ve Demokrasi havarisi kesilecek, dar ideolojik ve ırkçı iktidarı al aşağı edecektir. Halkı diktatörlükten kurtarmanın mükafatı belli, zorba statükonun baskısından kurtulan halklar kurtarıcısına minnet duyar. Onun taleplerini emir telakki eder, uygulama başarılı bir şekilde sonuçlanır. Emperyalist sermaye ülkenin zenginlik kaynaklarına çöker, sömürü ve talan başlar. Halklar açlık ve sefaletle boğuşurken ve ülkenin kaynaklarının kırıntıları ile yaşamaya çalışırken bazı çevreler çoktan bankalarını yeşil dolarlarla doldurmuştur.
Yeri geldiğinde dar ideolojik, ırkçılığı kullanır, bazen de yerine göre İslam inancını menfaatleri için fütursuzca kullanır. Bunları yaparken sade Müslüman’ın haberi olmaz, ruhu bile duymaz. Afganistan ve İran gibi ülkelerde bu politikalar yürürlüktedir. Zor ve baskı bu sistemlerin halklar üzerinde kullandıkları araçlardır. Hatta İran’da rejime Demokratik muhalefet ettiği ve gösteri yaptığı için yönetim tarafından‘’Allaha karşı gelmekle’’ suçlanan bazı göstericilere idam cezası verildi. Sistem öyle pervasızlaştı ki muhalefet edenlere bu suçlamayı yapabildi. Yüce Allah ile diktatörlük eş anlamlı gösterilmeye kadar kontrol dışına çıktı. İslam dini bu ülkede özünden uzaklaştırıldığı kanıtı sayılabilir. Bu derin sosyal, siyasal ve inanç sal çelişki ileride sadece emperyalist sermayeye hizmet edecek duruma getiriliyor. Kafasını kuma gömen, ileriye yönelik çözümlemelerden yoksun olanlar bu duruma kuşku ile bakabilir.
Ülkeyi tahrip darbesi
1980 yılı Türkiye’si, askeri darbe ve sonraki sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmeler önemlidir. 1980’den önce örgütlü, sendikalı ve iş güvenliğine sahip işçi sınıfı vardı. Demokrasi ve örgütlü topluma doğru gelişme başlamıştı. Böyle sosyal ve siyasal bir gelişme emperyalist sermayenin işine gelmezdi. Yüksek karlar elde etmesi için ona iş güvenliğinden yoksun, örgütsüz ve ucuz işçi sınıfı gerekiyordu. Örgütlü toplumu ve örgütlü işçi sınıfını yok edecek bir iktidar gerekiyordu. Devletin elindeki ekonomik değeri yüksek kurumlara göz dikmişti. Askere darbe yaptırarak iktidara getirdi. Kendisine uygun yasal altyapıyı hazırlattı. O günden bu güne ülkede çok şey değişti. Bankalar dahil büyük kurumların tümü el değiştirdi. İş güvenliği ortadan kaldırılarak, örgütsüz, ucuz iş gücü sermayenin emrine verildi. Bunlarla yetinmediler, yüksek faizlerle ülke borç altına sokularak gelir kaynakları faiz ödemesi adı altında büyük sermayenin kasalarına aktı. Geriye yoksul ve iş bulamayan bir halk kaldı. Türkiye artık emperyalist sermaye cenneti, ilk bakışta anlaşılmayabilir, derinlikli çözümlemeler gerekir. Artık sigara, şeker, tekstil için ham madde ithal ediliyor. Yerli üretici perişan, ürün değiştirmek zorunda, ancak fazla seçeneği kalmadı. Ucuz emek, ucuz ham madde ve yüksek kar cenneti bir ülke olduk. Sistemin sosyal özelliği sadece sözde kaldı.
Bütün bu gelişmeleri sorunsuz ve halkın dikkatinden kaçırıp yapabilmeleri gerekiyordu. Onlara büyük sosyal ve siyasal olaylar gerekiyordu. Türkiye’de en uygun zemin darbecilerin eliyle hazırlandı. Demokratik ortam, örgütlenme ve ifade özgürlüğü yok edildi. Zor ve şiddet duruğa çıkarıldı. Toplu tutuklamalar yapılarak, işkence merkezleri kuruldu. Dar ideolojik ve ırkçı bir iktidar yönetime getirildi. Senaryonun son aşaması dil ve kültür yasaklanarak Kürt halkının direnişine zemin hazırlandı. Ülke çatışmalı bir sürece sokularak halkımızın tüm dikkatleri buna çekildi.
Büyük oyun devam ediyor
Bugün geldiğimiz noktanın kısa öz geçmişi böyle, şimdi de halklarımızın geleceğini nasıl zehirleyecekler, o senaryoyu oynuyorlar. Son zamanlarda çatışmasız bir süreç başlamıştı. Halk barış ve Demokrasi beklentisi içine girmişti. Ancak böyle bir durum büyük sermayenin işine gelmez. Bunun için yerli iktidarla birlikte yeni bir süreç başlatıldı. Kitlesel tutuklamaları bu çerçevede görmek gerekir. Hem ülke içinde hem de Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri, Roj TV’ye yapılan baskın, emperyalist sermayenin doyumsuz kar hırsı bağlamında değerlendirilmelidir. Amaçları Ülkemizi derinlikli kapsamlı yeni bir çatışmalı sürecin içine sokarak halklarımızı birbirine düşman etmeye çalışmaktır. Farklı amaç ve hedefler için bunu yapmaya çalışacaklar. Ülkemizin büyümeye elverişli gücünü sınırlandırmak, yönetilebilir noktada tutmak, diğer pazarların yanında silah pazarı olarak da değerlendirmek, bölgeyi çatışmalı durumda tutarak söz ve karar sahibi egemenliğini sürdürmek, emperyal sermaye egemenliğini bölgede hakim kılmaktır.
Sermaye düşmanlığı yaptığım sanılmasın, vahşi kapitalizm, sınırsız sömürü, insanlığa yönelmiş bir tehdit olgusunu dikkatlere çıkarmak insanlık görevidir.
nkizilban@gmail.com
AKP, topyekun saldırıya geçmiştir
Yalnız AKP'nin 'Müslüman Kardeşleri'nin değil, 'Liberal Biraderleri'nin de yazdığı gazeteler ve konuştuğu TV'ler Brüksel'deki Vandalizmi bayram eder gibi karşıladılar. Roj TV'nin basılması onları çok sevindirdi. Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar'ın tutuklanmasını, sanki Ergenekoncular tutuklanmış gibi karşıladılar.
Karmaşık analizlere ihtiyaç yok. AKP, topyekun saldırıya geçmiştir. Saldırı NATO çapında bir saldırıdır. NATO'nun merkezi olan Brüksel'de başlaması şaşırtıcı değildir.
AKP çözümün önündeki en büyük engeldir. Bunun kanıtı açıktır: Şu anda çözümün önünde hiç bir ciddi engel kalmamıştır; ordudaki muhafazakarlar kendi canlarının derdine düşmüşlerdir; CHP sayıları elli, altmış kişiyi geçmeyen bir 'yargı kliğine' dayanma dışında Türkiye'de anlamı olmayan zavallı bir partidir; MHP'nin etkisi Türkiye siyasetinde hiç bir belirleyici etkiye sahip olmayan 'Orta Anadolu' bozkırlarında boş yankılar bırakmaktadır. MİT AKP'nin yanındadır; Ordunun etkin kesimleri AKP'yle yanyanadır; TÜSİAD, MÜSİAD onunla dayanışma halindedir; Avrupa Birliği, NATO, ABD onun en büyük desteğidir. AKP şu anda çözüm yolunda adım atsa; Kürt kimliğini ve dilini resmen, yasayla, anayasayla tanısa, bu kimliğe ve dile sahip Kürtlerle, onların nasıl yaşayacaklarına dair müzakereye başlasa bunun önünde duracak hiç bir güç yoktur. Bunun önünde duran güç AKP'nin kendisidir.
AKP hem Türkiye'de Kürt coğrafyasına egemen olmak, hem de ABD çekildiğinde Kürdistan Federal yönetimini yalnızlaştırarak, onu teslim almak için, Kürt özgürlük hareketine savaş açmıştır. Çünkü Türk bölgesel emperyalizminin önündeki en büyük engel Kürt özgürlük hareketidir. O nedenle AKP Kürt özgürlük hareketini 'tasfiye' yoluyla Kürt halkını yaşadığı bütün 'parçalarda' hegemonyası altına almayı hedeflemiştir. PJAK Başkanı ile KNK Başkanı o nedenle aynı anda tutuklanmıştır. Ordu, CHP, MHP, yargı engellediği için değil, AKP Türk bölgesel emperyalizminin çıkarları nedeniyle stratejik bir saldırı başlatmıştır.
Bu saldırıya kapitalist medyada, eğer yanılmıyorsam, bir tek Oral Çalışlar açık bir dille karşı çıkmıştır. Saldırıların Türkiye'yle ilişkisine bir o eleştirerek değinmiştir. Ve şu gerçeği cesaretle dile getirmiştir:
''Kürt kimliği' temelli siyasi hareket, Türkiye içinde ve Avrupa'da çok önemli bir kitlesel temele sahip. Bu kitlesel güç, aynı zamanda, son derece dinamik ve akışkan. Muhtemelen gençlerin bir kesimi bu sürecin içinde dağlara yöneliyorlar. Topluluğun büyük çoğunluğu ise yasal alanda siyaset yapmayı tercih ediyor.
Kürtler kimlik taleplerinde ısrarlılar. Bu talepten herhangi bir 'operasyon' yoluyla vazgeçirilmeleri mümkün değil. Çok daha ağır baskılara rağmen vazgeçmedikleri kimlik taleplerinden, bundan sonra da vazgeçmeleri söz konusu olamaz.
Türkiye'nin Kürt açılımı, inandırıcı ve sonuç alıcı bir yerde değil. Avrupalıların ikna edilmiş ve operasyon için harekete geçirilmiş olması, Türkiye açısından bir başarı gibi görünebilse de, Kürt sorununda bu tür yöntemlerle 25 senedir etkili bir sonuç elde edilemediğini hatırlamakta yarar var.
Kürt sorununda yaşanan kriz ancak uzlaşma ile aşılabilir. Bu uzlaşmaya başlamak için de diyaloğa ve muhataba gerek bulunuyor.'
Şimdi Roj-TV'ye, KNK'ye ve BDP Brüksel Temsilciliğine yönelik saldırı karşısında aydınlardan beklenen tutum Oral Çalışlar tutumudur.
Bütün bu gelişmeler, Avrupa Birliği hedefine AKP ile ulaşarak hem askeri vesayete, hem de Kürt sorununda çözümsüzlüğe son verme şeklindeki liberal stratejinin temelsizliğini, bunu bilerek savunanların sahteciliğini, bunu bilmeden savunanların dar görüşlülüğünü gözler önüne sermiştir.
Şu anda Fırat'ın Doğusunda, askeri vesayetin TSK mensubu birlikleri değil, AKP'ye bağlı Adalet ve İçişleri Bakanlıklarının mensupları BDP'ye, legal DTK'ye karşı saldırı halindedirler. Binlerce insan zındanlarda. AKP Fıratın Doğusunda çözüm düşmanı güç haline gelmiştir.
Böyle bir AKP'yle her şeye rağmen AB üyeliğine seyahat etmeğe bel bağlayanlar için, AB ve NATO merkezi Brükselde yaşanan barbarlık gerçekleri görmek için fırsat olmalıdır.
Biz, bu köşede, aylardan beri sol, liberal aydın çevrelere 'uzlaşma'nın yollarını ısrarla anlattık. Onlara Batıda askeri vesayete karşı AKP'ye verdikleri desteğin haklı olabilmesi için, Doğuda çözümsüzlüğün partisi AKP'ye karşı BDP'yle birleşmek zorunda olduklarını anlattık.
Ya anlatamadık, ya da anlamadılar.
Artık uzlaşma umudu bitiyor ve 'kim kimi' diye özetlenen bir mücadele dönemine doğru adımlar atılıyor. Bu mücadelede 'ara yer' ne yazık ki yok. Herkes safını açıkça seçmek zorunluğuyla karşı karşıya geliyor.
Ya Kürt özgürlük hareketiyle birlikte barış, çözüm ve demokrasi için; ya da Kürt özgürlük hareketine karşı savaş, çözümsüzlük ve kaos için...
Kaynak: Günlük Gazetesi
Karmaşık analizlere ihtiyaç yok. AKP, topyekun saldırıya geçmiştir. Saldırı NATO çapında bir saldırıdır. NATO'nun merkezi olan Brüksel'de başlaması şaşırtıcı değildir.
AKP çözümün önündeki en büyük engeldir. Bunun kanıtı açıktır: Şu anda çözümün önünde hiç bir ciddi engel kalmamıştır; ordudaki muhafazakarlar kendi canlarının derdine düşmüşlerdir; CHP sayıları elli, altmış kişiyi geçmeyen bir 'yargı kliğine' dayanma dışında Türkiye'de anlamı olmayan zavallı bir partidir; MHP'nin etkisi Türkiye siyasetinde hiç bir belirleyici etkiye sahip olmayan 'Orta Anadolu' bozkırlarında boş yankılar bırakmaktadır. MİT AKP'nin yanındadır; Ordunun etkin kesimleri AKP'yle yanyanadır; TÜSİAD, MÜSİAD onunla dayanışma halindedir; Avrupa Birliği, NATO, ABD onun en büyük desteğidir. AKP şu anda çözüm yolunda adım atsa; Kürt kimliğini ve dilini resmen, yasayla, anayasayla tanısa, bu kimliğe ve dile sahip Kürtlerle, onların nasıl yaşayacaklarına dair müzakereye başlasa bunun önünde duracak hiç bir güç yoktur. Bunun önünde duran güç AKP'nin kendisidir.
AKP hem Türkiye'de Kürt coğrafyasına egemen olmak, hem de ABD çekildiğinde Kürdistan Federal yönetimini yalnızlaştırarak, onu teslim almak için, Kürt özgürlük hareketine savaş açmıştır. Çünkü Türk bölgesel emperyalizminin önündeki en büyük engel Kürt özgürlük hareketidir. O nedenle AKP Kürt özgürlük hareketini 'tasfiye' yoluyla Kürt halkını yaşadığı bütün 'parçalarda' hegemonyası altına almayı hedeflemiştir. PJAK Başkanı ile KNK Başkanı o nedenle aynı anda tutuklanmıştır. Ordu, CHP, MHP, yargı engellediği için değil, AKP Türk bölgesel emperyalizminin çıkarları nedeniyle stratejik bir saldırı başlatmıştır.
Bu saldırıya kapitalist medyada, eğer yanılmıyorsam, bir tek Oral Çalışlar açık bir dille karşı çıkmıştır. Saldırıların Türkiye'yle ilişkisine bir o eleştirerek değinmiştir. Ve şu gerçeği cesaretle dile getirmiştir:
''Kürt kimliği' temelli siyasi hareket, Türkiye içinde ve Avrupa'da çok önemli bir kitlesel temele sahip. Bu kitlesel güç, aynı zamanda, son derece dinamik ve akışkan. Muhtemelen gençlerin bir kesimi bu sürecin içinde dağlara yöneliyorlar. Topluluğun büyük çoğunluğu ise yasal alanda siyaset yapmayı tercih ediyor.
Kürtler kimlik taleplerinde ısrarlılar. Bu talepten herhangi bir 'operasyon' yoluyla vazgeçirilmeleri mümkün değil. Çok daha ağır baskılara rağmen vazgeçmedikleri kimlik taleplerinden, bundan sonra da vazgeçmeleri söz konusu olamaz.
Türkiye'nin Kürt açılımı, inandırıcı ve sonuç alıcı bir yerde değil. Avrupalıların ikna edilmiş ve operasyon için harekete geçirilmiş olması, Türkiye açısından bir başarı gibi görünebilse de, Kürt sorununda bu tür yöntemlerle 25 senedir etkili bir sonuç elde edilemediğini hatırlamakta yarar var.
Kürt sorununda yaşanan kriz ancak uzlaşma ile aşılabilir. Bu uzlaşmaya başlamak için de diyaloğa ve muhataba gerek bulunuyor.'
Şimdi Roj-TV'ye, KNK'ye ve BDP Brüksel Temsilciliğine yönelik saldırı karşısında aydınlardan beklenen tutum Oral Çalışlar tutumudur.
Bütün bu gelişmeler, Avrupa Birliği hedefine AKP ile ulaşarak hem askeri vesayete, hem de Kürt sorununda çözümsüzlüğe son verme şeklindeki liberal stratejinin temelsizliğini, bunu bilerek savunanların sahteciliğini, bunu bilmeden savunanların dar görüşlülüğünü gözler önüne sermiştir.
Şu anda Fırat'ın Doğusunda, askeri vesayetin TSK mensubu birlikleri değil, AKP'ye bağlı Adalet ve İçişleri Bakanlıklarının mensupları BDP'ye, legal DTK'ye karşı saldırı halindedirler. Binlerce insan zındanlarda. AKP Fıratın Doğusunda çözüm düşmanı güç haline gelmiştir.
Böyle bir AKP'yle her şeye rağmen AB üyeliğine seyahat etmeğe bel bağlayanlar için, AB ve NATO merkezi Brükselde yaşanan barbarlık gerçekleri görmek için fırsat olmalıdır.
Biz, bu köşede, aylardan beri sol, liberal aydın çevrelere 'uzlaşma'nın yollarını ısrarla anlattık. Onlara Batıda askeri vesayete karşı AKP'ye verdikleri desteğin haklı olabilmesi için, Doğuda çözümsüzlüğün partisi AKP'ye karşı BDP'yle birleşmek zorunda olduklarını anlattık.
Ya anlatamadık, ya da anlamadılar.
Artık uzlaşma umudu bitiyor ve 'kim kimi' diye özetlenen bir mücadele dönemine doğru adımlar atılıyor. Bu mücadelede 'ara yer' ne yazık ki yok. Herkes safını açıkça seçmek zorunluğuyla karşı karşıya geliyor.
Ya Kürt özgürlük hareketiyle birlikte barış, çözüm ve demokrasi için; ya da Kürt özgürlük hareketine karşı savaş, çözümsüzlük ve kaos için...
