7 Mart 2010 Pazar

Kerbela



Peygamberin torunları Hazreti Ali'nin iki çocuğu olan Hasan ve Hüseyin iki ayrı kişiliğin sembolü durumundadır. Hazreti Hasan uzlaşma ve barışın, Hazreti Hüseyin direnişin sembolüdür.

Muharrem ayında yaşanan Kerbela faciası İslam tarihinin en büyük travmasıdır. Henüz Peygamberin vefatının üzerinden çok kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen yaşanan katliam, iktidar hırsının insanlığı nereye götürebildiğini göstermesi açısından önemlidir. Saltanat ve güç olgusunun dini araçlaştırarak ortaya çıkarttığı algı dünyası insanlık için ciddi bir tehdit oluşturmuştur. Dinin ahlak ve insan onurunu geliştiren bir zemin olmaktan çıkıp, tersi bir işlev üstlenmesi acı bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.

Tarihte yaşanan hiçbir olay sadece yaşandığı devrin şartları içerisine hapsedilemez. Elbette içinde doğduğu toplumun koşullarından bağımsız değildir ama sadece o güne indirgenerek ele alınmamalıdır.

Kerbela on beş asra yaklaşan bir tarih diliminin en sembolik olaylarından birisidir. Bugünün İslam kültüründe ağırlığını koruyan bu olay, sanıldığı gibi sadece Alevi ya da Şii dünyasında değil tüm İslam toplumunda önemli bir tarihi dönüm noktası kabul edilmektedir. Alevi ve Şia düşüncesinde siyasal boyutları en az toplumsal boyutları kadar önemsenerek ele alınırken, Sünni dünyada daha çok konunun duygusal boyutu ön plana çıkarılmıştır.

Yaşanan acıların yasını tutmak bazılarının iddia ettiği gibi sadece öfke ve intikam duygusunu körüklemez. Aksine bu acıların yenilenmemesinin de teminatı olabilir aynı zamanda. Bu acıların tarihin farklı dönemlerinde farklı toplum kesimlerinde yeniden üretilmesi karşısında sığınılacak tek yer tarih olmamalıdır şüphesiz.

Kerbela ile kıyaslandığında sayısal olarak çok daha ağır bedellerin ödendiği katliamlar söz konusudur. Bu katliamların neden Kerbela kadar sembolik bir rol edinemediği konusunu kaba pozitivist algı ile izah etmek kolay değildir. İnanç dünyalarının, tarih hafızasının inşasında, toplumsal kültürün üretilmesinde sahip olduğu ağırlığı bir gerçeklik olarak kabullenmek durumundayız.

Yeni Maraşların, yeni Madımakların yaşanmaması için Kerbela konusunun çok daha görünür biçimde tartışma platformlarına taşınması gerekir. Ne yazık ki bu konuda Sünni dindar çevreler çok istekli olmadığı gibi, çoğu sol Alevi çevre de bu konunun önemine uygun davranmamaktadır. Sadece gelenek dünyasında toplum tarafından yaşatılan Kerbela'nın, Muharrem ayı vesilesi ile bir kez daha hatırlanmasına herkesin, hepimizin ihtiyacı var.

Sadece Türkiye özgürlük mücadelesinin değil, Ortadoğu'daki her türlü hak ve adalet arayışının kendisini refere edebileceği Kerbela olayı üzerinde düşünülmeyi fazlası ile hak etmektedir.

Ayhan BİLGEN

* * *

'Açılım' için önce katliam dosyalarını açın!

CHP'nin 'Alevi açılımı'nı 'Dersim'de analar ağlamadı mı?' sözü ile parti adına Onur Öymen yapmıştı.

AKP'nin 'Alevi açılımını' ise Maraş Katliamı'nın bir numaralı sanığını 'Düşüncelerini almak üzere çalıştaya davet' eden Bakan Faruk Çelik yaptı.

Sivas Katliamı'nın bir numaralı sanığı Cafer Erçakmak, 2 Temmuz 1993'ten bu yana 'firari.' Bu katili de bir sonraki 'Alevi çalıştayına' davet edebilirler.

19-24 Aralık 1978... Maraş Katliamı!

Üzerinden 31 yıl geçti.

