| Türkiye, 12 Eylül 1980’de generaller tarafından konulmuş ve topluma zorla dikte ettirilmiş bir anayasa ile yönetilmektedir. 1983’ten günümüze kadar kurulan sistem partileri, bu anayasanın temel ilkelerini olduğu gibi benimsediler. |
Generallerin ve islamcı cemaatlerin ortak ürünü: 12 EYLÜL FAŞİST ANAYASASI-2
Türkiye gerçekten demokratikleşiyor mu? Buna dair ne tür veriler var? AKP gerçekten demokratik bir anayasa mı istiyor? Bu sorulara verilecek yanıt sorunun kavranmasında ana halkayı oluşturacaktır. Türkiye hala, 12 Eylül 1980 darbeci generaller tarafından konulmuş ve topluma zorla dikte ettirilmiş bir anayasa ile yönetilmektedir. 1983’ten günümüze kadar kurulan bütün sistem partileri, generaller anayasasının temel ilkelerini olduğu gibi benimsediler. Anayasaya özünü veren, onun politik içeriğini açıklayan başlangıç bölümü ve ilk dört maddedir. Peki, bu dört maddenin özü nedir? Tam 16 kez değiştirilmesine rağmen, başlangıç bölümü ile ilk 3 madde üzerinde hiçbir değişiklik yapılmış değil. AKP’nin hazırladığı ve referanduma sunulacak olan ‘Anayasa Değişikliği’ paketinde de bu maddeler bulunmuyor. Başlangıç bölümünde şunlar yazılı; “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı...”
‘Değiştirilmesi teklif edilemez!’
Madde 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Madde 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.
Madde 4.– Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’inci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Darbeci generaller ve İslamcı cemaatler tarafından oluşturulan ‘askeri faşist anayasa’nın ruhunu veren yukarıdaki inkarcı asimilasyoncu temel maddelerdir. Bu maddelere dair her hangi bir değişiklik yapılmadığı sürece, Türkiye’de demokratikleşme, özgürlüklerin geliştirilmesi ve darbecilerin hazırlamış olduğu anayasanın özünde hiçbir değişiklik söz konusu olmayacaktır.
Sistemin temel unsurları haline gelen Kemalistler, İslamcılar, generaller ve faşistler her türlü demokratikleşmeye kapalı olan ırkçı ve şovenist anayasayı savunmakta ve desteklemektedirler. Sistem bakımından en önemli halkayı oluşturan bu maddeler üzerinde ortak hareket etmektedirler.
12 Eylül 1980’de askeri darbeler yapan generallerin politik yönelimleriyle Cemaatlerin ve İslamcı AKP lideri Erdoğan’ın söylemleri yüzde yüz örtüşmektedir. Darbeci General Evren’in ‘Asmayalım da besleyelim mi’ sözüne benzerini Erdoğan binlerce kez kullandı. Örneğin Kürt gerillalarının cenazelerine yapılanları insanlık dışı uygulamaları yeterli görmemekte, hatta daha fazlasını istemektedir. AKP döneminde cezaevinde bulunan politik çocuk sayısı, 12 Eylül darbesi döneminden cezaevinde bulunan çocuklardan 4-5 kat daha fazladır.
Darbeci generaller ‘her yere ne mutlu Türküm diyene’ yazdırıyordu, Erdoğan bunu daha ileri götürerek, ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan’ demeyenleri ülkede kovacaklarını söyledi. Kenan Evren, ‘1961 Anayasası bize bol gelmişti, 12 Eylül anayasası ile bunu daralttık’ dedi. Erdoğan, daralan ve artık her yeri yamalı bohça haline gelen anayasayı, sadece kendisine giydirecek bir tarzda düzenlemek istiyor.
İslamcı AKP hemen hiçbir dönem, demokrasiden yana olmadı. Tersine Erdoğan, demokrasiye karşı olduğunu söyledi. Milletin iradesinin koca bir yalan olduğunu belirtti. Şunları söylüyor: “Demokrasi amaç mı araç mı? Ha burada bizim kesin bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi amaç değil, araçtır... Türkiye’de demokrasiyi biz yazmadık. Bize karşı olduklarını söyleyenler yazdı. Bizim için demokrasi bir amaç değil, tramvay gibi bir araçtır.” Demokrasi ‘küfür düzenidir’ diyen Humeyni ile Erdoğan’ın ortak buluşma noktası demokrasiye karşı olmalarıdır. İkisi de demokrasiyi esasen düşman olarak görmektedirler. Erdoğan, demokrasiyi esas hedefe yani şeriat düzenine varmak için bir araç olarak görmektedir. Yaptığı bir başka konuşmada: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demek koca bir yalan.” Erdoğan özünde ne ‘milletin hakimiyetine’, ne de anayasal değişikliklere inanıyor. Çünkü demokrasiye karşıdır.
Bir başka nokta; AKP yeni kurulmuş bir parti değildir. Esas koca yalan budur. 40 yıllık Milli Görüş geleneğinin devamcısıdır. 12 Eylül darbecilerin anayasasına açık destek veren bir gelenekten geliyor. Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, Ali Şahin, Abdulkadir Aksu gibi yöneticileri İslamcı kadrolar olarak kesintisizce politik sürecin içerisinde yer almış olup, darbeci, ırkçı ve şovenist anayasayı sürekli savunmuşlardır. Kendisini yeni bir politikacı gibi göstererek işin içinde sıyrılmak isteyen Erdoğan, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah ve Fazilet Partisinde çalışmış, il başkanlığı ve belediye başkanlığı yapmış biridir. Özellikle 1980 yılları öncesinde Akıncı gençler liderliğini yaparken, sopalarla grevlere saldıran biridir, CİA tarafından örgütlendirilen ‘antikomünizmle mücadele stratejisi’ içerisinde görev almıştır.
Peki, İslamcı AKP ve kadroları, bu kadar gürültüyü neden koparıyor. Yanıtlanması gereken sorunun yanıtı budur. AKP’nin, anayasanın bazı maddelerine ilişkin yapmak istediği değişiklikler için ‘Evet’ oyu istemesinin ülkenin demokratikleşmesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü referanduma sunulan maddelerin hiç birinde, sistemin demokratikleştirilmesi, toplumun hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi bulunmuyor.
Ekonomik ve politik olarak bir güç haline gelen, çok ciddi bir toplumsal taban oluşturan İslamcı politik hareket, 1980’den itibaren sistem kurumları içerisinde örgütlenerek önemli bir güç haline geldi. 2002 yılı seçimlerinden sonra ki seçimleri kazanan ve mecliste tek başına iktidar olan İslamcı AKP, ABD ve AB’nin desteğiyle de, iktidar gücünü pekiştirdi. Devletin stratejik kurumlarını bütünlüklü olarak ele geçirdi. Cumhurbaşkanlığı, Milli Güvenlik Genel Sekreterliği, MİT Müsteşarlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İl Valileri ve Emniyet Müdürlerinin tamamı, Eğitim ve Sağlık Merkezleri, YÖK, DPT, Bakanlıkların Genel ve İl Müdürlükleri, Devlet denetimindeki Bankalar gibi kurumların tamamı İslamcı güçlerin eline geçti ve 200 bine yakın İslamcı kadro, devlet kurumlarına yerleştirilmiş bulunuyor.
Orduyu ABD susturdu
AKP bakımından sorun olabilecek ordu ise ABD tarafından susturuldu. Özellikle ABD’nin Genelkurmaya vermiş olduğu desteği çekmesi, AB’nin AKP’yi ekonomik olarak desteklemesi, generallerin darbe yapmasını engellediği gibi aynı zamanda gücünü önemli oranda kırdı. 7 yıl içerisinde AKP, sistem içerisindeki iktidar gücünü pekiştirdi. 87 yıllık Kemalist rejim etki gücünü kaybederken, İslamcı güçler tersten güçlenmeye başladı ve sistem içerisinde ikili bir iktidar durumu oluştu. Bir yanda 87 yıllıdır tek başına iktidar olan ancak şu aşamada savunmaya geçen Kemalist sistemin geleneksel iktidar gücü ile son yıllarda sistem kurumlarını önemli oranda ele geçiren ve artık her yönüyle bir güç olan İslamcı hareket. Bu iki güç sistem içerisinde ki güç ilişkilerini dengelemiş durumdadırlar. Mevcut sistem kurumlarında özellikle yargı çok önemli bir işleve sahiptir. İktidar dengesinin oluşmasında yargı kilit bir rol oynamaktadır. İslamcı, AKP’nin iktidar gücünün etkinleşmesinin önündeki en büyük engel, rejimin klasik statükocu yapısının korunmasından yana olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay ve Hakim Savcılar Yüksek Kurulu(HSYK) gibi kurumları ele geçirmek istiyor. Özellikle anayasanın bunlara ilişkin maddelerin değişmesini esas almaktadır. Bu maddelerin referandumla değişmesi demek, İslamcı iktidarın gücünün fiilen resmileşmesi anlamına gelmektedir. Bunun için Anayasa referandumundan ‘Evet’ çıkması AKP bakımından son derece önemlidir. Erdoğan’ın esas amacı budur. Bu gerçeğin çok iyi bilince çıkarılması gerekir. Buna karşılık ‘Hayır’ cephesinin başını çeken iki güç ise CHP ve MHP’dir. Bunlar ise Kemalist sistemin geleneksel yapısının devamında yana tutum almaktadırlar. Dahası sistemin ikili iktidar ilişkilerinde özellikle yargının mevcut yapısının korunarak, İslamcıların iktidar gücünü frenlemeye, Kemalist yapının devamını sağlamaya çalışmaktadırlar. CHP ve MHP arasında küçük bazı farklılıklar olmakla birlikte, esasta ikisi de aynı noktada buluşmaktadır: klasik faşist rejimin sürekliliğinden yana tutum almaktadırlar. Her iki parti de, toplumsal demokratikleşmeyle ve özgürleşmeyle şekilde bile olsa ilgilenmemektedirler. Tersine, ırkçı, şovenist ve milliyetçi politikaları ön planda tutarak, toplumun farklı kesimleri arasında çelişkileri derinleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle Referandum da ‘Hayır’ oyu kullanılması, esas olarak statükocu güç dengelerinin korunmasına yöneliktir.
‘Evet’ ve ‘Hayır’ kampanyası tamamen sistem içi politik çelişki ve çatışmalarla ilgilidir. Mevcut tabloyu özetleyecek olursak:
- Referanduma sunulan yeni bir anayasa söz konusu değildir. Referanduma sunulan sadece darbeci-inkarcı anayasasının birkaç maddesidir.
-7 Kasım 1982 yılında yürürlüğe giren faşist darbeci Anayasa: sistem güçlerini temsil eden hem Evet hem de Hayır Cephesi tarafından savunulmaktadır.
- Anayasanın esas değiştirilmesi gereken maddelerin hiç biri gündeme alınmadı.
- Referanduma sunulan maddelerin hiç birinde ülkenin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi söz konusu değildir.
- Kürtleri ve diğer azınlıkları ilgilendiren anayasal düzenlemelerin yakın gelecekte dahi gündeme alınmasına dair bir çalışmanın olmadığı çok açık olarak ifade edildi. AKP-CHP-MHP bu konuda tam bir irade birliği oluşturmuşlardır.
- Referanduma sunulan maddeler, rejimin iki farklı gücünün iktidarını dengelemeye yönelik bir amaç taşımaktadır. Başkada hiçbir özelliği bulunmamaktadır.
- Evet-Hayır, oylaması madalyonun iki yüzüdür. İkisi de aynı özelliğe sahiptir. Aralarında bir fark söz konusu değildir. İkisine verilecek oy, asimilasyoncu, inkarcı, anti demokratik politikanın devamından yana oy kullanmaktır.
-’Evet- Hayır’ biçiminde oy kullanmak, çok açık olarak, Kemalist generallerle, İslamcı cemaatlerin ortak ürünü olan ırkçı, şovenist içerikli 12 Eylül Anayasasını doğrudan veya dolaylı olarak onaylamaktır.
Doğru politik tavır: Ne ‘Evet’, ne ‘Hayır’, ‘Boykot’tur!
17.kez değiştirilmesi için referanduma sunulan anayasanın politik niteliğinde her hangi bir değişiklik olmadığına göre, rejimin farklı politik kurumları arasındaki çıkar çatışmasına hiçbir şekilde ortak olmamak gerekiyor. Söz konusu maddelerin toplumsal değişimin ihtiyacına yanıt vermediği için kendimizi ‘Evet-Hayır’ ikilemi içerisinde tutmak zorunda değiliz. Mevcut değişikliğin toplumun farklı kesimlerinin taleplerine yanıt vermediği çok açıktır. Bu nedenle toplumsal demokratikleşmeye hizmet etmeyen bir referandumda oy kullanmak anlamsızdır. ‘Evet-Hayır’ biçimindeki oy, toplumda bilinç bulanıklığı yaratacaktır. Bu bakımdan en doğru politik tutum BOYKOT’tur.
Peki, boykot politik olarak neyi ifade eder. Boykot, sistem içi rekabetin dışında kalan, toplumsal demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi esas alan, üçüncü bir alternatifin var olduğunu ortaya koyar. Bu bakımdan Türkiye’nin gerçek anlamda ilerici, demokrat, sosyalist, insanlıktan, barıştan yana olup savaşa karşı çıkan, Anadolu’da ve Mezopotamya’da yaşayan halkların özgürce bir arada yaşamasını destekleyen, özgürlüklerden, demokrasiden yana olan herkesin, üçüncü bir alternatif olduğunu göstermeleri bakımından, referandumu BOYKOT etmelidirler. Boykot’un güçlü olması demek, toplumsal değişimin çok hızlı bir şekilde örgütlenmesi ve demokrasi güçlerinin yürüttüğü mücadelenin bir üst boyuta çıkması anlamına gelir. Boykot’un güçlü çıkması, önümüzdeki dönemde Tekel işçilerinin direnişlerinin yarattığı bilinç sıçramasının Türkiye’nin her yanına yayılması demektir. Açlığa, yoksulluğa karşı üçüncü alternatifin yani demokrasi güçlerinin çok daha büyük bir umutla toplumun ihtiyacına cevap verebilecek gerçek bir muhalefetin örgütlenmesi demektir.
Boykot, özellikle Kürt toplumsal mücadelesi bakımından çok özel ve kritik bir dengeyi oluşturmaktadır. Kürtler, bu toplumun en önemli demokratik güçleridirler. Demokrasinin gelişmesi, toplumun demokratikleşmesi için bütün olanaklarını kullanmaktadırlar. Ezilen, inkar edilen bir ulus olarak kendi varlığını ortaya koymak için yıllardır mücadele ediyorlar. Önemli bedeller vererek bugünkü örgütlü bilinçli toplumsal güce ulaştılar. Generallerle- İslamcı cemaatlerin ortak ürünü olan bugünkü anayasa, Kürtlerin varlığını tamamen inkar eden, Kürtleri Türk olarak gören, ırkçı ve inkarcı bir anayasa olma özelliğini korumaktadır. Kürtlerin verdiği mücadelenin en önemli halkalarından biri, Türklerle eşit anayasal olanaklara ve güvenceye sahip olmaktır. Bu çok doğal insani bir taleptir. Türk siyasal rejimi, Kürtlerin en sıradan politik talebini dahi kabul etmemekte ve buna dair en küçük bir adım atmamaktadır. Referanduma sunulan söz konusu maddelerinin hiç birinde Kürtlere dair tekbir talep söz konusu değildir. Kürtlerin parlamentodaki temsilcisi olan DTP-BDP’nin önerdiği hiçbir madde, gündeme alınmadı. Hatta Erdoğan, ırkçı, şovenist, inkarcı politikaları kararlılıkla savunduğunu göstermek için BDP ile görüşmüyor. Savaşı derinleştirmek için asker mevzilerine gidip çok açık destek veriyor. Yani, her koşulda tasfiye, imha, inkar, yok etme ve öldürmeyi esas alıyor.
İslamcı AKP yürüttüğü kirli savaşa, bir kez daha Kürtleri alet etmek istiyor. Yani Kürtleri kendi tasfiye planlarının içine çekmek istiyor. Bunu 29 Mart 2009 seçimlerinde denedi başarısız oldu. Kürtler, BDP yüz belediye başkanlığını kazanarak oyunu bozdu. Sonra ‘Kürt açılım’ dedi, arkasında tasfiye planı çıktı. Gelen barış elçilerini milyonların sahiplenmesiyle bu oyun da bozuldu. Tasfiye ve imhadan vazgeçmeyen İslamcı Erdoğan ve AKP, bu kez referandum oyununu kullanmak istiyor. Kürtlerin hiç talebine yanıt vermemesine rağmen sanki Kürtler için önemli değişiklikler varmış gibi yansıtarak, BDP’nin almış olduğu boykot kararını kırmaya ve zayıflatmaya çalışmaktadır. Kürt toplumu mevcut gerçeği çok iyi görmesi ve uygulanmaya konulan yeni tasfiye planını kesinlikle boşa çıkarması gerekir. AKP bir bakıma 29 Mart 2009, belediye seçimlerinde almış olduğu yenilginin rövanşını almak istiyor.
Kürtler, demokratik özerkliği yaşama geçirme kararı aldılar. Bunun bir başka politik anlamı da, artık Kürtler kendi kararlarını kendileri verecekler, kendi gündemlerini kendileri oluşturacaklar ve en önemlisi de, bundan böyle Kürt toplumunun muhatabı da, demokratik özerklik temelinde kurulacak olan Kürt Kurumları olacaktır. Yani Ankara ile fiilen ilişkilerinin kesilmesi, Diyarbakır’dan yönetilmeleri gündeme gelecektir. Bu bakımdan Referandumda BOYKOT kararının güçlü çıkması, politik olarak birkaç boyutta yorumlamak mümkündür. Birincisi, Kürtler kendi irade beyanlarını ve temsil yetkilerinin kimde olduğunu bir kez daha tescil etmiş olacaklar. İkincisi Kürtlerin politik gündeminin değiştiğini, bundan sonra kendi gündemleri ekseninde politik kararlarını alacaklarını açıklamış olacaklar. Üçüncüsü, Kürtlerin kendi politik kurumlarıyla yönetilme sürecine gireceklerinin ilk adımı olarak değerlendirilecektir. Dördüncüsü, ayrılmayı veya birlikte yaşamayı Kürtler kendileri belirleyecektir. Beşincisi, silahların susması ve demokratik çözümün esas alması konusunda Ankara’ya güçlü bir mesaj verecektir. Sorunun çözümü için muhataplarıyla görüşmeleri için bir kararlılık ortaya konulmuş olacaktır.
Devletin ‘Boykot’ korkusu
Devlet, Kürt illerinde Boykot’un güçlü çıkmasının politik sonuçlarının ne olacağını çok iyi okuyor, biliyor. Bunun için, Kürtlerin sandık başına gitmesi için bütün gücünü kullanıyor. Bölgede başta AKP ve askerler olmak üzere, ‘gidin oyunuzu kullanın kime kullanırsanız kullanın’ diyor. Çünkü ‘Evet’ oyu da ‘Hayır’ oyu da devletin hanesine yazılacaktır. Kendileri için fark etmiyor. Ama BOYKOT ise tersten, devletle kopuşun politik sürecinin ilk adımı olacaktır. Kürt illerinde referandumda boykotun güçlü çıkması, fiilen ikili bir iktidar durumunu ortaya çıkaracaktır. Bir yanda devletin yıllardır sürdürdüğü iktidar yapısı, diğer yandan Kürtlerin oluşturmaya başladığı ve gelişme eğilimi içerisinde olan ‘Demokratik Özerklik’ yapısı. İkili iktidar durumu arasındaki ilişki toplumsal sürecin en önemli halkasını oluşturacaktır. Bu bakımdan, Batı illerindeki propagandaların içeriği ile Kürt illerindeki içeriği nitelik ve içerik bakımın çok farklı olacaktır. Devlet, Doğuda ve Batıda ortaya çıkacak referandum sonucunu farklı okuyacaktır. Bunun çok net olarak görülmesi ve anlaşılması gerekir.
Ayrıca Kürtlerin uygulamak istedikleri ‘Demokratik Özerklik Projesi’ esasen Türk toplumunun da özgürleşmesinin çok önemli bir halkasını oluşturacaktır. Bu modelin Türk toplumu tarafından benimsenmesi, aynı zamanda kendi kendini yönetmeleri bakımından çok önemli bir halkayı oluşturacaktır. Bunun bütünlüklü uygulama şansları olmamakla birlikte, küçük belediyeler düzeyinde dahi pratik bir model olarak uygulama şansları olabilir.
Boykot kararı, toplumsal değişimi ve sistemden politik kopuşu sağlamak bakımından önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Mevcut sistemin ikiyüzlü madalyonunu temsil eden ‘Evet-Hayır’ cephesine verilecek her oy, sistemin devamına oy vermektir. Bu gerçeğin bilincinden olarak hareket etmek gerekiyor.
BİTTİ
Dr. MUSTAFA PEKÖZ
gokyuzu9@aol.com