13 Temmuz 2011 Çarşamba

Hükümet Esir Askerler İçin Neden Suskun?

Türk ordusu, HPG gerillalarının ikisi asker üç kişiyi esir aldığı alanda operasyonları yoğunlaştırırken, hükümet ve Türk medyası olaya “yabancı” kalmaya devam ediyor. Dört gün geçti, hükümetten tek bir açıklama gelmedi. HPG kaynakları ise operasyonların askerlerin hayatını tehlikeye attığını belirterek, asker aileleri ve insan hakları savunucularının devreye girmesini istiyor.

HPG gerillaları 9 Temmuz günü Diyarbakır’ın Lice ilçesi kırsalında “Jitem üyeleri” oldukları belirtilen bir astsubay, bir uzman çavuş ve askeriyede çalışan bir sağlık personelini esir aldı.

OPERASYONLAR ASKERLERİN CAN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDİYOR

Türk hükümeti ve ordusu her üç kişiyi “kurtarmak” adına bölgede operasyon başlattı. Binlerce askerin katıldığı opersyonlar genişleyerek devam ederken, hükümet yetkililer ve Türk medyası olayı görmezden gelmesi dikkat çekiyor. Oysa HPG’li kaynaklar Türk ordusunun yürüttüğü operasyonların esirlerin can güvenliğini tehlikeye attığını belirterek, bu konuda duyarlılık çağrısında bulunmuştu.

HPG’li kaynaklar, asker aileleri ve insan hakları savunucularından operasyonların durması için harekete geçmesini istiyor.

ASKERİNE SAHİP ÇIKMAYAN DEVLET

İki askerin esir alınmasına rağmen değil Başbakan, hiçbir hükümet yetkisi aradan dört gün geçmesine rağmen tek bir açıklama yapmadı. Türk devleti daha önceki esir asker olaylarında, askerleri kurtarmak için girişimde bulunmak yerine olayı gizlemeyi tercih etmişti. Türk hükümeti bugüne kadar PKK tarafından esir alınan tüm askerlerini yüzüstü bıraktı, bununla da yetinmeyerek serbest bırakılan askerleri yargıladı, hatta hapsetti. Esir askerleri gerillaların geri getirilmesi için devreye giren sivil toplum örgütü üyeleri de hapis cezalarına konu oldular.

PKK'nin kuruluş toplantısının gerçekleştirildiği Fis Ovası'nda 9 Temmuz 2011’de 2'si asker 3 kişinin alıkonulması tarihe PKK'nin 8. kez asker alıkoyma eylemi olarak geçti. Daha önce 1992, 1993, 1994, 1996, 2005 ve 2007 yıllarında toplam 7 kez asker alıkoyma eylemi düzenleyen PKK, son olayla birlikte toplam 36 askeri esir aldı. PKK hepsini ailelerine geri teslim etti. Ancak askerlerin geri getirilmesi için 1994 ile 1996’da giden heyetlerin arasında yer alan Refah Partisi’nden bir milletvekilinin dışında “resmi” etiketli tek bir girişim olmadı. Aksine 96’da giden heyet gözaltına alındı, hain ilan edildi.

ESİR ASKERLER İLE ONLARIN GETİREN HEYETLER HAİN İLAN EDİLDİ


2007’ye gelindiğinde de bu zihniyette bir değişme olmadı. 22 Ekim 2007’de Dağlıca Taburu’na baskın yapan gerillalar 8 askeri esir almıştı. Bu grup Federal Kürdistan Bölge Hükümeti İçişleri Bakanı Hacı Mahmut Osman, Uluslararası Tolerans Başkanı Kerim Sincari ile kapatılan DTP'nin milletvekilleri Osman Özçelik, Aysel Tuğluk ve Fatma Kurtulan'dan oluşan heyetle imzalanan protokol ardından 4 Kasım'da serbest bırakıldılar. Ancak askerler geri dönüşlerine sevinemediler, hükümet yetkililerinde de sevinç kaynağı olmadı. Öyle ki Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, "Keşke ölseydiler" dedi. Sonrasında ise hain ilan edilen askerler yargılandı, hapse atıldı.