12 Eylül Askeri Darbesi oldu. Maraş'taki insanların duygu ve düşünceleri bir kere daha yakılıp yıkıldı. Sadece Maraş mı? Bütün Türkiye insanının duygu ve düşünceleri ve insani belleği yakılıp yıkıldı.

Katliam dosyası kapatılıp tozlu raflara kaldırıldı. (ki yok edilmediyse!?)

Katliamın 'bir numaralı sanığı' milletvekili oldu!

Dönemin emniyet müdürü İçişleri Bakanı oldu!

12 Eylül Darbesi'nin 'Netekim Paşası' ressam(!) oldu.

Dönemin başbakanı öldü! Ve onun (Bülent Ecevit) çekmecesinden çıkan 'bir bilgi notu' katliamda 'devletin sorumluluğu olduğunu' ortaya koydu. (Hoş, biz bunu o 'bilgi notu' ile öğrenmedik.)

Maraş Katliamı, Anadolu'da bin yıldır yürütülen katliamlar tarihinin bir parçasıdır. Katliamlar tarihi burada bitmemiş, 12 Eylül zihniyeti, Çorum, Malatya, Madımak katliamı, Gazi, Ümraniye katliamları ile devam etmiştir.

Maraş Katliamı vahşet boyutlarını aşan yeryüzündeki canlı bir varlığın yapamayacağı tanımsız bir durumdur.

Katliam sözü durumu tanımlamak için az kalır.

Katliamın planlanmasından, uygulanmasına kadarki her aşamada devlet işin içindedir.

Katliamcılar, insani olan ne varsa, insanlık dışı yöntemlerle yok etmek için yapabilecekleri her şeyi yapmışlardır.

Katliamdan önce ülkücü faşistler 'Milli Piyango satıcısı' görünümünde kentin çeşitli yerlerinde konuşlandırılmıştır.

Özellikle Alevi mahallelerinde 'Büyük çaplı aramalar olacak. Herkes silahlarını saklasın!' dedikodusu yaratılmış ve zaten kırık dökük savunma araçları olan Alevilerin ellerindekileri de yok etmiş, iyice savunmasız bırakmışlardır.

'Kızılbaşlar camiye bomba attı' provokasyonu Çorum ve Malatya'da olduğu gibi burada da yapılmıştır.

Asker ve polis Alevi mahallelerini kuşatmış Alevileri savunmasız hale getirmek için gerekenleri yapmış, sivil görünümlü katil sürüsü ise kendilerine hazırlanan zemini 'değerlendirip' katliamı yapmıştır.

CHP Genel Başkanı, Başbakan Bülent Ecevit ve Bakanlar Kurulu ise katliamı adeta seyretmiştir.

Maraş Katliamı'nı Sünniler yapmadı. Maraş halkı da yapmadı. Maraş Katliamı'nı 'ülkücü' faşistler ve devlet yetkilileri ortak yaptılar.

Maraş Katliamı'nı yapanların insani duyguları yok ki inançsal duyguları olsun. İnsan olunmadan inanç olmaz.

Şimdi 'inancı' olanlar bu katliam dosyalarını yeniden açmalıdır.

Alevilerle alay edercesine 'açılım' yapmak kof çıktı.

'Açılım' için önce Koşgiri, Dersim katliamları başta olmak üzere arşivleri açın 'Açılımcılar.'

Arşivleri açmaya gücünüz yoksa 'Açılım yapıyoruz' diyerek Alevilerin katillerini 'çalıştaylara' çağırıp kendinizi rezil etmeyin!

Kemal BÜLBÜL

* * *

Kilisenin çanına minare dikmek

Avrupa'nın göbeğinde 'medeni' İsviçre'nin 'minare yapımının yasaklanması' referandumundan yüzde 57,5 'evet' oyu çıkması son günlerin en çok tartışılan konularından. 4 resmi dili ve 26 özerk kantonu bulunan Avrupa'nın en 'demokratik' ülkesinin, Müslümanları ötekileştiren bu yasakçı tavrı, çoğumuzda hayal kırıklığı yarattı. Kimimiz 'Haçlı zihniyetinin hortlaması', kimimiz 'kara para aklamanın gizlenmesi' olarak yorumladık olup biteni. Kürt yazar Mehmed Uzun'un diliyle roman yazacak kadar benimsediği, çok kültürlülüğün simgesi sayılan İsviçre'de gelinen nokta gerçekten kaygı verici. Meseleyi burada yeniden tartışmaktan ziyade, yaşadığım topraklardaki benzer bir olguyu irdelemektir maksadım.

