31 Temmuz 2010 Cumartesi

Alarm Zilleri

KÜRT hareketinin ulaştığı boyutları, “açılım oldu da onun için bu olaylar çıkıyor” diye yorumlamak, basit siyasi polemikten öte bir değer taşımıyor. Keşke bu kadar basit olsaydı.
Muhalefetin bu propagandasını yanlış bulduğum gibi, iktidar sözcülerinin “referandumu sabote etmek için provokatörler yapıyor” şeklindeki sözleri de basit siyasi polemikten öte bir değer taşımıyor.
Çünkü İnegöl, Dörtyol ve Erzurum’da patlak veren vahim kitlevi hadiselerin benzerlerini, referandumdan da açılımdan da önce kaç defa yaşadık!
Mersin, Bilecik, Sakarya, Antalya, Balıkesir, Adana olaylarını hatırlayın... Listeyi uzatmıyorum, maçlardan bahsetmiyorum.
Önümüzdeki tablonun vahametini ve derinliğini gerçekçi olarak görmeliyiz.
Kürt sorunu 1980’ler ve 90’larda terör sorunu olarak kaldığı için kitleler arasında böyle olaylar olmadı.
Ama geçen zaman içinde sorun siyasileşti, aynı zamanda toplumsallaştı. Gerginlik kitlelere yayıldı. Onun için 1990’larda görülmeyen kitlesel olaylar yaşanıyor. 1990’larda akla bile gelmeyen “taş atan çocuklar” sorunu da bu sürecin ürünüdür.
Bunlar, yaklaşmakta olan korkunç bir felaketin alarm zilleridir.

Dünden bu yana
Başvekil İsmet Paşa 1934 şark gezisinde bölgedeki Kürtçülük duygularını görmüş, defterine ve raporuna yazmıştı. 1970’lerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla Kürt hareketi ‘sol’ renk altında ortaya çıktı, 1980’lerde 12 Eylül işkencelerinin de katkısıyla silahlı patlama yaptı.
Geçen otuz yılda da kitlelere yayıldı. Onun için PKK tükenmiyor, partileri 2 milyon oy alıyor.
Diğer partilerdeki Kürtlerin de kimlik hassasiyetleri var; AKP’de de, CHP’de de böyle.
Ilımlısıyla aşırısıyla bir etnik milliyetçileşme olgusudur bu.
Dünyanın en zor, en tehlikeli sorunudur.
Etnik milliyetçilik sorularına dünyada sihirli bir çözüm bulunamadığı gibi, bizde de hiçbir partinin sihirli çözüm reçetesi yoktur; buna PKK partileri de dahildir.
Bu yüzden otuz yılımız muhalefetlerin “siz gidin ben hallederim” laflarıyla geçti.
Onun için meseleye particilik açısından değil, Cumhuriyet tarihimizin en zor ve karmaşık sorunu olduğu gerçeğinden bakmak gerekir.

Herkes için sağduyu
Geçen otuz yılda, Kürtçülük hareketi bu şekilde geniş bir tabana yayılırken, “evli evine, köyle köyüne” şeklindeki kansız bir çözümü imkânsızlaştıran başka bir gelişme oldu: İç göçlerle iç içe geçtik. Böyle toplumlarda herkesin evine gitmesi, tokalaşarak olmaz! Tabiat kanunu gibi dünya örnekleri gösteriyor ki, böyle toplumlarda ayrılmak boşanma gibi olmuyor, canlı gövdenin yarılması gibi korkunç acılarla oluyor.
İşte alarm zilleri çalan felaket budur!
Sağduyu tek taraflı beklenemez.
Evet; PKK terörüne tepki duyarak bu tür “tehevvür”lere kapılanları mutlaka kınayıp itidale çağırmalıyız. Yaptıklarının Türkiye’ye hizmet değil, “yarılmayı” körüklemek olduğunu anlatmalıyız. Aynı şekilde PKK’ya alkış tutanları, etnik milliyetçiliği çılgınca körükleyenleri, birlikte yaşamaya zemin olacak ne varsa onları yok etmeye çalışanları da kınamalıyız ve uyarmalıyız; oynadığınız ateşi körüklemiş oluyorsunuz.
Hepimiz ufuktaki şu felaketi görmeliyiz: Türkiye’nin bir tarafı Kürdistan olursa kalan tamamı Türkistan olur! Hem de, Türkleri de Kürtleri de bin pişman edecek korkunç acılarla, kayıplarla...

Taha Akyol

Vicdani Retçilerden Taraf gazetesine yalanlama

Taraf Gazetesi'nin 27 Temmuz 2010 tarihli sayısının 10. sayfasında yayınlanan "Vicdani evetçiler" başlıklı haber, biz savaş karşıtları, vicdani retçiler ve anti-militaristler arasında derin bir şaşkınlık uyandırdı. Habere göre, anayasaya değişikliğine yönelik referandum "yüzlerce vicdani retçiyi" harekete geçirirken, bu retçiler Ankara'da yaptıkları toplantı sonrasında, "sürece en etkili şekilde dahil olma, kampanyada evet çıkması için yüz yüze görüşmeler yapma" kararı alıp, Kayseri'den Antalya'ya 20 ilde çalışma başlatmışlar.
Dahası, anayasa değişikliğini içeren maddelerden biri olan, askeri mahkemelerin sivilleri yargılayamayacağına ilişkin değişikliğin, vicdani retçilerin harekete geçmesine neden olduğu belirtilirken, değişikliğin kaçak konumunda bulunan retçilerin sivil mahkemelerde yargılanmasına neden olacağı ifade ediliyor.
Haberciliğin temel bütün kuralları ihlal ederek, nerede, ne zaman, kim tarafından yapıldığı belli olmayan bir toplantı sonunda, herhangi bir açıklama da olmamasına rağmen harekete geçen bir "topluluğun" haberinin bu şekilde yapılması, Taraf gibi, bu ülkede birçok taşın yerinden hareket etmesine neden olan bir gazeteye en hafif tabiriyle yakıştıramadığımızı belirtmek istiyoruz.
Türkiye'de vicdani retçilerin sayısı 121 kişidir. Sayıları bilinemeyecek kadar çok olamaz, zira kim oldukları belli değilse vicdani retçi değil asker kaçağı olurlar. Dernek ya da benzeri bir örgütlenme içinde olmayan vicdani retçiler, kurdukları dayanışma ağları sayesinde birbirlerini bilirler ve gizli toplantı örgütlemezler. Kendilerini konsül toplantısı sonrası farklı yerlere misyoner tayin etme durumunda görmedikleri gibi, başka amaçlarla düzenlenen siyasi kampanyalara da doğrudan katılmazlar. Yazılma amacını oluşturduğunu düşündüğümüz, "Vicdani retçiler de referandumda evet oyu vereceklermiş" duygusunu yaratacak haber, homojen ve bütünlüklü bir siyasi görüşü olmayan vicdani retçileri bağlamaz.
Evet-hayır ya da boykot biçiminde tercih yapabilecek olan vicdani retçiler, savaş karşıtları ve anti-militaristler; anayasa değişikliğinin kabulüyle kendi durumlarının sivil mahkemelere de taşınmayacağının farkındadır. Bunun gerçekleşmesi için öncelikle Türkiye devletinin, uluslararası hukuk önünde verdiği sözleri tutarak vicdani ret hakkını tanıması gerekir. Tanınmayan bir statüye karşılık, yasaların söyleyebileceği yeni bir şey yoktur. Kamuoyuna duyurulur.

Vicdani Retçiler- Savaş Karşıtları

**

Taraf Gazetesi'nde yer alan haber

Vicdani ‘evet’çiler

Anayasa’nın 145. maddesinde yapılan, ‘Asker olmayan kişileri askerler yargılayamaz’ şeklindeki değişiklik vicdani retçileri harekete geçirdi.

AKP tarafından hazırlanan Anayasa değişiklik paketinde yer alan ve Askerî yargıyı düzenleyen 145. maddedeki, “Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler; asker kişilerin, sadece askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri askerî suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler” şeklindeki değişiklik, yüzlerce vicdani retçiyi’ harekete geçirdi.

Davalar sivil mahkemeye

Getirilen yeni değişiklikte, “Savaş hali haricinde, asker olmayan kişiler askerî mahkemelerde yargılanamaz. Askerî mahkemelerin savaş halinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları; kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adlî yargı hâkim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir. Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hâkimlerin özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan askerî hâkimlerin görevli bulundukları komutanlıkla ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir” maddesi hayata geçtiği takdirde şu anda kaçak konumunda olan yüzlerce ‘vicdani retçi’, askerî mahkemeler yerine sivil mahkemelerde yargılanacak.

‘Evet’ kampanyası

Türkiye’de vicdani reddini açıklayanların 200 kişi civarında olduğu belirtilirken, aslında bu sayının çok daha fazla olduğu iddia ediliyor. ‘Savaş karşıtı’ olarak da bilinen vicdani retçiler geçen hafta Ankara’da yaptıkları bir toplantıda, “Sürece en etkili bir şekilde müdahil olma, kampanyada ‘evet’ çıkması için birebir, yüz yüze görüşmeler” yapma kararı aldı. Alınan karardan sonra Türkiye’nin birçok iline dağılan vicdani retçiler, “Anayasa değişikliğinde ‘evet’ denilmesi için, bazı sivil toplum örgütleri ile birlikte toplantı ve gösteriler düzenlemeye başladı. Referandumda ‘evet’ kampanyası başlatan vicdani retçiler, Ankara, İzmir, Antalya, İstanbul, Adana, Kayseri, Diyarbakır başta olmak üzere 20 ilde çalışma başlattı.

KÜRT VİCDANİ RED İNSİYATİFİ...

3Y bir devlet ‘Bölünürsünüz elbet!’

Kürtler Türkiye Cumhuriyeti devletinden kopuyor.
Çünkü devletin bütün “kuvvetleri” Kürtleri dışlıyor.
Devletin kaç “kuvveti” var?
Üç. Yasama, Yargı, Yürütme...
Yani 3 Y...
Ye, Ye, Ye...
Ye yiyebildiğin kadar gibi bir şey.
Bu 3Y mevcut darbe anayasasına göre, “doktrin” açısından birbirinden ayrı. Ayrı olmak ne kelime, şu sıralar Ankara’ya bakarsanız, kanlı bıçaklı. Türkiye “kuvvetler ayrılığının” en dramatik döneminden geçiyor.

Gelgelelim, “Ye, Ye, Ye”ler Ankara’da kanlı bıçaklı olsalar da, Kürde karşı sımsıkı kenetli.
İçişleri Bakanı polise “gördüğünüz yerde enseleyin” emrini verdiği Generalle Amanoslar’da kelle avına çıkıyor. Sımsıkı. Birleşik. Yargı İçişleri Bakanıyla “firari paşa”nın bu birlikteliğini onaylıyor. Firardaki zaten yürütmenin paşası. Yürütmenin Hatay Valisi ise “Kürdistan-Türkiye sınırını” çizmiş, BDP’den giriş “vizesi” istiyor. “Kuvvetler birleşiyor, ‘ortak vatan’ bölünüyor.” Bravo...