Kendi askerlerine “keşke ölselerdi” diyen AKP hükümeti, bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan sorunların çözümü için arabuluculuğa soyunuyor. İsrail-Filistin sorunu, Suriye’nin Batı ile sorunları, Lübnan meselesi ya da İran ile AB arasındaki sorunlarda kendisini “çözüm aktörü” olarak öne süren hükümet, kendi iç sorunları sözkonusu olduğunda “arabozucu” ve çatışmaları körükleyici bir pozisyonda duruyor.

ERDOĞAN İSRAİLLİ ASKER İÇİN ARABULUCU MU OLUYOR?

İsrail’den gelen son haberlere göre 2006 yılında Filistinli gruplar tarafından alıkonulan İsrailli askeri Gilad Shalit’in serbest bırakılması için ailesi Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesini istedi. Shalit’in babasının bir yıl önce Erdoğan’ın Hamas nezdinde girişimde bulunması için böyle bir talepte bulunduğu iddia ediliyor. Yedioth Ahronot gazetesine göre Shalit'in babasından bir mektup alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da konuyla bizzat ilgileneceğine söz verdi.

Buna karşın Erdoğan hükümeti, kendi askerlerini kurtarmak bir yana onların ölümüne yol açabilecek operasyonların talimatını veriyor. Askerlerinin “sağ olarak geri dönüşlerine” sevinemeyen bir hükümetin, ölümlere son verecek bir barıştan bahsetmesi ne kadar inandırıcı olabilir?

Afrika Boynuzu'ndaki İnsanlık Dramı Büyüyor

Son 60 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya olan Afrika’nın doğu bölgesinde yüzbinlerce insan su ve yiyecek için göç yollarında. Somali, Etiyopya ve Kenya içlerinden hergün binlerce insanın ulaşmaya çalıştığı Kenya’nın Dadaab bölgesindeki mülteci kampları alarm zilleri çalıyor. Yardım kuruluşları, kamplardaki durumu “saatlik bomba” olarak tanımlıyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) günlük acil yardım çağrısında bulunduğu son 60 yılın en büyük kuraklığının yaşandığı Afrika Boynuzu olarak adlandırılan Afrika’nın doğu bölgesinde büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. BM’nin “dünyadaki en büyük insani felaketi” olarak tanımladığı, 12 milyon insanın etkilendiği kuraklık nedeniyle yüzbinlerce insan su ve yiyecek için göç yollarında.

DADAAB MÜLTECİ KAMPLARI ALARM ZİLLERİ ÇALIYOR

Somali, Etiyopya ve Kenya içlerinden yüzbinlerce insan, günlerce süren yalın ayakla dünyanın en büyük mülteci kamplarının bulunduğu Kenya’nın Dadaab bölgesine ulaşmaya çalışıyor. 370 bin kişinin bulunduğu mülteci kamplarına her gün binlerce kişi daha ulaşıyor. Dadaab’taki doktorlara göre, çocukların çoğu akut beslenme yetersizliği ile bunun sonucu olarak anemi gibi komplikasyonlar yaşıyor. Doktor Milhia Abdulkadir, “Buraya ulaştıklarında çocuklar besin eksikliği nedeniyle derilerinin döküldüğü ağır bozukluklar yaşıyorlar” dedi.

KADIN VE ÇOCUKLAR

Bölgede bulunan El Cezire muhabiri Azad Essa, Dadaab’taki kamplara gelenlerin çoğunun kadın ve çocuklar olduğunu söylüyor: “Temel ihtiyaçları edinme umuduyla her sabah yüzlerce kişi kayıt işlemlerinin yapılmasını bekliyor. Ancak kayıt işlemleri uzun sürüyor. Uzun yalın ayak yürüyüşünden sonra insanlar günlerce sırada bekliyorlar.”

SAATLİ BOMBA

Kamplara girebilenler yanı sıra binlerce insan da kamplar dışında bekliyor. İngiliz Save the Children adlı çocuk yardım kuruluşundan Andrew Wander, haftalardır yemek yememiş olan insanların kampa ulaştıklarında bitkin ve umutsuz olduklarını söylüyor. Kaldığı kampa günde 1500 kişinin ulaştığını söyleyen Wander, kamptaki durumun “ciddi boyutlarda” olduğunu belirtti.

Sınır Tanımayan Doktorlar Wander’in tespitini doğruluyor. Sınır Tanımayan Doktorlar, kampların temellerinden sarsıldığını, patlamaya hazır bir vaziyette olduğunu söylüyor. El Cezire muhabiri Essa, “Kamplar etrafındaki durum saatli bomba gibi. BM tarafından dağıtılan plastik kaplamalardan binlerce çadırcık kurulmuş durumda. Bu mülteciler kayıt edilmişler, ancak 3 kampta kendilerine yer olmadığı için, kendi kamplarını kurmuş durumdalar” dedi.

DÜNYADAKİ EN BÜYÜK İNSANİ FELAKET

Yardım kuruluşları, Dadaab’a ulaşan yüzbinlerce mülteciye tıbbi yardım yanı sıra su ve gıda yardımında da bulunmaya çalışıyorlar. BM Yüksek Mülteciler Komiserliğinden Antonio Gutterres, mültecilerin çoğunun geldiği Somali’ye yardımda bulunmanın öncelikli olduğunu söylüyor. Gutterres, burada çaresizlik içinde gördükleri insanlara ülkelerinde yardımın çok daha yerinde olacağını belirtiyor.

Dadaab’taki kampları ziyaret eden Gutterres, kuraklıkla boğuşan Somali’deki durumu “dünyadaki en büyük insani felaket” olarak tanımlayarak uluslar arası camiaya acil ve yaygın yardım çağrısında bulundu.

SOMALİLİ GÖÇMEN SAYISI YARIM MİLYONU GEÇEBİLİR

Sınır Tanımayan Doktorlar yaptıkları bir açıklamada, Dadaab’taki mülteci kamplarında Somalili mülteci sayısının yarım milyonu geçmesini beklediklerini belirterek, buradaki yardımların acil olarak arttırılması gereğine dikkat çekti.

Kuraklığın merkezini Kenya, Etiyopya ve Somali sınır bölgesinden oluşuyor. Bu göçebe bölgede ailelerin çoğu hayvancılığa bağımlı. Uganda ve Cibuti’de kuraklıktan etkilenen ülkeler arasında.

Yapısal Ve Kurumsal Faşizm


Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bugüne kurumsal bir faşizmi yaşamaktadır. Darbe dönemleri bu faşizmin sadece daha da koyu bir hale getirilmesidir. Önceleri 141, 142, 168, 171 ve 163. gibi maddelerle komünistlik, Kürtçülük ve şeriatçılık suçlamalarıyla insanlar cezaevine atılırdı. 

Şimdi ne değişiklik var denilirse olumlu yanıt vermek zor. Sovyetler dağılıp sol zayıflayınca 141 ve 142 kaldırıldı. Türk devleti 12 Eylül’le birlikte siyasal İslamcıları adım adım sistem içine entegre edince 163. Maddenin kaldırılması gerçekleşti. Yeni Türk ceza yasası yapılınca Kürt sorunuyla ilgili maddeler de kaldırıldı. Ancak bunlar kaldırıldıktan sonra terörle mücadele yasası (TMK) adı altında daha faşist ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş yeni bir yasa çıkardılar.
TMK tüm muhalifler üzerinde terör estiren faşist bir yasadır. Bu yasanın karakteri eğer sistemi rahatsız etmeyecek bir siyasi güçse ona dokunmuyor, ama sistemi rahatsız eden, demokrasi ve özgürlükleri köklü ilerletmek isteyen bir siyasi hareket olunursa bu yasa Demoklesin kılıcı gibi sallandırılıyor. TMK “müesses nizama” yönelik muhalif hareketleri bastırmaya göre düzenlenmiş bir yasadır. Faşist ülkelerdeki toplum üzerinde baskı kuran tüm cezai müeyyide maddeleri bu yasaya içirilmiştir.

Bu yasa içine girmeyecek tek bir muhalif yoktur. Mevcut müesses nizam için tehlikeli görülen her birey ve kurum kendini bu yasanın kıskacında bulur. Bu yasa bir zamanlar ABD’de ki Mc Karticilik denen dönemin tam bir yasal statüye kavuşturulmasıdır. O dönemde ABD'de her muhalif komünistlerin ajanı suçlamasıyla kendini zindanda bulurdu. Şu anda Türkiye ve Kürdistan'da her kes “terör örgütü üyesi olmasa da terör örgütü gibi davranmak ve terör örgütüne hizmet etmekten dolayı” tutuklanabilir. 

Terörle mücadele yasası 1980’li yıllardaki 146, 125, 141, 142, 168 ve 171. Maddelerden daha acımasız bir biçimde işletilmektedir. Türk devleti kendine yönelik en büyük tehlike olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni görüyor. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi yanlısı gördüğü herkesi bir bahaneyle zindana atıyor. Hiçbir delil olmasa da sözleri ve yaptıkları terör örgütüne hizmet ediyor denilerek tutuklanıyor. 

Yasalar tarih boyu genellikle objektif deliller arar. Subjektivizme ve subjektiv yorumlara itibar etmez. Bu, aslında insanlık tarihindeki ahlaki ve hukuki kuralların temel ilkesidir. Ne var ki Türkiye'deki TMK böyle değildir. Tam da Türkiye'deki kurumsal faşizme uygun bir yasadır. 

TMK yasasına dayanarak tamamen subjektif yargılarla zindana atılmayacak insan yoktur. Nitekim bu yasaya dayanarak insanlar yıllarca tutuklu kalıyor. Hatta hiçbir delil olmasa bile subjektif yargılarla insanlara cezalar verilebiliyor. Bundan daha faşist bir yasa olabilir mi? Böyle bir yasaya sahip ülke faşist olmaktan başka bir tanımla ifade edilebilir mi? 

Türkiye'nin en temel siyasi, sosyal ve hukuki sorunu böyle bir yasaya sahip olmasıdır. Kim bu yasayı eline alırsa o muhalifleri üzerinde terör estirir. Dün bu yasayı başka bir hükümetin, bugün başka bir hükümetin işletiyor olması hiç fark etmez. Her iki durumda da ülke faşist karakter kazanmaktan kurtulamaz. Öyle bir yasadır ki zıt görüşlü olanlar bu yasayı bir birine karşı rahatlıkla kullanabilir.
Şu anda Türkiye'de terörle mücadele yasası kaldırılmadan, demokratik zihniyete sahip olmayan hükümetlerin elinden böyle bir tehlikeli araç alınmadan Türkiye'nin demokratikleşmesini beklemek hayaldir. 

Türkiye'de tek bir yasa vardır, o da TMK’dır. Diğer yasaların hepsi amiyane deyimle hikayedir. Türkiye'nin siyasi rejimini şekillendiren bu yasadır. Bu yasa içine ne koysan alan bir torba gibidir.  Düşüncesi ve tutumu Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne hizmet ediyor diye düşünüldüğü an hiç kimse yakasını bu yasadan kurtaramaz. Örneğin son zamanlarda AKP'yi eleştiren ve Kürtlerin demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi’ne sıcak bakan akademisyen yazar Nuray Mert bu yasaya dayanarak zindana atılabilir ve yıllarca burada tutulabilir. Yargılama sonucunda ceza almayacak olması önemli değildir. Kaldı ki bu yasa kendi meşruiyetini korumak için tutukladığı herkese şöyle veyahut da böyle bir ceza vermektedir. 

Böyle bir yasanın olduğu yerde demokrasiden söz edilebilir mi? Türkiye, Kürt Özgürlük Hareketi yanlıları ve dostları dışında herkes için sınırlı demokratik bir ülke olarak görülebilir. Ancak mevcut rejime gerçek muhalefet olanlar için ise Türkiye tam bir faşist ülkedir. Faşizm zaten muhaliflerine tahammül etmeyen rejimin adıdır. Tabii ki AKP ve yandaşları ve bu sistemi savunanlar için TMK rahatsız edici olmayabilir. Ama demokratik ölçülere göre ve demokrasi güçleri açısından dört dörtlük faşist bir yasadır. Böyle bir yasanın muhalifler üzerine karabasan gibi çöktüğü ülke de faşist bir ülkedir. 

Türkiye AKP öncesi de yapısal ve kurumsal faşist bir ülkeydi şimdi de böyledir. Sadece bu faşist rejimi uygulayan aktörler değişmiştir. AKP şimdi eski iktidar bloklarının kullandıkları yasayı eline almış, kendi muhaliflerine ve eski iktidar bloklarına karşı kullanıyor.
Kürtler Türkiye cumhuriyeti tarihi boyunca sürekli faşist baskılarla karşılaşmıştır. Ancak TMK gibi bir ucube yasa görmemişlerdir. Önceleri hiç değilse şöyle düşünülür ve şöyle yapılırsa şu ceza maddesi harekete geçirilebilir diye öngörüde bulunabilirlerdi. Ancak şimdi hangi sözün ve davranışın TMK içine gireceği belli değildir. Yani insanlar hangi yasalara bağlı olduklarını bilmiyorlar. İşte bu, sınıflı ve sömürücü toplumlarda bile temel ilke olan bir hukuk kriterinin çiğnenmesi anlamına gelmektedir. 

KCK davası böyle ortaya çıkmış bir davadır. Birçok kesim bu davaya karşı olduğunu söylemektedir. Bu dava geniş bir siyasi yelpazede bulunulan insanlar tarafından yanlış görülüyor. Öyle ki İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan’la görüşen devlet ve hükümet yetkilileri bile bu davayı doğru bulmadığını söylüyor. Bunlar devletin temel kurumlarını temsil ettikleri gibi, Başbakanlığa bağlı kişilerdir. Fetullah cemaati ve bir kısım yandaş yazar dışında söylemde de olsa bu siyasi soykırım davalarını savunan görülmüyor. Buna rağmen milletvekili, belediye başkanı, demokratik siyasi alanda yöneticilik yapmış ya da üye olmuş 3000 insan zindanlarda tutuluyor. Bu nedenle seçilmiş 6 bağımsız milletvekili görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için dışarı çıkamıyor. Bu durum kriz yaratmış bulunuyor. 

En kötüsü ise AKP ve yandaşları tarafından BDP’lilerin suçlanıyor olmasıdır. Halbuki bu kriz yıllardır AKP’liler tarafından yaratılmış olan krizdir. Özellikle AKP hükümetinin bu yasayı 2006 yılında değiştirmesinden sonra bu kriz derinleşmiş ve yapısallaşmıştır. Birkaç yıldır yaşanan büyük gerilimlerin, çatışmaların ve sorunların kaynağı TMK’dır. Mevcut kriz esas olarak AKP damgalı ve TMK patentlidir. TMK’yı bu düzeyde kriz üretir karaktere kavuşturan tartışmasız AKP’dir. Dolayısıyla krizi çıkaran da faili de sürdürücüsü de AKP’dir.  

AKP bu zihniyetini değiştirmediği ve Türkiye bu faşist ve gerici yasalardan kurtarılmadığı müddetçe krizler devam edecektir. Krizleri yaratanlar, toplumları ve demokrasi mücadelesi verenleri terörle mücadele yasası içine sokuşturup insanları sindirmek ve demokrasi mücadelesini bastırmak isteyenlerdir.

Başka Adam Yok muydu?


Başbakan’ın mantığına göre hareket edecek olsak bütün AKP’lilere şu soruyu sormamız gerekiyor: Başka adam yokmuydu da Tayyip Erdoğan’ı kendinize genel başkan seçtiniz? Kritik mücadeleler vererek onu milletvekili ve başbakan yaptınız!

Şimdi biz böyle bir soru sorabilir miyiz? Sorsak da bir anlamı olabilir mi? Olmayacağı ve dolayısıyla bizim de sormayacağımız açık. Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan sorabiliyor, hem de çok rahat sorabiliyor!

Basının karşısına geçip “Hatip Dicle’den başkası yokmuydu ki onu aday gösterdiler” diyebiliyor. Hatip Dicle’yi aday göstermiş olduğu için BDP’yi, milletvekili seçmiş olduğu için de Diyarbakır halkını suçlayabiliyor.

Güya Tayyip Erdoğan’a göre, yaşanan krizin sebebi Hatip Dicle’nin aday gösterilip milletvekili seçilmesiymiş! Eğer böyle olmasaymış bu kriz yaşanmazmış! İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan zihniyet bu! Açık ki bu zihniyet çok benmerkezci, çok bencil ve kendine göredir. Kendisi için her şeyi hak görürken, başkaları için aday olmayı veya gösterilmeyi bile hak görmemektedir. Bu mantık bencil, antidemokratik ve diktatöryaldır.

“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye bir söz vardır. Bu sözleri söyleyen, bari kendisi bu durumlardan geçmemiş olsa! Oysa Tayyip Erdoğan’ın nasıl milletvekili ve başbakan olduğunu herkes çok iyi biliyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde adaylığı veto edildiğinde Tayyip Erdoğan ne yapmıştı? CHP ile gizliden nasıl uzlaşmış, Abdullah Gül hükümeti üzerinde ne kadar baskı yapmıştı? Özel yasal düzenlemeler yaptırarak kendisi için milletvekili ve başbakan olmanın kapısını açmıştı.

Şimdi açığa çıkıyor ki, bu tür şeylerin hepsi Tayyip Erdoğan için doğal ve uygundur, yani olabilir; fakat sıra Hatip Dicle’ye gelince olmaz, böyle davranmak bireye özel çalışmak ve “yargıya talimat vermek” olur! Dolayısıyla Hatip Dicle’yi aday gösterip de milletvekili seçmek, bilinçli ve planlı olarak kriz çıkarmayı ifade eder! İşte Tayyip Erdoğan’ın mantığı bu! Bu mantık ne kadar bencil ve korkunç değil mi?

Bu mantık Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ruhuna işlemiştir ve ülkeyi bu mantıkla yönetmeye çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın anlayışına göre, demokrasi seçime girmek ve kazanmaktır. Seçime girer de hükümet olmayı kazanırsan, o zaman her istediğini yapabilirsin! Ne yapsan da hepsi demokrasi kapsamında olur!

Belliki Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı çarpıktır, tarihin gerilerinde kalan bir demokrasi anlayışıdır. Bu anlayışa günümüzde demokrasi demiyorlar, tersine “çoğunluk diktatörlüğü” diyorlar. Dolayısıyla sadece seçilmiş olmak demokrasi için yeterli değildir. Yine sadece çoğunluk olmak birilerine her istediğini yapma hakkını vermemektedir.

Kaldiki Hitler’in de başlangıçta seçimle işbaşına geldiğini hepimiz biliyoruz. Yine Saddam Hüseyin’in de belli ararlıklarla seçildiği biliniyor. Fakat sadece seçilmiş olmak bu kişileri faşist diktatör olmaktan çıkarmadı. Tersine faşist diktatörlükler bunların adıyla özdeşleşti. Yine sandıktan çıkan oyların çoğunluğunu elde etmek bir kişi veya partiye istediğini yapmak hakkını vermiyor. Kaldıki Kenan Evren de, Saddam Hüseyin de kendilerini en yüksek oy oranıyla seçtirmişlerdi. Fakat buna dayanarak yaptıkları demokratik olmadı.
Sandıktan oyların çoğunu alarak çıkmak, iktidar olmak, gücü ele geçirmek demektir. Gücün hangi yöntemle ele geçirildiği kısmen önemlidir. Elbette bir askeri darbe veya hukuk darbesiyle gücü ele geçirmekten sandıktan çıkarak ele geçirmek demokrasiye daha yakındır. Fakat yalnız başına bu demokratikliği belirleyici değildir.
İktidarı seçim çoğunluğuyla ele geçirmek demokrasiye kısmen yakındır. Fakat gücün nasıl ele geçirildiğinden çok, nasıl kullanıldığı daha önemlidir. Demokrasi esas burada, yani gücün veya iktidarın kullanımında ortaya çıkar. Başbakan Tayyip Erdoğan bilmeli ki, seçimde çoğunluğu ele geçirip hükümet olmak, bir kişi ve partiye istediği her şeyi yapmak hakkını vermez.

Eğer bir kişi veya parti oy çokluğuna dayanarak istediği her şeyi yapmaya kalkarsa, buna demokrasi değil, çoğunluk diktatörlüğü denir. Demokratik olmak yönetime başkalarını da katmayı, azınlık olanlarıN haklarını da koruyup gözetmeyi gerektirir. Herkesin özgürce örgütlenip kendi iradesiyle katılmasını ister. Hatta çoğunluk zaten egemendir, dolayısıyla çıkarlarını bir biçimde yürütebilir; bu nedenle demokraside esas olan çoğunluk olmayanların haklarının savunulmasıdır.

Buradan baktığımızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın zihniyetinin demokratik olmadığını, tersine hegemonik ve diktatoryal olduğunu açıkça görüyoruz. Ona mevcut söz ve davranış içinde olmayı bu zihniyet yaptırıyor. Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için “Başka adam yok muydu da bunları aday gösterdiler” dedirten işte bu zihniyet oluyor. Meclis ve yemin boykotu yapan milletvekilleri için “Gelmezlerse gelmesinler” dedirten işte budur. Kendisi 326 milletvekili çıkardığı halde “neden 400 milletvekili çıkaramadım” diye şok geçirirken, BDP için “30 milletvekilleri var, daha ne istiyorlar” dedirten mantık işte böyle oluşuyor.

Belliki Başbakan Tayyip Erdoğan’a hakim olan mantık tehlikelidir. Bu mantık en az bir askeri diktatörlük kadar faşist ve baskıcı iken, tersinden bir de kendini demokratik sanır. Onun için de çok daha pervasız veya AKP deyimiyle çılgınca hareket eder. Nitekim AKP’nin polis devleti oluşturma pratiği işte bu noktaya varmıştır. Başbakan’a “çocukta olsa, kadın da olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacaktır” dedirten işte bu zihniyeti olmuştur.

Şimdi bu zihniyet 12 Haziran seçiminde hayal ve hesap ettiği sonuca ulaşamayınca adeta şoke olmuş ve çılgına dönmüştür. Seksenbeş bin oyla seçilmiş olan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi için YSK’ya başvuruda bulunmak işte bu çılgınlığın pratikleşmesi olmuştur. Tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemesi karşısındaki tavrı AKP gerçeğini bir kez daha ele vermiştir.

AKP bu tür saldırı ve hukuk darbeleriyle rakiplerinin iradesini kırıp meclisin tek hakimi olmak istemektedir. Bunu başarırsa seçimde ulaşamadığı sonuca ulaşacak, başta yeni anayasa yapımı olmak üzere her şeyi tek başına yapmaya çalışacaktır. Bu temelde de çoğunluk diktatörlüğünü inşa edecektir.

AKP’nin mevcut söz ve davranışlarla ulaşmak istediği sonuç budur. Belliki bu sonuç demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü açısından tehlikelidir. AKP’nin dayattığı bu tehlikeli gidişe izin ve fırsat vermemek gerekir.