Avrupa'nın çok kültürlü İsviçresi'nden Türkiye'nin 'medeniyetler buluşması'na ev sahipliği yapan Antakya'ya gelmek istiyorum. Antakya; değişik kültürlerin izlerini barındıran, 'çan-ezan ve hazan' üçlemesiyle, farklı kültürlerin, dillerin, dinlerin ve mezheplerin harmanlandığı hoşgörü diyarı. Yaklaşık 2300 yıllık geçmişiyle dünyanın en kadim kentlerinden. Öyle ki Türkiye'nin tek Ermeni köyü Vakıflı bu topraklardadır. Arap Alevileri (Nusayriler), Hıristiyan Araplar, Yahudiler, Afgan göçmenleri, Kürtler, Türkmenler bu topraklarda harmanlanmıştır. Hıristiyanlığın Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri cemaatleri ile birlikte renk katmaktadırlar hayatımıza halen. Nusayrilerin, Ermenilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların bayramları birbirine karışmaktadır bu topraklarda. Dünyanın en çok bayramına sahip olan kentinde yaşamaktan mutluyuz elbette. 1971 ve 1979 yıllarında Kırıkhan'da yaşanan Alevilere yönelik 'münferit' olayları saymazsak, dinler ve mezhepler arasında ciddi bir çatışma da olmamış bugüne kadar.

Samandağ'da bulunan Musa Dağı eteklerinde, yedi Ermeni köyü bulunmaktaymış evvel zaman içinde. 'Rivayet' odur ki, 1915 kıyımında Musa Dağ'da 40 günlük direnişten sonra ülkeyi terk ederler. Hatay'ın Fransızların egemenliğine girmesinden sonra topraklarına geri dönerler. Evlerini onararak bahçelerine ağaç dikerler yeniden. 1939'da Hatay'ın Türkiye'ye katılmasıyla birlikte 'Vakıflı' dışındakiler, 1915 travmasının da etkisiyle, her şeyi geride bırakarak yeniden göç yollarına düşerler. Sonra, Ermenilerden boşalan bu köylere, etnik nüfusun dengelenmesi amacıyla Türkmenler yerleştirilir alelacele.

İşte bu köylerin en büyüğü ve zengini Yoğunoluk köyüdür. Yoğunoluk, Franz Werfel'in 'Musa Dağ'da Kırk Gün' adlı romanın başkahramanı Gabriel Bagratyan'ın köyü ve direnişin de merkezidir aynı zamanda. Geçmişin binlerce yıllık düğünlerine, şenliklerine ve acılarına tanıklık etmiş 'cennetten bir parça'dır burası. Ermeni ustaların hünerli ellerinden çıkmış yüzlerce yıllık taş evlerde, kim bilir ne anılar saklıdır. Ahalisi kovulmuş bu hüzünlü köyde, bir zamanlar görkemli ayinlerin yapıldığı bir kilise, kilisenin tepesinde ise bir minare bulunur. İşte yazımızın konusu budur.

'Hoşgörü kentine' minare gölgesi

Geç Roma dönemine ait Yoğunoluk Kilisesi'nin 1633-1646 yıllarında inşa edildiği sanılıyor. 1896 yılında restore edilerek kullanılmaya başlanmış. 1939 göçünden sonra köye yerleştirilen Türkmenler; sanki dünyada başka yer kalmamış gibi, kilisenin üstüne önce kiremitli cami, 1961 yılında ise alüminyum doğramalı, 'pimapen'li betonarme yapı inşa ederler. Böylece 'Altı kilise, üstü cami' acayip bir yapı çıkar ortaya.

Köylüler, temel kazma derdinden kurtulmak için mi bu yola başvurdular, yoksa 'ben senden üstünüm' demeye mi getirdiler işi, bilemiyoruz. Ancak devletin, bu hoyratlığı sadece seyretmekle yetindiği bir gerçek. İşin asıl ilginç yanı, tarihi bir ibadet yerine kültürel ve mimari dokusu gözetilmeden yapılan bu 'kaba saba' müdahalenin, 'dinler arası hoşgörü' ve 'medeniyetler buluşması' şeklinde sunulmasıdır. 'Alt katı kilise, üst katı cami' tarifi ile sanki özgür iradeye dayanan ortak bir yapıdan söz edilmektedir. (Zaman/Turkuaz 01.01.2006) Özrümüz kabahatimizden büyük anlayacağınız.