Ama asıl “kuvvetler birliği”nin tezahürleri çok daha vahim.
Birinci mi, yoksa dış kapının mandalı mı, her neyse, Yasama Kuvveti Kürdü dışlıyor. Kanıt, yüzde on barajı. Bu baraj Kürtlerin “Yasama erki” denilen “kuvvetin” içinde adaletli yer almasını önlüyor. O yasama kuvveti ki, nice Kürt partisinin kapatılmasına ışık yaktı, nice Kürt vekillerin dokunulmazlığını kaldırıp hapse attı. Fırsat bulsa bunu yine yapacak. Zaten yapabilsin diye, bütün Anayasa değişikliğine disiplinle oy veren AKP tayfası, tıpkı Irak savaşıyla ilgili yaptığı “masonik” numarayla “parti kapatmayı” değil de, AKP’yi kapatmayı zorlaştıran maddeye bile “hayır” oyu verdi. Eğer BDP’liler oylamaya katılsaydılar, onların vereceği oyu kadük edecek kadar “hayır” oyu, “derin” AKP’nin cebindeydi. Yasama’nın Kürdü dışladığı açık.

İkinci mi, yoksa şu sıralar dendiği gibi askerin vesayetinin fetva makamı mı, her neyse, Yargı Kuvveti de Kürdü dışlıyor. Kürtler Anayasa Mahkemesinin partilerini kapatmasını protesto ettiği için tutuklanıyor, 11 yıl hapis istemiyle yargılanıyor; onların üzerine Bulanık’ta ateş açan iki korucu ise, tıpkı Şemdinli’de Umut Kitapevini bombalayan ve Nisan Muhtiracısı Büyükanıt’ın “iyi çocukları” gibi, hapisten ellerini kollarını sallayarak çıkıyor. Yargı, seçilmiş belediye başkanlarını tutukluyor, cinayet işleyenleri serbest bırakıyor.

Üçüncüsü, aslında her bir şeyin başı, devletin şahı, polisi, askeri, hapishanesiyle devlet denilen Leviathan’ın vurucu, kırıcı, yıkıcı, yıldırıcı gücü Yürütmenin ise Kürtleri dışlamasından söz etmek bile hafif. Bu kuvvet Kürtle savaş halinde. Kovalıyor, yakalıyor, tutukluyor, kolunu kanadını kırıyor, işkenceden geçiriyor, öldürüyor, yine durmuyor, bir de öldürdüğünün ciğerini söküyor.

İşte 3Y bu. Ve bu 3Y Kürtleri dışlıyor; 3Y devlet anlamına geldiği için, bunun dışında bir başka devlet olmadığı için, Kürtler bu devletten kopuyor. Kürtlerin devletten kopması o kadar mühim değil. Bunu devlet düşünsün. 3Y aklını başına toplasın Kürtlerin neden kendisinden kopmakta olduğuna kafa yorsun. Kopuş istemiyorsa, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini Kürtlere karşı da uygulamak gerektiğine karar versin.

Biz 3Y’nin “bölünüp, parçalanmasını, dağılarak ayrışmasını” böylece bu 3Y’nin yalnız Batıda değil, Fırat’ın Doğusunda da kuvvetler ayrılığı ilkesine uymasını istiyoruz. 3Y anlamındaki devlet “bölünmelidir elbet”. Kuvvetler ayrılığı başka türlü nasıl sağlanacak? Evet, bu sorun çözümü en kolay sorun. 3Y’yi birbirinden ayırır, “birlik ve bütünlüğünü” bozarsın, olur biter. Ama, eğer Türk Kürtten, Kürt de Türkten kopuyorsa, bilin bunun ilacı ya yoktur, ya da çok nadirattandır. Size bir tek örnek vereceğim:

Sabahtan akşama kadar “bin yıllık birlik beraberliğimiz” edebiyatı yapanlara soralım, 1915 yılına gelinceye kadar, o dönemde Kürt toplumundan belki yüzyıl ilerde, yüzyıl daha fazla çağdaş, Osmanlı el zaanaatlarının, ticaretenin öncüsü, Osmanlıya ait bütün uygarlık eserlerinin asıl imzacısı, Fransız Devrimi ilkelerinin ilk taşıyıcısı, kendi mezar kazıcılarının kışlalarını yapan, köprülerini kuran, onlara müzigin en güzel nağmelerini armağan eden şu Ermenilerle aynı topraklarda “bin yıl” olmasa da, (1071’den bu yana henüz bin yıl olmadı) yüzlerce yıl etle-tırnak gibi değil miydik?

Ne oldu?
Osmanlının “en güvenilir teb’ası” sayılan Ermeni şimdi Türkiye’nin bir milim Doğusunda, ama Türkiye’den bir ışık yılı uzakta yaşıyor.
Bursa İnegöl’de ve Hatay Dörtyol’da parçalanan 3Y değil. Devlet “bütün, bölünmez, yekpare” bir halde. Ama artık Türkle Kürdün “birliği” geri dönüşü çok zor bir bölünmeye doğru gidiyor.
“Ama PKK de devlete karşı ayaklanmış, silah çekmiş...”
Doğrudur.
Ya ayaklanmanın nedenlerini ortadan kaldırın; ya da mukadder akıbeti tevekkülle karşılayın...
Liberali ve muhafazakarı “bu tehdit” diye bağırıyor.
Tehdit, mehdit yok, söyleyin, “savaşın nedenlerini kaldıracak mısınız, kaldırmayacak mısınız?”

Katil kurbanının gırtlağına kasaturayı dayamış, ha kesti ha kesecek. Kurban, “etme, bana acımıyorsun, çoluğuna çocuğuna acı, beni öldürüp hapse gireceksin, hayatın kararacak, yazık değil mi gençliğine!” deyince, canavar adam, “vay alçak bir de beni tehdit ediyorsun ha, diyerek, zavallının başını gövdesinden ayırmış...” Şu liberal yazarların Kürtlerin her uyarısını “tehdit” sayması karşısında aklıma hep bu örnek geliyor.

Okunma: 75

BP,Kolektif irade ve tutku!

Yeni_Özgür_Politika BP ve diğer petrol devlerinin zararlarına karşı “benzin değil, pekmez ve pedala kuvvet” sloganlarıyla pedal çeviren bisikletçiler, ekolojik dengenin her gün nasıl bozulduğuna dikkat çekiyorlar.
Dünyada, 1970’li yıllardan beri büyük bir kalabalığın katılımıyla gerçekleştirilen ve Türkiye’de özellikle İstanbul’da, her ayın son Cumartesi günü saat 17.00’de yapıldığını basından takip ettiğimiz, otomobillerin kent ve doğa için bir felaket olduğunu göstermek olan Critical Mass etkinliği, artık İzmir’de de hayata geçiyor. Konak Meydanı’nda Saat Kulesi önünde buluşan İzmirli bisikletçiler, etkinliğin ruhuna uygun olarak trafik yoğunluğuna, araçların kentte kurduğu egemenliğe, küresel ısınmaya karşı pedal çevirmiş. “Bisiklete özgürlük, geleceğe yatırım... BP ve diğer petrol devlerinin zararlarına karşı benzin değil, pekmez ve pedala kuvvet” sloganlarıyla pedal çeviren bisikletçiler, ekolojik dengenin her gün nasıl bozulduğuna yaptıkları bu aktiviteyle dikkat çekiyorlar.

Bu aktivite, daha bir ay önce gelişen bir çevre felaketini hatırlatıyor: Meksika Körfezi, Haziran ayı boyunca petrole boyandı. Bu büyük felaket ile lav gibi fışkıran petrolün bir şekilde hızla durdurulamaması halinde, Meksika Körfezi bütünüyle mahvolacak! Suyun altındaki ve üstündeki yaban hayatı ve karadaki tüm kadim kültürleriyle birlikte... Dünyadaki dokuzuncu büyük su kütlesi olan ve Akdeniz’in yaklaşık üçte ikisi büyüklüğünde, bağrında da yeryüzünün en müthiş hayat çeşitliliklerini barındıran bir bölgeden bahsediyoruz. Mısır’da 26 yıldır devam eden olağanüstü hal rejimi ne kadar olağanüstü bir hal ise, BP’nin patlayan platformunda meydana gelen bu kaza da o kadar olağanüstü. Ama devletlerin gündemine girmeyi hala başaramadı.

Barış ve Dünya Güvenliği Araştırmaları Uzmanı Michael T. Klare, yakın gelecekteki 4 mega-felaket karabasanını şöyle sayıyor: “Bundan sekiz yıl sonra Newfoundland’daki dev Hibernia platformuna bir buzdağı çarpması, 3 yıl sonra ABD’nin Nijerya’da on binlerce askerle, o akla hayale sığmaz kirlilikteki petrol batağında savaşa batması, 10 yıl sonra Brezilya’da Rio açıklarında derin deniz “ön-tuz” petrol platformuna hortum vurması ve 12 yıl sonra Doğu Çin Denizi’nde su altı doğalgaz yatakları üzerinde Çin-Japon deniz savaşı...”

Bu satırlar yazılırken, mevsimin ilk büyük fırtınası Alex, Meksika Körfezi’ne ulaşıyor, tayfunun burgaçlanma hızı saatte 160 kilometreye erişiyor, ham petrol kütleleri dev dalgalarla iyice sahile sürükleniyor, zaten yarım yamalak giden temizleme çalışmaları da geçici olarak tamamen durduruluyordu.

Aynı günün ikinci ağır haberi de şuydu: ABD, Kanada, Hollanda ve Avrupa’nın önde gelen jeoloji, iklim, doğa bilimleri araştırmacıları, milyonlarca yıllık fosiller üzerinde çalışmalarını tamamlamış, bulgularını yayımlamışlardı. Sonuç mu? Dünyanın atmosfere saldığı karbondioksit gazlarının halihazırdaki seviyesi, Arktik bölgelerdeki ekosistemleri “geri dönüşü olmayan” değişimlere sürüklemek için yeterliydi. Yani, Kuzey Kutup bölgelerinde çok yakın gelecekte artık bir daha yaz buzu görülemeyecek, bölgedeki tüm bitkiler ve hayvanlar alemini derinlemesine etkileyecek olan bu durum, insanlık yaşadıkça bir daha asla düzelmeyecek, yani eski haline gelmeyecekti. Bu ısınmadan yeni ve büyük karlar bekleyen, CO2 seviyelerinin aşılmasını fırsat olarak değerlendirip heyecanlanan dev petrol-enerji şirketleri ve bir de onlarla işbirliği halindeki güçlü ve zengin devletler dışında, dünyanın geri kalanı için bayağı bir hüsran durumu olduğu varsayılabilir.

Öfkemizi kime yöneltmeliyiz? Dahr Jamail’in Louisiana’dan yazdığı gibi, “Dünyanın en kötü güvenlik siciline sahip dev petrol şirketi olan BP’ye mi? ABD’nin tamamen sermaye denetimindeki sözümona hükümetine mi? Yoksa, fosil yakıt medeniyetinin nimetlerinden ve konforundan milim feragat etmeye yanaşmayıp, durmadan söylenmekle yetinen kendimize mi? Belki de doğru cevap, ‘hiçbiri’ şıkkı olacaktır. Belki de tek yol, artık silkinip ataletten kurtulmaktır. Gittikçe büyüyen ve artık önü alınamaz hale gelen bu muazzam çevre felaketlerini, pozitif doğrultuda kullanamaz mıyız? Yine Jamail’in deyimiyle: “Trajediyi fosil yakıt bağımlılığından kendimizi kurtarma yönünde bir döngü noktası olarak kullanacak yeterlilikte bir kolektif irade ve tutkuya” sahip olamayacak kadar aciz miyiz dersiniz?

SELMA AKKAYA

AKP’nin ayak oyunlarıyla giriştiği anayasa değişikliği

Yeni_Özgür_Politika Türkiye, 12 Eylül 1980’de generaller tarafından konulmuş ve topluma zorla dikte ettirilmiş bir anayasa ile yönetilmektedir. 1983’ten günümüze kadar kurulan sistem partileri, bu anayasanın temel ilkelerini olduğu gibi benimsediler.
Generallerin ve islamcı cemaatlerin ortak ürünü: 12 EYLÜL FAŞİST ANAYASASI-2
Türkiye gerçekten demokratikleşiyor mu? Buna dair ne tür veriler var? AKP gerçekten demokratik bir anayasa mı istiyor? Bu sorulara verilecek yanıt sorunun kavranmasında ana halkayı oluşturacaktır. Türkiye hala, 12 Eylül 1980 darbeci generaller tarafından konulmuş ve topluma zorla dikte ettirilmiş bir anayasa ile yönetilmektedir. 1983’ten günümüze kadar kurulan bütün sistem partileri, generaller anayasasının temel ilkelerini olduğu gibi benimsediler. Anayasaya özünü veren, onun politik içeriğini açıklayan başlangıç bölümü ve ilk dört maddedir. Peki, bu dört maddenin özü nedir? Tam 16 kez değiştirilmesine rağmen, başlangıç bölümü ile ilk 3 madde üzerinde hiçbir değişiklik yapılmış değil. AKP’nin hazırladığı ve referanduma sunulacak olan ‘Anayasa Değişikliği’ paketinde de bu maddeler bulunmuyor. Başlangıç bölümünde şunlar yazılı; “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı...”

‘Değiştirilmesi teklif edilemez!’
Madde 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Madde 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.
Madde 4.– Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’inci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”

Darbeci generaller ve İslamcı cemaatler tarafından oluşturulan ‘askeri faşist anayasa’nın ruhunu veren yukarıdaki inkarcı asimilasyoncu temel maddelerdir. Bu maddelere dair her hangi bir değişiklik yapılmadığı sürece, Türkiye’de demokratikleşme, özgürlüklerin geliştirilmesi ve darbecilerin hazırlamış olduğu anayasanın özünde hiçbir değişiklik söz konusu olmayacaktır.

Sistemin temel unsurları haline gelen Kemalistler, İslamcılar, generaller ve faşistler her türlü demokratikleşmeye kapalı olan ırkçı ve şovenist anayasayı savunmakta ve desteklemektedirler. Sistem bakımından en önemli halkayı oluşturan bu maddeler üzerinde ortak hareket etmektedirler.

12 Eylül 1980’de askeri darbeler yapan generallerin politik yönelimleriyle Cemaatlerin ve İslamcı AKP lideri Erdoğan’ın söylemleri yüzde yüz örtüşmektedir. Darbeci General Evren’in ‘Asmayalım da besleyelim mi’ sözüne benzerini Erdoğan binlerce kez kullandı. Örneğin Kürt gerillalarının cenazelerine yapılanları insanlık dışı uygulamaları yeterli görmemekte, hatta daha fazlasını istemektedir. AKP döneminde cezaevinde bulunan politik çocuk sayısı, 12 Eylül darbesi döneminden cezaevinde bulunan çocuklardan 4-5 kat daha fazladır.

Darbeci generaller ‘her yere ne mutlu Türküm diyene’ yazdırıyordu, Erdoğan bunu daha ileri götürerek, ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan’ demeyenleri ülkede kovacaklarını söyledi. Kenan Evren, ‘1961 Anayasası bize bol gelmişti, 12 Eylül anayasası ile bunu daralttık’ dedi. Erdoğan, daralan ve artık her yeri yamalı bohça haline gelen anayasayı, sadece kendisine giydirecek bir tarzda düzenlemek istiyor.

İslamcı AKP hemen hiçbir dönem, demokrasiden yana olmadı. Tersine Erdoğan, demokrasiye karşı olduğunu söyledi. Milletin iradesinin koca bir yalan olduğunu belirtti. Şunları söylüyor: “Demokrasi amaç mı araç mı? Ha burada bizim kesin bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi amaç değil, araçtır... Türkiye’de demokrasiyi biz yazmadık. Bize karşı olduklarını söyleyenler yazdı. Bizim için demokrasi bir amaç değil, tramvay gibi bir araçtır.” Demokrasi ‘küfür düzenidir’ diyen Humeyni ile Erdoğan’ın ortak buluşma noktası demokrasiye karşı olmalarıdır. İkisi de demokrasiyi esasen düşman olarak görmektedirler. Erdoğan, demokrasiyi esas hedefe yani şeriat düzenine varmak için bir araç olarak görmektedir. Yaptığı bir başka konuşmada: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek koca bir yalan.” Erdoğan özünde ne ‘milletin hakimiyetine’, ne de anayasal değişikliklere inanıyor. Çünkü demokrasiye karşıdır.

Bir başka nokta; AKP yeni kurulmuş bir parti değildir. Esas koca yalan budur. 40 yıllık Milli Görüş geleneğinin devamcısıdır. 12 Eylül darbecilerin anayasasına açık destek veren bir gelenekten geliyor. Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Ali Şahin, Abdulkadir Aksu gibi yöneticileri İslamcı kadrolar olarak kesintisizce politik sürecin içerisinde yer almış olup, darbeci, ırkçı ve şovenist anayasayı sürekli savunmuşlardır. Kendisini yeni bir politikacı gibi göstererek işin içinde sıyrılmak isteyen Erdoğan, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah ve Fazilet Partisinde çalışmış, il başkanlığı ve belediye başkanlığı yapmış biridir. Özellikle 1980 yılları öncesinde Akıncı gençler liderliğini yaparken, sopalarla grevlere saldıran biridir, CİA tarafından örgütlendirilen ‘antikomünizmle mücadele stratejisi’ içerisinde görev almıştır.

Peki, İslamcı AKP ve kadroları, bu kadar gürültüyü neden koparıyor. Yanıtlanması gereken sorunun yanıtı budur. AKP’nin, anayasanın bazı maddelerine ilişkin yapmak istediği değişiklikler için ‘Evet’ oyu istemesinin ülkenin demokratikleşmesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü referanduma sunulan maddelerin hiç birinde, sistemin demokratikleştirilmesi, toplumun hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi bulunmuyor.

Ekonomik ve politik olarak bir güç haline gelen, çok ciddi bir toplumsal taban oluşturan İslamcı politik hareket, 1980’den itibaren sistem kurumları içerisinde örgütlenerek önemli bir güç haline geldi. 2002 yılı seçimlerinden sonra ki seçimleri kazanan ve mecliste tek başına iktidar olan İslamcı AKP, ABD ve AB’nin desteğiyle de, iktidar gücünü pekiştirdi. Devletin stratejik kurumlarını bütünlüklü olarak ele geçirdi. Cumhurbaşkanlığı, Milli Güvenlik Genel Sekreterliği, MİT Müsteşarlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İl Valileri ve Emniyet Müdürlerinin tamamı, Eğitim ve Sağlık Merkezleri, YÖK, DPT, Bakanlıkların Genel ve İl Müdürlükleri, Devlet denetimindeki Bankalar gibi kurumların tamamı İslamcı güçlerin eline geçti ve 200 bine yakın İslamcı kadro, devlet kurumlarına yerleştirilmiş bulunuyor.

Orduyu ABD susturdu
AKP bakımından sorun olabilecek ordu ise ABD tarafından susturuldu. Özellikle ABD’nin Genelkurmaya vermiş olduğu desteği çekmesi, AB’nin AKP’yi ekonomik olarak desteklemesi, generallerin darbe yapmasını engellediği gibi aynı zamanda gücünü önemli oranda kırdı. 7 yıl içerisinde AKP, sistem içerisindeki iktidar gücünü pekiştirdi. 87 yıllık Kemalist rejim etki gücünü kaybederken, İslamcı güçler tersten güçlenmeye başladı ve sistem içerisinde ikili bir iktidar durumu oluştu. Bir yanda 87 yıllıdır tek başına iktidar olan ancak şu aşamada savunmaya geçen Kemalist sistemin geleneksel iktidar gücü ile son yıllarda sistem kurumlarını önemli oranda ele geçiren ve artık her yönüyle bir güç olan İslamcı hareket. Bu iki güç sistem içerisinde ki güç ilişkilerini dengelemiş durumdadırlar. Mevcut sistem kurumlarında özellikle yargı çok önemli bir işleve sahiptir. İktidar dengesinin oluşmasında yargı kilit bir rol oynamaktadır. İslamcı, AKP’nin iktidar gücünün etkinleşmesinin önündeki en büyük engel, rejimin klasik statükocu yapısının korunmasından yana olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay ve Hakim Savcılar Yüksek Kurulu(HSYK) gibi kurumları ele geçirmek istiyor. Özellikle anayasanın bunlara ilişkin maddelerin değişmesini esas almaktadır. Bu maddelerin referandumla değişmesi demek, İslamcı iktidarın gücünün fiilen resmileşmesi anlamına gelmektedir. Bunun için Anayasa referandumundan ‘Evet’ çıkması AKP bakımından son derece önemlidir. Erdoğan’ın esas amacı budur. Bu gerçeğin çok iyi bilince çıkarılması gerekir. Buna karşılık ‘Hayır’ cephesinin başını çeken iki güç ise CHP ve MHP’dir. Bunlar ise Kemalist sistemin geleneksel yapısının devamında yana tutum almaktadırlar. Dahası sistemin ikili iktidar ilişkilerinde özellikle yargının mevcut yapısının korunarak, İslamcıların iktidar gücünü frenlemeye, Kemalist yapının devamını sağlamaya çalışmaktadırlar. CHP ve MHP arasında küçük bazı farklılıklar olmakla birlikte, esasta ikisi de aynı noktada buluşmaktadır: klasik faşist rejimin sürekliliğinden yana tutum almaktadırlar. Her iki parti de, toplumsal demokratikleşmeyle ve özgürleşmeyle şekilde bile olsa ilgilenmemektedirler. Tersine, ırkçı, şovenist ve milliyetçi politikaları ön planda tutarak, toplumun farklı kesimleri arasında çelişkileri derinleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle Referandum da ‘Hayır’ oyu kullanılması, esas olarak statükocu güç dengelerinin korunmasına yöneliktir.

‘Evet’ ve ‘Hayır’ kampanyası tamamen sistem içi politik çelişki ve çatışmalarla ilgilidir. Mevcut tabloyu özetleyecek olursak:
- Referanduma sunulan yeni bir anayasa söz konusu değildir. Referanduma sunulan sadece darbeci-inkarcı anayasasının birkaç maddesidir.
-7 Kasım 1982 yılında yürürlüğe giren faşist darbeci Anayasa: sistem güçlerini temsil eden hem Evet hem de Hayır Cephesi tarafından savunulmaktadır.
- Anayasanın esas değiştirilmesi gereken maddelerin hiç biri gündeme alınmadı.
- Referanduma sunulan maddelerin hiç birinde ülkenin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi söz konusu değildir.
- Kürtleri ve diğer azınlıkları ilgilendiren anayasal düzenlemelerin yakın gelecekte dahi gündeme alınmasına dair bir çalışmanın olmadığı çok açık olarak ifade edildi. AKP-CHP-MHP bu konuda tam bir irade birliği oluşturmuşlardır.
- Referanduma sunulan maddeler, rejimin iki farklı gücünün iktidarını dengelemeye yönelik bir amaç taşımaktadır. Başkada hiçbir özelliği bulunmamaktadır.
- Evet-Hayır, oylaması madalyonun iki yüzüdür. İkisi de aynı özelliğe sahiptir. Aralarında bir fark söz konusu değildir. İkisine verilecek oy, asimilasyoncu, inkarcı, anti demokratik politikanın devamından yana oy kullanmaktır.
-’Evet- Hayır’ biçiminde oy kullanmak, çok açık olarak, Kemalist generallerle, İslamcı cemaatlerin ortak ürünü olan ırkçı, şovenist içerikli 12 Eylül Anayasasını doğrudan veya dolaylı olarak onaylamaktır.

Doğru politik tavır: Ne ‘Evet’, ne ‘Hayır’, ‘Boykot’tur!
17.kez değiştirilmesi için referanduma sunulan anayasanın politik niteliğinde her hangi bir değişiklik olmadığına göre, rejimin farklı politik kurumları arasındaki çıkar çatışmasına hiçbir şekilde ortak olmamak gerekiyor. Söz konusu maddelerin toplumsal değişimin ihtiyacına yanıt vermediği için kendimizi ‘Evet-Hayır’ ikilemi içerisinde tutmak zorunda değiliz. Mevcut değişikliğin toplumun farklı kesimlerinin taleplerine yanıt vermediği çok açıktır. Bu nedenle toplumsal demokratikleşmeye hizmet etmeyen bir referandumda oy kullanmak anlamsızdır. ‘Evet-Hayır’ biçimindeki oy, toplumda bilinç bulanıklığı yaratacaktır. Bu bakımdan en doğru politik tutum BOYKOT’tur.

Peki, boykot politik olarak neyi ifade eder. Boykot, sistem içi rekabetin dışında kalan, toplumsal demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi esas alan, üçüncü bir alternatifin var olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan Türkiye’nin gerçek anlamda ilerici, demokrat, sosyalist, insanlıktan, barıştan yana olup savaşa karşı çıkan, Anadolu’da ve Mezopotamya’da yaşayan halkların özgürce bir arada yaşamasını destekleyen, özgürlüklerden, demokrasiden yana olan herkesin, üçüncü bir alternatif olduğunu göstermeleri bakımından, referandumu BOYKOT etmelidirler. Boykot’un güçlü olması demek, toplumsal değişimin çok hızlı bir şekilde örgütlenmesi ve demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadelenin bir üst boyuta çıkması anlamına gelir. Boykot’un güçlü çıkması, önümüzdeki dönemde Tekel işçilerinin direnişlerinin yarattığı bilinç sıçramasının Türkiye’nin her yanına yayılması demektir. Açlığa, yoksulluğa karşı üçüncü alternatifin yani demokrasi güçlerinin çok daha büyük bir umutla toplumun ihtiyacına cevap verebilecek gerçek bir muhalefetin örgütlenmesi demektir.

Boykot, özellikle Kürt toplumsal mücadelesi bakımından çok özel ve kritik bir dengeyi oluşturmaktadır. Kürtler, bu toplumun en önemli demokratik güçleridirler. Demokrasinin gelişmesi, toplumun demokratikleşmesi için bütün olanaklarını kullanmaktadırlar. Ezilen, inkar edilen bir ulus olarak kendi varlığını ortaya koymak için yıllardır mücadele ediyorlar. Önemli bedeller vererek bugünkü örgütlü bilinçli toplumsal güce ulaştılar. Generallerle- İslamcı cemaatlerin ortak ürünü olan bugünkü anayasa, Kürtlerin varlığını tamamen inkar eden, Kürtleri Türk olarak gören, ırkçı ve inkarcı bir anayasa olma özelliğini korumaktadır. Kürtlerin verdiği mücadelenin en önemli halkalarından biri, Türklerle eşit anayasal olanaklara ve güvenceye sahip olmaktır. Bu çok doğal insani bir taleptir. Türk siyasal rejimi, Kürtlerin en sıradan politik talebini dahi kabul etmemekte ve buna dair en küçük bir adım atmamaktadır. Referanduma sunulan söz konusu maddelerinin hiç birinde Kürtlere dair tekbir talep söz konusu değildir. Kürtlerin parlamentodaki temsilcisi olan DTP-BDP’nin önerdiği hiçbir madde, gündeme alınmadı. Hatta Erdoğan, ırkçı, şovenist, inkarcı politikaları kararlılıkla savunduğunu göstermek için BDP ile görüşmüyor. Savaşı derinleştirmek için asker mevzilerine gidip çok açık destek veriyor. Yani, her koşulda tasfiye, imha, inkar, yok etme ve öldürmeyi esas alıyor.

İslamcı AKP yürüttüğü kirli savaşa, bir kez daha Kürtleri alet etmek istiyor. Yani Kürtleri kendi tasfiye planlarının içine çekmek istiyor. Bunu 29 Mart 2009 seçimlerinde denedi başarısız oldu. Kürtler, BDP yüz belediye başkanlığını kazanarak oyunu bozdu. Sonra ‘Kürt açılım’ dedi, arkasında tasfiye planı çıktı. Gelen barış elçilerini milyonların sahiplenmesiyle bu oyun da bozuldu. Tasfiye ve imhadan vazgeçmeyen İslamcı Erdoğan ve AKP, bu kez referandum oyununu kullanmak istiyor. Kürtlerin hiç talebine yanıt vermemesine rağmen sanki Kürtler için önemli değişiklikler varmış gibi yansıtarak, BDP’nin almış olduğu boykot kararını kırmaya ve zayıflatmaya çalışmaktadır. Kürt toplumu mevcut gerçeği çok iyi görmesi ve uygulanmaya konulan yeni tasfiye planını kesinlikle boşa çıkarması gerekir. AKP bir bakıma 29 Mart 2009, belediye seçimlerinde almış olduğu yenilginin rövanşını almak istiyor.

Kürtler, demokratik özerkliği yaşama geçirme kararı aldılar. Bunun bir başka politik anlamı da, artık Kürtler kendi kararlarını kendileri verecekler, kendi gündemlerini kendileri oluşturacaklar ve en önemlisi de, bundan böyle Kürt toplumunun muhatabı da, demokratik özerklik temelinde kurulacak olan Kürt Kurumları olacaktır. Yani Ankara ile fiilen ilişkilerinin kesilmesi, Diyarbakır’dan yönetilmeleri gündeme gelecektir. Bu bakımdan Referandumda BOYKOT kararının güçlü çıkması, politik olarak birkaç boyutta yorumlamak mümkündür. Birincisi, Kürtler kendi irade beyanlarını ve temsil yetkilerinin kimde olduğunu bir kez daha tescil etmiş olacaklar. İkincisi Kürtlerin politik gündeminin değiştiğini, bundan sonra kendi gündemleri ekseninde politik kararlarını alacaklarını açıklamış olacaklar. Üçüncüsü, Kürtlerin kendi politik kurumlarıyla yönetilme sürecine gireceklerinin ilk adımı olarak değerlendirilecektir. Dördüncüsü, ayrılmayı veya birlikte yaşamayı Kürtler kendileri belirleyecektir. Beşincisi, silahların susması ve demokratik çözümün esas alması konusunda Ankara’ya güçlü bir mesaj verecektir. Sorunun çözümü için muhataplarıyla görüşmeleri için bir kararlılık ortaya konulmuş olacaktır.

Devletin ‘Boykot’ korkusu
Devlet, Kürt illerinde Boykot’un güçlü çıkmasının politik sonuçlarının ne olacağını çok iyi okuyor, biliyor. Bunun için, Kürtlerin sandık başına gitmesi için bütün gücünü kullanıyor. Bölgede başta AKP ve askerler olmak üzere, ‘gidin oyunuzu kullanın kime kullanırsanız kullanın’ diyor. Çünkü ‘Evet’ oyu da ‘Hayır’ oyu da devletin hanesine yazılacaktır. Kendileri için fark etmiyor. Ama BOYKOT ise tersten, devletle kopuşun politik sürecinin ilk adımı olacaktır. Kürt illerinde referandumda boykotun güçlü çıkması, fiilen ikili bir iktidar durumunu ortaya çıkaracaktır. Bir yanda devletin yıllardır sürdürdüğü iktidar yapısı, diğer yandan Kürtlerin oluşturmaya başladığı ve gelişme eğilimi içerisinde olan ‘Demokratik Özerklik’ yapısı. İkili iktidar durumu arasındaki ilişki toplumsal sürecin en önemli halkasını oluşturacaktır. Bu bakımdan, Batı illerindeki propagandaların içeriği ile Kürt illerindeki içeriği nitelik ve içerik bakımın çok farklı olacaktır. Devlet, Doğuda ve Batıda ortaya çıkacak referandum sonucunu farklı okuyacaktır. Bunun çok net olarak görülmesi ve anlaşılması gerekir.

Ayrıca Kürtlerin uygulamak istedikleri ‘Demokratik Özerklik Projesi’ esasen Türk toplumunun da özgürleşmesinin çok önemli bir halkasını oluşturacaktır. Bu modelin Türk toplumu tarafından benimsenmesi, aynı zamanda kendi kendini yönetmeleri bakımından çok önemli bir halkayı oluşturacaktır. Bunun bütünlüklü uygulama şansları olmamakla birlikte, küçük belediyeler düzeyinde dahi pratik bir model olarak uygulama şansları olabilir.

Boykot kararı, toplumsal değişimi ve sistemden politik kopuşu sağlamak bakımından önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Mevcut sistemin ikiyüzlü madalyonunu temsil eden ‘Evet-Hayır’ cephesine verilecek her oy, sistemin devamına oy vermektir. Bu gerçeğin bilincinden olarak hareket etmek gerekiyor.

BİTTİ

Dr. MUSTAFA PEKÖZ

gokyuzu9@aol.com

Laiklik ve Siyasal İslam - 2


Hıristiyanlıkta devlet ve laiklik

Hıristiyanlık gerçekte Yahudi düşünce biçimine dayanan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Hz. İsa ve Hz. Musa tanrının değişik dönemlerde yolladığı peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık Hıristiyanlık Doğu-Batı çatışması içinde, Roma İmparatorluğu'na başkaldıranların dini olarak belirdiği için evrensel niteliği söz konusudur. Bir kavmin değil tüm başkaldıranların ortak dini olarak yansıtılmaktadır. Hıristiyanlığın, evrensel antik düzene tümden karşı, imparatorun gücünü hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun tüm katmanlarını etkilemesi doğal bir sonuç olmuştur. Azatlılar (köleler) ve zenginler üzerinde ezici bir güce sahip imparatorun iktidarına karşı, halk Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullar ve yapı içinde toplumsal rollerini yitirenler geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkla geri geleceğine inanmışlardır. Hıristiyanlığın, Roma İmparatorluğu'nda kazandığı zafer ve egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa'da tekelleşmiş siyasal iktidarı çökertişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu yapı içinde Germen toplumların -yaygın siyasal iktidar- ve -tekelleşmiş güçlü siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu, Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kurallarını içermekle birlikte, kilisenin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı kilisenin verdiği ve geri alma hakkının bulunduğu savına dayanan düşüncenin belirmesine yol açmıştır.

İKTİDAR TEORİSİ

Böylece kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık siyasal iktidara kendisi sahip olduğu gibi, siyasal güçlerin yasallık kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik nitelikte olsa bile, kaynağı dinsel olan siyasal güçler, doğal olarak siyasal yapıyı oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağ'da krallarla-kilisenin savaşımı iktidarın laik ya da teokratik olması sorununa dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılmazdır. Sorun, bu dinselliğin oluşturulmasında kilisenin rolü konusunda belirmiştir. Bu savaşım çerçevesinde, kilisenin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı, kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş ve tekelleşmiş, güçlü siyasal iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle kilise kendi ahlak, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon dönemi en bağnaz türünden teokrasiyi dünya tarihine yazdırmıştır.

BURJUVAZİ-DİN ÇATIŞMASI

Avrupa'da yaygınlaşan ve egemen olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak ve yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla Haçlı Seferleri'ne giriştiğinde, Avrupa'nın gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye başlamıştır. Özellikle Haçlı Seferleri süresince Batı'nın tanıştığı Doğu, yeni zenginliklerin ve ticaret ilişkilerinin de parlak kaynağı olarak gözükmüştür. Doğu'yla olan ekonomik ilişkiler, öteki etkenlerle birlikte, Batı servet birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğu'da egemen olan dinsel inanç 'İslam'ın bozulmasına, bağnazlaşmasına ve temel kurallarından sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti sermayeye çevirmeye yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, doğal olarak emek gereksinimi de belirecektir. Emek ise feodal düzen içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin amacına ulaşması, emeği özgür kılmasına ve bu nedenle feodal düzeni çökertmesine bağlıydı. Feodalite kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama savaşı verirken, burjuvazi doğal olarak kilise ile çatışacaktı. Feodal beylere karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek ve kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını 'ulus' kavramına dayandırmak, böylece siyasal iktidarı 'laik'leştirmek zorundaydı. Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği 'özgürce kiralama' olanağına ulaşmak amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu. Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık hareketine ve monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine neden oluyordu. Böylece burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda 'laiklik' ilkesine dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, ulus sözde 'egemenliğin kaynağı ve sahibi' olarak yaratılıyordu.

YENİ AKIMLAR

Tarihsel süreç içinde burjuva söyleminde 'uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek' olguları birlikte, birbirini tümleyen bir biçimde belirli bir gelişimin sonuçları olarak ele alındı.

Tarihsel süreçte egemen olan Katolik kilisesi 'reform' hareketi denilen Hıristiyanlık inancında çözülme ve bölünme olayı ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lutherci ve Calvenci din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta ve Hıristiyan teokrasisini savunmakta, Katolik Kilisesi denli bağnaz ve ısrarlı olmayan niteliktedir. Ancak Lutherciliğin imandan gelen köleliği yıkıp, kesin inançtan gelen köleliği yarattığı; otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı ve insanı dışarıdan saran dinselliği silip, insanın özünü dinselleştirdiği kabul edilir.

Yine siyasal biçime ve laik yapıya kilisenin tepkisi, önce bu değişmelere karşı direnmek biçiminde olmuştur. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise, kilise tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak ve kabuğuna çekilmek yolunu yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda Papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarına ve genellikle de bulmalarına yol açmıştır.

FAŞİZM ARACI

Özellikle Latin faşizmi dinsel öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından önemli bir etken olarak kullanmıştır. Katolik İspanya ve İtalya'da faşizm, kilisenin desteğini bulmuş ve onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların güvenini sağlamaya yönelmiştir. Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan mistik otoriter ve belirli bir öndere kesin baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında ve yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış ama kaynaşılmamıştır. Mussollini'nin Papalığa eski haklarını tanıyan 'Latran Anlaşması'nı kabullenmesi buna örnektir. Esas itibariyle de pozitivist anlayış ve ideolojiye dayanan burjuva sınıfı tüm aleyhteki retoriğine rağmen kendisini hiçbir zaman dinden soyutlamamıştır. Putları ve dogmaları yıktığını iddia etmesine rağmen yeni putlar ve mitler oluşturmuştur. Yeni tanrıları maddiyatçılık ve olguculuk olmuştur. Hesabına geldiğinde de çekinmeden dincilik yapmıştır. Bu yönüyle laiklik iddiası sadece söylemde kalmıştır. En önemli nokta ise din ile devlet işlerinin ayrışması anlamındaki 'laiklik', şimdiye kadar ki bilinen hiçbir modern Batılı iktidar ve devlet mekanizmasında yaşama geçmemiştir!

Ali RIZGAR

* * *


İslam'da çoğulculuk yoksa ne var?

Bir gazete İlahiyatçı Hayrettin Karaman'ın 'İslam'da çoğulculuk yoktur' sözlerini manşetine taşıdı. Basına yansıyan kısmına baktığınızda değerlendirmeler gerçekten manşete çıkmayı hak edecek nitelikte. Karaman, çoğulculuk kavramı ile hiçbir ilgisi olmayan bir noktadan hareketle 'İslam'da çoğulculuğun olmadığına' hükmetmiş. 'Neredeyse İslam adına özür dileyecekler' diyerek çoğulculuğu savunanları da kompleksli hareket etmekle suçluyor.

İslam'ın tek ve mükemmel din olduğu mantığı üzerinden yola çıkan Karaman, çoğulculuğun alternatifinin tekçilik olduğunu gözardı ediyor. Oysa İslam düşüncesi 'teklik' vasfını sadece yaratıcıya ait bir sıfat olarak ele almakta ve onun dışındaki her şeyi çeşitlilik zemininde tanımlamaktadır. Beşere ait olan dünyanın çeşitlilik ve çoğulculuk üstüne bina edilmesi işin doğasının (yaratılışın) gereği olarak tarif edilmektedir.

Tekliğe dayalı tutumun bir hegemonya misyonu taşıdığını ve bunun insan üstü bir rol kapma kavgası olduğunu asla unutmamak gerekir. İnsanlığın yaşadığı büyük felaketlerin çoğu, bu iktidar hırsının adete 'yeryüzü tanrılığına soyunma' sendromundan kaynaklanmıştır. Her şeyi kendine benzetme ve kendi algı dünyasına uygun pozisyon almaya zorlama bu tekçi psikolojinin sonucudur.

Bir inancın ya da ideolojinin üstünlüğüne haklılığına inanmak ve bu yönde çaba içinde olmak, çoğulculuğa karşı olmayı gerektirmez. Aksine özgüveni olan düşünce sistematikleri farklılıklarla birlikte olmayı varlığının teminatı olarak görür. İnançların tıpkı yirminci yüzyıl ideolojileri gibi faşizan, totaliter, tek tipçi anlayışlarla yorumlanması, şiddet ve fanatizmin içselleştirilmesinden, meşrulaştırılmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Başkasına hayat hakkı tanımayan inançlar, kendi yaşama haklarını savunmakta zorlanırlar. Zayıf olduğunda kendisi için özgürlük isteyen, iktidar imkanlarını elde ettiğinde çoğulculuğa tahammül etmeye yanaşmayanlar, tutarsızlıklarının bedelini iktidar imkanlarını kaybettiklerinde öderler.

Emevi din algısından, Baas rejimlerinin göstermelik dindarlığına uzanan süreç bu nedenle kan ve gözyaşının tarihidir. Bu tarihin onur duyulabilecek dönemlerine baktığınızda çoğulcu anlayış izlerini görürsünüz. Herkesi Müslümanlaştıramamış olmanın kahrı ile yaşamaktansa farklı inançların, dillerin kendilerini koruyabilmiş olmasının gururunu taşımak çok daha İslami bir tutum olarak görülmelidir.

Çoğulculuğa karşı çıkarken çok daha dikkatli olmak zorunda olduğumuzu göstermeye sadece Taliban ve İran tecrübesi bile yetiyor olmalıdır.

Ayhan BİLGEN

Eğitim sistemindeki sömürü düzeni


İnsanlık o kadar içinden çıkılmaz bir durumdadır ki artık ne yaptığını bilemez haldedir. Her tarafımızı sömürücüler, her tarafımızı sömürgeciler, her tarafımızı kan emiciler sarmış durumda. Adım bile atacak durumumuz kalmamıştır. Yaşadığımız her yer bize zindan olmuş. Yaşam ızdırap, hayaller zindan, umut işkence.

İnsanlığın düştüğü bu durum, toplumsal büyük bir devrime dönüşür mü bilinmez ama insanlığın büyük ruhsal bir bunalımda olduğu bir gerçektir. Emperyal düzenin sömürücüleri attığımız her adımda bize bir fatura kesmekte. Bırakın herhangi bir maldan vergi kesmesini, soluduğumuz havadan bile bize bir vergi kesmektedir. Elektrikten, sudan, internetten, beyaz eşyadan, mobilyadan, ticari ve özel taşıtlardan başlayarak çiğnediğimiz ufacık bir sakıza kadar her şeyimizden bilmem yüzde kaç vergi kesiyor. Bu vergilerimiz de gece-gündüz faşistlik yapan palazlı memurların maaşlarına, tamamıyla asimilasyon politikaları için kullanılan TRT'ye, Bölge'de halkın başına bomba yağdıran TSK'ye gidiyor. Ben bunu kabul etmiyorum. Ve bütün herkesin de buna karşı çıkması lazım. Benden zorla alınan vergilerle beni yok sayan, beni başkasına dönüştürmek isteyen ve beni yok etmek isteyeni besliyorum. Bu bir insanın kendi kendine intihar etmesi gibidir. Düzen, ne kadar sömürücüyse bir o kadar da ahlaksızdır.

Emperyal düzenin palazlı zenginleri ve bu zengilerin koruyuculuğunu yapan şiddet unsuru devlet, en doğal yaşam hakkımız olan dilimizden, kültürümüzden, coğrafyamızdan bizi ayırarak batı illerinde köle gibi sömürdü, yozlaştırdı. Hiçbir alanda bize yaşam hakkı tanımadı. Bize reva gördüğü sadece sömürü düzeninin bir kölesi olmak. Şimdi de devlet, sömürücü gözünü eğitim sistemindeki ranta çevirmiş durumda.

Kendi dilimizin, kültürümüzün dışında egemen ve resmi ideolojinin diliyle en ağır şartlarda okumaya çalıştığımız düzen bile sömürücülerin zoruna gidiyor. İstemeyerek okumak mecburiyetinde kaldığımız eğitim sistemini dahi hükümet aracılığıyla kendi çıkarına göre düzenledi. Genel liseler artık eğitim sisteminde yapılan son değişikliklerle tarihe karıştı. Ve bırakın artık üniversiteye sınavla girmeye, liselere bile artık sınavla girme şartı getirildi. Bu demek oluyor ki, artık dershanelere parası olmayıp gidemeyenler üniversitelere öğrenci yetiştiren liselere gidemeyecektir. Sadece parası olanlar, ilkokuldan beri dershaneye gidenler üniversiteye gidecektir. Yani artık parası olmayan ailelerin çocukları liseden itibaren okullara gidemeyecektir. Liselere giriş sınavını kazanamayıp, Anadolu ve fen liselerine gidemeyen öğrenciler meslek liselerine yönlendiriliyor. Günümüzdeki meslek liseleri ise düzenin çarkına sadece köle yetiştirmekle mükellef durumda. Yani genel liselerin kaldırılması, düzenin çok açık bir oyunudur.

Eğitim sistemi Türkiye'de başlı başına devasa bir sömürü düzeninin rant alanıdır. Çünkü 20 milyondan fazla öğrencisi bulunan ülkemizde, ilkokuldan başlayarak çeşitli sınavlarla öğrenciler birbirine düşman ettirilmekte ve birbiriyle yarıştırılmaktadır. Tabii öğrenciler birbiriyle mücadele ederken, buradaki rantçılar milyarlarca liralık parayı cebimizden çekip alıyor. Her sınav başı ve her yıl öğrencilerden alınan paralar devasa boyutlara ulaştığı için eğitim sistemi, sosyal devlet anlayışı içinde düşünülemeyecek kadar sömürücüler için önemli bir sektör haline gelmiştir. Bu sınavlar sistematik bir şekilde artırılmış, sınavlar artırıldıktan sonra dershane sayısı ve dershaneye giden öğrenci sayısında yüzde üçyüzlere varan bir artış gözlenmiştir. Bu dershanelerin sahipleri kimler bunu çok iyi irdelemek gerekir. Araştırıldığında bu dershane sahiplerinin çok yabancı kişiler olmadıkları ortaya çıkacaktır.

Bu nedenle zaten rezil olan eğitim sisteminin yapılan değişikliklerle daha da kötüye gittiği bir gerçektir. Bu değişikliklerle artık yoksul Türk ve Kürt çocuklarının zaten az olan okuma şansı hiç kalmamıştır. Eğer bu sömürü düzenine karşı hep beraber mücadele edilmezse bu sömürücülerin üstesinden gelinemez. Onun için ya topyekûn mücadele ederek sömürücülerin boğazına yapışıp onları boğacağız; ya da tek başımıza hareket ederek sömürücülere çok iyi bir lokma olacağız.

Yakup ŞİMŞEK

Rusya Kürt petrolleri için yeni strateji geliştiriyor

Bir süredir Rusya’da Güney Kürdistan’a yönelik yeni bir ekonomik strateji belirleme konusunda yoğunca tartışmalar yürütülüyor. Enerji rezervlerine ulaşım ilk hedefler arasında yer alırken, demir, uranyum ve altın gibi madenlerin işletilmesi de tartışılıyor. Güney Kürdistan ile Irak arasında demir yolu yapımı, jeolojik araştırmalar, çimento ve metalürji fabrikasının inşası gibi palanlar konusunda görüş birliğine varılmış durumda.

Kürtler petrol rezervlerinin Ruslar tarafından işletmeleri sıcak bakmıyor. Ancak Rusya bunun Bağdat ve Hewler arasında yürüteceği dengeli ilişkilerle aşacağını inanıyor.

Kürdistan petrollerinin işletilmesinde deneyim sahibi Lukoil daha önce ABD’li bazı enerji şirketleri ile kurduğu konsorsiyumlarla girişimlerde bulunsa da bunlar oldukça sınırlıydı. Fakat Rusya bu yıl Irak hükümetinin ülkenin gaz sahalarının geliştirilmesi için açtığı ihalelere girerek bu konudaki niyetlerini açık ortaya koydu.

PRİMAKOV'UN SEFERLERİ

Yevgeny Primakov başkanlığındaki heyetler, Kürt petrolleri için Güney Kürdistan yönetimini ikna etmek için yoğun bir diplomasi faaliyeti sürdürüyor. Saddam Hüseyin'in döneminde askeri enerji ve siyasi konularda içine girilen güçlü işbirliğini yakalayamasa bile bu alandaki ekonomik hedeflerini yeniden belirliyor.

Geçtiğimiz ay bu konuda bir dosya yayınlayan BBC Rusya bölümü Saddam Hüseyin dönemindeki Rus Irak ilişiklerini masaya yatırarak Rusya’nın Suudi Arabistan’dan sonra dikkatlerini yeniden Irak petrollerine çevirdiğine dikkat çekti.

Yine Rusça yayın yapan iimes sitesinde A.O Kasayev imzasıyla yayınlanan bir yazıda Rusya’nın Kürdistan’daki enerji rezervlerine ulaşmak için Kürtlerle yürüttüğü ilişkileri anlatan bir analiz yayınladı.

KÜRDİSTAN’DAKİ PETROL REZERVLERİ

Güney Kürdistan’da büyük miktarda karbon hidrat rezervleri mevcut. Tahminlere göre Güney 45 milyar varil petrol rezervi bulunuyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde 11 yeni sondaj kuyusu açılabilir, uzmanlar bunlardan 115 milyar varil petrol olabileceğini belirtiyor. Ayrıca bu bölgenin derinliklerinde ciddi oranda metreküp gaz bulunuyor. Bu Irak’taki toplam doğal gazın yüzde 89’u oluyor

Irak’ta petrolün yüzde 40 Kerkük’te çıkarılıyor. Kerkük’ün zenginlik kaynakları onu büyük güçlerin ve bölgesel ülkelerin hedefi haline getiriyor. Ancak Kürtler kendilerine ait zenginliklerin işletmesini üstlenmek istiyor. Irak merkezi hükümeti yaklaşık 3 yıldır bu bölgedeki petrol araştırmalarını engelleyip Kürtlerin projelerini boşa çıkarmaya çalışıyor.

Anayasa ülkenin zengin petrol kaynaklarının kullanılması konusunda belirsiz hükümler içeriyor. Anayasanın 108. maddesine göre ülkede çıkan petrol ve gazın tüm Irak halkının olduğunu vurguluyor. Ancak eğer dış şirketler bu alanlarda petrol çıkarmak isterse bunu yerel yönetimlerle yapacağı anlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirebilir. Bu konuda merkezi yönetimi bilgilendirmelidir.

109 maddeye göre ise enerji ihracat gelirleri ile bölgelerdeki demografik oranlarına göre dağılacaktır, deniliyor

Bu yasalardan maksimum yararlanmaya çalışan hem merkezi hükümet hem Kürdistan bölge yönetimi modern teknolojiyi kullanarak maksimum verim almaya ve gerekli stratejik politikaları oluşturmaya çalışıyorlar.

KÜRTLER ENERJİNİN KONTROLÜ İÇİN YENİ YASALAR ÇIKARIYOR

İimes.ru sitesinde bu konuda bir analiz yayınlayan Kasayev, Kürtlerin 2007’den beri yaptıkları yasal düzenlemeleri şöyle değerlendiriyor: “Kürdistan federal bölgesi kendi iç mevzuatlarıyla yaptığı düzenlemelerle (özellikle 19. madde) yabancı şirketlerin bölgede çıkaracakları petrol gaz ve mineralleri mülkleştirme haklarını sınırlandırmıştır.

Yine yeni çıkardığı çevre koruma yasalarına göre dışarıdan gelen oyuncular petrol çıkarma girişimlerini kendi iç mevzuatlarına göre yaptırılmasını zorunlu kılıyor ve bunun için bakanlıkta kurmuştur.

Kürt parlamentosu 7 Ağustos 2007 hidrokarbonlarla ilgili benzer bir yasayı onayladı. Bu düzenlemeye göre üç ilde yeni Erbil, Süleymaniye ve Dohuk hidrokarbon sektöründe yabancı yatırımın önünü açtı. Kısa bir süre sonra da bunu Kerkük’te uyguladı.

Aynı tarihlerde ‘Dana Gas’ BAE ve Avusturya petrol ve gaz grubu ‘OMV AG’ ile Mala Omer ve Şoriş bölgelerinde petrol arama ve çıkarma konusunda bir sözleşme imzalanmıştı.”

Güney Kürdistan yönetimi bu yılın başında 1 Haziran 2009'dan itibaren duran petrol ihracatına yeniden başladı ve Kürt hükümeti, bölgedeki günlük petrol üretimini önümüzdeki yıllarda 100 bin varile çıkarmayı hedeflediklerini açıkladı.

Kürtler kendi bölgelerindeki petrolün Irak halkıyla bölüşmeye karşı direnmiyor ve Irak Anayasasında belirlendiği gibi gelirleri demografik orana göre paylaşıyor.

Suni ve (başlarda) Şiiler bu durumu resmen kabullenmek istemiyor ve bunu bağımsız Kürt devletine hazırlık olarak değerlendiriyor. Şiilerin baştaki gibi direnç göstermek yerine Irak’ın Güneyindeki konumlarını güçlendirmeyi daha akılcı buluyorlar. Ama Sunilerin bulunduğu alanlarda petrol bulunmadığı için bu konuyu daha dikkatli izliyorlar.

RUSYA ENERJİ KONUSUNDAKİ ENGELLERİ AŞMANIN YOLUNU ARIYOR

Güney Kürdistan’ın Rusya ile geleneksel bir ilişkisi var. Ruslar ticari ilişkileri konusunda kapıları açık tutuyorlar. Zaman zaman Primakov başkanlığındaki heyetler ziyarette bulunuyor. Son Erbil ziyareti de ikili ekonomik işbirliğini ve Rus yatırımlarını tartıştılar ve bölgesel işbirliğini geliştirme konusunu ele aldılar. Ancak iş enerji sektörüne gelince Kürt yetkililerin Irak merkezi hükümetinin bazı rahatsızlıklarına işaret ederek çekince koydular. Bu görüşmelerde Bağdat’ın sadece petrolü kontrol etmeye çalıştığını diğer kaynaklarının geliştirilmesi tamamen yerel makamların takdirine bağlı olduğu izlenimini verdi.

Kasayev, Kürt yönetimiyle merkezi hükümetinin dış yatırımcılar için böyle bir anlaşması olmasına rağmen Kürtlerin buna yanaşmadığına dikkat çekiyor. Kasayev makalesinde, “Primakov’un oraya gitmesi dostluk ilişkilerini geliştiriyor. Rus- Irak-Kürt ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda prensip kararlarına gittiler. Bu prensipler çok önemlidir. Erbil’de açılan konsolosluk ve bu ziyaretlerle Rusya Irak’taki politikaları için ensturuman elde etmişti.

Böylece şu sonuca varabiliriz Irak Kürdistan’ında yatırım konusunda diğer bölgelere göre önemli avantajlar elde etmiştir. Ayrıca bu bölge diğer yerlere oranla siyasi, ekonomik ve hukuki olarak daha az risk taşımaktadır” diyor.

Bundan bir yıl önce Bağdat Kürt tarafına ekonomik zorluklar ve petrol gelirlerindeki düşüşten dolayı Kürtlere 60.000 varile kadar ihracat için izin verildi. Ancak Kürtler merkezi hükümetten hukuki bir izin istemeyi beklemeden zaten kendi çalışmalarını yürütüyordu. Geçtiğimiz mayıs ayında ise merkezi hükümet yerel yönetimle petrol ihracatı konusunda yeni bir anlaşma imzaladı.

Ancak geçtiğimiz günlerde BBC Rusça bölümü için kaleme alınan bir makalede Irak’taki enerji ihaleleri konusunda batının yaptığı baskılar açıkta ifade edildi.

Ancak Kasayev buna itiraz ediyor. Kasayev’in bu konuda, “Rusya’nın burada petrol çıkarması Bağdat’ta rahatsızlık yaratabilir. Rusya ve Irak’ın ekonomik işbirliği mekanizmaları göz önünde bulundurulursa bunun enerji konusunda uygulanması biraz zor görünüyor. Bunun için Rusya’nın önce Irak federal yönetimi ile ilişkilerini geliştirmesi ve Kürt yerel yönetimi ve Kürt iş adamlarıyla anlaşmalar imzalaması gerekiyor. Bu uzak bir hedef değil. Şimdi Rusya için bu alandaki politik ve ekonomik konumunu güçlendirmelidir.

Kürt iş adamları güçlü ilişkiler kurulmalı. Irak Kürdistan içinde dağ bölgelerinde demir, tungsten, vanadyum, uranyum ve altın büyük yatakları vardır. Yine hidroelektrik ve termik santral inşa etmek için önemli rezerv kapasitesi vardır. Bunlarla birlikte demir yollarının yapımı konusunda görüşmeler var Güney Kürdistan ile diğer bölgeler arasında bağlantılar zayıftır. Bu sadece ekonomik değil aynı zamanda politik bir karaktere sahiptir çünkü bu ülkenin yeniden bütünleşme sürecine yardımcı olacaktır.

Bize göre, yakın gelecekte Rus şirketlerinin planlarını en verimli hayata geçirmek için, teknolojik gelişim bir gösteri, ekipman ve hizmetlerini yerine getirebilmek için, Kürdistan yönetimi sivil toplum örgütleri ve iş ortaklarıyla yani yerel iş adamlarıyla güçlü ilişkiler geliştirmelidir” diyor.

Kürtler Türkleri kandırıyor mu?

Çok sayıda Türkün kafasında Kürt özgürlük hareketiyle ilgili şu saptama var:

“Bunlar bizi kandırmaya çalışıyorlar. Birlikte yaşamak gibi bir istekleri bulunmuyor. Bunun yerine aşamalı olarak ayrılmayı hayata geçirmeye çalışıyorlar.”

“Neye dayanarak böyle bir düşünceye sahipsin?” sorusuna verilecek yanıt ise yaklaşık 20-25 yıl öncesinden gelir:

“O zaman bağımsızlık istiyorlardı, ayrı devlet istiyorlardı. Bunun gerçekleştirilmesinin zor olduğunu görünce aşamalı olarak aynı hedefe varmaya çalışıyorlar.”

20-25 yıl önce söylenenleri bugüne taşıyarak düşünmek doğru değildir. Bu süreç içinde çok şey değişti. Kürtler de değişti, bu ülkedeki Kürt sorunu da değişti.

20-25 yıl önce Kürt sorunu büyük oranda bölgesel bir sorundu. Aradan yıllar geçtikten sonra o bölge (Kuzey Kürdistan) coğrafi olarak duruyor, ama nüfusu durmuyor. Ordu başta olmak üzere açık ve gizli bütün devlet güçleri Kürtleri bulundukları küçük yerleşim birimlerinden göçe zorladılar. Ekonomik koşulların iyice zorlaşması da göçü ek olarak hızlandırdı.

Kürtler önce büyük kentlere –özellikle Diyarbakır- göç ettiler. Önemli bir bölümü de buradan Batı kent ve kasabalarına yöneldiler. Başka bir deyişle, Fırat’ın doğusu Fırat’ın batısına boşaldı. Kuzey Kürdistan’daki nüfusu azaltarak Kürt sorununu çözebileceklerini zannedenler, gerçekte sorunu Türkiye’nin her tarafına yaydılar.

20-25 yıl önce Kürtlerin en fazla yaşadıkları kent Diyarbakır idi, şimdi İstanbul oldu.

Adana, Mersin, Bursa, İzmir gibi büyük kentlerin yanı sıra, ülkenin güneyindeki ve batısındaki çok sayıda kasabada da Kürt mahalleleri oluştu.

Bir yandan savaş sürerken, bir yandan da Kürt ve Türk halkları eskisinden daha fazla yan yana, birlikte yaşıyorlar.

Bu birlikteliğin getirdiği sorunlar, bu sorunları kaşıyanlar, azgın Türk milliyetçiliği temelinde örgütlenmeye çalışanlar var. Sorunların varlığı, 20-25 yıl öncesine göre daha yakın ve birlikte yaşamayı ortadan kaldırmıyor.

Artık “birlikte yaşamak istemiyoruz” demek eskisine oranla daha zor…

Zorunlu göç sonucu gidenlerin büyük bölümünün yerlerine geri döneceğini düşünüyorsanız, tarih bunun tersine örneklerle doludur.

İç göç sonucunda da olsa başka bir alana yerleşmek, çocukların orada doğması ve sosyalize olmaları, zamanla farklı alışkanlıklar edinmek ve eski hayat tarzına az çok yabancılaşmak… İç ve dış bütün göçlerde görülen olgulardır. Zaman geçtikçe gidilen yerdeki yerleşiklik artar.

Bu durumda Fırat’ın batısındaki Kürtlerden “kurtulmak” ancak sürekli baskı, tehdit ve etnik temizlik girişimleriyle gerçekleşebilir ki, bununla da sonuç alınamaz. Son olaylardaki protestoların da gösterdiği gibi, Kürtlerde baskılara karşı koyabilecek, sinmeyecek bir kitle bulunuyor.

Bu nedenle etnik temizlik tehditlerinin bazı ırkçı Türklerde “niyet ifadesi” olmanın ötesinde anlamı bulunmuyor. Daha büyük tehlike, Fırat’ın batısındaki çeşitli yerleşim merkezlerinde yan yana yaşayan ama ilişkisi zayıf paralel toplumların oluşmasıdır.

Böyle bir tehlikeli süreç giderek daha hızlı gelişmektedir.

Gelecek yazıda bu konu üzerinde durmaya çalışacağım.

KCK:'Meşru savunmaya göre yargılamalar olacak'

8 maddelik bir bildiri yayınlayan KCK Adalet Divani üyesi Qazi Avare, BM ve AB’nin Türk devletinin Cenevre Sözleşmesine göre hareket etmesi için baskı yapmaya çağırdı. Kürdistan’da devletle işbirliği yapan kesim ve ‘ihanetçilerin’ önümüzdeki süreçte meşru savunma ekseninde yargılanacağını söyleyen KCK yetkilisi, bir savunma stratejisi oluşturduklarını belirtti. Qazi Avare sorularımızı yanıtladı.

- 8 maddelik yayınladığınız bildirgenin amacı nedir?

- Öncelikle Adalet Divanını anlatırsam konuyu daha iyi açmış oluruz. Biz bir adalet hareketiyiz. Sistemimizde yüksek adalet divanı var. Bunun bazı esasları var. Başta biz hakikat, adalet ve özgürlüğü esas alıyoruz. Bu nasıl oluşacak? Bizim sistemimiz halk sistemidir, halkın kendini yönetmesidir. Halkın yürütmesidir. Teknokrat ve bürokratlarla mahkemeyi yürütmüyoruz. Toplumla komünle yürütüyoruz. Adalet eşitlik bunu gerektiriyor. Bazı mercilerin bunu toplum üstünde yürütmesiyle adalet ve özgürlük gerçekleşmez.

Şu an Kürdistan’da büyük bir hukuksuzluk ve adaletsizlik yürütülüyor. Bir savaş yürütülüyor. Gerilla cenazeleri ile oynanılıyor. Kürdistan ormanları yakılıyor. Bu yönlü bir netlik var. Kürdistan’da işlenen suçlar çok nettir.

-Türk devleti ‘terörizmle’ savaştığını söyleyip her tür aracı kullanmayı kendine hak görüyor. Siz yürütülen bu savaşı hukuki açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Otorite için hak nedir? Güçlüyse, elinde silahı varsa ne yapsa ona haktır, uygundur. Bu egemenliğin bir karakteridir. Özellikle Türk devleti Kürt halkı üzerinde bunu yıllardır uyguluyor. Kürtler üzerinde yaptığı her şeyi kendine hak görüyor. Buna karşı bizde özgür yaşamak isteyen bir halk olarak kendini savunmayı esas alıyoruz. Biz bildirgemizde de bunu esas aldık. Yapılanlar göz önündedir v e çok nettir. Buna karşı adaletin yerine gelmesi gerekiyor. Bunun için var olan kurumlarımızın, örgütlenmelerimizin ve kendini demokrat insan olarak görenlerin sorumlulukları var. Bu sayede ancak bu haksızlık ve hukuksuzluk ortadan kalkar. Bu olayları gerçekleştirenlerin rolünü ortaya çıkarmasında bu görevin sorumluluğunu alanlar için bildirimiz mücadeleye bir çağrıdır. Kürt halkının varlık mücadelesi meşrudur

- Bu bildiride protestodan meşru savunmaya kadar geniş bir yelpazede mücadele çağrınız var. Ne demek bu?

- Kürtler için bir meşru savunma zemini açığa çıkmıştır. Kendi kültürünü toplumsal varlığını koruma hedefi vardır. Bu maddeyi belirlerken Kürtlerin nasıl bir savunma yaklaşımı içinde olacaklarını belirtmektedir. Kürtler hiç bir zaman saldıran taraf olmamıştır. Her zaman kendini korumaya dayalı bir meşru savunma içerisinde olmuştur. Günümüzde Kürtler toplumsal bir saldırıyla karşı karşıyadır. Çocuklar öldürülmekte kadınlar öldürülmekte. İşkence sokağa taşırılmıştır. Buna karşı bir savunma stratejisini ve hukukunu yaratmamız gerekiyordu. Kürtler de halk olarak kendisini nasıl koruyacak, bunu hukuku nasıl olacak ve bu savunma stratejisini uygulayanların nelere dikkat etmesi gerektiğine yönelik bir hukuki belgedir.

- İnegöl ve Dörtyol’da Kürtlere karşı linç girişimleri oldu. Bu açıdan bu belirttiğiniz çerçevede Kürtler nasıl bir savunma yaklaşımı içerisinde olmalıdır?

- Bu son saldırılar sadece bir provokasyon değil, devletin Kürtlere karşı geliştirdiği bir politikadır. Geçmişte bu tür şeyler gözaltı tutuklama ve benzeri uygulamalarla gerçekleştiriliyordu. Şimdi bu toplumsal bir zemine kaydırıldı. Buna karşı Kürtlerde toplumsal olarak kendisini savunma durumu ile karşı karşıyadırlar. Kürtlere karşı saldıranların cezasız kalındığı görülüyor. Yani sen Kürdü linç etmek istersen edebilirsin sokak ortasında bir Kürdü öldürmek istersen öldürebilirsin, Kürtlerin iş yerlerini evlerini yağmalalayabilirsin, taşlayabilirsin, buna karşı devletin ciddi bir adalet yaklaşımı yoktur. Devlet Kürtlere yapılan bu saldırıları ve saldırganları meşru gören bir yaklaşım içerisindedir. Bu açıdan bu son İnegöl ve Dörtyol’daki olaylara karşı Kürt halkı öz savunma temelinde kendini savunma temelinde bir duruş içerisinde olmalıdır. Ve bu meşrudur. Her halkın kendi kültürünü dilini varlığını korumasını meşrudur.

- Sizce Kürdistan’daki savaş Cenevre savaş hukukuna göre midir?

- Şimdi bir halkın yürüttüğü varlık savaşı hiç bir zaman terörizm olamaz. Türk devlet yetkilileri de zaten düşük yoğunluklu bir savaşın olduğunu itiraf etmektedirler. Bu açıdan Kürdistan’daki savaş kuralları Cenevre sözleşmesine göre olmalıdır. Zaten biz bu son bildirimizde açıkladığımız 8 maddede yürütülen bu savaşın uluslararası hukuka uygunluğunu ortaya koyuyor. Ama Türk devleti hiç bir zaman Kürtlere karşı bu savaş hukukunu uygulamamıştır. Kimyasal silah kullanımından tutalım yasak olan bombaların kullanılmasına kadar yaşamını yitiren gerillaların cenazelerinin parçalanılmasına ormanların yakılmasına kadar geniş bir yelpazede bir savaş suçu işlenmektedir. Bu açıdan biz bu bildirgede sadece meşru savunma güçlerini değil Türk devletinin de savaş hukuku çerçevesinde yaklaşmaya çağırıyoruz. Biz burada BM’yi, AB’yi Cenevre sözleşmesine imzan atan Türkiye’yi bu sözleşmeye göre hareket etmesi için baskı yapmaya çağırıyoruz. Eğer bu güçler Türkiye’nin altına imza koyduğu sözleşmelere uyması için baskı yapmazlarsa Türkiye’nin savaş suçlarına ortak olurlar.

- Kürdistan’da devletle ortaklaşan ve devletin uyguladığı şiddet politikalarında rol oynayan kesimlerde var. Bu bildirgenizde onlara yönelik bir uyarınızda var. Bu uyarılarınızı somutlaştırabilir misiniz?


- Kürt halkında son 30 yıldır yürütülen mücadele ile ciddi bir halklaşma ve uyanış ortaya çıkmıştır. Kürtler artık kendisi için neyin kötü olduğunu çok iyi bilmektedir. Halk olarak kendi içerisinde Kürt olup da saygısızlık yapanları çok iyi görmektedir. Bu kesimler şu anda AKP içerisinde yer alanlar olduğu gibi elinde silahla koruculuk yapanlarda vardır. Halk bu kesimlere karşı geniş bir yelpazede tavır ve tutum içerisinde olmalıdır. Bu kesimleri teşhir etmelidir. Selamını kesmelidir. Esnafsa ticaretini kesmelidir. Bu kesimlere karşı her yöntem uygulanabilinir ve bu da meşru savunma temelindedir.

- Bildirgenizde meşru savunma dışında yapılacak hiç bir eylemin KCK’ye ait olmayacağını ve meşru görmeyeceğinizi söylüyorsunuz…

- Geçmişte devlet birçok olayı katliamı hareketimizin üzerine atarak hareketimizi gayri meşru bir hareket olarak göstermek istedi. Yine toplumsal yapıdan kaynaklı olarak hareketimiz içerisinde yer alıp da meşru savunma çizgisi dışına çıkan kesimler oldu. Bu kesimlere karşı ciddi bir mücadele verildi. Ve en son savaş hukuku açısından nelerin yapılması gerektiği netleştirildi. Hareketimiz tarafından meşru savunma temelinde bir savaş yürütülmekte. Bu tamamen bir savunma savaşıdır. Varlığını koruma savaşıdır. Bunun dışına çıkan her eylem, olay kim tarafında yapılırsa yapılsın bizim savaş hukukumuza göre değildir ve kabul görmeyecektir. İmkanlar çerçevesinde araştırılacaktır. Ve savaş hukukumuz dışında yaklaşımlar içerisine girenler KCK toplumsal adalet bildirgesi göre yargılanacaktır. Bizim dışımızda kesimlerde Kürdistan’da savaş suçları işleseler bunları da açığa çıkarıp meşru savunma temelinde cezalandırılacaklardır.

-STÖ’lere yönelik de çağrılarınız var. STÖ’lerden beklentiniz nedir?

- STÖ’ler demokratik kesimler Kürdistan’da yürütülen savaşın gerçek yüzünü görmelidirler. Biz burada kimseye şu tarafta yer al bu tarafta yer al diye bir çağrıda bulunmuyoruz. Ama ortada olan gerçeği görmelerini istiyoruz. Kim ne yapıyor kim savaş suçu işliyor. Kim yok etmek istiyor? Bunları görmeleri ve dillendirmeleri gerekiyor. Bunlar sadece bazı basın açıklamalarıyla da olmuyor. Daha aktif bir mücadele içerisine girmeleri gerekiyor. Eğer devlet yanlış yapıyorsa devlete karşı durmaları gerekiyor. Meşru savunma dışında bir şey oluyorsa buna karşı sessiz kalmamalıdırlar. Ama devletin inkâra dayanan yok etmeye dayanan gerçeği karşısında mücadeleci olmalıdırlar. Çağrımız budur onlara.

- Bundan sonra KCK Adalet Divanı olarak nasıl bir çalışma içerisinde olacaksınız?

- Kürdistan’da devlet tarafından oluşturulan suç şebekeleri var. Toplumsal açıdan Kürtlere yoğun bir yozlaştırmaya yönelik saldırılar var. Fuhuştan tutalım uyuşturucuya kadar. Bu kesimler sivil görünümlü olsalar da işledikleri suçlar açısından Türk devletinin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşın bir parçasıdırlar. Yine ihanet içerisinde olan kesimler var. Bunlara karşı önümüzdeki süreçte meşru savunma ekseninde yargılamalar olacaktır. Bu açıdan ciddi bir çalışma içerisindeyiz. Şartlarımız elverdiği oranda özellikle ihanet içerisinde olan kesimlerin yargılamaları olacaktır. Örneğin, devletin özel savaş aygıtının bir parçası olarak siyasi partilerde yer alan kesimler var. Biz bunların demokrasi ve özgürlük çerçevesinde ele alamayız. Çünkü bu partiler Kürt halkına karşı yürütülen savaşın bir parçasıdırlar. Bunlara karşı da meşru savunma ekseninde bir mücadele içerisinde olunacaktır. Halkımızda kişisel çıkarları için halkın değerlerini ayaklar altına alan bu kesimlere karşı sessiz kalmamalı. Sosyal ilişkilerini kesmeden tutalım ticari ilişkilerini kesmeye kadar öz savunmaya kadar mücadele içerisinde olmalıdırlar.

Linç: Yapamadığını kitleye yaptırmak

Linç, kişiye ya da topluluğa karşı uygulanan kitlesel şiddettir. Bu şiddet özünde devletten beslenir, tetikleyen başka faktörler olsa da kaynağı devlettir.
Aksi söylense de linç kendiliğinden bir dışa vurum değildir. Sistemin 'halk galeyana geldi', 'halkın hissiyatı' ifadeleri ise olayın örgütlü geri planını gizlemeye dönük bir çabadır.
Dolayısıyla linç 'devletin ya da egemen olanın kendi 'hukuk' sınırları içerisinde yapamadığını kitlelere yaptırmasıdır'.
Hatta bu istem, toplumsal siyasal çelişmelerin derinleştiği durumlarda daha 'özel birlikler'e dönüşür. Biçimde devlet sahneden çekilir!
***
Özünde Ortaçağ kültürü olan linç, İslami toplumlarda 'recm hukuku' ile bütünleşerek bir tür 'yasallık' kazanmıştır. Günümüzde din, ırk, cinsiyet, milliyet kimlikli gelişen bu kültür, devlet eliyle 'gizli bir hukuk'a dönüşmüştür.
Türkiye'de, günümüzde Kürtlere dönük olarak öne çıksa da; organize kalabalıklar yoluyla uygulanan bu şiddet türü, Rumlara, Ermenilere, Alevilere, Romanlara, eşcinsellere vb. karşı da uygulana gelmiştir.
Burada altı çizilmesi gereken hakikat şudur: Dönemsel değişkenlikler gösterse de linçte amaç; toplumsal sorun ve ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalarak gerileyen devletin, aşağıdan gelen 'milli birlik ruhu'yla kendini onarmaktır.
Devlete yönelik toplumsal tepkilerin arttığı dönemlerde tepkileri, 'ötekileştirilmiş' unsur ve halklara yönelterek boşalımlarını sağlamak öteden beri kullanılagelen bir yöntemdir.
Devlet bu yolla hem 'kendi hukuk sınırları içinde' yapamadıklarını kitlelere yaptırmış hem de kitleleri talepsiz 'yığınlar' haline getirme başarısını göstermiştir.
***
Linç isteğinin kitlesel davranış haline gelmesini sağlayan ana unsurlar ise; yığınların 'taşlarken kendi günahlarından arındığını' sanması ya da bu yolla eksikliğini/eksilmişliğini gizlemiş olma duygusunu yaşamış olmasıdır. Ayrıca yanılgılı da olsa 'yaşam alanlarını' genişlettiğine dair bir düşünce kümesinin içinde olmaları, devletle rol değiştirmeleri muazzam bir haz yaratmıştır.
Linç ederken, kendini devlet görmek ya da devleti yanında görmek, takdir almak, alkışlanmak, 'vatansever' sayılmak, engellenmemek, tutuklanmamak, serbest kalmak, linç kitlesindeki 'dokunulmazlık duygusu'nu güçlendirmiş, bu da sistematik ve örgütlü linç girişimlerinin önünü açmıştır.
Linç artık, linç severlerin iddia ettiği gibi 'ferdi ve münferit' değil, örgütlü ve sistematiktir.
Kürt linci örgütlü ve sistematiktir.
AKP hükümetinin yaşadığı tıkanma ve çözümsüzlük, linç olaylarını artırmış, özellikle diasporada Kürt göçünün yoğun olduğu bölgelerde, yine Kürt öğrencilerin okuduğu batı okullarında devlet destekli sistematik olaylar özelliğini kazanmıştır.
Kadri Gönüllü'nün de yazdığı gibi sadece geçtiğimiz yıl Kürtlere yönelik onlarca 'linç girişimi' yaşanmıştır.
Sakarya'da, Edirne-Kopuzlu'da, Tekirdağ-Hayranbolu'da, Afyon'da, İstanbul-Dolapdere'de, İzmir'de, Çanakkale-Bayramiç'te, Muş-Bulanık'ta, son olarak Erzurum'da, Bursa-İnegöl ve Hatay-Dörtyol'da linç girişimleri hükümetin, 'kendi yapamadıklarını kitleye yaptırmak' gibi son derece tehlikeli bir yol izlediğini ortaya koymuştur.
***
Köken olarak Ortaçağ'a dayanan, Osmanlı'dan cumhuriyete miras bırakılan bu 'ıslah etme' yöntemi günümüzde siyasal nitelik kazanarak daha aleni savunulur olmuştur.
Lincin siyasal arka planını ise 1930'larda dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat BOZKURT şöyle ifade etmiştir: 'Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakkı vardır: Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.'
Linç kültürünün bu ırkçı, milliyetçi yapısını sonrası devlet ve hükümetler güncelleyerek sürdürmüştür.
Türkleri 'duyarlı', Kürtleri 'sözde vatandaş' şeklindeki tanımlar, 'Vatandaşlarımızda oluşmuş bulunan infial anlayışla karşılanmaktadır' diyen Hatay Valisi, 'Bu eylemi yapanlar vatanını milletini seven insanlar' diyen Bursa Valisi; 'Alacak-verecek kavgası', 'adli vaka' diyerek linç girişimlerini aklayan medya aynı siyasal arka plandan beslenmiş, 1930'lardaki Bakan Bozkurt'u güncellemişlerdir. Sonraki yazımda devam edeceğim

Delil KARAKOÇAN
delil-karakocan@hotmail.com