Kaynak: Günlük Gazetesi
Gladyo'dan Ergenekon'a
Şoreş ŞANKAN Dünya üzerinde birçok terörist devlet var. Ancak uluslararası terörizmle resmi olarak her boyutta ilişki içerisinde olması nedeniyle ABD, bu konuda apayrı bir yer tutar. Bazı devletler sınır ötesi şiddet operasyonları için bireysel teröristleri kullanırdı. Ancak ABD daha ileriye giderek sadece yarı özel bir uluslararası terörist ağı kurmakla kalmadı, aynı zamanda uluslararası terörist operasyonları finanse edecek ve uygulayacak bir yandaş ülkeler paktı oluşturdu. ABD’nin uluslararası terörizmle olan bağlantısı oldukça ayrıntılıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist ülkelerden gelebilecek “sosyalist tehlikeye” karşı NATO’yu kurdu. Ama ortaya başka bir sorun çıkıyordu. Ulusal ve sınıfsal mücadele yürüten devrimci demokrat örgütlere ve gerillalara karşı nasıl bir savaşım yürüteceklerdi? Emperyalistler ABD öncülüğünde bunun da çaresini buldular. NATO’ya bağlı tüm devletlerde GLADIO, kontr-gerilla, özel istihbarat şirketleri, özel güvenlik şirketleri gibi paravan şirketler ile, özel istihbarat timleri, özel sınırötesi operasyon timleri vb. hukuk dışı gizli örgütlenmelere gitti. Panama Kanalı’nda 1946 yılında kurulan Anti-gerilla Okulu, NATO üyesi ve diğer ülkelerde her türlü devrimci mücadeleyi ezmek için kontr-gerillacı subaylar eğitti. Bu okuldan mezun olan subayları, NATO üyesi ülkelerde görevlendirilerek, NATO’ya bağlı gizli istihbarat ve kontr-gerilla örgütleri kurdu. Pentagon generallerinin ve CIA yetkililerinin yönetimindeki Panama Kanalı Anti-gerilla Okulu’nun Türkiye’deki şubesi olan kontr-gerilla gladyo örgütlenmesi, TÜRK İNTİKAM TUGAYI(TİT), KOMANDOLAR, BOZKURTLAR vb adlarla Türkiye devrimini ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini denetimi altına almak ve ezmek için 50’lerden beri yasadışı faaliyetlerini yürütmektedir. Olağanüstü dönemlerde devreye giren Panama Kanalı’nda ki anti-gerilla okulu Washington’daki uluslararası polis akademisi ve Türkiye devletinin bazı önemli kuruluşları içinde karargâh kuran kontr-gerilla örgütü arasında koordineli bir ilişki vardır. 50’li yılların başında kurulan NATO gizli birliği, Federal Almanya’da savaştan sonra ilk askeri militarist örgüt olan STAY BEHİND’i (sessiz şebeke) kurdu. Bu milirist örgüt Amerikan gizli servis ajanlarınca oluşturuldu, eğitildi ve finanse edildi. Elemanlar, eski SS (Naziler) mensuplarının saflarında gizlice örgütlenerek oluşturuluyordu. Ardından Fransa, Danimarka, Norveç, İsviçre, İtalya, Belçika, İspanya, Hollanda, Yunanistan, Türkiye ve birçok ülkede yasadışı militarist terör örgütlenmesine gidildi. İtalya’da GLADIO adıyla oluşturulan yasadışı örgüt, denetimlerden uzak, hükümetin çoğu üyelerinin bile haberinin bulunmadığı, bizzat gizli servis komuta kademesinin bilerek gizlediği bir örgüttü ve tepeden tırnağa silahla donatılmıştı. Gladıo, İtalya’da bazen hükümetle birlikte çalışmaktaydı. Hükümet sözcüsü ve şefi Gladıo’yu kullanırdı. NATO, girişi onaylar ve sonra olayları kapatırdı. Gladıo’nun, Papa’ya düzenlediği saldırıdan dolayı Mehmet Ali Ağca’yı İstanbul Kartal-Maltepe Cezaevi’nde CIA görevlileri olan Frank Teopil ve Edward Wilson’un kaçırdığı ortaya çıkmıştır. Türkiye mafyasıyla birlikte çalışan Türk gladyosunun tetikçi üyeleri hiçbir zaman uzun süreli cezaevlerinde kalmamıştır. Ya kısa süre sonra uluslararası gizli NATO örgütlenmeleri tarafından kaçırılır, ya da işi bitince ortadan kaldırılırdı. Mehmet Ali Ağca ve diğer bazı mafya üyelerinin cezaevlerinden kaçırılması ya da JİTEM üyesi Binbaşı Cem Ersever ve ekibinin öldürülerek ortadan kaldırılması bu gizli örgütlenmenin işleyiş biçimine en güzel örnektir. Türkiye ve Kürdistan’daki tüm faili meçhul (belli) kontr-gerilla eylemleri Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Harp Dairesi’nde planlanıp yürütülmektedir. Türk Gladıo Şubesi, Türkiye’nin NATO’ya girişinden bir yıl sonra kuruldu. Amerikan askeri misyonunda yuvalanan Türk Gladıo’su, 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye ve Kürdistan’da terör uygulamakta, katliam, faili meçhul cinayet ve işkencelere katılmaktadır. Türk Gladıo’su olan kontr-gerilla örgütü, NATO görevi içinde faaliyet gösteren en vahşi, en kanlı birliklerden biridir. Türk Gladıo örgütü, 70’li yıllarda “Bozkurtlar”ın saflarında toplanmıştı. Türkeş, HBB televizyonunda yaptığı bir konuşmada, 27 Mayıs’tan önce bir grup kurmay subayın Amerika’ya götürüldüğünü ve NATO karargâhında eğitildiğini, bu subaylar arasında kendisinin de bulunduğunu söylüyordu. Türkeş’in de içinde bulunduğu bu subaylar ABD’den döndükten sonra 27 Mayıs askeri darbesi gerçekleşti. Türkeş’in talimatıyla birçok yerde “komando kampları” kuruldu. Türkeş kısa bir süre sonra Alman Nasyonal Sosyalist Partisi’ni örnek alarak MHP’yi kurdu. Bunu takiben de KOMANDO saldırıları yaygınlaştı. CIA tarafından yönlendirilen bu militarist güçler, Türkiye’de istikrarsızlığa neden olarak cuntalara (askeri darbelere) zemin hazırladılar. 12 Mart sonrası büyük kentlerde karargah kuran bu gizli örgütlenme bir işkence, yıldırma ve sindirme merkezi olarak faaliyet göstermiştir. Ziverbey Köşkü, Genel Kurmay Başkanlığına bağlı Özel Harp Dairesi’nde görev yapan subaylara tahsis edilerek bir işkence merkezi olarak kullanıldı. ÖHD’ye bağlı bu oluşum 1980 öncesi birçok terör eylemini gerçekleştirerek(en önemlisi Maraş Katliamıdır) 12 Eylül cuntasının zeminini oluşturdu. Çeteleşen ve mafyalaşan derin devletin oluşturduğu devlet terörüne emperyalistlerin çıkarı gereğince dışarıdan destek verilmiştir. KCK önderi Abdullah Öcalan’ın kaçırılmasında NSA (National Security Agency) kanalıyla yapılan söz konusu yardım buna en son ve en bariz bir örnektir. Globalleşen sermaye, çıkarı gereği beraberinde global siyaseti ve globalleşen devlet terörünü getirmiştir. 10 Aralık 1993 tarihli bir Türk gazetesi, ÖHD’nin en uzman elemanlarından oluşan dört ayrı timin KCK önderi Abdullah Öcalan’ı vurmak üzere harekete geçtiğini yazmaktaydı. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş bu konuda Başbakan Çiller’e güvence vererek, “gününü bekliyoruz” diyerek bilgilendirmiştir. Bu süreçte KCK önderi Öcalan’ın tek taraflı ateşkes ilan ettiği bilinmektedir. Ama ne yazık ki diyalog yolları, içte ve dışta sabote edilmeye çalışılmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Özal şaibeli bir biçimde öldürülmüş, Özal yanlısı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı NATO’nun bu gizli örgütlenmesi tarafından düşürülmüştür. İçte ise bu gizli örgütlenme tarafından Şemdin Sakık’a dolaylı yoldan verilen istihbarat doğrultusunda, Bingöl’de 33 silahsız askerin Şemdin Sakık’ın emriyle öldürülmesi sonucu KCK Önderi Öcalan’ın geliştirmek istediği barış girişimi daha başlatılamadan bitirilmiştir. Yine ERGENEKONA kadar uzanan bir ilişki ağının oluşturduğu bir sınır ötesi operasyon timi, 6 Mayıs 1996’da KCK Önderi ÖCALAN’a yönelik 1 tonluk bir bomba ile Şam’da suikast girişiminde bulunmuş ama başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu terörist eyleminin Suriye istihbaratı, MOSSAD, MİT, İngiliz gizli servisi ve İngiliz güvenlik şirketi ile CIA’nin birlikte planlayıp bazı Kürt işbirlikçileriyle birlikte pratiğe konulduğu ortaya çıkmış ve BBC Arapça Servisinde yayınlanmıştır. Bu eylemin planlanmasında başta dönemin Başbakanı Çiller olmak üzere, GKB Doğan Güreş ve Emn. Gn. Mdr. Mehmet Ağar bizzat yer almışlardır. KCK Önderi Öcalan’ın imha edilmesi görevi, Türk Gladyosu olan Ergenekon’a verilmişti. Bunun başını Emekli general Veli Küçük çekiyordu. Bunların büyük maddi ve istihbari imkanlar dahilinde yürüttükleri KCK Önderi Öcalan’ı imha girişimleri başarısızlıkla sonuçlanınca devreye bizzat NATO’ya bağlı devletlerarası istihbarat örgütleri ve özel sınır ötesi operasyonlarına göre eğitilmiş olan kaçırma timleri devreye sokulmuştur. 15 Şubat 1999 komplosuyla KCK önderi Öcalan’ın kaçırılmasında MOSSAD ve CIA’nın önemli rol oynadığı bilinmektedir. ABD Başkanı Clinton’un sözcüsü de bu konuda açıklama yaparak oynadıkları rolü kısmen ortaya koymuştur. KCK önderi Öcalan’ın yerini telefon görüşmeleriyle (ECHELON sistemiyle) saptadıklarını açıklamışlardır. ABD, KCK önderi Öcalan’ın kaçırılmasında NSA’yı (National Security Agency) devreye sokmuştur. Uluslararası hukuk ihlal edilmiş ve yasadışı bir şekilde kaçırarak Türkiye’ye getirme sürecini başlatmıştır. NATO üyesi olan tüm devletlere ültimatom gönderilerek, KCK Önderi Öcalan’ın kabul edilmemesi yönünde uyarılmış ve Öcalan’ı kabul etmek isteyen ülkelere baskı yapılmıştır. NATO, Panama Kanalı’nda kurduğu anti-gerilla Polis Okulu’nda eğitim gören subaylardan oluşturulan bir A Timini de (bir komutan, 11 subaydan oluşan) görevlendirerek bizzat KCK önderi Öcalan adım adım takibe alınmış ve Kenya’dan kaçırılarak Türk özel timlerine teslim edilmiştir. Yasadışı bu kaçırma olayında yer alan devletler, kendilerini hukuki olarak temize çıkarmak için “sadece istihbarat düzeyinde” yardımcı olduklarını açıklamaktadırlar. Çünkü kaçırılma uluslararası hukuk çiğnenerek yapılmış ve bunun içinde NATO’nun çekirdek örgütlenmesi kullanılmıştır. NATO -MHP İLİŞKİSİ VE KAOS Türkiye’yi 50 yılı aşkın bir süredir kaos girdabına iten ve oradan çıkmasını engelleyen güçler kimlerdir acaba? Albay Türkeş, 1960 darbesi öncesi neden Florida’ya çağrıldı? MHP’yi, sadece Türkiye’deki fanatik milliyetçi ve şovenistlerin örgütlendiği bir parti olarak ele almak bir yanılgıya götürür. Onun için MHP’nin ortaya çıkışını ve uluslar arası ilişkisini doğru irdelersek ancak, perde arkasındaki gerçek yüzünü ortaya çıkarabiliriz. Türkeş’in de HBB televizyonunda yaptığı bir konuşmada belirttiği gibi, 27 Mayıs 1960 darbesinden önce bir grup kurmay subayla birlikte ABD ye giderek Florida’daki NATO gizli kampında eğitim aldıktan sonra Türkiye’ye geri dönerler. Kısa bir süre sonra gerçekleştirilen 27 Mayıs darbesinin bir kanadını da bunlar oluştururlar. Diğer kanat karşısında zayıf kalan Türkeş, 21 Mayıs 1963’te yeniden bir darbe girişiminde bulunur ama başarısız kalır. Türkiye’nin parlamenter sisteme geçişini engellemek için yapılan bu başarısız darbe girişimi sonrasında Türkeş ve yandaşları tasfiye edilerek yurtdışına sürgün edilirler. “14’ler” adı da verilen bu subaylar, bir süre sonra Türkiye’ye dönerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne üye olurlar, partiyi kısa süre içinde ele geçirirler ve Genel Başkanlığına da Türkeş’i getirirler. Nazizmi örnek alan Türkeş, CKMP ismini değiştirerek MHP yapar. Türkeş, ardından emekli subay yandaşlarının denetiminde “komando kampları”,”Bozkurtlar”, Türk İntikam Tugayı (TİT) ve daha sonra ise “Ülkü Ocakları” adı altında militarist bir örgütlenmeyi yaygınlaştırarak Türkiye’de terör estirdi. MHP, bu temelde ortaya çıktı ve şekillendi. MHP kurulduğu yıldan itibaren iktidarı hedeflemekten çok, devletin canalıcı kurum ve kuruluşlarına kendi kadrolarını yerleştirerek, derin devletin çekirdeğini oluşturmaya koyuldu ve bunu yaparken de NATO’nun ABD ve Avrupa’daki gizli ve yasadışı militarist-istihbarat örgütlenmeleriyle de sürekli ilişki içinde oldu. Bilindiği gibi 60’lardan sonra her on yılda bir, Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirildi. MHP, militarist gücüyle gerçekleştirdiği birçok provakatif eylemleriyle bu darbelere zemin hazırlamada önemli rol oynadı. Bu provakatif eylemler, faili meçhul (belli) cinayetler ve katliamlar ülkeyi bir kaosa sürüklemişti. Bugün de buna benzer provakatif eylemler geliştirerek süreci sabote etme olasılığı, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin televizyonlarda yaptığı açıklamalardan çıkarsanabilmektedir. MHP, tüm bu kaos ortamını ABD güdümünde gerçekleştiriyordu. Çünkü ABD, ulusal kurtuluş hareketlere, devrimci mücadelelere ve seçimlerle iktidara gelen solculara karşı, CIA aracılığıyla çok iyi bilinen bir planı uygulamaya koyuyordu. Nedir bu plan? Bu plan; kendi politikalarına ters düşecek hükümetleri devirmek yada devrimci yükselişi parçalayıp kontrol altına almak için o ülkelerde yerel işbirlikçi, gerici, militarist güçlerle birlikte bir dizi provakatif eylemler geliştirerek halkı sindirmek ve ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek. Bu kaos içerisinde gerek gördüğü devlet adamlarını ya da parti liderlerini tasfiye ederek kendisine bağlı bir uydu hükümet oluşturmak. Bunu yaparken de cumhurbaşkanlarını ya da başbakanları bile öldürmekten çekinmezler. İtalya’da Aldo Moro, İsveç’te Olof Palme, Türkiye’de Turgut Özal ve daha birçok örnek verilebilir. MHP’nin, Türkiye’de oynadığı rolün bir de bu yönü var ve bunun çok iyi görülmesi gerekir. Kaldı ki, muhacir bir göçmen olan MHP’nin mimarı Türkeş, gerçek bir Türk milliyetçisi de değildi ve olamazdı da. O, NATO’nun çekirdek örgütlenmesi ile sürekli ilişki içinde olarak Türkiye’yi bir kaos ortamına sürükleyen, sağcı-solcu çatışmasını körükleyen, faili meçhul cinayetleri araştırmak isteyen Kemalist Türk Aydını Savcı Doğan Öz’ü ve birçok Türk aydınını, demokratını, devrimcisini katlettiren, Alevi-Sünni çelişkisini körükleyen gerçek bir Türk düşmanıdır. TÜRKİYE NEREYE SÜRÜKLENMEK İSTENİYOR? Türkiye’de yeni faili meçhul cinayetler gündemde. Oligarşik Cumhuriyet döneminden günümüze kadar ne zaman ki Türkiye’de demokrasi yönünde bir adım atılmak istendiyse, devleti fiilen işgal eden gizli ve kirli eller ortamı muğlaklaştırarak, Türkiye’yi bir kaosa sürüklemiş, kendi çıkarları ve politikaları doğrultusunda yön vermeye çalışmışlardır. Türkiye’nin NATO’ ya girişinden sonra, özellikle de 50’lerden sonra bu gizli ve kirli ellerin kontrolüne giren devlet, fiilen işgal edilmiş oldu. Bu işgal kendini devletin içinde derin devlet olarak örgütledi ve yüzlerce kanlı eylemi, faili meçhul cinayeti gerçekleştirdi. 60’ların sonlarına doğru Türkiye’de gelişen devrimci demokratik muhalefete karşı, bu gizli eller yürüttükleri faili meçhul cinayetler, bombalama, sabotaj ve suikast gibi terör eylemlerini gerçekleştirerek toplumu bir kaosa sürüklemiş, iktidarı zayıf düşürerek, güvensizliğe iterek bir askeri darbeye gerekli zemini hazırlamışlardır. Böylece cılız da olsa Türkiye’de gelişen demokrasi süreci 12 Mart 1971 askeri darbesiyle kesintiye uğratılmıştır. Daha sonra kendisini toparlayan demokratik hareket, Türkiye’de kesintiye uğratılan demokratik süreci yeniden başlatmaya çalışmışlardır. Ama aynı gizli ve kirli eller bir kez daha devreye girerek askeri darbeye zemin hazırlamış ve Türkiye’nin demokratik gelişimini sekteye uğratmışlardır. Bu yolla, örnekleri birçok devlette görüldüğü gibi başbakanları, devlet başkanlarını devirebilen hatta öldürebilen, kendi politikaları ve çıkarları doğrultusunda yeni yöneticileri iktidara getiren bu gizli eller, Türkiye’de de 50’lerden beri aktif bir faaliyet yürütmektedirler. Yani devlet fiilen bu güçler tarafından işgal edilmiştir. Bu gizli ellerin yan kuruluşları, devlet içinde, mecliste, istihbarat örgütlerinde daire başkanlıklarında, orduda, basın alanında, üniversitelerde, şirket, vakıf ve holdinglerde ve daha birçok alanda örgütlü olarak bulunmaktadır. Bu gizli eller, Türk Gladyosundan günümüzde ERGENEKON’a evrilerek Türkiye’yi bir kaosa sürüklemeye çalışmaktadırlar. Aynı tehlikeli durum bu süreçte de devam etmektedir. KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın başlattığı ve Türkiye’ye devrimsel denebilecek nitelikte gelişmelere zemin yarattığı demokrasi sürecini kesintiye uğratmak için bu gizli eller yeniden arenaya çıkmış durumdalar. Irak’a müdahalenin her gün konuşulup tartışıldığı bu günlerde bu gizli eller yeniden Türkiye’yi istikrarsızlığa, kaosa sürüklemek için devreye girmiş bulunmaktalar. Bununla birlikte ERGENEKON’nun da gittikçe devletin ve ordunun en üst düzey isimlerine kadar bağlantısının olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama devletin ve ordunun en üst düzeydeki isimlerine kadar gidildiği, uzandığı için de soruşturma bir noktadan sonra durdurulmakta ve sonuca gidilmemekte, ERGENEKON örgütlenmesi çökertilmekten çok uzak kalınmakta, devletin gizli güçleri bu oluşumun üzerine gidilmesini açık bir biçimde engellemekte ve genel kurmay temsilcileri Genel Kurmaylık adına cezaevlerine giderek bu çete üyelerini ziyaret etmekte ve sahiplenmektedir. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında örgütlenmesini neredeyse her alanda tamamlayan ERGENEKON, adeta bir devlet gibi hareket etmeye başladı. Devlet başkanlarını veya başbakanlarını uyarmaktan veya istifaya zorlamaktan tutalım, cumhurbaşkanını öldürmeye, kendilerinin karşısında olan generalleri ortadan kaldırmaya kadar gözü kara bir biçimde faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Örgütlenmeleri giderek bir gölge devlet örgütlenmesine dönüşmüştür. Nasıl? Şöyle ki; bir devleti oluşturan dört temel olguyu kendi organizasyonları içinde sistemli bir biçimde oturtmuşlardır. Bu olgular; 1- Askeri Örgütlenme: Özellikle ordudan emekli olan subay veya astsubaylar veya Kürdistan dağlarında yaralanan askerlerin bir araya getirildiği vakıf, dernek (Kuvayı Milliye Derneği, Vatanseverler Güç Birliği) vb gibi oluşumlarda, askeri bir güç biçiminde örgütlenmek. Silah ihtiyacını ordu içinde karşıladıkları gibi, yasadışı örgütlenmeler olan paravan silah ve istihbarat şirketlerinden de karşılamaktadırlar. Örneğin İstanbul Ümraniye’de aramada ele geçen ordu malı bombalar ve silahlar, yine Türkiye kamuoyunda KAYIP SİLAHLAR olarak bilinen silahların Hizbi-Kontra örgütünün hücre evlerinden çıkması. Bu silahlar ordunun denetimindeki silahlardır ve bu örgütlere verilmiştir. Askeri oluşumunu bir başka biçimde de karşılamaktadırlar. Özellikle Türk Mafyası içindeki bazı tetikçilerin yasadışı kanlı eylemlerini göz ardı ederek ve bunlara diplomatik pasaport sağlayarak bu mafya üyelerini birer tetikçi olarak kullanmak ta askeri oluşumun bir diğer yöntemidir. Bunlara örnek, mafya tetikçileri Abdullah Çatlı, Sedat Peker, Mehmet Ali Ağca vb. Bunun dışında karargah gibi kullandıkları evler vardır ve bu evlerde yapılacak olan eylemlerin planlaması ve uygulaması tartışılmakta ve karara bağlanmaktadır. 2- İdeolojik Örgütlenme; Kurdukları derneklerde veya vakıflarda ideolojik eğitim verilerek, bu örgütün üyelerinde adeta kutsal bir amaca hizmet ediliyormuş gibi bir mantalite şekillendirilmesine gidilmekte ve bu şekilde bu vakıflarda ideolojik eğitim sonraları silahlar masa üstündeki bir Türk bayrağı üzerine konularak ölme ve öldürme üstüne yeminler ettirilmektedir. Öyle ki ideolojik örgütlenme bu örgütü adeta yasal bir statüye büründürmekte bu nedenle de milliyetçi ve şoven Türk aydınları, siyasetçileri, akademisyenleri içinde de büyük bir destek görmektedir. Örneğin bu örgütün, yani ERGENEKON örgütlenmesinin ideologluğunu yani fikir babalığını İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek gibi isimler yapmaktadırlar. Ki, bunlar kamuoyunda Türk solcuları olarak tanınmaktadır. İdeolojik propagandalarında adeta ABD ve dünya emperyalizmi karşısındaymışlar gibi bir görüntü yansıtırlar. Ama pratikte ise ABD’ nin çıkarlarına hizmet etmektedirler. Zaman zaman babaları ABD’yi veya NATO’yu dinlemedikleri ve aşırı gittikleri de oluyor. İşte o zaman da karşılarında bugün olduğu gibi bir tutuklama ve daraltma furyasıyla karşı karşıya kalmaktadırlar. Ama bu tutuklama engellemek ve daha iyi bir biçimde denetlemek içindir. Ki bugün üzerine gidilen, tutuklanan veya gözaltına alınan kesim JİTEM’in kurucu babalarından VELİ KÜÇÜK ve adamlarıdır, gerçek ERGENEKON organizasyonu değildir. 3- Ekonomik Örgütlenme: Finansman kaynaklarını dolaylı bir biçimde NATO örgütlenmelerinden karşıladıkları gibi, devletin birçok imkanlarını da kullanmaktadırlar. Vakıflar ve Dayanışma ve Yardımlaşma dernekleri adı altında bağış toplanmakta, şirketler, holdingler kurulmakta, ayrıca ordunun araçları kullanılarak (helikopter, kara taşıtları) uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapılarak örgüt finanse edilmektedir. Bunun dışında arazi mafyası, ihale mafyası, inşaat mafyası vb gibi mafya oluşumlarıyla büyük oranda kendilerini finanse etmektedirler. Özellikle Afganistan-İran-Türkiye, Afganistan-İran-Irak-Türkiye üzerinden Avrupa ve Amerika’ya transfer edilen uyuşturucu yolu, bu örgütün denetimindedir ve büyük bir kar oranını ellerinde tutmaktadırlar. Bu uyuşturucu örgütlenmesinin güzergahı yani yol akışı, özellikle JİTEM’in Güney Kürdistan’daki bürolarında başlamakta, karayoluyla Türkiye ve oradan da Avrupa ya da deniz yoluyla Amerika’ya aktarılmaktadır. Bunun örnekleri, birçok kez basında çıkmıştır. Buna birkaç örnek; Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Kıbrıs’ta bir yemekli toplantıda yaptıkları iş görüşmeleri ve bu görüşmelerin basına yansıyan fotoğrafları. Fotoğrafta Süleyman Demirel’in yanında duran kişi Türkiye Uyuşturucu mafyasının en büyük ve en tanınan isimlerinden biri olan Örfi Çetinkaya’dır. Demirel o toplantının bir iş toplantısı olduğunu ve bu şahsı tanımadığını söylese de birlikte iş yaptıkları bilinen bir gerçekliktir. Ayrıca o süreçte İNTERPOL tarafından takibe alınan KISMETİM 1 gemisi Kıbrıs açıklarında Türk askeri yetkililerince batırılmış ve daha sonra içindeki uyuşturucu askeri araçlarla çıkarılarak kayıplara karıştırılmıştır. KISMETİM 1 gemisi Bingöl’lü, uyuşturucu ticareti babası Baybaşin’lere aittir. Gemi batırılmıştır, çünkü içinde tonlarca uyuşturucu vardır ve bu uyuşturucu devletin gözetiminde ve devletin güvenliğinde nakledilmektedir. Eğer İNTERPOL’un eline geçseydi bu uyuşturucu trafiğini organize edenlerin ve bu organize içinde yer alan devlet büyüklerinin kimler olduğu açığa çıkacak ve bir skandal yaşanacaktı. Ayrıca paravan şirketler kurarak vergi kaçakçılığı, petrol kaçakçılığı yapılmaktadır. 4- Medya Örgütlenmesi: Radyo, Tv, gazete ve dergi gibi iletişim araçlarıyla siyasal, ideolojik ve örgütsel propagandalarını yapmakta, kendileri için kitlesel bir taban oluşturmaktadırlar. Bu oluşum tv, radyo, gazete ve dergilerin yanısıra örgüt üyesi akademisyenlerin de çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını yayınlayarak ideolojilerini yaymaya çalışmaktadırlar. Bunun yanında yani medya örgütlenmesinin yanında Hukuk Örgütlenmesi de vardır ki, yaptıkları tüm çalışmaları bir hukuk çerçevesinde yansıtmaya çalışırlar, ya da kendilerini savunacak bir hukukçu ordusu oluşturmaktadırlar. Uzun bir süredir Türkiye gündemini ve basınını işgal eden ERGENEKON operasyonları veya ERGENEKON duruşmaları henüz herhangi somut bir sonuca ulaşmış değil. Somut bir sonuca ulaşmadığı gibi gerçek ERGENEKON’un da ne olduğu bir muammaya dönüştürülmektedir. Ergenekon operasyonlarıyla birlikte Kürt Sorununun çözüm tartışmalarının basında yoğunca işlenmesi ve devletin de böyle bir tartışmaya izin vermesi dikkat çekicidir. KCK Önderi Öcalan’ın başlatmış olduğu demokratik çözüm süreci hem devletin derinliklerindeki gizli ve kirli ellerin deşifre edilmesine zemin hazırlamış ve hem de Kürt sorununun çözülmesi yönünde tartışmalar başlatmıştır. KCK Önderi Öcalan’ın başlattığı demokratik çözüm süreci sonrasında basında yapılan tartışmalar ve aydınların çözüm önerileri de göstermektedir ki ÖCALAN’sız ve PKK’siz bu sorunun çözülmesi bir hayal olmaktan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Ama bu süreçte kaygı verici gelişmelerin de her zaman ortaya çıkması olasılığı oldukça yüksektir. Derin devletin kirli ve gizli elleri yine halkın üzerinde bir kara gölge gibi dolaşmakta, faili belli cinayetler gerçekleştirmekte, adeta süreci provake etmek için yeniden bir çaba içinde olduğu gözlenmektedir. KCK Önderi Öcalan’ın geliştirdiği demokratik çözüm sürecinin sabote edilmemesi, bu son barışçıl çözüm şansının kaybedilmemesi için, hem Türk ve Kürt halkı hem de sorunun çözümünü isteyen taraflar oldukça duyarlı olmak durumundadırlar. Eğer bu şans da kaçırılırsa yeniden karanlık ve çatışmalı uzun bir sürecin başlaması, hem de otuz yıllık süreçten daha şiddetli çatışmalara gebe bir sürecin başlaması büyük olasılık dahilindedir. |
Kapitalizm Ekonomi Karşıtıdır
Abdullah ÖCALAN Kapitalizmin sadece ekonomi olmadığına, daha da vahimi ekonomi karşıtlığı olduğuna ilişkin de eldeki veriler çarpıcıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1-Ekonomik krizler. Kapitalizmi bir ekonomik sistem olarak kanıtlama çabasındaki ‘pozitivist-bilimci’ rahip takımı, krizler sorununu da yanlış algılamakta ve algılatmaktadır. Ekonomik krizlerin tek bir izahı vardır. O da ekonominin can düşmanı, karşıtlığı kimliğinde yatmaktadır. Bazen fazla üretimden kaynaklanan krizler diye bir tanım geliştirilmektedir. Bir yandan dünyanın büyük kısmı açlıktan kırılacak, diğer yandan üretim fazlası bulunacak! Kapitalizmin ekonomi karşıtlığı en çok bu tür bilinçli olarak yaratılmış bunalımlarda kanıtlanmaktadır. Nedeni de gayet açıktır: Tekel kârı. Yok pahasına ürettiği emekçi güçlere bırakılan paylar alım gücüne yetmeyince, sözde bunalımlar ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, çıkarılmış oluyor. Bu durumda hangi sahte rahip, daha doğrusu sözde ekonomist imdada yetişiyor? Keynes! Ne diyor? Harcamaları devlet arttırsın. Nasıl? Emekçilerin alım gücünü yükselterek! Oyun bütün iğrençliğiyle nasıl ortaya çıkar? Bir yandan cebini boşaltacaksın, diğer yandan elinle diğer cebini dolduracaksın! Bu bal gibi emekçileri ve tüm uygarlık dışı toplumu ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıdır. Çok açık ki, politik bir ilişkiyle karşı karşıyayız. Uygarlığa karşı demokratik güçlerin eylemi bastırılmak istendiğinde önce aç bırakılır. Sonra yalvartılarak karınları doyurulur. En eski savaş taktikleriyle karşı karşıyayız: Bir halkı, bir şehri teslim almak istiyorsan, önce ablukaya alacak, aç bırakacaksın! Sonra teslim olma karşılığında karnını doyuracaksın! Kapitalizmin sahte bunalım teorisinin gerçek özünün bu olduğunu yüzlerce örnekle kanıtlayabilirim. Sadece meşhur 1930 bunalımını çözümlersek, tüm mantığı sökmüş oluruz. Bu dönemde neler oluyor? İngiltere’nin hegemonyasını kabul etmeyen Sovyetler Birliği kalıcı ve başarılı bir rejim haline geliyor. Hem de kapitalist adı verilen dünyayı tehdit ederek. Avrupa içinde ağır şartlarla teslimiyet antlaşması dayatılan Almanlar ve bağlaşıkları sağı ve soluyla direniş halindedir. Çin, Mao önderliğinde büyük bir köylü başkaldırısını yönetiyor. Anadolu başta olmak üzere, İngiliz hegemonyacılığına karşı sömürge ve yarı sömürge ülkeler ulusal diriliş mücadelesiyle dünya çapında başkaldırmaktadır. İngiliz dünya hegemonyacılığının bunlara verdiği yanıt, 1929-30 bilinçli bunalımıdır. Bir yandan dağ gibi yığılmış mallar, diğer yandan açlıktan kırılan halklar, emekçiler. İngiliz Keynes’in ilacı her şeyi açığa vuruyor. Dünya emekçilerine ve halklarına kırıntılar kabilinden ayakta kalma şansı. Sözde sosyal devlet politikaları. Sonucu ne olmuştur bu ‘kapitalist sosyal devlet politikalarının’? Ekim Sovyet İhtilali ile başlayan dünya demokratik toplumunun, uygarlığın yeni hegemon gücü karşısında adım adım geriletilmesi, çarpıtılması, asimile edilmesi; 1990’larda Sovyet sisteminin çok önceden başlatılan (1930’larda Stalin’in antidemokratik politikaları, yani diktatörlüğü: Niçin? 1929-30 bunalımının etkisini bertaraf etmek için. Kim bertaraf oldu? Stalin ve ekibi, Sovyet ekonomisi) içten çökertilme politikalarıyla resmen ortadan kaldırılmasının ilanı. Ulusal kurtuluş devletlerinin sosyal içeriğinden (demokratik devrim ve toplum içeriğinden) boşaltılarak hegemon kapitalist sisteme entegre edilmesi. Tüm bunalımların ana amacının bu olduğu, bilinçli devlet politikalarıyla hegemonik sistemin varlığının sürdürülmesiyle amaca erişildiği. En azından kritik bir aşamanın geride bırakıldığı. 2- Kıtlığa dayalı krizleri de aynı kategoride değerlendirebiliriz. Bilinçli mal üretiminden vazgeçilmesi veya hastalık ve afetler karşısında insanların çaresizliğinden medet umulması. Mevcut teknik ve donanımlarla ciddi bir açlık ve kitlevi hastalıklar düşünülemez. Amaç hegemonik sistemin varlık sorunu olduğunda bu yapay bunalım türüne başvurulmakta, hastalık ve afetler koz olarak kullanılmaktadır. Bir kez daha ‘kapitalist ekonomi ve toplumu’ denilen aygıtın resmi hegemonik uygar güçle bağlantısını netçe görüp yorumlayabiliyoruz. Metot aynıdır: Aç bırak, hastalığını ve felaket halini kullan! Hem de kurtarıcı melek ve hatta tanrısı olduğunu kanıtlamış olursun. Kulların sana bol bol şükretsin! 3- Kapitalizmin sadece ekonomi karşıtlığı değil, toplum karşıtlığı olduğunu da iyi anlamak gerekir. Teorik olarak toplumun bütün olarak kapitalistleşemeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu çok önceden Roza Luxemburg kanıtlamaya çalışmıştır. Bence ince teorilere pek gerek yoktur. Herkes, her toplum, işçi ve kapitalist olarak ikiye bölünse, kâr amacıyla satacak mal üretemezsin! Kaba örnek: Yüz işçinin çalıştırıldığı bir fabrika varsayalım. Yüz araba üretebilsinler. Toplum da bir kapitalist fazlasıyla 1+100 kişiden oluşsun (Çünkü toplum sadece işçi ve kapitalistlerden oluşmaktadır. Saf kapitalist toplum denilen olay budur. Tabii Marksistlerin en azından bir kısmının büyük yanlışı). Yüz arabayı elden çıkaralım ki kâr gelsin. Yüz işçi ücretleri ile arabaları aldılar. Geriye patrona ne kaldı? ‘0’ (sıfır). Demek ki, daimi olarak kapitalistleştirilmeyen, benim sistem analizimle ‘uygarlık karşıtı demokratik toplum’ her zaman var olmalı ki, uygarlık toplumu sürdürülebilsin. Yeni hegemon güç olarak ‘kapitalist uygarlık’ da diğerleri gibi ancak demokratik toplum karşıtlığı, eylem zamanlarında daha da azgınlaşarak demokratik toplum düşmanlığı temelinde var olabilir: Ya savaşlarla ya barışlarla. Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, kapitalist uygarlık tarihinde de bu anlatımı doğrulayacak sayılamayacak kadar çok olay ve savaşlar vardır. 4- İşsizlik. Kapitalizm sistem olarak artık-değerden kâr oranını yüksek tutmak için daima bir yedek işsizler ordusunu devrede tutmak zorundadır. Hatta yoksa yaratmak zorundadır. İşsizlik bilinçli yaratılan süreçtir. En sıradan canlı hayvan ve bitkiler işe yararken, insan gibi bir varlık nasıl işsiz bırakılarak yararsız kılınsın? Örneğin işsiz karınca olabilir mi? Karınca bile işsiz olamıyorsa, insan gibi gelişmiş bir varlık nasıl işsiz olsun? Evrende işsizlik kavramına yer yoktur. Ancak analitik zekânın sapık bir ürünü olarak, toplumsal yaşamın en vahşi eylemi olarak işsizlik yapay olarak yaratılmakta ve canlı tutulmaktadır. Kapitalist sistemin ekonomik yaşama karşı en amansız düşmanlığını hiçbir olay ‘işsizlik’ kadar açığa çıkaramaz. En ağır eleştirdiğimiz firavun rejiminde bile ‘işsiz köle’ kavramına yer yoktur. Nasıl ki işsiz firavun olmaz ise, işsiz köle de kavram olarak bile düşünülemez. Bir kölenin her zaman değeri ve işi olmuştur. Sadece kapitalizmde işsizlik, yani amansız ekonomi düşmanlığı vardır. 5- Kapitalizm ekonomik tekniğin de düşmanıdır. Mevcut bilim ve teknik düzeyi, adına ister ‘refah toplumu’ ister ‘cennetteki toplum’ diyelim, herhangi bir toplumun rahatlıkla hem siyasi sistem olarak demokratik toplum olarak varlığını sürdürebilecek, hem de ekonomik olarak sorunlarını çözebilecek bir tarzda gelişmiş bulunmaktadır. İnsan ihtiyaçlarına bu bilim ve teknik düzeyin optimum (en verimli tarzda) uygulanmasına kapitalist sistemin ‘kâr yasası’ engel koymaktadır. Kâr yasası olmazsa, sadece insanın beslenme ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir ekonomiye, mevcut bilim ve teknik düzeyi rahatlıkla gerekli her çözümü bulabilecek kapasitededir. Bu kapasite hiçbir zaman tam kullandırılmamakta; bilakis sürekli krizler, işsizlik, toplumsal şişkinlikler yaratılarak kapitalist uygarlık sürdürülmek istenmektedir. Demek ki kapitalizm sadece ekonomi düşmanlığı değil, ekonomiyi optimal düzeyde gerçekleştirebilecek bilim ve tekniğin de düşmanıdır. 6- Kapitalizm ekonominin en temel ilkesi olan ahlakın, moral değerlerin de düşmanıdır. İnsanlık ancak ahlaki ilkeyle ekonomik ihtiyaçlarını düzenleyebilir. Aksi halde örneğin karıncalar gibi çoğalabilir ki, buna on tane dünya gibi gezegen bile yetmez. Ahlak olmazsa ‘aslan toplumuna’ dönüşebilir ki, geriye yenilecek sığır, hayvan kalmaz. O zaman aslana da dünya kalmaz. Yani kapitalizm sınırlandırılıp durdurulamazsa, ya toplumu ‘karıncalar toplumuna’ dönüştürerek yıkımın eşiğine getirecek (örneğin Çin ve Japonya’nın durumu), ya da ‘aslanlar toplumu’ durumuna getirecektir (örnek ABD toplumu). Her toplum ABD, Çin ve Japonya gibi olursa, insan toplumunun sürdürülebilirlik şansının gittikçe azalacağı açıktır. Burada kapitalizm esasta ahlaki ilkeyi sözde ‘kapitalist ekonomiye’ kurban etmiştir. Bir dönem çocuklar, kız çocukları da fazlalıktır diye kurban edilirdi. Varsa ancak böyle bir ahlakla insan kurban edilerek toplum sürdürülebilir. Nitekim tüm kapitalist damgalı savaşlara ‘insan kurban etme ayinleri’ olarak bakarsak, nasıl bir ‘kapitalist ekonomi ilkesi’ ya da ahlaksızlığıyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Yalnız toplumun iç sosyal dokularını tahrip etmiyor bu ahlaksızlık. Çevreyi, doğayı da ilk defa hükmü altına alarak, büyük bir katliam sürdürerek sadece insan yaşamını değil, tüm canlı yaşamı da tehdit edecek boyuta varıyor. Bundan daha büyük ahlaksızlık ve canlı düşmanlığı olabilir mi? 7- Kapitalizm ekonominin ana gücü, yaratıcısı kadının da düşmanıdır. Tüm çözümlememiz kadının toplumsal yaşamdaki yerinin, ekonomik değerinin birincil düzeyde ve yüksek seviyede olduğunu kanıtlamaktadır. Tüm uygarlık tarihinde olduğu gibi, en acımasız dönemini kapitalist uygarlık aşamasında yaşamaya başlayan ‘ekonomisiz kılınmış kadın’ gerçeği, en çarpıcı ve derinlikli toplum çelişkisi haline gelmiştir. Kadın nüfusu ezici olarak işsiz bırakılmıştır. Ev işleri en zor işler olduğu halde, beş metelik değer etmemektedir. Çocuk doğurma ve yetiştirme hayatın en zor işi olduğu halde, sadece değer etmemekle kalmamakta, giderek başa bela olarak düşünülmektedir. Hem ucuz, işsiz, çocuk doğurma ve binbir zahmetle büyütme makinesi, hem ücretsiz ve hatta suçludur! Kadın uygarlık tarihi boyunca toplumun zemin katına yerleştirilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizmin yürüttüğü ve çok sistemli hale getirdiği istismarı geliştirme gücünde olamamıştır. Bu sefer kadın sadece zemin katta değil, tüm katlarda eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, demokrasisizliğin nesnesidir! Daha da vahimi, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak şiddette ve yoğunlukta cinsiyetçi toplum iktidarını insanın en mahrem organlarına kadar şartlandırıp çoğaltarak, kadını bir seks endüstrisine dönüştürerek, işkenceyi toplumun tüm katmanlarına yayarak, ‘erkek egemen toplumu’ kapitalist uygarlık döneminde azamiye çıkartarak, ‘ekonomostan’, ekonominin yaratıcısı özneden intikam alırcasına kadın ve ekonomi düşmanlığını her yerde ve her zamanında kanıtlamaktadır! 8- Kapitalizm, ekonomiyi en son küresel aşamasında zirveye çıkarttığı ‘borsa, kur ve faiz’ piyasası denilen para-kâğıt oyununa çevirerek düşmanlığını, gerçek ekonomiyle ilgisizliğini fazlasıyla ve tüm toplumun gözüne sokarcasına kanıtlamaktadır. Tarihin yine hiçbir döneminde ekonomi bu tür kâğıt oyunlarına, sanal bir sisteme dönüştürülmemiştir. Ekonomi toplumların en hassas dokusu olarak değerlendirilmiş, hep kutsallık atfedilecek düzeyde (kutsallık kelimesinin kaynağı Sümer toplumuna kadar gitmekte ve gıda kavramıyla bağlantılandırılmaktadır) değerlendirilmiştir. Beslenme en öncelikli sorun olarak görülüp çözümlenmeye çalışılmıştır. Bütün dinlerde ekonomik güvenceye dayalı bir izah yanı vardır. Bayramlar ekonomik bolluk veya en azından kriz olmaktan çıktığı dönemlerin anısına düzenlenmektedir. K. Marks'ın haklı olduğu bir nokta olarak, toplumun tüm alanlarını etkileyecek özelliklerin toplam ifadesi olacak kadar önemli olan ekonomi, duygusal ve analitik zihnin yoğunluk alanı olmaktan çıkarılıp para-kâğıt oyunlarına bağlanarak, analitik-spekülatif zihniyetin en sorumsuz, gerçek yaşamdan kopuk alanına dönüştürülerek gerçek niteliğini ortaya koymaktadır. Hiçbir emek harcamadan, kur, faiz ve senet fiyatlarıyla oynayarak, küresel çapta saatlik süreler içinde milyarlarca Dolar (küresel para) el değiştirmektedir. İnsanlığın yarısı açlık ve yoksulluk sınırlarında gezinirken, bu tür değer transferleri kadar ekonomiye zıtlığı yansıtacak bir sistemi tasavvur etmek zordur. Kapitalizm, finans çağı da denilen son evresinde, sadece bu yüzüyle bile ne kadar gereksiz, ekonomi dışı ve düşmanca sistem olduğunu gayet iyi kanıtlamaktadır. 9- Kapitalizm ekonominin en temel iki alanı olan üretim ve tüketime el atıp kontrol altına alarak, toplumların gerçek besin, giyim, barınma ve dolaşım ihtiyaçlarıyla ilgisi bulunmayan, sadece kârını maksimize etmeyi hedefleyen politikalara ağırlık vererek ve daha önce belirttiğimiz gibi üretim ve tüketim krizleri yaratarak yapılarını kökten bozmaktadır. İnsanlık emeğinin gerçek üretim ve tüketim yapılarıyla ilişkisi bulunmayan veya önceliği olmayan, bilakis büyük sakıncalar içeren nükleer silahlar başta olmak üzere korkunç boyutlarda silahlanma, çok kâr getirdiği için çevreyi felakete götüren karbon kökenli enerji kaynaklarına yatırım, genetiği değiştirilmiş tarım, uzay teknolojisi, kara, deniz ve hava ulaşım hatlarına çok pahalı olmak kadar yol açtığı kirlilik bilindiği halde büyük yatırımlar, moda çılgınlığının sonucu olan aynı tür maldan yüzlerce versiyonu için hesapsız yatırımlar sadece birkaç örnek olarak sunulabilir. Bir yandan çılgınca ve gereksiz alanlarda dağ gibi yığılan eşyaların pazarsızlıktan tüketim niteliğini yitirip çürümeye terk edilmesi, diğer yandan tüketim gücü olamamaktan kaynaklanan açlık ve hastalıktan kırılmalar. İşsizlik orduları! Tarihte hiçbir savaşın, doğal felaketin insan toplumuna yapamadığı kötülüğü ve düşmanlığı; kapitalizm denilen ekonomik biçim hem de ekonominin can damarlarına basarak, sıkıştırarak, kopartarak, suni damarlar takarak gerçekleştirmektedir. Bir uygarlık aşaması olarak kapitalizme ilişkin bu saydığımız dokuz başlık şüphesiz ciltler dolusu kanıtlamalı çözümleme gerektirmektedir. Yapmaya çalıştığım savunma düzeyinde tez belirleme olduğu için, böyle kısa anlatımları tercih ettim. Sonuç bölümüyle bundan sonraki iki başlık altında açımlama başka yönleriyle devam edecektir. Abdullah ÖCALAN |
Ekonomi Üzerine -II-
Abdullah Öcalan
Topluluklar zihinsellikleri içinde maddi ihtiyaç nesnelerini hep aramış ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Önce bulduklarıyla yetinmek, mağaralarda barınmak, göl ve orman kenarlarında daha iyi korunmak, doğurgan anaya öncelik tanımak bu temel ihtiyaçlar nedeniyledir. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunmak hem de etle beslenmek bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın başından itibaren kadın toplayıcılığıyla erkek ağırlıklı avcılık arasında bir gerginliğin, farklı kültürel evrimlerin geliştiğini gözlemek mümkündür. İki tarafta da tek yanlı gelişme, birinde ‘aslan erkek’ diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne adım adım birikim sağlar. İlk farklı ekonomik anlayışlar böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü zirveye çıkar. Son buzul döneminden sonra, M. Ö. 15.000’lerden itibaren, özellikle Zagros-Toros (eteklerinde) sisteminde çok zengin bitki ve hayvan türleri adeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar.
Bu dönem günümüze kadar sürecek toplumsal gelişmenin ana nehri olarak yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşarak küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür. İnsanlığın bu uzun tarihinde kapitalizme söylenebilecek tek önemli husus, avcılık kültürünün erkeği gittikçe hegemonlaştırmasıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla M.Ö. 10.000’lerde kalıcılaşan neolitik kültür kadın ağırlıklıdır. Toplayıcılık sürecinde mağaradan çıkıp yarı-çadırımsı kulübelere geçiş (mağara yakınlarında), bitki tohumlarını ekerek çoğaltma giderek tarım ve köy devrimine yol açacaktır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarla bu kültürün tüm Yukarı Mezopotamya’da, özellikle Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde (Bradostiyan, Garzan, Amanos ve Orta Torosların iç etekleri, Nevali Çori, Çayönü, Çemê Hallan kültürü) geliştiği gözlemlenmektedir. Artık-ürün çok sınırlı olsa da biriktirilmektedir.
Ekonomi aile ve hane yasasıdır.
Ekonomi kavram olarak olmasa bile, öz olarak belki de ilk defa bu tarz birikime dayandırılabilir. Bilindiği gibi eko-nomos kelimesi Yunanca aile, hane yasası demektir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan ve gerçek ekonomi de bu olsa gerek. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. “Mal tamah getirir” ilkesi herhalde bu dönemden kalmadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur.
Kurban kültürünü de bu dönemden başlatmak mümkündür. Tanrılar denen kavramın aslında artan verim karşısında toplulukların kendi kimliklerine saygının ve ilk ifade tarzının sonucu olarak geliştiğini gözlemek anlaşılır bir husustur. Verimlilik hamd etmeyi getirir. Kaynağı topluluk tarzındaki evrime dayandığına göre, kendini kimliklendirme, yüce kılma, dua etme, tapınma, zihinsel dünyanın artan gelişmesi olarak sunma tarımsal devrimle derinden bağlantılı kültür öğeleridir. Arkeolojik bulgular bu görüşü çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Daha da somut olarak ana-tanrıça ve kutsal ana kavramları da doğrulayıcı bir etkendir. Kadın figürlerinin yaygınlığı kanıtlayıcı etkenlerin başında gelmektedir.
Fakat korkulan tehlike daha sonra başa gelecektir. Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık-ürün birikimleri armağanlarla tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farklı bölgelerde artan farklı ürünlerin birikimi, ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin karşılıklı ihtiyaçları daha iyi giderme niteliği, meslek veya ikinci büyük toplumsal işbölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekingenlikle yüklü de olsa giderek meşrulaştırır. Çünkü taşınan ürünler işbölümünü geliştiriyor. O da daha verimli bir üretim ve yaşamı mümkün kılıyor. Bir tarafta gıda ve dokuma, diğer bir tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır.
Tarih M.Ö. 4.000’lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını göstermektedir. Aşağı Mezopotamya’da ilk kent devleti Uruk sitesi etrafında (M.Ö. 4.000–3.000) gelişen uygarlığa bağlı olarak İran’ın Güneybatısı’ndaki Elam’dan Yukarı Mezopotamya’da bugünkü Elazığ ve Malatya yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik kapısı bu biçimde açılıyor. Daha önce de M.Ö. 5.000–4.000 döneminde Uruk öncesi egemen kültür El Ubeyt (devlet öncesi ilk ciddi gözlemlenen ataerkil kültür) koloniciliğine tanık olmaktayız. Ticaret ve kolonileşme iç içedir. Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor.
Geçerken belirtmeliyim ki, yine ilk defa metalaşma sürecine mal değişimiyle ticaret etkinliği yol açmaktadır. Armağan ekonomisinden değişim değerine henüz geçilmemiştir. Toplum için esas olan, malların kullanım değeridir. Kullanım değeri, malların bir ihtiyacı giderme özelliğidir. İnsan için asli olan da bu değerdir. Değişim değeri hayli tartışmalı bir kavramdır. Doğru tanımlamak da büyük önem arz etmektedir. Bana göre, Marks da dahil, değişim değerinin temeline emeği koymak çok tartışmalı bir konudur. İster soyut, ister somut emekle tarif edilmeye çalışılsın, değişim değeri her zaman spekülatif bir yan taşır. Varsayalım ki, ilk Uruklu tüccar Fırat kıyılarındaki bir kolonisinde, çanak çömlek karşılığında taşlar ve maden bileşikleri değiştirmeye kalkıştı. Değişim değerini önce kim belirleyecek dediğimizde, birincisi karşılıklı ihtiyaç derecesi, ikincisi tüccar inisiyatifi diyebiliriz. İhtiyaç arzusu yüksekse, tüccar dilediği gibi fiyatlandırabilir. Bire karşı iki yerine, rahatlıkla bire karşı dört koyabilir. Onu bundan engelleyecek bir etken söz konusu değildir. Kendi vicdanından başka, daha doğrusu gücünden başka. O zaman emeğin rolü nerede kalıyor?
Burada emek faktörünü tümüyle devre dışı bırakmıyorum. Fakat esas belirleyen olmadığını iddia ediyorum. Tarihteki tüm mal değişimlerinde bu hususu gözlemek mümkündür. Zaman zaman mal alışverişlerindeki özgür rekabete bağlı olarak, eşitlemeye yakın emek değerleriyle değişim sağlanabilir. Ama bu daha çok teorik bir emek-değer değişimidir. Fiiliyatta belirleyici olan spekülasyondur. Bazı durumlarda da aşırı mal birikimi olur. O zaman da değeri sıfırın altına düşer. İmha etmek için ilave emek gerektiren durumlarda, emeğin değeri yok oldu diyemeyeceğimize göre, temel belirleyici bir kıstas olmadığı ortaya çıkıyor. Yine kıtlık ve fazlalık yaratma şansı olan tüccar gücü belirleyici olmaktadır. Kaldı ki, mallar mallarla üretilir. Tarih boyunca binlerce adsız emekçinin birikimiyle bir mal üretilmektedir. Peki, hangi mekanizma bu donmuş emek sahiplerine hak ettikleri karşılığı ödeyecektir? Buna yaratıcı zanaatkârı, hatta tüm toplumsal etkinliğin gerekli olduğunu eklediğimiz zaman, canlı emek denilen emek türünün anlamlı bir fiyatı, dolayısıyla ücretlendirilmesi düşünülemez.
İngiliz ekonomi-politiğinin sakatlığı veya sahtekârlığı burada kendini ele vermektedir. Bilindiği gibi kapitalizmin sistem olarak ilk zaferini sağlayan ada İngiltere’si ve Hollanda’dır. Kapitalizme meşruiyet kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şarttır. Özellikle spekülatif kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır. Tıpkı ilk Uruk tüccar dinleri gibi mitolojik bir anlatımın yeni versiyonunu sunmak, sözde ekonomi-politik bilginlerine, özde ise kapitalizmin yeni dini icatçılarına düştü. İnşa edilen ekonomi-politik değil, yeni bir dindir, giderek her dinde olduğu gibi kutsal kitabıyla ve dallı budaklı mezhepleriyle.
Ekonomi-politik, kapitalizmin en değme kırk haramiler talanını bile geride bırakan spekülatif (fiyatlarla oynamak için mal birikimleri, bölgesel farkların kullanılması) karakterini örtbas etmek için geliştirilmiş, kurgusal zekânın en sahtekâr ve talancı eseridir. Emek-değer teorisi bu konuda tam bir av malzemesidir. Nasıl seçildiğini gerçekten merak ediyorum. En belli başlı nedeninin emekçileri oyalamak olduğu kanısındayım. K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak katılmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu eleştiriyi yaparken büyük acı duyuyorum. Fakat en azından kuşkularımızı belirtmek bilime saygımızın asgari gereğidir.
İkinci büyük tüccar sıçraması
Tarihte ikinci büyük tüccar çıkışına Asur kolonileri şahsında M.Ö. 2.000’lerden itibaren rastlıyoruz. Denilebilir ki, hiçbir despotizm (kapitalizmin iktidarla bağını daha sonraki bölümlerde tartışacağım) Asur’daki kadar ticarete ve ticari kolonilere dayanarak uygarlık yaratmamıştır. Dönemin (M.Ö. 2.000–600) en gelişkin ticaretini ve kolonilerini küresel boyutta (o dönemin küreselliği) ilk gerçekleştirenlerdir. Her ne kadar yaklaşık aynı dönemlerde arkasına Mısır uygarlığını alan Fenike tüccarları da ticaret ve kolonileştirmede son derece mahirlerse de ikinci planda kalırlar. İngiltere yanında Hollanda veya Portekiz gibi, her ikisi de tarihte en azgın zorbalıklarla birlikte yürüyen ticaretle Kaf Dağı misali değer gasp etmişlerdir. Asur ve Fenike zenginliğinin ticaret ve zorbalıkla iç içe yürüyen tarihi araştırılsa, her halde Avrupalı kolonicilerin (İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika, vs.) izini en iyi bu örneklerde yakalamak mümkündür. İnsan kelleleriyle kaleler ve surlar yaptıklarını öve öve anlatırlar. Bu gasp temelinde oluşturdukları yaşam ahlakı ve kültürü halen Lübnan ve Irak’ın yakasını bırakmamakta, en acılı savaşların konusu olmaktan kurtulamamaktalar. Roma Cumhuriyeti boşuna Kartaca’yı (Fenike ticaret kolonisi) dümdüz edip tarla haline getirmedi. Yine boşuna Medler Ninova’yı (M.Ö. 612’lerde) yerle bir edip bir viraneye dönüştürmediler.
Tüccar uygarlıklarına dikkat etmek gerekir. Tarihte savaşların ve devlet kuruluşlarının en temel nedenlerinin başında tüccar ve kolonilerinin emniyeti, daha doğrusu çıkarlarının korunması gelir. Bugünkü Ortadoğu (ne acıdır ki, ilk ticaret savaşlarını başlatarak –Irak Uruk’tan gelir- son savaşını da halen en acımasız biçimde sürdürmektedir) savaşlarının temel nedeninin de özünde petrol ticaretinden kaynaklandığı iyi bilinmektedir. Daha çok sayıda örnek verilebilir. Ama gereği yoktur.
Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccarlığın gelişimi
Kapitalizme doğru yol alırken ve uygarlık merkezi Avrupa’ya taşınırken, yine ticaretin başı çektiğini görüyoruz. Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccar uygarlığı ortaçağda İslam’la yeniden bir hamle yapar. Bizzat Hatice ve sonra eşleştiği işçisi Muhammed, Asur kökenli Süryaniler ve Yahudi kökenli tüccar ve tefecilerle giriştiği rekabet sonucu yine zor temelinde Mekke ve Medine’ye dayalı ticaret uygarlığının temelini atarlar. İslam dini örtüsü altında, kadim Ortadoğu kentleri ticaret etrafında yeni bir canlanma yaşar. Bizans ve Sasaniliğin yenilmesiyle Halep, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere büyük bir kent ve pazar ağına ulaşır. Çin’den Atlas Okyanus’una, Endonezya ve Afrika içlerine kadar ticaret ağları tam bir küreselleşmeyi yaşar. Yaygın bir meta ve para piyasası oluşur. Yahudi, Ermeni ve Süryanilerin elinde büyük para birikimleri gerçekleşir.
Ticaret kültürü Avrupa’ya taşınıyor.
Avrupa tamamen bu mirasa dayanır. Ortadoğu’nun Müslüman tüccarları elinde bir hamle daha gerçekleştiren ticaret kültürünün 13. yüzyıldan itibaren İtalya’nın Cenova ve Floransa kentleri öncülüğünde Avrupa’ya taşındığına tarih tanıktır. Para ve ticaret bu kentlerin temel zenginlik nedenidir. Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete 16. yüzyıla kadar önderlik ederler. Tarihte belki de ilk defa hem kavram hem uygulama olarak kent ölçeğinde kapitalizmin küçük zaferlerini gerçekleştirirler. Bunda Akdeniz korsanlığı ve Akdeniz’in Doğu-Batı yakası arasındaki fiyat tekeli başrolü oynar. Yine zorbalığın gölgesinde spekülasyon at başı gitmektedir. Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır. Bu aşamanın bir prototipi de klasik Athenna-Roma çağında (M.Ö. 500- M.S. 500) yaşanmıştı. Kapitalin zaferine ulaşılmaması, tarımın büyük ağırlığı ve din savaşlarından yenilgiyle çıkmalarından ötürüdür. İtalyan kent devletlerinde 1.300–1.600’lerde kapitalizmin başarılı deneyimi Kuzeybatı ve Kuzey Avrupa’ya doğru yayılmakta gecikmedi. İspanya zaten daha önce fethedilmişti. 16. yüzyıldan itibaren tüccarın uzun yol öyküsü ilk defa kentleri aşan ülke çapındaki zaferlerini zorladı.
Dünya çapında bir pazar oluşmuştur. Afrika ve Amerika sömürgeciliğe alınmıştır. Hindistan ve Çin’e, Osmanlı İmparatorluğu’nu ekarte ederek, Atlas Okyanusu ve Güney Afrika üzerinden ulaşılmıştır. Avrupa yoğun kentleşmeye alınmıştır. İlk defa kentler tarıma galebe çalmaya başlamışlardır. Feodal krallıklar modern monarşik devlete dönüşmektedir. Son İslam İmparatorluğu Osmanlılar peş peşe yenilmektedir. Yine Rönesans 14. yüzyılda İtalya’da başlamış ve tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Dinde Reformasyon hareketi Avrupa’nın Kuzey ülkelerinde başarıya ulaşmıştır. Din savaşları ilk defa çağlarını doldurmaktadır. Daha da önemlisi, tüm Çin, Hint, İslam ve hatta Afrika ve Amerika’nın kültürel ve uygarlık değerleri Avrupa’ya akıtılmıştır. Bir yandan modern devlet, diğer yandan uluslar doğmaktadır.
Kapitalizm zafere doğru yürürken, arkasına bu denli eski bir tarihi, kültürü, ticaret birikimini, uygarlığı, siyasi erki ve pazarlanmış dünya bütünlüğünü almaktadır. Kapitalist ekonomi için bu önkoşullar oluşmadan ve bu koşullara dayanmadan çıkış yapmak mümkün müdür? Mümkün olmanın ötesinde, kapitalin kendisi bile düşünülebilir mi? Tarih tıpkı Aşağı Mezopotamya’da Uruk sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını, Fenike ve İyonya’daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya, Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan bu gerçekliktir.
Kapitalist ekonomi düzeni
Fernand Braudel ısrarla, ‘kapitalist ekonomi pazar karşıtı ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi biçimidir’ derken, ekonomi denen gerçeklik konusunda K. Marks’tan daha fazla gerçeğe yakındır.
Tarih aynasından iktidarlaşmış, alabildiğine bünyesinde pazarı geliştirmiş, kentten kıra hâkim olmaya başlamış, din ve ahlaka bağlılığını ikinci plana atmış bir toplumsal gelişme ortamında, birikmiş metalara el koymanın inceltilmiş ve ideolojik ambalaja konulmuş talana dayalı bir ekonomik eylem türü veya biçimini gözlemlemekteyiz. El koymanın bu yeni biçiminde şüphesiz pazarda buluşan arz-talep tarafından şekillenen fiyat ve fiyatın para aracılığıyla yansıtılması, eski dönemlere göre büyük ilerleme veya oyunculuk yeteneği kazanmıştır. İlk tefecilik ve sarrafçılık yerine, banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe, şirketleşme hayli gelişmiştir. Bunlar modern çağın ekonomik ilmihalini oluşturan temel konulardır. Eksik kalan bilimsel izahtır. Onu da anavatan İngiliz ekonomi-politikacıları ve sonra yanlarına çektikleri paradoksal da olsa karşıtları, başta K. Marks olmak üzere sosyalistler inşa etmeye çalışmışlardır.
Kapitalist ekonomi denilen talan düzeni tüm eski ve yenidünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirirken, tüm güç erklerini (dönemin devletlerini bir gasp biçimi olan borçlandırmayla) kendine bağlarken, tarihin en kanlı savaşlarını yürütürken, toplum bünyesi üzerinde her şeyiyle oynayıp hegemonyasını onaylatırken, onu eski topluma karşı devrimci ilan eden, K. Marks ve ardılları benzer düşünce ekolleri bence bilim inşa etmiyorlar. Das-Kapital, kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece eserinin tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapısı gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa aydınları, sübjektif olarak kasten olmasa da, objektif konumları gereği, Kapital (kitap olarak) temelli inceleme ve araştırmalarıyla anti-kapitalist temelde ‘emekçi’ denilen kesimler adına bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizmin de çok iyi fark ettiği gibi, kapital tahlilleriyle onu doğuşta devrimci ilan etmelerini mükemmel kullandı. Nasıl ki daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, sonra reel sosyalist sistemi (Rusya ve Çin dahil), en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile (modernist ideoloji gücüyle, ulus-devlet ve endüstriyalizmle) edip, uğruna çok savaşılan sınıf savaşımını kazandıysa. Net bir yenilgi söz konusudur ve ne yazık ki henüz net bir özeleştiri yapılamamaktadır.
Bir söz vardır: Bilim er geç dediğini geçerli kılar. Eğer bu aydın metinleri gerçekten başta işçi sınıfı olmak üzere topluma ve tarihine karşı açılmış bir savaş olan kapitalizme ilişkin bilimsel nitelikte olsalardı, karşıt sisteme bu denli yenik düşmezlerdi. Daha kötüsü, mirasları böylesine ucuz harcanmazdı.
Ekonomik indirgemecilik
Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihi birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerek. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. Zaten değişimin ilk başlarda ayıplanmayla karşılaşması, fazlalıkların armağan edilmesi değere verilen kutsal anlamdır. Halen hiçbir çiftçi “Ben ürettim” demez; “Atalarımın malını işleyip nasipleniyorum” der. Hatta “Tanrının nimetine hamd olsun” diyerek, kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde ‘bilimden’ daha anlamlıca ortaya koymaktadır.
Bir ananın, proleteri dokuz ay karnında taşıyıp bin bir zahmetle işgücü haline getirinceye kadar verdiği emeğin karşılığını nasıl tanımlayacağız? Sermayedarın çalıp çırptığı binlerce yıldan kalma birikimlerle hazırlanan üretim araçlarının sahipliklerini ve paylarını nasıl belirleyeceğiz? Hiçbir üretim aracının değerinin pazarda satıldığı gibi olmadığını unutmayalım. Bir fabrikanın sadece teknik icatçılığı binlerce keşifçi insanın birikimli yaratıcılığının ürünüdür. Bunların değerini nasıl belirleyip kime ödeyeceğiz? Bunların toplumsal paylarını düşünmemek ahlakı tamamen yadsımadan mümkün mü? Bu tarihi-toplumsal değerleri sadece iki kişi arasında paylaştırmak adaletle uyuşur mu? Kaldı ki, bu iki kişinin aileleri, toplumsal çevreleri vardır. Bunlarla koruyup kollanan bu ikisi üzerinde bunların hiç mi hakkı yok? Soruları daha da yakıcı kılıp arttırabiliriz. Fakat kâr-ücret ikileminin ne kadar problemli olduğunu göstermeye yeter.
Kâr ve ücretin sahiplerini bu sefer birer burjuva-proleter olarak ilişkilendirelim. Bu iki sınıfın doğuş aşamasında iki devrimci sınıf olarak eski topluma karşı yeni toplumu doğurttuklarını iddia etmek gerçeklerle ne kadar bağdaşıyor? Tarihte bu ittifakın hiçbir karşılığı yoktur. Sonra temel çelişki gereği karşı karşıya geldiklerini köklü çatışma süreci anlamında doğrulatacak örnekler belirleyici olmayacak denli azdır. Olanlar da eski çatışma geleneklerinin devamıdır. Belirgin olan ve somut yaşam içinde gözlemlenen, tıpkı kölenin Firavun’un bedeninin bir eki olması gibi, işçinin burjuva karşısındaki pozisyonu da benzerdir. Tarihte efendisine karşı kölelerinin hiçbir başarılı eylemi yoktur. Çokça adı örnek gösterilen Spartaküs bile son tahlilde efendi olma özlemindeki bir isyancıydı. Bundan farklı bir programının olmadığını biliyoruz.
Unutmamalıyız ki, binlerce yıllık köle-efendi ilişki mirasını devralan patron-işçi ilişkisi binbir ilmekle birbirine bağlı olup, öyle patrona karşı tek tük istisnalar dışında köklü başkaldırılar ve zaferler sağlamış olmaktan uzaktır. İlişkiler ezici oranda patrona bağlılık temelinde sürdürülmüştür. İşçi başkaldırısı denilen olayların da çoğunlukla yarı-köylü ve işsizleştirmeye karşı olanlar tarafından geliştirildiğini bilmekteyiz. Başkaldırılar genel toplumsal etkilemelerle ilgilidir. Patron-işçi ilişkisine yansıyan da bu etkilerdir. Daha da önemli olan, işçinin patrona karşı hak mücadelesi (problemli olduğunu belirttik) değil, proleterleşmeye karşı, işçi ve işsiz olmaya karşı mücadelesidir. Proleterleşmemek, işçileşmemek, işsizliği kabul etmemek daha anlamlı ve etik bir toplumsal mücadeledir. Birer ezilen olarak köleyi, serfi ve işçiyi asla yüceltmemeliyiz. Yüceltilecek eylem, ilişki tersine köleleşmeme, serfleşmeme ve işçileşmeme biçiminde formüle edilmelidir. Efendileri tanıyıp ve tanımlayıp, daha sonra hizmetkârlarına mücadele önermek, tüm oportünizmlerin ortak eğilimidir. Tarih boyunca hak, emek mücadelesini boşa çıkaran bu zihniyetler olmuştur. Özcesi bu ilk ‘bilim’ kavramlarıyla ne anlamlı bir sosyoloji yapmak mümkündür, ne de başarılı bir toplumsal mücadele geliştirmek! Bu hususları belirtirken emeği, değeri, kârı, sınıfı inkâr etmediğimizi, daha çok bilim inşasında kullanma tarzlarını doğru bulmadığımızı belirtiyoruz. Yanlış bir sosyolojinin inşa edildiğini belirtmek istiyorum.
Toplumun ekonomik yaşamında kapitalizmin yeri en üst katlarda gerçekleşmektedir. Başlangıcında büyük tüccarın pazar üzerinde tekel fiyatlarıyla sermaye biriktirmesine dayanır. Sermaye, tarifi gereği, sürekli kendini büyüten parasal değerlerdir. Özellikle aralarında büyük fiyat farkı olan uzak pazarlar karşısında büyük değer birikimleri kapılır. Finans olarak devlete verilen borçların karşılığı olarak faiz ve iltizamla büyüme ikinci yoldur. Maden işletmeleri, kıtlık ve savaş dönemleri palazlandığı diğer önemli alan ve dönemleridir. Ticaret dışında tarım, endüstri ve ulaşımcılıkta kârlı buldukça yer alır. Endüstri devrimiyle temel kâr alanları sanayi sektörü olur. Her iki dönemde de arz ve taleple oynayarak, hem üretimi hem tüketimi belirlemeye çalışır. Belirleyici olduğu oranda kâr oranlarını arttırır. Büyük ticaret ve sanayi, kapitalizmin başlangıç ve olgunluk süreçlerinin kâr alanlarıyken, günümüzde ağır basan sektör finanstır. Başlıca finans araçları olan para, senet, banka, kredi araçları kapitalist ekonominin hızlanarak kâr devrelerini kısaltmayı, yoğunlaştırmayı ve genişletmeyi sağlar. Böylelikle kâr oranlarında büyük spekülatif balonlar oluşur. Böylece de kriz süreçleri bu ekonominin ayrılmazları haline gelir.
İşsizliği çoğaltarak ücretleri düşürme ve ucuz çalışan ülkelere kayan yatırımlar diğer kâr şişiren yöntemlerdir. Sonuç olarak kaynağını en eski avcı ve ticaret kültüründe bulan, fiyatlarla oynama gücü kazanarak gelişme şansı yakalayan, toplumsal denetimden ahlaki ve dini gevşeterek kurtulan, iktidarı borçla kendine bağlayan, pazar üzerinde tekel kurarak gelişen bu ekonomi biçimi nihai tahlilde talan ekonomisi olmaktan kurtulamaz. Kâr amacıyla endüstriye el atması, kâr oranlarına göre bir üretim ve tüketim yapısını esas alması, toplumsal bünye ve doğal çevre üzerinde gittikçe taşınması zor yükler yükleyerek yol açtığı krizler, çöküş ve çürümesinin doğuşundan itibaren yol arkadaşlarıdır. Şüphesiz ekonominin tümü değildir. Ne ticaret, tarım, sanayi, ne de dolaşım, teknikler ve pazarlar kapitalizmin icatları olmayıp, tersine ağır istismarına ve talanlarına uğrayan temel toplumsal ekonomik kurumlarıdır. Tarih ve uygarlıkla belirlenip politikayla iç içe bir yaşama sahiptirler.
Böylelikle ekonomizmin, kapitalist ekonominin tanımıyla ilgili gerçeği önemli oranda çarpıtan bir anlayış, düşünce eğilimi olduğunu belirlemeye çalıştım. Doğru tanımlamayı da ana hatlarıyla bu eleştiriler temelinde tarih-toplum, siyaset ve uygarlık-kültür bağlantılarıyla iç içe yorumlayıp, bir nebze de olsa aydınlatmaya çalıştığım kanısındayım.
Hiçbir ekonomik biçimin kapitalizm kadar iktidar zırhına ihtiyaç duymadığını, iktidarsız oluşamayacağını önemle belirtmeliyiz. Ekonomi-politik ‘bilimciler’, kapitalizmin en temel özelliği olarak, tarihte ilk defa iktidar dışında ekonomik yöntemle, sermaye-emek gönüllü birlikteliğiyle kârın, artık-ürünün-değerin oluştuğunu iddia ederler. Hem de başat bir varsayım olarak. En az emek teorisi kadar saptırılmış bir söylemle karşı karşıyayız. Bir yerlerden barışçıl tarzda sermaye oluşturulmuş, yine barışçıl ilişkiler sonucunda köylüler, serfler, zanaatkârlar üretim araçlarından kopup bir araya gelerek, adeta mutlu ve devrimci bir evlilik yaparcasına, faktörel değerler olarak bir sentez oluşturup yeni ekonomik biçimi tarih sahnesine çıkarmışlardır. Öykü aşağı yukarı böyle yazılmaktadır. Kocaman ekonomi-politikçilerin sağlı-sollu karargâhlarında gerçekleştirilen tüm metinlerde bu idea ‘amentü’ değerindedir. Bu idea olmadan ekonomi-politik olamaz. Buna bir de pazarda rekabeti ekledin mi, dört dörtlük bir ekonomi-politik kitabını ana ilkeleri bağlamında yazdın demektir
Kendim bir şey iddia etme gereği duymuyorum. Sosyolog ve tarihçi Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık araştırması (ki, otuz yıllık komple bir emeğin üç ciltlik muhteşem bir eseridir), çok kapsamlı gözlemleri ve mukayeseli yaklaşımıyla net biçimde bunu yalanlamaktadır. Birinci ideası, kapitalizm pazar karşıtıdır. İkincisi, gırtlağına kadar güç-iktidar bağlantılıdır. Üçüncü olarak, başından beri endüstri öncesi ve sonrasında hep tekeldir. Dördüncü olarak, kapitalizm içten ve alttan rekabetle değil, dıştan ve üstten tekellerle –talanla- dayatılmıştır. Kitabın ana fikri budur. Eksik, katılmadığım yanları olsa da, anlatım yönü ve özü itibariyle en değerli bir tarih-sosyoloji yorumudur. Sınırlı da olsa İngiliz ekonomi-politikçileri, Fransız sosyalistleri ve Alman tarihçi ve felsefecilerinin sosyal bilime yönelik tahribat ve saptırmalarını düzeltmede iyi bir giriştir.
Kapitalizm ekonomi karşıtlığıdır
Gönüllü ve serbest rekabet ortamında emek birikimlerini ve güçlerini birleştirerek kapitalist ve işçinin gerçekleştirdiği bir ekonomik düzen yoktur. Masal ve öyküler bile gerçekten bu denli uzak düşmemiştir. Tek tek ve grup, sınıf olarak kapitalist sayabileceğimiz tüm unsurlar ve sahip oldukları ekonomik güçler, bir saniye iktidarın koruması olmadan ayakta duramazlar ve iktidar ellerinde durmaz. Yine iktidarın en kapsamlı kuşatması olmadan, hiçbir kent pazarında serbest rekabetle ne mal alışverişi, ne işgücü üzerinde bir pazar söz konusudur. En önemlisi de serfin, köylünün ve kent zanaatkârının toprak ve tezgâhından koparılışı acımasız ve adaletsiz bir zor ortamı oluşturulmadan geliştirilemez, gerçekleştirilemez. Avrupa’da neredeyse 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar boydan boya bu toprak ve atölye emekçilerinin anaları gibi bağlı oldukları bu geçim araçlarından koparılışı isyan ve ihtilallerle karşılanmıştır. Binlerce insan idam edilmiş, milyonlarcası iç savaşlarda öldürülmüş ve hapishane ve hastanelerde çürütülmüştür. Bunlar yetmemiş, aralarındaki mezhep ve ulus savaşlarıyla ortam kan deryasına dönmüştür. Sömürge ve emperyalist savaşları bilançoyu konsolide etmiştir.
Tüm bu zor etkenlerinin kapitalizmin doğuşundaki dıştan dayatmalı tekelci talancı karakteriyle ilişkisi gayet iyi gözlemlenmekte ve açıkça görünmektedir. Hangi ekonomik-politik retoriği bu gerçekleri ters-yüz edebilir?
İtalya’nın çok güçlenmiş bu kapitalist kentlerinin tüm İtalya çapında kapitalizmin zaferini sağlayamamalarının temel etkeni siyasal güçsüzlükleriydi. Daha doğrusu, İtalya üzerinde (dolayısıyla kent zenginlikleri üzerinde) İspanya, Fransa ve Avusturya kral ve imparatorlarının yürüttüğü egemenlik ve fetih savaşları, bu kentlerin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır. Sınırlı bir ekonomik ve siyasi güçle yetinmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla hem İtalyan birliği gecikmiş, hem de kapitalizmin İtalyan deneyimi yarım kalıp tüm ülkeye yaygınlaşamamıştır. Geçici de olsa, burada zor belirleyici rol oynamıştır. Karşılık olarak ve her kapitalistik unsurun içine girdiği gibi, İtalyan kent kapitalistleri de siyasal egemenlikten vazgeçirilmeleri karşılığında bu devletleri finans yoluyla kendilerini bağlayıp “al gülüm ver gülüm” politikasına alet olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü kapitalizm yeni dini para > para (PP) etrafında şekillenmektedir.
İngiliz Krallığı ve Hollanda eyaletleri kapitalist tarzda yeniden örgütlenen ve eylemleşen devlet modeline ağırlık verdiler. Düzenli vergilerle beslenen, bütçesini denkleştiren, rasyonel bir bürokrasiye ve profesyonel bir orduya dayanan ilk örnek oldular. Üstün deniz güçleriyle İspanya ve Fransa’nın deniz gücünü yendiler. Atlas Okyanusu ve sonraları Akdeniz’deki egemenlikleri sömürge savaşlarının da kaderini belirledi. İspanya ve Fransa’nın düşüşü böyle başlar. İspanya ve Fransa krallarının karadaki başarıları, borçlanmaları nedeniyle astarı yüzünden pahalı Pirus zaferlerine döndü. Kapitalist ekonominin de kaderini belirleyenin İngiltere ve Hollanda’nın iktidar yapılanmasındaki yenilikler olduğu genelde kabul gören bir yorumdur. Bir kez daha görüyoruz ki, kritik bir dönemeçte siyasi zor ekonomik biçimlenme üzerinde belirleyici rol oynayabiliyor. İtalyan kentlerinin başaramadığını Londra ve Amsterdam kentleri başarıyor.
İtalya’da kapitalist ekonominin siyasal-toplumsal zaferini önleyen aynı güçler, Fransa, İspanya ve Avusturya monarşileri; İngiltere ve Hollanda kent kapitalistleri tarafından finanse edilen verimli devlet modelleri karşısında defalarca yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar. Çok açıkça bir kez daha ekonomik biçimle zor sistemleri arasındaki ilişkilerin stratejik sonuçlarının kapitalizmin doğuşunda belirleyici rol oynadıklarını gözlemlemekteyiz. 16. yüzyıl Avrupa’sı zor, iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkilerin anlaşılması açısından tam bir laboratuar işlevi görme konumundadır. Adeta tüm uygarlık tarihi mezarından uyanıp kendi öz öyküsünü anlatır gibidir. Şunu söyler gibidir: Kendini (16. yüzyıl Avrupa’sı) anladığın kadar beni de anlamış olursun!
Zor ve ekonomi arasındaki ilişkinin tarihsel-toplumsal gelişiminin kısa bir özeti konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.
İlk ciddi zor örgütlenmesi
Uygarlık öncesi toplum çağlarında ‘güçlü adam’ın ilk zor örgütlenmesi sadece hayvanları tuzağa düşürmedi. Kadının duygusal emeğinin (göz nurunun) ürünü olan aile-klan birikimine de göz koyan aynı örgütlenmeydi. İlk ciddi zor örgütlenmesidir. El konulan, kadının kendisi, çocukları ve diğer kan hısımlarıydı. Hepsinin maddi ve manevi kültür birikimleriydi. İlk ev ekonomisinin talanıydı. Bu temelde proto-rahip şaman, tecrübe sahibi şeyh ve güçlü adamın zor örgütünün el ele verip, tarihin ilk ve en uzun süreli ataerkil hiyerarşik (kutsal yönetim) gücü oluşturduğunu tüm benzer aşamadaki toplumlarda gözlemlemekteyiz. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme aşamasına kadar toplumsal ve ekonomik yaşamda bu hiyerarşinin belirleyici rol oynadığı açıktır.
Sınıf-kent-devlet oluşumuyla başlayan uygarlık sürecindeki ekonomik biçimlenmeye, rahip-kral-komutan olarak kişiselleştirebileceğimiz güç odağına devlet denilmektedir. Kurum olarak din-siyaset-askerlik iç içe geçmiş biçimde iktidarı oluşturmaktadır. Bu güç sisteminin en temel özelliği, kendi ekonomisini devlet komünizmi biçiminde örgütlemesidir. Henüz Max Weber tarafından kullanıldığını görmeden, benim de ‘firavun sosyalizmi’ dediğim ekonomi söz konusudur. Kalıntı halinde anacıl ekonomi ataerkil-feodal aşiretsel ekonomide varlığını sürdürmektedir. Firavun sosyalizminde insanlar yalınkat köle olarak çalıştırılmaktadır. Hakları ölmeyecek kadar birer çömlek kâsesi çorbadır. Halen kalıntısı bulunan eski tapınak ve saray binalarında binlerce köle kâsesine rastlanması bu ilişkiyi doğrulamaktadır.
Devlet biçiminde zor, ulaştığı her alanda ekonomik anlamda ne bulursa talan etmeyi hakkı olarak görmektedir. Bir nevi zorun diyeti olarak düşünülmektedir. Zor tanrısal ve kutsaldır. Ne yapsa haktandır ve helaldir. Özellikle ana şekillenme merkezli olan Ortadoğu, Çin ve Hint uygarlıklarında siyasi üstyapı veya kast bir nevi altyapıyı ekonomi olarak değerlendirip her tür yönetim gücünü kendinde görmektedir. Pazar, rekabet henüz oluşmadığı gibi, günümüzdeki anlamıyla ekonomik sektör diye kavram da oluşmuş değildir. Her ne kadar ticaret varsa da, bu eylem devletlerarası ana işlevden biridir. Ticaret özelleşmiş olmaktan uzaktır. Devlet tekeli aynı zamanda ticaret tekelidir. Pazar kentleri çok istisnai olarak devletlerin tampon bölgelerinde ancak zaman zaman boy vermektedir. Onlar da kısa süreler içinde kent devletlerine dönüşürler. Bu süreçte ticaret kervanlarla yapıldığı için, ‘güçlü adamın’ daha sonra ‘kırk haramiler’, ‘korsanlar’ ve ‘eşkıyalar’ın soygunu da en az devlet soygunları kadar geçerlidir.
Kapitalist ekonominin ilk örneği
Greko-Roma uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Kentlerin özerklik derecesi, pazarda değişim ve fiyat belirlenmesi, büyük tüccarların varlığı kapitalizmin eşiğine kadar gelindiğini gösterir. Gerek kırsal alanın kent karşısındaki gücü, gerek imparatorluk örgütlenmesi (esas olarak kır ekonomisine dayanırlar) kapitalistlerin hâkim toplumsal sistem haline gelmelerine engel olur. Azami büyük tüccar seviyesinde kalırlar. Üretime ve endüstriye müdahaleleri çok sınırlıdır. Ayrıca siyasi erkin sıkı engellemeleriyle karşı karşıyadırlar. Efendiye bağlı kölelik henüz güçlü konumunu yaşamakta olup, işgücünün serbest yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Kadınlar cariye olarak, erkekler de tüm bedenleriyle köle olarak alınıp-satılırlar. Köle ekonomisinin tek belirleyici gücünün şiddet olduğu tartışmasızdır. Sadece bir ekonomik değer olarak kölelerin varlığı, şiddet-ekonomi (artı-ürün gaspına dayalı ekonomi) ilişkisine hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Çin ve Hint ilkçağ sisteminde siyasi ve askeri kast kuruluşundan kapitalist sömürgeciliğe kadar altındaki tüm toplumu bir nevi ekonomik sektör olarak görüp çalıştırarak yönetmeyi temel görevleri ve doğal hakları saymaktadır. Daha doğrusu tanrısal hakları.
Ekonomi sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Aile yasası olarak anlamlandırılması bir yandan kadınla bağlantısını dile getirirken, diğer yandan geleneksel siyasi erkin konumunu da açığa vurmaktadır. Onlar ekonominin üstünde tıpkı kapitalizm çağında tekellerin oynadığı rolü siyasi tekeller olarak oynarlar. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, siyasi tekelle ekonomik tekel arasında sıkı bir korelasyon (bağlam) olup, birbirini genel olarak gerektirirler. Atina ve Roma’nın siyasi gücü paradoksal olarak bir anlamda çok büyük olduğu için kapitalizme kapalıdır. Diğer yandan kır karşısında çok küçük olduğu için, kent kökenli bir ekonomik biçime güç getirememektedirler. Uygarlığın bu dönemi kapitalistleri tanımakla birlikte, sistemsel gelişmelerine henüz el vermemektedir.
Ekonomik sorun
Ekonomik sorunlar denince karıncalar aklıma gelir. Karınca kadar ufak bir hayvanın bile ekonomik (ne de olsa her varlık için ekonomi beslenmedir) sorunları olmuyor. İnsan gibi gelişkin akıl ve tecrübe sahibi bir varlığın yaman ekonomik sorunları, hatta işsizlik gibi yüz kızartan durumlar nasıl yaşanıyor? Doğada insan zekâsının üzerinde çalışıp iş haline getiremeyeceği ne olabilir? Sorun kesinlikle ne doğal işleyiştedir, ne de çevreyle ilgilidir. İnsanın zalim kurdu kendi içindedir. Her ekonomik sorun, başta işsizlik, toplumun sermayeleştirilmesiyle bağlantılıdır.
Benim yapmaya çalıştığım şey sermayenin ekonomi olmadığını, tersine ekonomiyi ekonomi olmaktan çıkarmanın etkili aracı olduğunu tanımlamaya çalışmaktır. Bunun için en başta gelen nedenim, toplumun gelişiminde kâr ve sermayenin hiçbir zaman hedef olmadığı, yer bulmadığıdır. Zengin, refah içinde toplum düşünülebilir. Ahlak ve politika buna açıktır. Ancak toplum ihtiyaç ve işsizlik içinde kıvranırken, etrafta zenginlik ve sermayeden bahsetmek, suç olmanın ötesinde toplumsal kırımla ilgili olmalıdır. Uygarlığı bizzat sorun yumağının kendisi olarak tanımlamak, sermaye tekeline dayanmasından ötürüdür.
Marks’ın sermaye tahlili şüphesiz değerlidir. Bunalım süreciyle ilgili işsizliği de açıklamaya çalışır. Acı olan odur ki, pozitivizmcilik hastalığı onu da çok kötü durumda yakalamıştır. Bilimcilik hastalığı çok daha kapsamlı tarihsel-toplum analizini yapmasını engellemiştir.
Tekeli anlamaya büyük özen göstermeliyiz.
O, yalnız sermaye olmadığı gibi, iktidar da değildir. Sadece ticari, askeri, idari alanda oluşmaz. Tüm bu değer ve alanların birleşmiş ifadesidir. Aslında tekel, ekonomi bile değildir. Ekonomik alan üzerinde elindeki zor, teknik ve örgütlenmeler yoluyla gaspı sağlama gücüdür; şirkettir. Ama alışageldiğimiz ekonomik şirket değil, son tahlilde sermaye biriktirme ortaklığıdır. Kendini bazen devletleşmemiş iktidar aygıtı, bazen devlet olarak karşımıza çıkarır. Günümüzde ‘ekonomik şirket’ sıfatını çok kullanır. Bahsettiğim gibi, ekonomik olmaktan çok, ‘ekonomiyi gasp şirketi’ demek daha doğrudur. Bazen ordu, çoğu yerde tüccarlar birliği, endüstriyel tekel olarak da kendisini yansıtabilir. Tekelin ahtapot gibi çok kolu olabilir. Bazen birçok farklı güç ve potansiyelin birleşik etkisi olarak ortaya çıkabilir. Hepsinde önemli olan, toplumsal artık-değerin sermaye olarak ellerinde toplanmasıdır. Beş bin yıldır değişmeyen, kesintisiz süren, kümülâtif büyüyen temel gerçekliği budur. Farklı mekân ve zamanlardaki rekabet-hegemonya, alçalış-yükseliş ve merkez-çevre oluşturması, bu değişmez gerçekliğin sürdürülmesi, zincirleme halkalar halinde kopmadan yürütülmesi içindir.
Sermayesiz ekonomi mümkündür, ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir.
Ekonomi üzerine kurulu sermaye ve iktidar tekelleri daraltılıp ortadan kaldırılıncaya kadar ne ekonomik bunalımlar ne sorunlar tükenebilir. Başta işsizlik, açlık ve yoksulluk olmak üzere, çevre tahribatı, her tür gereksiz sınıflaşma, sosyal hastalıklar ve savaşların temel nedeni, sermaye ve iktidar gruplarının toplumsal artık-değer üzerinde pay kapma ve paylarını arttırma mücadelesidir. Toplumsal doğa tüm bu sorunlar ve hastalıklara karşı esnek zarla donatılmıştır ki, sermaye ve iktidar aygıtlarının sınırlandırılması halinde bile başarılı olabilir. Tarih eğer ekonomik ve sınıfsal açıdan yazılıp okunacaksa, ancak bu paradigma ile gerçek anlamına kavuşabilir.
Politika için de aynı özellik belirtilebilir. Klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Şüphesiz tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak, deney alışverişi yaparak, bazı üyelerini görevlendirerek en iyi, verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışmışlardır. Aksi halde yine yaşam mümkün olamazdı. Neyin nasıl toplanıp yenileceği en temel politikaydı, yani ortak işti (Politika ortak iş olarak tanımlanır). O halde klan toplumu çok basit, ama hayati bir politik topluluktu. Bir gün politika yapmazsa ölürdü. Politika bu nedenle çok hayati bir doku işlevselliğine sahiptir. Belki de diğer tüm özellikleri öteki primatlarla (insana yakın hayvanlar) benzerdi. Yegâne önemli farkları, basit ahlaki ve politik dokuyu geliştirmiş olmalarıdır. Araçlar bile ancak politika olduğunda devreye girer. Dilin gelişimi bile ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurun işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Burada beslenme ihtiyacı ahlak ve politikanın temelinde yatar demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlakı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla sürekli geliştirme özelliğidir. Bu anlamda Marksist öğretideki “Ekonomi her şeyi belirler” ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan, ekonominin nasıl belirlendiğidir. İnsan türünde bu durum ahlaki ve politik dokuyu, toplumsal alanı gerektirir.
Ekonomi demokrasidir
Demokratik uygarlığın ekonomik temeli, toplumsal artık-değer üzerine kurulu sermaye tekelleriyle daimi çelişki içindedir. Tarım, ticaret ve endüstrinin gelişiminde temel toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik unsurlar dikkate alınmak kaydıyla özgürce her tür faaliyetlerine açıktır. Tekel kârı dışındaki kazancı meşru sayar. Pazara karşı değildir; tersine, sunduğu özgür ortam nedeniyle gerçek bir serbest pazar ekonomisidir. Pazarın yaratıcı rekabetçi rolünü inkâr etmez. Karşı olunan, spekülatif kazanç yöntemleridir. Mülkiyet sorununda ölçü verimliliktir. Mülki olarak tekelin rolü her zaman verimlilikle çelişir. Ne aşırı bireysel mülkiyetçilik ne devlet mülkiyetçiliği demokratik uygarlığın kapsamındadır. Toplumsal doğada ekonomi her zaman topluluklar halinde yürütülmüştür. Tek birey veya devletin ekonomiyle tekelcilik dışında ilişkisi yoktur. Birey ve devletin söz sahibi olduğu ekonomiler zorunlu olarak ya kâra geçmek ya da iflas etmek durumundadır. Ekonomi daima grupların işidir. Ahlaki ve politik toplumun gerçek bir demokratik alanıdır. Ekonomi demokrasidir. Demokrasi en çok ekonomi için geçerlidir. Bu anlamda ekonomi ne altyapı ne üstyapı olarak yorumlanabilir. Toplumun en temel demokratik eylemi olarak yorumlanması daha gerçekçidir.
Kapitalist ekonomi-politiğin ve Marksist yorumunun soyutladığı ekonomik ilişki analizleri çok sakıncalıdır. Ekonomi asla patron-işçi eylemi olamaz. Ben şahsen patron-işçi ikiliğini, toplumsal doğanın temel demokratik (Buna klan, kabile dönemlerini dahil edersek, ahlaki ve politik toplumun temel faaliyeti demek uygun düşer) eylemi olarak ekonominin tekelci hırsızları biçiminde değerlendirmek durumundaydım. Burada işçiden kastım, toplumun diğer yoksullarından, özellikle ücretsiz ev kadını ve kızlarından çalınan değerin ufak bir kısmının ücret adı altında verildiği tavizci işçidir. Köle ve serf nasıl ağırlıklı olarak efendi ve beyinin uzantıları durumundaysa, tavizkâr işçi de her zaman patronun uzantısıdır. Köleleşme, serfleşme ve işçileşmeye kuşkuyla bakmak ve karşı durmak, eylemini ve ideolojisini bu temelde geliştirmek, ahlaki ve politik olmanın başta gelen koşuludur. Nasıl efendi-bey-patron üçlüsü övgüye layık değilse, köle-serf-işçi de bunların uzantıları anlamında asla iyi toplumsal kesimler olarak yüceltilemezler. Düşürülmüş toplum kesimleri olarak durumlarına acımak ve bir an önce özgürleştirilmelerine çalışmak en doğru tutumdur.
Ekonomi temel mahiyette bir tarihsel toplum eylemidir.
Hiçbir birey (efendi, bey, patron, köle, serf ve işçi olarak) ve devlet ekonomik eylemin aktörü olamaz. Örneğin en tarihsel-toplumsal bir kurum olan annelik işinin karşılığını hiçbir patron, bey, efendi, işçi, köylü, kentli birey ödeyemez. Çünkü annelik toplumun en zor ve gerekli eylemini, yaşamın sürdürülmesini belirliyor. Sadece çocuk doğurmaktan bahsetmek istemiyorum. Analığa bir kültür, sürekli yüreğiyle ayaklanma halinde bir olgu, zekâ yüklü eylemin sahibi olarak geniş açıdan bakıyorum. Doğru olan da budur. Peki, bu kadar zorunlu, zorlu, eylemli, yürek ve akıl dolu sürekli ayaklanma halindeki kadına ücretsiz emekçi muamelesi yapmak hangi akıl ve vicdanla bağdaşabilir? En emekçi ideoloji olarak Marksizm’in bile aklına getirmediği bu ve benzer toplumsal eylem sahiplerini ücret dışı tutup, patronun uşağını başköşeye oturtan bir ekonomi bilimi, çözümünü nasıl sosyal olarak sunabilir? Marksist ekonomi fena halde bir burjuva ekonomidir. Büyük bir özeleştiriye ihtiyacı vardır. Cesurca özeleştiri yapmadan burjuvazinin çıkar sahasında sosyalizm aramak, tıpkı yüz elli yıllık hareketin (reel sosyalizmin) iflasında, çözülüşünde (hem de kendiliğinden) görüldüğü gibi, kapitalist sisteme karşılıksız en değerli hizmettir. “Cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir” derken, Lenin ne kadar da doğru söylüyordu! Acaba kendisi, eyleminde de bu cümlenin doğrulanacağını düşünebiliyor muydu? İlgili bölümde bu çözümlemeleri geliştirmeyi umuyorum.
Ekonomi konusunu tarihsel toplumun ahlaki ve politik ana eylemi olarak düşünüp, gerekirse bir soyutlama ve bilim haline getirmek mümkün olabilir. Ama Avrupa merkezli ekonomi-politiği bilim olarak düşünmek, belki de Sümer mitolojisinden sonra en sömürge bir ikinci mitolojiye aklın tutsak olması demektir. Radikal bir bilimsel devrim bu alan için hayati rol oynayacaktır.
Hiçbir toplumsal eylem ekonomi kadar ahlaki ve politik olamaz.
Bu vasfıyla demokratik siyasetin en öncelikli konusu olarak anlam bulmaktan kurtulamaz. Toplum sağlığı için tıptan bin kat daha gerekli olan tarihsel-toplum ekonomisi üzerinde demokratik uygarlık sistemi, doğru yorumu kadar gerçek bir devrim vaat etmektedir.
Sosyal bilimlerin en şaşırtma yaptıkları alanlardan birisi tekellere ilişkin olanıdır. İktidar aygıtlarını ekonomi üstü olarak ticari, sınaî ve finansal tekellerden ayrı konumlandırmaya büyük özen gösterirler. Böylelikle genelde iktidarı, özelde devleti tekel olgusundan farklı olgularmış gibi sunmak isterler. Sosyal bilimleri sakat bırakan temel noktalardan biri budur. Ekonomi üstü tekellerle iktidar tekelleri arasındaki fark, ancak işbölümü anlamında izah edilebilir. Bunun dışında aralarındaki bütünlük tarihseldir ve kesindir. Fernard Braudel’in çok etkili bulduğum bir cümlesini buraya almak durumundayım. Braudel, “İktidar da sermaye gibi biriktirilir” der. Aralarındaki bütünlüğü yakalamış gibidir. Kaldı ki, konuya birçok açıdan açıklık getiren bilge bir kişidir.
İktidar sadece sermaye gibi biriktirilmez. Sermayenin en homojen, rafine edilmiş, tarihsel olarak biriktirilmiş halidir. Büyük harflerle yazarsam, İKTİDAR SERMAYENİN EN HOMOJEN, RAFİNE EDİLMİŞ, TARİHSEL OLARAK BİRİKTİRİLMİŞ HALİDİR. Ekonomi üstü diğer sermayeler daha farklı biriktirilerek el değiştirme, örgütlenme konumundadır. Hepsine tekel olarak bakma ve anlam vermenin temelinde ekonomi üstü olma ve genelde toplumsal değerlere, özelde toplumsal artı-değerlere el koyma (el koyma = tekel) mahiyetinde olmalıdır. İster vergi, ister işletme kârı, ister apaçık talan biçiminde olsun, tüm toplumdan sızdırmalar tekel mahiyetindedir. Bu nedenle tekel kavramı yerinde ve iyi anlaşılmalıdır.
Demokratik Modernitenin ekonomik ve endüstriyel boyutunun temeli ekolojiktir.
Ekonominin özellikle tanımını doğru yapmak önemlidir. Bu konuda ekonomi-politiğin muazzam bir saptırma ve köreltme aracı olduğunu kavramak öncelik taşır. Özellikle ‘kapitalist ekonomi’ kavramı tam bir propaganda oyunu ve safsatadır. Önceki ciltlerde çözümlediğimiz gibi, kapitalizmin kendisi ekonomi olmayıp, ekonominin can düşmanıdır. Tekel kârı için yeryüzünü yaşanmaz hale (bir avuç Firavun ve Nemrut dışında) getiren ve özünde toplumsal değerleri (sadece artık-değer değil) talan etmeye dayalı sistemli (ideolojik ve maddi kültür hegemonyalı) şebeke örgütlenmesidir. Kırk haramiler ve korsanlardan farkı, bunların kendilerine çok yönlü bir ideolojik meşruiyet, yasal kılıf ve iktidarsal dayanaklar oluşturmalarıdır. Bu araçlarla kendi gerçek yüzlerini ve özlerini gizlemeye çalışırlar. Başta ekonomi-politik olmak üzere, birçok sözde bilimsel disiplinlerle kendilerini hakikatin kendisiymiş gibi sunarlar. Muazzam bir ideoloji ve zordan örülü zırh olmazsa, varlıklarını bir gün bile sürdüremezler. Bu yapısallıklarıyla toplumun temel varoluşu olan çevre anlamını da içeren ekonomik eylemini (ahlaki ve politik toplumun temel faaliyet biçimi) baskı ve sömürü altına alarak hem gelişmesini önlerler, hem de bir avuç azınlığın mutluluk kaynağına dönüştürürler.
Fernand Braudel’in ekonomi tanımlamasında, temel insan ihtiyaçlarını zemin kat, tekel ve fiyat istismarını içermeyen pazar etrafındaki meta faaliyetlerini esas ekonomi alanını belirleyen birinci kat, bu iki katın üzerindeki tekel ağları ve fiyat istismarıyla oluşan üst katı ise asıl kapitalizm alanı olarak belirlemesi ve pazar karşıtı sayması (I. Wallerstein bu saptamayı çok önemli bulur) büyük bir öğretici değere sahiptir. Liberalizmin ısrarla kapitalizmi piyasa-pazar ekonomisi saymasının bu tanımlama ışığında tam bir safsata olduğu açıktır. Kapitalizmin pazarla ilişkisi, ancak fiyat oyunlarıyla tekel kârı elde etmekten, bunun için gerekirse savaşlar ve bunalımlar çıkartmaktan tutalım, tüm ekonomiyi temel ihtiyaçları karşılayan bir faaliyet olmaktan çıkarıp en çok kâr getiren alanlara (azami kâr kanunu) kaydırmasına kadar, her türlü çılgınlığı oynamaktan çekinmeyen vahşi bir oyun sistemidir. Oyun diyoruz, yani insan toplumunu temel varoluş nedenlerinden kopartacak kadar yaşam karşıtı bir eylem, saldırı tarzı olarak oyundur.
Genelde uygarlık tekelleri özelde kapitalist tekeller (tarım, ticaret, finans, iktidar ve ulus-devlet aygıtları) tarih boyunca tüm ekonomik çarpıtmaların, bunalımların, sorunların, açlık ve yoksullukların, çevre felaketlerinin temel etkenidir. Bu temel etken üzerinde ayrıca her tür sosyal-siyasal sınıflaşmalar, iktidarlar, aşırı kentleşmeler (bunlara dayalı tüm hastalıklar), ideolojik saptırmalar (her tür dinsel, metafizik ve bilimci dogmalar), çirkinlikler (sanatın çarpıtılması) ve kötülükler (ahlaki yoksulluk ve bozulmalar) yükselir. Kapitalist modernitenin son dört yüz yılı bu saptamalara ilişkin sayısız örnek sunmaktadır.
Demokratik modernite ekonomiyi bu karşı eğilimlerden kurtarmakla kalmaz. Daha gelişmiş koşullarla işsizliği ve yoksulluğu tanımayan, fazla ve eksik üretime yer vermeyen, az ve çok gelişmiş ülke ve bölge farklılıklarını asgariye indiren, köy-kent çelişkisini birbirini besleyen ilişkilere dönüştüren bir sistematiğe sahiptir. Kendi sistematiği içerisinde toplumsal ve ekonomik farklılıklar sınıfsal sömürü boyutlarına taşınmaz. Sınıfsal gelişmeler derinleşmez. Bunalım ve savaş nedeni olabilecek ekonomik sömürü ve sosyal çelişkiler boyutlanmaz. Endüstriyalizm ve kentleşmenin sadece köy ve tarımı değil, gerçek, yaşanır boyutlu kent ve endüstri faaliyetlerini yutmasına da demokratik modernite sistemi izin vermez. Bunun mekanizması demokratik modernitenin temel boyutlarında bütünsellik halinde verilidir. Tüm topluluklar ekonomik faaliyetlerinde ahlaki ve politik boyutla bağlantılı olarak, ekolojik ve endüstriyel unsurları bütünlük içinde ele alır. Bunlar birbirlerine kopmaz bağlarla bağlantılıdır. Bireycilik ve tekelciliğin parçalayıcı pençelerine bir şey bırakılmaz. Eko-ekonomi ve eko-endüstri, tüm toplumsal faaliyetlerde göz önünde tutulur. Bu temelde sadece çevreyi yeniden onarma ve tarımı canlandırma, köyü en sağlıklı çevreye sahip yaşam alanına çevirme projeleri bile tek başına tüm işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir. İşsizlik insanın doğasına aykırıdır. Bu kadar gelişmiş bir zekâya sahip insanoğlunun, kızının işsiz kalması, ancak insanın zoraki eli ile mümkündür ve nitekim öyle olmaktadır. Bir karıncanın bile işsiz görünmediği doğa, nasıl en gelişmiş varoluşunu işsiz ve çaresiz bıraksın? İnsan pratiğinin harika ürünü olan teknoloji ve ona dayalı endüstri çağında nasıl yoksulluk kader olsun?
***
Topluluklar zihinsellikleri içinde maddi ihtiyaç nesnelerini hep aramış ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Önce bulduklarıyla yetinmek, mağaralarda barınmak, göl ve orman kenarlarında daha iyi korunmak, doğurgan anaya öncelik tanımak bu temel ihtiyaçlar nedeniyledir. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunmak hem de etle beslenmek bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın başından itibaren kadın toplayıcılığıyla erkek ağırlıklı avcılık arasında bir gerginliğin, farklı kültürel evrimlerin geliştiğini gözlemek mümkündür. İki tarafta da tek yanlı gelişme, birinde ‘aslan erkek’ diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne adım adım birikim sağlar. İlk farklı ekonomik anlayışlar böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü zirveye çıkar. Son buzul döneminden sonra, M. Ö. 15.000’lerden itibaren, özellikle Zagros-Toros (eteklerinde) sisteminde çok zengin bitki ve hayvan türleri adeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar.
Bu dönem günümüze kadar sürecek toplumsal gelişmenin ana nehri olarak yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşarak küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür. İnsanlığın bu uzun tarihinde kapitalizme söylenebilecek tek önemli husus, avcılık kültürünün erkeği gittikçe hegemonlaştırmasıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla M.Ö. 10.000’lerde kalıcılaşan neolitik kültür kadın ağırlıklıdır. Toplayıcılık sürecinde mağaradan çıkıp yarı-çadırımsı kulübelere geçiş (mağara yakınlarında), bitki tohumlarını ekerek çoğaltma giderek tarım ve köy devrimine yol açacaktır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarla bu kültürün tüm Yukarı Mezopotamya’da, özellikle Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde (Bradostiyan, Garzan, Amanos ve Orta Torosların iç etekleri, Nevali Çori, Çayönü, Çemê Hallan kültürü) geliştiği gözlemlenmektedir. Artık-ürün çok sınırlı olsa da biriktirilmektedir.
Ekonomi aile ve hane yasasıdır.
Ekonomi kavram olarak olmasa bile, öz olarak belki de ilk defa bu tarz birikime dayandırılabilir. Bilindiği gibi eko-nomos kelimesi Yunanca aile, hane yasası demektir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan ve gerçek ekonomi de bu olsa gerek. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. “Mal tamah getirir” ilkesi herhalde bu dönemden kalmadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur.
Kurban kültürünü de bu dönemden başlatmak mümkündür. Tanrılar denen kavramın aslında artan verim karşısında toplulukların kendi kimliklerine saygının ve ilk ifade tarzının sonucu olarak geliştiğini gözlemek anlaşılır bir husustur. Verimlilik hamd etmeyi getirir. Kaynağı topluluk tarzındaki evrime dayandığına göre, kendini kimliklendirme, yüce kılma, dua etme, tapınma, zihinsel dünyanın artan gelişmesi olarak sunma tarımsal devrimle derinden bağlantılı kültür öğeleridir. Arkeolojik bulgular bu görüşü çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Daha da somut olarak ana-tanrıça ve kutsal ana kavramları da doğrulayıcı bir etkendir. Kadın figürlerinin yaygınlığı kanıtlayıcı etkenlerin başında gelmektedir.
Fakat korkulan tehlike daha sonra başa gelecektir. Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık-ürün birikimleri armağanlarla tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farklı bölgelerde artan farklı ürünlerin birikimi, ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin karşılıklı ihtiyaçları daha iyi giderme niteliği, meslek veya ikinci büyük toplumsal işbölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekingenlikle yüklü de olsa giderek meşrulaştırır. Çünkü taşınan ürünler işbölümünü geliştiriyor. O da daha verimli bir üretim ve yaşamı mümkün kılıyor. Bir tarafta gıda ve dokuma, diğer bir tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır.
Tarih M.Ö. 4.000’lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını göstermektedir. Aşağı Mezopotamya’da ilk kent devleti Uruk sitesi etrafında (M.Ö. 4.000–3.000) gelişen uygarlığa bağlı olarak İran’ın Güneybatısı’ndaki Elam’dan Yukarı Mezopotamya’da bugünkü Elazığ ve Malatya yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik kapısı bu biçimde açılıyor. Daha önce de M.Ö. 5.000–4.000 döneminde Uruk öncesi egemen kültür El Ubeyt (devlet öncesi ilk ciddi gözlemlenen ataerkil kültür) koloniciliğine tanık olmaktayız. Ticaret ve kolonileşme iç içedir. Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor.
Geçerken belirtmeliyim ki, yine ilk defa metalaşma sürecine mal değişimiyle ticaret etkinliği yol açmaktadır. Armağan ekonomisinden değişim değerine henüz geçilmemiştir. Toplum için esas olan, malların kullanım değeridir. Kullanım değeri, malların bir ihtiyacı giderme özelliğidir. İnsan için asli olan da bu değerdir. Değişim değeri hayli tartışmalı bir kavramdır. Doğru tanımlamak da büyük önem arz etmektedir. Bana göre, Marks da dahil, değişim değerinin temeline emeği koymak çok tartışmalı bir konudur. İster soyut, ister somut emekle tarif edilmeye çalışılsın, değişim değeri her zaman spekülatif bir yan taşır. Varsayalım ki, ilk Uruklu tüccar Fırat kıyılarındaki bir kolonisinde, çanak çömlek karşılığında taşlar ve maden bileşikleri değiştirmeye kalkıştı. Değişim değerini önce kim belirleyecek dediğimizde, birincisi karşılıklı ihtiyaç derecesi, ikincisi tüccar inisiyatifi diyebiliriz. İhtiyaç arzusu yüksekse, tüccar dilediği gibi fiyatlandırabilir. Bire karşı iki yerine, rahatlıkla bire karşı dört koyabilir. Onu bundan engelleyecek bir etken söz konusu değildir. Kendi vicdanından başka, daha doğrusu gücünden başka. O zaman emeğin rolü nerede kalıyor?
Burada emek faktörünü tümüyle devre dışı bırakmıyorum. Fakat esas belirleyen olmadığını iddia ediyorum. Tarihteki tüm mal değişimlerinde bu hususu gözlemek mümkündür. Zaman zaman mal alışverişlerindeki özgür rekabete bağlı olarak, eşitlemeye yakın emek değerleriyle değişim sağlanabilir. Ama bu daha çok teorik bir emek-değer değişimidir. Fiiliyatta belirleyici olan spekülasyondur. Bazı durumlarda da aşırı mal birikimi olur. O zaman da değeri sıfırın altına düşer. İmha etmek için ilave emek gerektiren durumlarda, emeğin değeri yok oldu diyemeyeceğimize göre, temel belirleyici bir kıstas olmadığı ortaya çıkıyor. Yine kıtlık ve fazlalık yaratma şansı olan tüccar gücü belirleyici olmaktadır. Kaldı ki, mallar mallarla üretilir. Tarih boyunca binlerce adsız emekçinin birikimiyle bir mal üretilmektedir. Peki, hangi mekanizma bu donmuş emek sahiplerine hak ettikleri karşılığı ödeyecektir? Buna yaratıcı zanaatkârı, hatta tüm toplumsal etkinliğin gerekli olduğunu eklediğimiz zaman, canlı emek denilen emek türünün anlamlı bir fiyatı, dolayısıyla ücretlendirilmesi düşünülemez.
İngiliz ekonomi-politiğinin sakatlığı veya sahtekârlığı burada kendini ele vermektedir. Bilindiği gibi kapitalizmin sistem olarak ilk zaferini sağlayan ada İngiltere’si ve Hollanda’dır. Kapitalizme meşruiyet kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şarttır. Özellikle spekülatif kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır. Tıpkı ilk Uruk tüccar dinleri gibi mitolojik bir anlatımın yeni versiyonunu sunmak, sözde ekonomi-politik bilginlerine, özde ise kapitalizmin yeni dini icatçılarına düştü. İnşa edilen ekonomi-politik değil, yeni bir dindir, giderek her dinde olduğu gibi kutsal kitabıyla ve dallı budaklı mezhepleriyle.
Ekonomi-politik, kapitalizmin en değme kırk haramiler talanını bile geride bırakan spekülatif (fiyatlarla oynamak için mal birikimleri, bölgesel farkların kullanılması) karakterini örtbas etmek için geliştirilmiş, kurgusal zekânın en sahtekâr ve talancı eseridir. Emek-değer teorisi bu konuda tam bir av malzemesidir. Nasıl seçildiğini gerçekten merak ediyorum. En belli başlı nedeninin emekçileri oyalamak olduğu kanısındayım. K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak katılmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu eleştiriyi yaparken büyük acı duyuyorum. Fakat en azından kuşkularımızı belirtmek bilime saygımızın asgari gereğidir.
İkinci büyük tüccar sıçraması
Tarihte ikinci büyük tüccar çıkışına Asur kolonileri şahsında M.Ö. 2.000’lerden itibaren rastlıyoruz. Denilebilir ki, hiçbir despotizm (kapitalizmin iktidarla bağını daha sonraki bölümlerde tartışacağım) Asur’daki kadar ticarete ve ticari kolonilere dayanarak uygarlık yaratmamıştır. Dönemin (M.Ö. 2.000–600) en gelişkin ticaretini ve kolonilerini küresel boyutta (o dönemin küreselliği) ilk gerçekleştirenlerdir. Her ne kadar yaklaşık aynı dönemlerde arkasına Mısır uygarlığını alan Fenike tüccarları da ticaret ve kolonileştirmede son derece mahirlerse de ikinci planda kalırlar. İngiltere yanında Hollanda veya Portekiz gibi, her ikisi de tarihte en azgın zorbalıklarla birlikte yürüyen ticaretle Kaf Dağı misali değer gasp etmişlerdir. Asur ve Fenike zenginliğinin ticaret ve zorbalıkla iç içe yürüyen tarihi araştırılsa, her halde Avrupalı kolonicilerin (İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika, vs.) izini en iyi bu örneklerde yakalamak mümkündür. İnsan kelleleriyle kaleler ve surlar yaptıklarını öve öve anlatırlar. Bu gasp temelinde oluşturdukları yaşam ahlakı ve kültürü halen Lübnan ve Irak’ın yakasını bırakmamakta, en acılı savaşların konusu olmaktan kurtulamamaktalar. Roma Cumhuriyeti boşuna Kartaca’yı (Fenike ticaret kolonisi) dümdüz edip tarla haline getirmedi. Yine boşuna Medler Ninova’yı (M.Ö. 612’lerde) yerle bir edip bir viraneye dönüştürmediler.
Tüccar uygarlıklarına dikkat etmek gerekir. Tarihte savaşların ve devlet kuruluşlarının en temel nedenlerinin başında tüccar ve kolonilerinin emniyeti, daha doğrusu çıkarlarının korunması gelir. Bugünkü Ortadoğu (ne acıdır ki, ilk ticaret savaşlarını başlatarak –Irak Uruk’tan gelir- son savaşını da halen en acımasız biçimde sürdürmektedir) savaşlarının temel nedeninin de özünde petrol ticaretinden kaynaklandığı iyi bilinmektedir. Daha çok sayıda örnek verilebilir. Ama gereği yoktur.
Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccarlığın gelişimi
Kapitalizme doğru yol alırken ve uygarlık merkezi Avrupa’ya taşınırken, yine ticaretin başı çektiğini görüyoruz. Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccar uygarlığı ortaçağda İslam’la yeniden bir hamle yapar. Bizzat Hatice ve sonra eşleştiği işçisi Muhammed, Asur kökenli Süryaniler ve Yahudi kökenli tüccar ve tefecilerle giriştiği rekabet sonucu yine zor temelinde Mekke ve Medine’ye dayalı ticaret uygarlığının temelini atarlar. İslam dini örtüsü altında, kadim Ortadoğu kentleri ticaret etrafında yeni bir canlanma yaşar. Bizans ve Sasaniliğin yenilmesiyle Halep, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere büyük bir kent ve pazar ağına ulaşır. Çin’den Atlas Okyanus’una, Endonezya ve Afrika içlerine kadar ticaret ağları tam bir küreselleşmeyi yaşar. Yaygın bir meta ve para piyasası oluşur. Yahudi, Ermeni ve Süryanilerin elinde büyük para birikimleri gerçekleşir.
Ticaret kültürü Avrupa’ya taşınıyor.
Avrupa tamamen bu mirasa dayanır. Ortadoğu’nun Müslüman tüccarları elinde bir hamle daha gerçekleştiren ticaret kültürünün 13. yüzyıldan itibaren İtalya’nın Cenova ve Floransa kentleri öncülüğünde Avrupa’ya taşındığına tarih tanıktır. Para ve ticaret bu kentlerin temel zenginlik nedenidir. Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete 16. yüzyıla kadar önderlik ederler. Tarihte belki de ilk defa hem kavram hem uygulama olarak kent ölçeğinde kapitalizmin küçük zaferlerini gerçekleştirirler. Bunda Akdeniz korsanlığı ve Akdeniz’in Doğu-Batı yakası arasındaki fiyat tekeli başrolü oynar. Yine zorbalığın gölgesinde spekülasyon at başı gitmektedir. Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır. Bu aşamanın bir prototipi de klasik Athenna-Roma çağında (M.Ö. 500- M.S. 500) yaşanmıştı. Kapitalin zaferine ulaşılmaması, tarımın büyük ağırlığı ve din savaşlarından yenilgiyle çıkmalarından ötürüdür. İtalyan kent devletlerinde 1.300–1.600’lerde kapitalizmin başarılı deneyimi Kuzeybatı ve Kuzey Avrupa’ya doğru yayılmakta gecikmedi. İspanya zaten daha önce fethedilmişti. 16. yüzyıldan itibaren tüccarın uzun yol öyküsü ilk defa kentleri aşan ülke çapındaki zaferlerini zorladı.
Dünya çapında bir pazar oluşmuştur. Afrika ve Amerika sömürgeciliğe alınmıştır. Hindistan ve Çin’e, Osmanlı İmparatorluğu’nu ekarte ederek, Atlas Okyanusu ve Güney Afrika üzerinden ulaşılmıştır. Avrupa yoğun kentleşmeye alınmıştır. İlk defa kentler tarıma galebe çalmaya başlamışlardır. Feodal krallıklar modern monarşik devlete dönüşmektedir. Son İslam İmparatorluğu Osmanlılar peş peşe yenilmektedir. Yine Rönesans 14. yüzyılda İtalya’da başlamış ve tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Dinde Reformasyon hareketi Avrupa’nın Kuzey ülkelerinde başarıya ulaşmıştır. Din savaşları ilk defa çağlarını doldurmaktadır. Daha da önemlisi, tüm Çin, Hint, İslam ve hatta Afrika ve Amerika’nın kültürel ve uygarlık değerleri Avrupa’ya akıtılmıştır. Bir yandan modern devlet, diğer yandan uluslar doğmaktadır.
Kapitalizm zafere doğru yürürken, arkasına bu denli eski bir tarihi, kültürü, ticaret birikimini, uygarlığı, siyasi erki ve pazarlanmış dünya bütünlüğünü almaktadır. Kapitalist ekonomi için bu önkoşullar oluşmadan ve bu koşullara dayanmadan çıkış yapmak mümkün müdür? Mümkün olmanın ötesinde, kapitalin kendisi bile düşünülebilir mi? Tarih tıpkı Aşağı Mezopotamya’da Uruk sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını, Fenike ve İyonya’daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya, Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan bu gerçekliktir.
Kapitalist ekonomi düzeni
Fernand Braudel ısrarla, ‘kapitalist ekonomi pazar karşıtı ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi biçimidir’ derken, ekonomi denen gerçeklik konusunda K. Marks’tan daha fazla gerçeğe yakındır.
Tarih aynasından iktidarlaşmış, alabildiğine bünyesinde pazarı geliştirmiş, kentten kıra hâkim olmaya başlamış, din ve ahlaka bağlılığını ikinci plana atmış bir toplumsal gelişme ortamında, birikmiş metalara el koymanın inceltilmiş ve ideolojik ambalaja konulmuş talana dayalı bir ekonomik eylem türü veya biçimini gözlemlemekteyiz. El koymanın bu yeni biçiminde şüphesiz pazarda buluşan arz-talep tarafından şekillenen fiyat ve fiyatın para aracılığıyla yansıtılması, eski dönemlere göre büyük ilerleme veya oyunculuk yeteneği kazanmıştır. İlk tefecilik ve sarrafçılık yerine, banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe, şirketleşme hayli gelişmiştir. Bunlar modern çağın ekonomik ilmihalini oluşturan temel konulardır. Eksik kalan bilimsel izahtır. Onu da anavatan İngiliz ekonomi-politikacıları ve sonra yanlarına çektikleri paradoksal da olsa karşıtları, başta K. Marks olmak üzere sosyalistler inşa etmeye çalışmışlardır.
Kapitalist ekonomi denilen talan düzeni tüm eski ve yenidünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirirken, tüm güç erklerini (dönemin devletlerini bir gasp biçimi olan borçlandırmayla) kendine bağlarken, tarihin en kanlı savaşlarını yürütürken, toplum bünyesi üzerinde her şeyiyle oynayıp hegemonyasını onaylatırken, onu eski topluma karşı devrimci ilan eden, K. Marks ve ardılları benzer düşünce ekolleri bence bilim inşa etmiyorlar. Das-Kapital, kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece eserinin tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapısı gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa aydınları, sübjektif olarak kasten olmasa da, objektif konumları gereği, Kapital (kitap olarak) temelli inceleme ve araştırmalarıyla anti-kapitalist temelde ‘emekçi’ denilen kesimler adına bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizmin de çok iyi fark ettiği gibi, kapital tahlilleriyle onu doğuşta devrimci ilan etmelerini mükemmel kullandı. Nasıl ki daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, sonra reel sosyalist sistemi (Rusya ve Çin dahil), en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile (modernist ideoloji gücüyle, ulus-devlet ve endüstriyalizmle) edip, uğruna çok savaşılan sınıf savaşımını kazandıysa. Net bir yenilgi söz konusudur ve ne yazık ki henüz net bir özeleştiri yapılamamaktadır.
Bir söz vardır: Bilim er geç dediğini geçerli kılar. Eğer bu aydın metinleri gerçekten başta işçi sınıfı olmak üzere topluma ve tarihine karşı açılmış bir savaş olan kapitalizme ilişkin bilimsel nitelikte olsalardı, karşıt sisteme bu denli yenik düşmezlerdi. Daha kötüsü, mirasları böylesine ucuz harcanmazdı.
Ekonomik indirgemecilik
Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihi birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerek. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. Zaten değişimin ilk başlarda ayıplanmayla karşılaşması, fazlalıkların armağan edilmesi değere verilen kutsal anlamdır. Halen hiçbir çiftçi “Ben ürettim” demez; “Atalarımın malını işleyip nasipleniyorum” der. Hatta “Tanrının nimetine hamd olsun” diyerek, kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde ‘bilimden’ daha anlamlıca ortaya koymaktadır.
Bir ananın, proleteri dokuz ay karnında taşıyıp bin bir zahmetle işgücü haline getirinceye kadar verdiği emeğin karşılığını nasıl tanımlayacağız? Sermayedarın çalıp çırptığı binlerce yıldan kalma birikimlerle hazırlanan üretim araçlarının sahipliklerini ve paylarını nasıl belirleyeceğiz? Hiçbir üretim aracının değerinin pazarda satıldığı gibi olmadığını unutmayalım. Bir fabrikanın sadece teknik icatçılığı binlerce keşifçi insanın birikimli yaratıcılığının ürünüdür. Bunların değerini nasıl belirleyip kime ödeyeceğiz? Bunların toplumsal paylarını düşünmemek ahlakı tamamen yadsımadan mümkün mü? Bu tarihi-toplumsal değerleri sadece iki kişi arasında paylaştırmak adaletle uyuşur mu? Kaldı ki, bu iki kişinin aileleri, toplumsal çevreleri vardır. Bunlarla koruyup kollanan bu ikisi üzerinde bunların hiç mi hakkı yok? Soruları daha da yakıcı kılıp arttırabiliriz. Fakat kâr-ücret ikileminin ne kadar problemli olduğunu göstermeye yeter.
Kâr ve ücretin sahiplerini bu sefer birer burjuva-proleter olarak ilişkilendirelim. Bu iki sınıfın doğuş aşamasında iki devrimci sınıf olarak eski topluma karşı yeni toplumu doğurttuklarını iddia etmek gerçeklerle ne kadar bağdaşıyor? Tarihte bu ittifakın hiçbir karşılığı yoktur. Sonra temel çelişki gereği karşı karşıya geldiklerini köklü çatışma süreci anlamında doğrulatacak örnekler belirleyici olmayacak denli azdır. Olanlar da eski çatışma geleneklerinin devamıdır. Belirgin olan ve somut yaşam içinde gözlemlenen, tıpkı kölenin Firavun’un bedeninin bir eki olması gibi, işçinin burjuva karşısındaki pozisyonu da benzerdir. Tarihte efendisine karşı kölelerinin hiçbir başarılı eylemi yoktur. Çokça adı örnek gösterilen Spartaküs bile son tahlilde efendi olma özlemindeki bir isyancıydı. Bundan farklı bir programının olmadığını biliyoruz.
Unutmamalıyız ki, binlerce yıllık köle-efendi ilişki mirasını devralan patron-işçi ilişkisi binbir ilmekle birbirine bağlı olup, öyle patrona karşı tek tük istisnalar dışında köklü başkaldırılar ve zaferler sağlamış olmaktan uzaktır. İlişkiler ezici oranda patrona bağlılık temelinde sürdürülmüştür. İşçi başkaldırısı denilen olayların da çoğunlukla yarı-köylü ve işsizleştirmeye karşı olanlar tarafından geliştirildiğini bilmekteyiz. Başkaldırılar genel toplumsal etkilemelerle ilgilidir. Patron-işçi ilişkisine yansıyan da bu etkilerdir. Daha da önemli olan, işçinin patrona karşı hak mücadelesi (problemli olduğunu belirttik) değil, proleterleşmeye karşı, işçi ve işsiz olmaya karşı mücadelesidir. Proleterleşmemek, işçileşmemek, işsizliği kabul etmemek daha anlamlı ve etik bir toplumsal mücadeledir. Birer ezilen olarak köleyi, serfi ve işçiyi asla yüceltmemeliyiz. Yüceltilecek eylem, ilişki tersine köleleşmeme, serfleşmeme ve işçileşmeme biçiminde formüle edilmelidir. Efendileri tanıyıp ve tanımlayıp, daha sonra hizmetkârlarına mücadele önermek, tüm oportünizmlerin ortak eğilimidir. Tarih boyunca hak, emek mücadelesini boşa çıkaran bu zihniyetler olmuştur. Özcesi bu ilk ‘bilim’ kavramlarıyla ne anlamlı bir sosyoloji yapmak mümkündür, ne de başarılı bir toplumsal mücadele geliştirmek! Bu hususları belirtirken emeği, değeri, kârı, sınıfı inkâr etmediğimizi, daha çok bilim inşasında kullanma tarzlarını doğru bulmadığımızı belirtiyoruz. Yanlış bir sosyolojinin inşa edildiğini belirtmek istiyorum.
Toplumun ekonomik yaşamında kapitalizmin yeri en üst katlarda gerçekleşmektedir. Başlangıcında büyük tüccarın pazar üzerinde tekel fiyatlarıyla sermaye biriktirmesine dayanır. Sermaye, tarifi gereği, sürekli kendini büyüten parasal değerlerdir. Özellikle aralarında büyük fiyat farkı olan uzak pazarlar karşısında büyük değer birikimleri kapılır. Finans olarak devlete verilen borçların karşılığı olarak faiz ve iltizamla büyüme ikinci yoldur. Maden işletmeleri, kıtlık ve savaş dönemleri palazlandığı diğer önemli alan ve dönemleridir. Ticaret dışında tarım, endüstri ve ulaşımcılıkta kârlı buldukça yer alır. Endüstri devrimiyle temel kâr alanları sanayi sektörü olur. Her iki dönemde de arz ve taleple oynayarak, hem üretimi hem tüketimi belirlemeye çalışır. Belirleyici olduğu oranda kâr oranlarını arttırır. Büyük ticaret ve sanayi, kapitalizmin başlangıç ve olgunluk süreçlerinin kâr alanlarıyken, günümüzde ağır basan sektör finanstır. Başlıca finans araçları olan para, senet, banka, kredi araçları kapitalist ekonominin hızlanarak kâr devrelerini kısaltmayı, yoğunlaştırmayı ve genişletmeyi sağlar. Böylelikle kâr oranlarında büyük spekülatif balonlar oluşur. Böylece de kriz süreçleri bu ekonominin ayrılmazları haline gelir.
İşsizliği çoğaltarak ücretleri düşürme ve ucuz çalışan ülkelere kayan yatırımlar diğer kâr şişiren yöntemlerdir. Sonuç olarak kaynağını en eski avcı ve ticaret kültüründe bulan, fiyatlarla oynama gücü kazanarak gelişme şansı yakalayan, toplumsal denetimden ahlaki ve dini gevşeterek kurtulan, iktidarı borçla kendine bağlayan, pazar üzerinde tekel kurarak gelişen bu ekonomi biçimi nihai tahlilde talan ekonomisi olmaktan kurtulamaz. Kâr amacıyla endüstriye el atması, kâr oranlarına göre bir üretim ve tüketim yapısını esas alması, toplumsal bünye ve doğal çevre üzerinde gittikçe taşınması zor yükler yükleyerek yol açtığı krizler, çöküş ve çürümesinin doğuşundan itibaren yol arkadaşlarıdır. Şüphesiz ekonominin tümü değildir. Ne ticaret, tarım, sanayi, ne de dolaşım, teknikler ve pazarlar kapitalizmin icatları olmayıp, tersine ağır istismarına ve talanlarına uğrayan temel toplumsal ekonomik kurumlarıdır. Tarih ve uygarlıkla belirlenip politikayla iç içe bir yaşama sahiptirler.
Böylelikle ekonomizmin, kapitalist ekonominin tanımıyla ilgili gerçeği önemli oranda çarpıtan bir anlayış, düşünce eğilimi olduğunu belirlemeye çalıştım. Doğru tanımlamayı da ana hatlarıyla bu eleştiriler temelinde tarih-toplum, siyaset ve uygarlık-kültür bağlantılarıyla iç içe yorumlayıp, bir nebze de olsa aydınlatmaya çalıştığım kanısındayım.
Hiçbir ekonomik biçimin kapitalizm kadar iktidar zırhına ihtiyaç duymadığını, iktidarsız oluşamayacağını önemle belirtmeliyiz. Ekonomi-politik ‘bilimciler’, kapitalizmin en temel özelliği olarak, tarihte ilk defa iktidar dışında ekonomik yöntemle, sermaye-emek gönüllü birlikteliğiyle kârın, artık-ürünün-değerin oluştuğunu iddia ederler. Hem de başat bir varsayım olarak. En az emek teorisi kadar saptırılmış bir söylemle karşı karşıyayız. Bir yerlerden barışçıl tarzda sermaye oluşturulmuş, yine barışçıl ilişkiler sonucunda köylüler, serfler, zanaatkârlar üretim araçlarından kopup bir araya gelerek, adeta mutlu ve devrimci bir evlilik yaparcasına, faktörel değerler olarak bir sentez oluşturup yeni ekonomik biçimi tarih sahnesine çıkarmışlardır. Öykü aşağı yukarı böyle yazılmaktadır. Kocaman ekonomi-politikçilerin sağlı-sollu karargâhlarında gerçekleştirilen tüm metinlerde bu idea ‘amentü’ değerindedir. Bu idea olmadan ekonomi-politik olamaz. Buna bir de pazarda rekabeti ekledin mi, dört dörtlük bir ekonomi-politik kitabını ana ilkeleri bağlamında yazdın demektir
Kendim bir şey iddia etme gereği duymuyorum. Sosyolog ve tarihçi Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık araştırması (ki, otuz yıllık komple bir emeğin üç ciltlik muhteşem bir eseridir), çok kapsamlı gözlemleri ve mukayeseli yaklaşımıyla net biçimde bunu yalanlamaktadır. Birinci ideası, kapitalizm pazar karşıtıdır. İkincisi, gırtlağına kadar güç-iktidar bağlantılıdır. Üçüncü olarak, başından beri endüstri öncesi ve sonrasında hep tekeldir. Dördüncü olarak, kapitalizm içten ve alttan rekabetle değil, dıştan ve üstten tekellerle –talanla- dayatılmıştır. Kitabın ana fikri budur. Eksik, katılmadığım yanları olsa da, anlatım yönü ve özü itibariyle en değerli bir tarih-sosyoloji yorumudur. Sınırlı da olsa İngiliz ekonomi-politikçileri, Fransız sosyalistleri ve Alman tarihçi ve felsefecilerinin sosyal bilime yönelik tahribat ve saptırmalarını düzeltmede iyi bir giriştir.
Kapitalizm ekonomi karşıtlığıdır
Gönüllü ve serbest rekabet ortamında emek birikimlerini ve güçlerini birleştirerek kapitalist ve işçinin gerçekleştirdiği bir ekonomik düzen yoktur. Masal ve öyküler bile gerçekten bu denli uzak düşmemiştir. Tek tek ve grup, sınıf olarak kapitalist sayabileceğimiz tüm unsurlar ve sahip oldukları ekonomik güçler, bir saniye iktidarın koruması olmadan ayakta duramazlar ve iktidar ellerinde durmaz. Yine iktidarın en kapsamlı kuşatması olmadan, hiçbir kent pazarında serbest rekabetle ne mal alışverişi, ne işgücü üzerinde bir pazar söz konusudur. En önemlisi de serfin, köylünün ve kent zanaatkârının toprak ve tezgâhından koparılışı acımasız ve adaletsiz bir zor ortamı oluşturulmadan geliştirilemez, gerçekleştirilemez. Avrupa’da neredeyse 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar boydan boya bu toprak ve atölye emekçilerinin anaları gibi bağlı oldukları bu geçim araçlarından koparılışı isyan ve ihtilallerle karşılanmıştır. Binlerce insan idam edilmiş, milyonlarcası iç savaşlarda öldürülmüş ve hapishane ve hastanelerde çürütülmüştür. Bunlar yetmemiş, aralarındaki mezhep ve ulus savaşlarıyla ortam kan deryasına dönmüştür. Sömürge ve emperyalist savaşları bilançoyu konsolide etmiştir.
Tüm bu zor etkenlerinin kapitalizmin doğuşundaki dıştan dayatmalı tekelci talancı karakteriyle ilişkisi gayet iyi gözlemlenmekte ve açıkça görünmektedir. Hangi ekonomik-politik retoriği bu gerçekleri ters-yüz edebilir?
İtalya’nın çok güçlenmiş bu kapitalist kentlerinin tüm İtalya çapında kapitalizmin zaferini sağlayamamalarının temel etkeni siyasal güçsüzlükleriydi. Daha doğrusu, İtalya üzerinde (dolayısıyla kent zenginlikleri üzerinde) İspanya, Fransa ve Avusturya kral ve imparatorlarının yürüttüğü egemenlik ve fetih savaşları, bu kentlerin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır. Sınırlı bir ekonomik ve siyasi güçle yetinmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla hem İtalyan birliği gecikmiş, hem de kapitalizmin İtalyan deneyimi yarım kalıp tüm ülkeye yaygınlaşamamıştır. Geçici de olsa, burada zor belirleyici rol oynamıştır. Karşılık olarak ve her kapitalistik unsurun içine girdiği gibi, İtalyan kent kapitalistleri de siyasal egemenlikten vazgeçirilmeleri karşılığında bu devletleri finans yoluyla kendilerini bağlayıp “al gülüm ver gülüm” politikasına alet olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü kapitalizm yeni dini para > para (PP) etrafında şekillenmektedir.
İngiliz Krallığı ve Hollanda eyaletleri kapitalist tarzda yeniden örgütlenen ve eylemleşen devlet modeline ağırlık verdiler. Düzenli vergilerle beslenen, bütçesini denkleştiren, rasyonel bir bürokrasiye ve profesyonel bir orduya dayanan ilk örnek oldular. Üstün deniz güçleriyle İspanya ve Fransa’nın deniz gücünü yendiler. Atlas Okyanusu ve sonraları Akdeniz’deki egemenlikleri sömürge savaşlarının da kaderini belirledi. İspanya ve Fransa’nın düşüşü böyle başlar. İspanya ve Fransa krallarının karadaki başarıları, borçlanmaları nedeniyle astarı yüzünden pahalı Pirus zaferlerine döndü. Kapitalist ekonominin de kaderini belirleyenin İngiltere ve Hollanda’nın iktidar yapılanmasındaki yenilikler olduğu genelde kabul gören bir yorumdur. Bir kez daha görüyoruz ki, kritik bir dönemeçte siyasi zor ekonomik biçimlenme üzerinde belirleyici rol oynayabiliyor. İtalyan kentlerinin başaramadığını Londra ve Amsterdam kentleri başarıyor.
İtalya’da kapitalist ekonominin siyasal-toplumsal zaferini önleyen aynı güçler, Fransa, İspanya ve Avusturya monarşileri; İngiltere ve Hollanda kent kapitalistleri tarafından finanse edilen verimli devlet modelleri karşısında defalarca yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar. Çok açıkça bir kez daha ekonomik biçimle zor sistemleri arasındaki ilişkilerin stratejik sonuçlarının kapitalizmin doğuşunda belirleyici rol oynadıklarını gözlemlemekteyiz. 16. yüzyıl Avrupa’sı zor, iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkilerin anlaşılması açısından tam bir laboratuar işlevi görme konumundadır. Adeta tüm uygarlık tarihi mezarından uyanıp kendi öz öyküsünü anlatır gibidir. Şunu söyler gibidir: Kendini (16. yüzyıl Avrupa’sı) anladığın kadar beni de anlamış olursun!
Zor ve ekonomi arasındaki ilişkinin tarihsel-toplumsal gelişiminin kısa bir özeti konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.
İlk ciddi zor örgütlenmesi
Uygarlık öncesi toplum çağlarında ‘güçlü adam’ın ilk zor örgütlenmesi sadece hayvanları tuzağa düşürmedi. Kadının duygusal emeğinin (göz nurunun) ürünü olan aile-klan birikimine de göz koyan aynı örgütlenmeydi. İlk ciddi zor örgütlenmesidir. El konulan, kadının kendisi, çocukları ve diğer kan hısımlarıydı. Hepsinin maddi ve manevi kültür birikimleriydi. İlk ev ekonomisinin talanıydı. Bu temelde proto-rahip şaman, tecrübe sahibi şeyh ve güçlü adamın zor örgütünün el ele verip, tarihin ilk ve en uzun süreli ataerkil hiyerarşik (kutsal yönetim) gücü oluşturduğunu tüm benzer aşamadaki toplumlarda gözlemlemekteyiz. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme aşamasına kadar toplumsal ve ekonomik yaşamda bu hiyerarşinin belirleyici rol oynadığı açıktır.
Sınıf-kent-devlet oluşumuyla başlayan uygarlık sürecindeki ekonomik biçimlenmeye, rahip-kral-komutan olarak kişiselleştirebileceğimiz güç odağına devlet denilmektedir. Kurum olarak din-siyaset-askerlik iç içe geçmiş biçimde iktidarı oluşturmaktadır. Bu güç sisteminin en temel özelliği, kendi ekonomisini devlet komünizmi biçiminde örgütlemesidir. Henüz Max Weber tarafından kullanıldığını görmeden, benim de ‘firavun sosyalizmi’ dediğim ekonomi söz konusudur. Kalıntı halinde anacıl ekonomi ataerkil-feodal aşiretsel ekonomide varlığını sürdürmektedir. Firavun sosyalizminde insanlar yalınkat köle olarak çalıştırılmaktadır. Hakları ölmeyecek kadar birer çömlek kâsesi çorbadır. Halen kalıntısı bulunan eski tapınak ve saray binalarında binlerce köle kâsesine rastlanması bu ilişkiyi doğrulamaktadır.
Devlet biçiminde zor, ulaştığı her alanda ekonomik anlamda ne bulursa talan etmeyi hakkı olarak görmektedir. Bir nevi zorun diyeti olarak düşünülmektedir. Zor tanrısal ve kutsaldır. Ne yapsa haktandır ve helaldir. Özellikle ana şekillenme merkezli olan Ortadoğu, Çin ve Hint uygarlıklarında siyasi üstyapı veya kast bir nevi altyapıyı ekonomi olarak değerlendirip her tür yönetim gücünü kendinde görmektedir. Pazar, rekabet henüz oluşmadığı gibi, günümüzdeki anlamıyla ekonomik sektör diye kavram da oluşmuş değildir. Her ne kadar ticaret varsa da, bu eylem devletlerarası ana işlevden biridir. Ticaret özelleşmiş olmaktan uzaktır. Devlet tekeli aynı zamanda ticaret tekelidir. Pazar kentleri çok istisnai olarak devletlerin tampon bölgelerinde ancak zaman zaman boy vermektedir. Onlar da kısa süreler içinde kent devletlerine dönüşürler. Bu süreçte ticaret kervanlarla yapıldığı için, ‘güçlü adamın’ daha sonra ‘kırk haramiler’, ‘korsanlar’ ve ‘eşkıyalar’ın soygunu da en az devlet soygunları kadar geçerlidir.
Kapitalist ekonominin ilk örneği
Greko-Roma uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Kentlerin özerklik derecesi, pazarda değişim ve fiyat belirlenmesi, büyük tüccarların varlığı kapitalizmin eşiğine kadar gelindiğini gösterir. Gerek kırsal alanın kent karşısındaki gücü, gerek imparatorluk örgütlenmesi (esas olarak kır ekonomisine dayanırlar) kapitalistlerin hâkim toplumsal sistem haline gelmelerine engel olur. Azami büyük tüccar seviyesinde kalırlar. Üretime ve endüstriye müdahaleleri çok sınırlıdır. Ayrıca siyasi erkin sıkı engellemeleriyle karşı karşıyadırlar. Efendiye bağlı kölelik henüz güçlü konumunu yaşamakta olup, işgücünün serbest yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Kadınlar cariye olarak, erkekler de tüm bedenleriyle köle olarak alınıp-satılırlar. Köle ekonomisinin tek belirleyici gücünün şiddet olduğu tartışmasızdır. Sadece bir ekonomik değer olarak kölelerin varlığı, şiddet-ekonomi (artı-ürün gaspına dayalı ekonomi) ilişkisine hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Çin ve Hint ilkçağ sisteminde siyasi ve askeri kast kuruluşundan kapitalist sömürgeciliğe kadar altındaki tüm toplumu bir nevi ekonomik sektör olarak görüp çalıştırarak yönetmeyi temel görevleri ve doğal hakları saymaktadır. Daha doğrusu tanrısal hakları.
Ekonomi sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Aile yasası olarak anlamlandırılması bir yandan kadınla bağlantısını dile getirirken, diğer yandan geleneksel siyasi erkin konumunu da açığa vurmaktadır. Onlar ekonominin üstünde tıpkı kapitalizm çağında tekellerin oynadığı rolü siyasi tekeller olarak oynarlar. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, siyasi tekelle ekonomik tekel arasında sıkı bir korelasyon (bağlam) olup, birbirini genel olarak gerektirirler. Atina ve Roma’nın siyasi gücü paradoksal olarak bir anlamda çok büyük olduğu için kapitalizme kapalıdır. Diğer yandan kır karşısında çok küçük olduğu için, kent kökenli bir ekonomik biçime güç getirememektedirler. Uygarlığın bu dönemi kapitalistleri tanımakla birlikte, sistemsel gelişmelerine henüz el vermemektedir.
Ekonomik sorun
Ekonomik sorunlar denince karıncalar aklıma gelir. Karınca kadar ufak bir hayvanın bile ekonomik (ne de olsa her varlık için ekonomi beslenmedir) sorunları olmuyor. İnsan gibi gelişkin akıl ve tecrübe sahibi bir varlığın yaman ekonomik sorunları, hatta işsizlik gibi yüz kızartan durumlar nasıl yaşanıyor? Doğada insan zekâsının üzerinde çalışıp iş haline getiremeyeceği ne olabilir? Sorun kesinlikle ne doğal işleyiştedir, ne de çevreyle ilgilidir. İnsanın zalim kurdu kendi içindedir. Her ekonomik sorun, başta işsizlik, toplumun sermayeleştirilmesiyle bağlantılıdır.
Benim yapmaya çalıştığım şey sermayenin ekonomi olmadığını, tersine ekonomiyi ekonomi olmaktan çıkarmanın etkili aracı olduğunu tanımlamaya çalışmaktır. Bunun için en başta gelen nedenim, toplumun gelişiminde kâr ve sermayenin hiçbir zaman hedef olmadığı, yer bulmadığıdır. Zengin, refah içinde toplum düşünülebilir. Ahlak ve politika buna açıktır. Ancak toplum ihtiyaç ve işsizlik içinde kıvranırken, etrafta zenginlik ve sermayeden bahsetmek, suç olmanın ötesinde toplumsal kırımla ilgili olmalıdır. Uygarlığı bizzat sorun yumağının kendisi olarak tanımlamak, sermaye tekeline dayanmasından ötürüdür.
Marks’ın sermaye tahlili şüphesiz değerlidir. Bunalım süreciyle ilgili işsizliği de açıklamaya çalışır. Acı olan odur ki, pozitivizmcilik hastalığı onu da çok kötü durumda yakalamıştır. Bilimcilik hastalığı çok daha kapsamlı tarihsel-toplum analizini yapmasını engellemiştir.
Tekeli anlamaya büyük özen göstermeliyiz.
O, yalnız sermaye olmadığı gibi, iktidar da değildir. Sadece ticari, askeri, idari alanda oluşmaz. Tüm bu değer ve alanların birleşmiş ifadesidir. Aslında tekel, ekonomi bile değildir. Ekonomik alan üzerinde elindeki zor, teknik ve örgütlenmeler yoluyla gaspı sağlama gücüdür; şirkettir. Ama alışageldiğimiz ekonomik şirket değil, son tahlilde sermaye biriktirme ortaklığıdır. Kendini bazen devletleşmemiş iktidar aygıtı, bazen devlet olarak karşımıza çıkarır. Günümüzde ‘ekonomik şirket’ sıfatını çok kullanır. Bahsettiğim gibi, ekonomik olmaktan çok, ‘ekonomiyi gasp şirketi’ demek daha doğrudur. Bazen ordu, çoğu yerde tüccarlar birliği, endüstriyel tekel olarak da kendisini yansıtabilir. Tekelin ahtapot gibi çok kolu olabilir. Bazen birçok farklı güç ve potansiyelin birleşik etkisi olarak ortaya çıkabilir. Hepsinde önemli olan, toplumsal artık-değerin sermaye olarak ellerinde toplanmasıdır. Beş bin yıldır değişmeyen, kesintisiz süren, kümülâtif büyüyen temel gerçekliği budur. Farklı mekân ve zamanlardaki rekabet-hegemonya, alçalış-yükseliş ve merkez-çevre oluşturması, bu değişmez gerçekliğin sürdürülmesi, zincirleme halkalar halinde kopmadan yürütülmesi içindir.
Sermayesiz ekonomi mümkündür, ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir.
Ekonomi üzerine kurulu sermaye ve iktidar tekelleri daraltılıp ortadan kaldırılıncaya kadar ne ekonomik bunalımlar ne sorunlar tükenebilir. Başta işsizlik, açlık ve yoksulluk olmak üzere, çevre tahribatı, her tür gereksiz sınıflaşma, sosyal hastalıklar ve savaşların temel nedeni, sermaye ve iktidar gruplarının toplumsal artık-değer üzerinde pay kapma ve paylarını arttırma mücadelesidir. Toplumsal doğa tüm bu sorunlar ve hastalıklara karşı esnek zarla donatılmıştır ki, sermaye ve iktidar aygıtlarının sınırlandırılması halinde bile başarılı olabilir. Tarih eğer ekonomik ve sınıfsal açıdan yazılıp okunacaksa, ancak bu paradigma ile gerçek anlamına kavuşabilir.
Politika için de aynı özellik belirtilebilir. Klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Şüphesiz tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak, deney alışverişi yaparak, bazı üyelerini görevlendirerek en iyi, verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışmışlardır. Aksi halde yine yaşam mümkün olamazdı. Neyin nasıl toplanıp yenileceği en temel politikaydı, yani ortak işti (Politika ortak iş olarak tanımlanır). O halde klan toplumu çok basit, ama hayati bir politik topluluktu. Bir gün politika yapmazsa ölürdü. Politika bu nedenle çok hayati bir doku işlevselliğine sahiptir. Belki de diğer tüm özellikleri öteki primatlarla (insana yakın hayvanlar) benzerdi. Yegâne önemli farkları, basit ahlaki ve politik dokuyu geliştirmiş olmalarıdır. Araçlar bile ancak politika olduğunda devreye girer. Dilin gelişimi bile ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurun işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız. Burada beslenme ihtiyacı ahlak ve politikanın temelinde yatar demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlakı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla sürekli geliştirme özelliğidir. Bu anlamda Marksist öğretideki “Ekonomi her şeyi belirler” ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan, ekonominin nasıl belirlendiğidir. İnsan türünde bu durum ahlaki ve politik dokuyu, toplumsal alanı gerektirir.
Ekonomi demokrasidir
Demokratik uygarlığın ekonomik temeli, toplumsal artık-değer üzerine kurulu sermaye tekelleriyle daimi çelişki içindedir. Tarım, ticaret ve endüstrinin gelişiminde temel toplumsal ihtiyaçlar ve ekolojik unsurlar dikkate alınmak kaydıyla özgürce her tür faaliyetlerine açıktır. Tekel kârı dışındaki kazancı meşru sayar. Pazara karşı değildir; tersine, sunduğu özgür ortam nedeniyle gerçek bir serbest pazar ekonomisidir. Pazarın yaratıcı rekabetçi rolünü inkâr etmez. Karşı olunan, spekülatif kazanç yöntemleridir. Mülkiyet sorununda ölçü verimliliktir. Mülki olarak tekelin rolü her zaman verimlilikle çelişir. Ne aşırı bireysel mülkiyetçilik ne devlet mülkiyetçiliği demokratik uygarlığın kapsamındadır. Toplumsal doğada ekonomi her zaman topluluklar halinde yürütülmüştür. Tek birey veya devletin ekonomiyle tekelcilik dışında ilişkisi yoktur. Birey ve devletin söz sahibi olduğu ekonomiler zorunlu olarak ya kâra geçmek ya da iflas etmek durumundadır. Ekonomi daima grupların işidir. Ahlaki ve politik toplumun gerçek bir demokratik alanıdır. Ekonomi demokrasidir. Demokrasi en çok ekonomi için geçerlidir. Bu anlamda ekonomi ne altyapı ne üstyapı olarak yorumlanabilir. Toplumun en temel demokratik eylemi olarak yorumlanması daha gerçekçidir.
Kapitalist ekonomi-politiğin ve Marksist yorumunun soyutladığı ekonomik ilişki analizleri çok sakıncalıdır. Ekonomi asla patron-işçi eylemi olamaz. Ben şahsen patron-işçi ikiliğini, toplumsal doğanın temel demokratik (Buna klan, kabile dönemlerini dahil edersek, ahlaki ve politik toplumun temel faaliyeti demek uygun düşer) eylemi olarak ekonominin tekelci hırsızları biçiminde değerlendirmek durumundaydım. Burada işçiden kastım, toplumun diğer yoksullarından, özellikle ücretsiz ev kadını ve kızlarından çalınan değerin ufak bir kısmının ücret adı altında verildiği tavizci işçidir. Köle ve serf nasıl ağırlıklı olarak efendi ve beyinin uzantıları durumundaysa, tavizkâr işçi de her zaman patronun uzantısıdır. Köleleşme, serfleşme ve işçileşmeye kuşkuyla bakmak ve karşı durmak, eylemini ve ideolojisini bu temelde geliştirmek, ahlaki ve politik olmanın başta gelen koşuludur. Nasıl efendi-bey-patron üçlüsü övgüye layık değilse, köle-serf-işçi de bunların uzantıları anlamında asla iyi toplumsal kesimler olarak yüceltilemezler. Düşürülmüş toplum kesimleri olarak durumlarına acımak ve bir an önce özgürleştirilmelerine çalışmak en doğru tutumdur.
Ekonomi temel mahiyette bir tarihsel toplum eylemidir.
Hiçbir birey (efendi, bey, patron, köle, serf ve işçi olarak) ve devlet ekonomik eylemin aktörü olamaz. Örneğin en tarihsel-toplumsal bir kurum olan annelik işinin karşılığını hiçbir patron, bey, efendi, işçi, köylü, kentli birey ödeyemez. Çünkü annelik toplumun en zor ve gerekli eylemini, yaşamın sürdürülmesini belirliyor. Sadece çocuk doğurmaktan bahsetmek istemiyorum. Analığa bir kültür, sürekli yüreğiyle ayaklanma halinde bir olgu, zekâ yüklü eylemin sahibi olarak geniş açıdan bakıyorum. Doğru olan da budur. Peki, bu kadar zorunlu, zorlu, eylemli, yürek ve akıl dolu sürekli ayaklanma halindeki kadına ücretsiz emekçi muamelesi yapmak hangi akıl ve vicdanla bağdaşabilir? En emekçi ideoloji olarak Marksizm’in bile aklına getirmediği bu ve benzer toplumsal eylem sahiplerini ücret dışı tutup, patronun uşağını başköşeye oturtan bir ekonomi bilimi, çözümünü nasıl sosyal olarak sunabilir? Marksist ekonomi fena halde bir burjuva ekonomidir. Büyük bir özeleştiriye ihtiyacı vardır. Cesurca özeleştiri yapmadan burjuvazinin çıkar sahasında sosyalizm aramak, tıpkı yüz elli yıllık hareketin (reel sosyalizmin) iflasında, çözülüşünde (hem de kendiliğinden) görüldüğü gibi, kapitalist sisteme karşılıksız en değerli hizmettir. “Cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir” derken, Lenin ne kadar da doğru söylüyordu! Acaba kendisi, eyleminde de bu cümlenin doğrulanacağını düşünebiliyor muydu? İlgili bölümde bu çözümlemeleri geliştirmeyi umuyorum.
Ekonomi konusunu tarihsel toplumun ahlaki ve politik ana eylemi olarak düşünüp, gerekirse bir soyutlama ve bilim haline getirmek mümkün olabilir. Ama Avrupa merkezli ekonomi-politiği bilim olarak düşünmek, belki de Sümer mitolojisinden sonra en sömürge bir ikinci mitolojiye aklın tutsak olması demektir. Radikal bir bilimsel devrim bu alan için hayati rol oynayacaktır.
Hiçbir toplumsal eylem ekonomi kadar ahlaki ve politik olamaz.
Bu vasfıyla demokratik siyasetin en öncelikli konusu olarak anlam bulmaktan kurtulamaz. Toplum sağlığı için tıptan bin kat daha gerekli olan tarihsel-toplum ekonomisi üzerinde demokratik uygarlık sistemi, doğru yorumu kadar gerçek bir devrim vaat etmektedir.
Sosyal bilimlerin en şaşırtma yaptıkları alanlardan birisi tekellere ilişkin olanıdır. İktidar aygıtlarını ekonomi üstü olarak ticari, sınaî ve finansal tekellerden ayrı konumlandırmaya büyük özen gösterirler. Böylelikle genelde iktidarı, özelde devleti tekel olgusundan farklı olgularmış gibi sunmak isterler. Sosyal bilimleri sakat bırakan temel noktalardan biri budur. Ekonomi üstü tekellerle iktidar tekelleri arasındaki fark, ancak işbölümü anlamında izah edilebilir. Bunun dışında aralarındaki bütünlük tarihseldir ve kesindir. Fernard Braudel’in çok etkili bulduğum bir cümlesini buraya almak durumundayım. Braudel, “İktidar da sermaye gibi biriktirilir” der. Aralarındaki bütünlüğü yakalamış gibidir. Kaldı ki, konuya birçok açıdan açıklık getiren bilge bir kişidir.
İktidar sadece sermaye gibi biriktirilmez. Sermayenin en homojen, rafine edilmiş, tarihsel olarak biriktirilmiş halidir. Büyük harflerle yazarsam, İKTİDAR SERMAYENİN EN HOMOJEN, RAFİNE EDİLMİŞ, TARİHSEL OLARAK BİRİKTİRİLMİŞ HALİDİR. Ekonomi üstü diğer sermayeler daha farklı biriktirilerek el değiştirme, örgütlenme konumundadır. Hepsine tekel olarak bakma ve anlam vermenin temelinde ekonomi üstü olma ve genelde toplumsal değerlere, özelde toplumsal artı-değerlere el koyma (el koyma = tekel) mahiyetinde olmalıdır. İster vergi, ister işletme kârı, ister apaçık talan biçiminde olsun, tüm toplumdan sızdırmalar tekel mahiyetindedir. Bu nedenle tekel kavramı yerinde ve iyi anlaşılmalıdır.
Demokratik Modernitenin ekonomik ve endüstriyel boyutunun temeli ekolojiktir.
Ekonominin özellikle tanımını doğru yapmak önemlidir. Bu konuda ekonomi-politiğin muazzam bir saptırma ve köreltme aracı olduğunu kavramak öncelik taşır. Özellikle ‘kapitalist ekonomi’ kavramı tam bir propaganda oyunu ve safsatadır. Önceki ciltlerde çözümlediğimiz gibi, kapitalizmin kendisi ekonomi olmayıp, ekonominin can düşmanıdır. Tekel kârı için yeryüzünü yaşanmaz hale (bir avuç Firavun ve Nemrut dışında) getiren ve özünde toplumsal değerleri (sadece artık-değer değil) talan etmeye dayalı sistemli (ideolojik ve maddi kültür hegemonyalı) şebeke örgütlenmesidir. Kırk haramiler ve korsanlardan farkı, bunların kendilerine çok yönlü bir ideolojik meşruiyet, yasal kılıf ve iktidarsal dayanaklar oluşturmalarıdır. Bu araçlarla kendi gerçek yüzlerini ve özlerini gizlemeye çalışırlar. Başta ekonomi-politik olmak üzere, birçok sözde bilimsel disiplinlerle kendilerini hakikatin kendisiymiş gibi sunarlar. Muazzam bir ideoloji ve zordan örülü zırh olmazsa, varlıklarını bir gün bile sürdüremezler. Bu yapısallıklarıyla toplumun temel varoluşu olan çevre anlamını da içeren ekonomik eylemini (ahlaki ve politik toplumun temel faaliyet biçimi) baskı ve sömürü altına alarak hem gelişmesini önlerler, hem de bir avuç azınlığın mutluluk kaynağına dönüştürürler.
Fernand Braudel’in ekonomi tanımlamasında, temel insan ihtiyaçlarını zemin kat, tekel ve fiyat istismarını içermeyen pazar etrafındaki meta faaliyetlerini esas ekonomi alanını belirleyen birinci kat, bu iki katın üzerindeki tekel ağları ve fiyat istismarıyla oluşan üst katı ise asıl kapitalizm alanı olarak belirlemesi ve pazar karşıtı sayması (I. Wallerstein bu saptamayı çok önemli bulur) büyük bir öğretici değere sahiptir. Liberalizmin ısrarla kapitalizmi piyasa-pazar ekonomisi saymasının bu tanımlama ışığında tam bir safsata olduğu açıktır. Kapitalizmin pazarla ilişkisi, ancak fiyat oyunlarıyla tekel kârı elde etmekten, bunun için gerekirse savaşlar ve bunalımlar çıkartmaktan tutalım, tüm ekonomiyi temel ihtiyaçları karşılayan bir faaliyet olmaktan çıkarıp en çok kâr getiren alanlara (azami kâr kanunu) kaydırmasına kadar, her türlü çılgınlığı oynamaktan çekinmeyen vahşi bir oyun sistemidir. Oyun diyoruz, yani insan toplumunu temel varoluş nedenlerinden kopartacak kadar yaşam karşıtı bir eylem, saldırı tarzı olarak oyundur.
Genelde uygarlık tekelleri özelde kapitalist tekeller (tarım, ticaret, finans, iktidar ve ulus-devlet aygıtları) tarih boyunca tüm ekonomik çarpıtmaların, bunalımların, sorunların, açlık ve yoksullukların, çevre felaketlerinin temel etkenidir. Bu temel etken üzerinde ayrıca her tür sosyal-siyasal sınıflaşmalar, iktidarlar, aşırı kentleşmeler (bunlara dayalı tüm hastalıklar), ideolojik saptırmalar (her tür dinsel, metafizik ve bilimci dogmalar), çirkinlikler (sanatın çarpıtılması) ve kötülükler (ahlaki yoksulluk ve bozulmalar) yükselir. Kapitalist modernitenin son dört yüz yılı bu saptamalara ilişkin sayısız örnek sunmaktadır.
Demokratik modernite ekonomiyi bu karşı eğilimlerden kurtarmakla kalmaz. Daha gelişmiş koşullarla işsizliği ve yoksulluğu tanımayan, fazla ve eksik üretime yer vermeyen, az ve çok gelişmiş ülke ve bölge farklılıklarını asgariye indiren, köy-kent çelişkisini birbirini besleyen ilişkilere dönüştüren bir sistematiğe sahiptir. Kendi sistematiği içerisinde toplumsal ve ekonomik farklılıklar sınıfsal sömürü boyutlarına taşınmaz. Sınıfsal gelişmeler derinleşmez. Bunalım ve savaş nedeni olabilecek ekonomik sömürü ve sosyal çelişkiler boyutlanmaz. Endüstriyalizm ve kentleşmenin sadece köy ve tarımı değil, gerçek, yaşanır boyutlu kent ve endüstri faaliyetlerini yutmasına da demokratik modernite sistemi izin vermez. Bunun mekanizması demokratik modernitenin temel boyutlarında bütünsellik halinde verilidir. Tüm topluluklar ekonomik faaliyetlerinde ahlaki ve politik boyutla bağlantılı olarak, ekolojik ve endüstriyel unsurları bütünlük içinde ele alır. Bunlar birbirlerine kopmaz bağlarla bağlantılıdır. Bireycilik ve tekelciliğin parçalayıcı pençelerine bir şey bırakılmaz. Eko-ekonomi ve eko-endüstri, tüm toplumsal faaliyetlerde göz önünde tutulur. Bu temelde sadece çevreyi yeniden onarma ve tarımı canlandırma, köyü en sağlıklı çevreye sahip yaşam alanına çevirme projeleri bile tek başına tüm işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırma potansiyeline sahiptir. İşsizlik insanın doğasına aykırıdır. Bu kadar gelişmiş bir zekâya sahip insanoğlunun, kızının işsiz kalması, ancak insanın zoraki eli ile mümkündür ve nitekim öyle olmaktadır. Bir karıncanın bile işsiz görünmediği doğa, nasıl en gelişmiş varoluşunu işsiz ve çaresiz bıraksın? İnsan pratiğinin harika ürünü olan teknoloji ve ona dayalı endüstri çağında nasıl yoksulluk kader olsun?
***
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)