Bu kilisenin cemaatine ne olduğu ya da artık bu topraklarda neden bulunmadıkları sorgulanmadan, 'kendi istekleriyle göç ettiler' safsatasıyla, 360 yıllık bir kilisenin çanına minare dikmek hangi ahlaka, hangi töreye sığar? Çürümeye terk edilmiş, kapıları sökülmüş, zemini ve süslemeleri tahrip edilmiş, içerisine çocukların ve evcil hayvanların rahatlıkla girdiği bu mekanın üstüne cami yapıp 'dünyada örneği olmayan yapı' gibi göstermek İslam'ın evrensel değerlerine de saygısızlık değil midir? Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve Mimarlar Odası ne diyor bu işe acaba? 'Marka kent' iddiasıyla çalışma yürütülen bir yerde, bu manzara kötü bir 'marka' örneği değil midir? (Yoğunoluk Kilisesi'nin aslına uygun olarak restorasyonu için gösterdiği çabalar başarısız kalsa da, eski Samandağ Kaymakamı Selim Çapar'ın hakkını yememek gerekir burada)

Mimarlar Odası'nca 10-13 Aralık 2009 tarihleri arasında Hatay'da düzenlenen 'Türkiye Kültür Politikası Arayışında Kültürel Çeşitlilik, Toplumsal Gelişim ve Mimarlık' Sempozyumu kapsamında Yoğunoluk köyüne de teknik bir gezi yapıldı. Yoğunoluk Kilisesi'nin mevcut 'mimari' durumu hakkında tek kelime dahi edilmemesi, rahatsızlık duyulmaması üzücüdür. Bu ziyaretin 'turistik gezi'den ibaret kaldığı anlaşılıyor.

Kültürel hoyratlık

Yüzlerce yıllık kiliselerin camiye çevrildiği ya da tahrip edildiği, misyonerlik faaliyeti yürüttüğü gereksiyle insanların diri diri boğazlandığı, Hrant Dink gibi bir 'değer'in sırtından vurulduğu bir ülkede, bu 'minare dikme' işini abarttığım düşünülebilir. Ancak kardeşliğin ve hoşgörünün simgesi sayılan bir kentte, bu manzaranın 'trajikomik' olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunluğun üstün olduğu, üstte durduğu böylesi bir görüntü, İsviçre'nin 'yeni minare yasağı' ilkelliğinden bile daha beterdir kanımca.

Hatay Devleti Meclis binasının 'porno sineması'na dönüştürülmesi utancından daha yeni kurtulan Antakya'nın, bu 'hoşgörüsüzlüğe' de 'dur' diyeceğine inanıyorum. 'Doğunun Kraliçesi', ana şefkatini esirgemeyecektir bu toprakların farklı kültürlerinden.

İnsanlığın ortak mirası Samsat'ı, Zeugma'yı, Nevala Çori'yi barajlara kurban verdik. Şimdilerde 15 bin yıllık Hasankeyf'i sulara gömmek, Munzur'un suyunu barajlarla kesmek için can atıyor 'devlet büyüklerimiz.' 'Güvenlik' paranoyasıyla, halklar arasına bentler örülüyor durmadan. Bazı uyanık muhtarlar, 1600 yıllık Mor Gabriel Manastırı'nın topraklarına göz dikmiş; 'Gavurun malı'nı helal kılmışlar yeniden. Birinci derecede arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmiş Mardin Kalesi'nin, 'askeri yasak bölge' ilan edilerek ziyaretçilere kapatılmasına ne demeli peki? 'Kartal Yuvası'na radar dikmiş 'güvenlik sever'ler, restorasyonunu bile engellemişler.

Doğal ve kültürel mirasa ilişkin bunca günahın yanında, kilisedeki minare 'masum' mu kalıyor yoksa?

Kadir GÖNÜLLÜ*
* Tarım Orkam-Sen Hatay Temsilcisi

Hiç yorum yok: