2 Nisan 2011 Cumartesi

Kızıldere Olayı Fenomenal Bir Olgudur

http://simurg555.files.wordpress.com/2009/03/kizildere.jpg
kizildere2006 Sadece söz konusu eylem değil, Mahir de bir ‘fenomenal’ yani benzersiz kişiliktir. Mücadele tarihimizde ve birçok ülkede devrim yapan liderlerde oldu ama kendini, örgütünün yönetim kadrosu ile birlikte rakip bir örgütün liderlerini, faşizmin pençesinden kurtaracak, insani bir değer için riske atan olmadı. Bu olgu da dünyada bir ilktir.
hurriyet197203311Başlıktaki ‘fenomenal’ sözcüğünü özel olarak seçtim. Türkçe karşılığını değil, Latincesini kullandım. Latincisini seçmemin birinci nedeni, Kızıldere eyleminin sadece bir devrimci dayanışma eylemi değil, fenomenal sözcüğünün Türkçe karşıtı olan, ‘emsalsiz, benzeri olmayan’ bir eylem olmasıdır. İkinci nedeni ise, Kızıldere eylemini bu sözcük temelinde kavramlaştırmak istememdir. Kavramlaştırmaktaki amacım, eylemin Kemalizm adına oluşturulmuş olan milliyetçi, şoven, faşizm karması bir ideolojinin egemen kılındığı devlet yapısında yaratmış olduğu bir dönüm noktasını ve Türkiye devrim mücadelesinin Kızıldere öğretisini, şimdiye kadar yaptığım ideolojik, teorik, politik ve örgütsel yapılanma çalışmasını derinleştirerek, somutlaştırmaktır.

Nerede hata yaptık?
 
Eylemin fenomenal bir olgu olduğuna bizzat mücadele hayatımda tanık oldum. Nurhak’taki yenilgiden sonra büyük bir sarsıntı yaşadım. Önceleri yenilgiyi asla kabul etmedim. Süreç içerisinde kabul etsem de, geri durmayı düşünmedim. Önüme koymuş olduğum tek seçenek, ne pahasına olursa olsun mücadeleye devam etmekti. O nedenle, acaba nerede yanlış yaptık, nasıl yapmak gerekirdi, başka ülkelerde neleri nasıl yapmışlar düşüncesiyle diğer ülkelerin devrim mücadelelerini derin bir ilgi ile izledim. Bu amaçla çok enternasyonal ilişki geliştirdim. Birçok ülke örgütleri ile tanışma, ilişkiye girme, dayanışmada bulunma olanağı buldum. Gelmiş geçmiş bütün devrim mücadelelerinin tarihini okudum, inceledim.

Kızıldere eyleminin farkı

 
Amacım, nerde yanlış yaptığımızı anlamak, yanlışı aşmak, daha doğru olanı yaparak, yola devam etmekti. Enternasyonal ilişkilerde, yapmış olduğum fiili görüşmelerde ve okuyarak yapmış olduğum araştırmalarda, Mahir’in öncülüğünde gerçekleştirilmiş olan Kızıldere eyleminin benzerine rastlamadım. Kendi örgütü, kendi yoldaşları için eylem yapmış çok örgüt eylemi vardı. Başka ülkelerin devrim mücadelesine katkı yapmak, devrimci dayanışmada bulunmak için, savaşmış, şehit düşmüş olanlar da vardı. Bizim yoldaşlarımız da Filistin’de şehit düştü. Biz kendimiz de orda mücadele ediyorduk. Elbette bunlar da çok önemlidir. Kendi örgütü, kendi yoldaşlarını kurtarmak için de olsa, ölümü göze alarak eylem yapmak halisane bir duygu ve devrimci bir davranıştır.

Başka bir ülkenin devrim mücadelesine, katkı yapmak, devrimci dayanışmada bulunmak, bu uğurda şehit olmak, yüce bir değerdir. Bizim de, Teğmen Ali, Mustafa ve İmam yoldaşlarımız Filistin’de şehit oldular (Ben mücadelede düşenlere ölümsüzler diyorum ama Filistinliler şehit dediği için o kavramı kullanıyorum). Mahir’in öncülüğünde gerçekleşmiş olan Kızıldere eylemini fenomenal olarak nitelemem bunları asla değersiz kılmaz. Onlar bizim yüce değerlerimizdir. Bu uğurda düşenlerin anıları önünde her zaman saygı ile eğilirim. Mahir’in öncülüğünde gerçekleşen eylemin emsalsizliği, onlardan daha üstün olmasından değil, onlardan farklı anlam ve değer taşımasından kaynaklanıyor.

Kızıldere eylemi evrensel boyutu ile olduğu gibi, kendi özgünlüğü içinde de fenomenal bir nitelik taşıyordu. Bilindiği gibi Ömer Ayna ile Cihan Alptekin THKO’lulardı, yoldaşlarımızdı. Ömer Ayna ile irtibat halindeydik. Denizleri kurtarmak amacı ile onlarla görüşmek, belli planlar yapmak için, ikisini de yurtdışına, Ortadoğu’ya çıkartmaya çalışıyorduk. Bu çalışmalar sırasında, Ömer Ayna, bize Mahir Çayan’ın Denizleri kurtarmak için öneri getirdiğini ve kendisinin olumlu baktığını bildirdi. Deniz ile Mahir’in ilişkilerinin sıcak olmadığını biliyordum. Mahir’inde bunu bildiğini sanıyordum. O nedenle Ömer’e, Mahir’e tekrar sormasını önerdim. Ömer Mahir’in çok kararlı olduğunu, kararının kesin olduğunu net bir dille ifade etti. O zaman katkımızın ne olabileceğini sorduk ve bizden istenenleri en kısa sürede yerine getirdik.

Sosyalist ideolojiye balans ayarı

 
Elbette Mahir’in öncülüğündeki eylemin içeriğinde, devrimci dayanışma da vardı. Ama sadece devrimci dayanışmadan ibaret değildi. Örgütünün bütün kurmaylarını yanına alarak, Denizleri faşizmin elinden kurtarma girişimi;


1. Örgütü amaç olmaktan çıkartıp, araç haline getiriyordu. 


2. 20’nci yüzyılın kalıplaştırılmış ve kadroları esir almış sınıf ideolojisinin yanına insani değerler bütününü koyarak, sınıfı gerçek değerleri ile buluşturuyordu. 


3. Bu bileşenleri birbirine eklemleyerek, yeni bir bileşenler manzumesi ve yeni ideolojik bir zemin yaratıyordu. 


4. Kızıldere eylemi ile, işbirlikçilerin ne kadar emperyalizmin uşakları olduğunu göstererek, ‘’emperyalizmin, dış olgu değil iç olgu” olduğu teorisini, mücadelenin mihenk taşı olan pratiği ile ispatladı. 


5. Kapitalizmin tarım, ticaret, sanayi sektörlerini birleştirip, bir oligarşik yapı yarattığını, dolaysıyla da 20. yüzyılın devrimlerinin temel ittifak gücü olan işçi-köylü ittifakının nesnel zeminini ortadan kalktığını tespit edip, onun yerine insani değerler bileşenini koyarak, insanı devrimin ve sosyalist sistemin öznesi yaptı. 


6. Yine 20. yüzyıl devrimlerinin örgüt adına, sınıf ideolojisi kadar kemikleştirdikleri, fraksiyoncu, manipülasyoncu ideoloji yerine, rakip örgütler de dahil, bütün devrimci demokrat örgütlerle eylem birliği yapmak, ittifaklar oluşturmak, sistem karşıtı bütün güçlerin birliğini sağlamak gibi, fevkalade önemli yeni bir örgüt anlayışı ve örgüt ideolojisinin temelini attı.br>
Üretilmiş olan bu devrimci değerler, bir toplumsal devrimin temel taşlarını örecek nitelikte önem taşıyan değerlerdir. Biz, bu değerleri doğru algılayıp, hayata uyarlayamadık.

Mahir de benzersizdir!

 
Sadece söz konusu eylem değil, benim ölçülerime göre Mahir de bir fenomenal kişiliktir. Mücadele tarihimizde, birçok ülkede devrim yapan liderlerde oldu ama kendini, örgütünün yönetim kadrosu ile birlikte, rakip bir örgütün liderlerini, faşizmin pençesinden kurtaracak, insani bir değer için riske atan olmadı. Bu olgu da dünyada bir ilktir ve eşi benzeri olmayan bir olgudur. O dönemde, henüz tartışma konusu bile yapılmamışken, „emperyalizm dış olgu değil bir iç olgudur“ diyerek, global kapitalizmin bu özel ve tüzel kişiliğine o zaman işaret etti. Söz konusu olguya nereden ve nasıl bakılırsa bakılsın, ne Kızıldere eylemi ne de Mahir, sadece her sene „unutmadık, unutmayacağız“ denilerek anması yapılacak bir olgu değildir. Mahirin şahsında Kızıldere eylemi, üzerine teori, ideoloji, politika, örgüt anlayışı ve mücadele perspektifi üretilecek bir olgudur.

20. yüzyılın devrimleri, sınıf mücadelesi temelinde, işçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel öncülüğünde gerçekleşmiştir. Çin gibi henüz işçi sınıfının olmadığı ülkelerde bile gerçekleşen devrim böyle nitelenmiştir. Hiç birisinde, insani değerler yer almamış ve insan özne olarak görülmemiştir. O nedenle de çöküp gitmişlerdir. Birçoğumuz bu devrimlerden hangisinden yana (Çin, Sovyetler, Arnavutluk vb.) olduğumuzun kavgasını vererek, birbirimize girerken, Mahir örgütünün kurmayları ile birlikte canını ortaya koyarak, devrim mücadelesine insani değerleri katıp, farklı bir bileşen yaratmıştır. Söz konusu bileşen 21. yüzyıl devrim mücadelelerinde daha net görülmektedir. 20. yüzyıl devrim mücadelelerindeki formülasyon, 21. yüzyıl devrim mücadelelerinde geçerliliğini kaybetmiştir.

Mahirlerin mirasına sahip çıkmak

 
İşçi sınıfı, 21. yüzyıl devrim mücadelesinin dinamiklerinden bir tanesidir ama biricik olanı değildir. Kadın, çocuk, gençlik gibi katmanlar, insan hakları, demokrasi, özgürlükler, doğayı koruma vb. gibi insani değerlerde sınıf mücadelesinin eşit bileşenleri olarak mücadeledeki yerlerini almışlardır. Hem gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde, hem de Tunus, Mısır gibi geri kalmış ülkelerde, toplumsal ilerleme süreci, bu bileşenlerle birlikte ilerliyor. Söz konusu bileşenlerin oluşturmuş olduğu toplumsal doku özelliği, gelecekte kurulacak olan sosyalizmin, proletaryanın ya da başka her hangi bir katmanın ‘diktatörlüğü’ değil, hümaniter, insancıl, sevecen, adil, ahlak ve adalet sahibi bir sosyalizm olacağına işaret ediyor.

Kızldere olgusunun yaratıcısı Mahir Çayan, kırk yıl önce, mücadelemize insani değer bütünü ile birlikte, sistemin, Denizleri uyduruk bir hukuka dayanarak, katletmesini önlemek için göğsünü siper yapıp evrensel hukuku kanıyla yazarak geride kalanlara büyük bir miras bıraktı. Bu miras: bir dizi etiksel değerler yanında, sosyalizme evrensel hukuku da katarak, 20. yüzyılın ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak anılan sosyalizmine önemli bir balans ayarı yapmış olan bir mirastır. Bu mirasa, Mahir’in isminin etrafında fraksiyon yaratarak, bencil kariyer yaparak, sistem karşıtı güçlerin birlikteliğine engel olarak sahip çıkılamaz. Söz konusu mirasa, Mahir Çayan ve yoldaşlarının birlikte ürettiği değerler bütününü kollamak, korumak, günün koşullarına denk bir şekilde geliştirip, hayata uyarlamakla sahip çıkılabilir. Evet, bu mirasa ancak böyle sahip çıkılır, böyle korunur, geliştirilir. Dibe vurmuş olan Türkiye solu ve sosyalistlerinin yeniden boy atıp gelişmelerine katılım sağlayacak bir ideoloji, teori, örgütlenme ve mücadele perspektifi ancak, Mahir’in bu öğretisi temelinde oluşturulabilir.

Kızıldere dönüm noktası oldu

 
Türkiye sosyalist hareketi, Kürt Özgürlük Hareketi ile sağlıklı bir zeminde buluşup, ortak ülke, eşit yurttaşlık temelinde birleşik bir yapılanma oluşturabilirse, Türkiye ve Türkiye halklarının kurtuluşuna katkı yapabilir. Kökü bir geçmişi bir başka bir söylemle, tek bir dinamizmin ürünü olan toplumsal hareketler, bu tarihsel geçmişlerine denk bir seyir izlemezlerse, gerçek potansiyel güçlerine ulaşamazlar. Bu bakımdan, Apo’nun, Özgürlük Hareketi’nin, Mahirlerin, Denizlerin mirasının bir devamı olduğu şeklindeki tespitinin önemsenmesi gerekir. O nedenle, Türkiye ve Türkiye halklarının kurtuluşu, dünya devrim sürecine ciddi katkıların yapılması, ancak bu miras temelinde, bir platform içinde birleşmesi ile mümkün olacaktır. Aksi halde, Özgürlük Hareketi de bir yerde eksik kalacaktır, Türkiye sosyalist hareketi ise, amipler gibi parçalandıkça parçalanmaya, irtifa kaybetmeye devam edecektir.

Kuşkusuz Marks’tan, Marksizmden öğrenmek, diğer ülkelerin devrim mücadelelerinden dersler çıkartmak kaçınılmazdır. Mücadelenin ülkesel boyutu kadar enternasyonal değerler de önemlidir. Onlar da bizim değerlerimizdir. Ama temel öğrenme alanımız kendi ülkemizin birikim ve değerleridir. Latin Amerika ülkelerinin tümünün devrim mücadelelerinin Simon Bolivar’ı hala kendi ülkelerinin ve örgütlerinin birinci lideri olarak görüp değerlendirmeleri boşuna değil (ciddi bir gözle, bir kendi halimize bir de onlara bakarsak, nedenini daha kolay anlayacağımızı sanıyorum). Latin Amerika’nın hemen, hemen bütün ülkelerinde yetmişli yılların devrimci örgütleri iktidarların ortağı durumundadırlar. Türkiye’de ise sol, çıkış yolu bulamıyor.

Latin Amerika ülkelerinin deneyimlerine bakıp, enternasyonal bir ders çıkartacak olursak; solun çıkış kılavuzu, Kızıldere’nin mimarı olan Mahir’dedir. Kızıldere o dönemin egemen ideolojisi ve onlara karşı mücadele eden solcular için bir dönüm noktası oldu. Mahir Çayan ve yoldaşlarını Kızıldere’de katledenler ve onların ideolojik yoldaşları şimdi Silivri Cezaevi’ndeler. Kızıldere öğretisini mücadelenin kılavuzu haline getirmemiş olan sol ise, perişan halde. Doğa kanunu, o dönemin sağcı, dinci ve faşistlerine karşı, solcuları, sosyalistleri üretmişti. O zaman devlete egemen olan sözde Kemalist ama özde işbirlikçi yöneticileri ve ABD emperyalizminin oluşturmuş olduğu Gladyocular, solu imha ettiler. Doğa boşluk tanımadı. Doğa boşluk tanımadığı için, o boşluğa dincileri ikame etti. Dinciler, Kemalist geçinen işbirlikçilerinden daha yetenekli işbirlikçi olduklarını kanıtlayarak, emperyalizmin gözdesi haline gelerek, Kemalistlerin yerine geçtiler. Emperyalizmin desteği ile söz konusu Kemalistleri, Silivri’ye yeteri kadar büyük bir mahpushane yaparak oraya tıkadılar. Doğa her zamanki gibi yapması gerekeni yaptı. Kemalistler, o dönemin toplumunun içine girmiş olduğu dokusal ayrışma yapılanmasında, solcularla iş birliği yapacaklarına, emperyalizmin telkini ile yanlış ata oynayarak, sağcılarla, dincilerle işbirliği yaptılar. O nedenle şimdi Silivri’deler.

Kemalizmle Sol’un bağı Kızıldere’de koptu 

 
Kemalizm in solla, solun ise Kemalizm ile Kurtuluş savaşından kalma bir gönül bağı vardı. Bu bağ Kızıldere de koptu. Kemalistler, emperyalizmin güdümüne girip, onun telkini ile dincilerle zımni ittifak yapmasalar, emperyalizmin isteğine uyarak Kızıldere ölümsüzlerini imha etmeselerdi, eski gönül bağı devam etseydi, sol bugün Latin Amerika’da olduğu gibi, belki iktidara bir yerlerde ortak olabilirdi. Belki Kemalistlerle belli bir hesaplaşmaya da girilebilirdi ama Kemalistler bugün Silivri’de olmazlardı.

Olmazlardı çünkü, sistem bugünkü konumda olmaz, Latin Amerika’dakiler gibi daha bağımsız, daha demokratik, daha ilerici bir konumda olurdu. Kemalistlerin, emperyalizmle işbirliğine girmelerine, dinci gericiler ve faşistlerle zımni ittifak yapmış olmalarına rağmen, biz solcular; Kızıldere olayının önümüze koymuş olduğu değerler etrafında birleşip, bütün o değerleri kendimize rehber edinerek yeni ve döneme denk bir perspektif üretip, Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışma içinde, Türkiye’de bir mücadele yürütebilseydik, bugün, milli maneviyatçılardan, milliyetçilerden sonra üçüncü bir güç durumunda olurduk. Böyle bir yöntem izlemediğimiz için dibe vurduk. Mahirlerin, İnanların üretmiş olduğu değerlerin yaratmış olduğu potansiyel belli bir dönem için solun, sosyalistlerin gelişmesine, kitleselleşmesine önemli ivme kattı. Hem 12 Eylül faşizminin vurduğu ağır darbe hem de solun Kızıldere değerlerini kılavuz edinip geliştirmemesi, fraksiyoncu ideolojiye esir düşmesi sonucu çöküş yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

Ortak mücadele platformu 

 
Bu belirleme, „olsa ile bulsa, bir araya gelse“ bağlamında bir komplo teorisi değildir. Tarihsel materyalizm ışığında, geçmiş ve mevcut verilerin toplamından çıkartılan hipotetik bir sentezdir. Bütün bunların toplamına bakarak, bugün ne yapılması konusunda bir belirlemede bulunacak olursak; sınıf mücadelesi ve ideolojisinin yanına, insani değerleri koyarak, ‘insanı özne yapan’, örgütü amaç değil araç olarak gören, eşitlikçi, özgürlükçü sosyalizmi amaç edinen, fraksiyoncu zihniyetin yerine, ezilen, horlanan, sistem karşıtı ve emekten yana olanları, sistemin dışladığı bütün inanç sahiplerini, Alevileri, Özgürlük Hareketi’ni, bir mücadele platformu içinde toplayıp, „geçmişi olmayanın geleceği olmaz, geçmişimizin birikimleri, geleceğimizin meşalesidir“ bilinci ve ruhuyla, mücadeleyi Kızıldere mirasının üzerine oturtacak bir girişime gereksinim olduğunu söyleyebiliriz.

TESLİM TÖRE

Almanya’nın Yeni Muhafazakârları: Yeşiller

Yeni_Özgür_Politika Almanya Birlik 90 / Yeşiller Partisi, 2011 yılı itibariyle yeni muhafazakârlığın sembolü olmuştur. Mart 2011 seçimlerinin en önemli öğretisi bu gerçektir. Şimdi gerekli olan Almanya’daki toplumsal ve politik solun, bu gerçeklerden hareketle stratejilerini belirlemesi ve adalet ve eşitlik hedefiyle politik mücadelesini programatik bir temele oturtmasıdır.
27 Mart 2011 tarihinde Almanya’nın Baden-Württemberg ve Rheinland-Pfalz eyaletlerinde yapılan eyalet parlamento seçimleri ile Hessen’de yapılan yerel seçimlerin sonuçları Almanya gündemine bir bomba gibi düştü. Her üç seçimde de kazanan tek parti Yeşiller oldu. DIE LINKE partisi eyalet parlamentolarına giremezken, Hessen’de önceki pozisyonunu koruyabildi, hatta belediye meclis üyeleri sayısını yarı yarıya artırabildi. Ama bu gerçek DIE LINKE’nin de kaybedenler arasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Stuttgart garının yeni inşası nedeniyle aylardan beri toplumsal kutuplaşmaların oluştuğu ve Stuttgart 21-Projesi’ne karşı farklı toplumsal katmanlardan oluşan geniş bir parlamentodışı muhalefetin sokakları doldurduğu Baden-Württemberg’de beklenen oldu ve CDU 57 yıldır oturduğu iktidar koltuğundan alaşağı edildi. Yeşiller, SPD’nin de önüne geçerek, Almanya’nın ilk yeşil eyalet başbakanını çıkartabilecek konuma geldiler. Rheinland-Pfalz’da ise, Kurt Beck yönetimindeki SPD hükümetini zayıflatarak, yeni koalisyon ortağı olma konumuna geldiler. Hessen genelinde yapılan yerel seçimlerde de ortalama yüzde 20 oy oranıyla üçüncü büyük parti oldular. Tabii tüm bunların yanısıra seçimlere katılımın genel olarak az olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

Seçim girdabı, Hıristiyan demokratları zayıflatmanın yanısıra, Federal Hükümet’teki ortakları FDP’yi de sildi-süpürdü. Daha geçen yıla kadar sürekli oy patlaması gösteren ve Almanya kurulduğundan beri öyle ya da böyle hükümetlerin oluşumunu belirleyen parti olan liberaller, Almanya genelinde marjinal bir parti konumuna gerilediler. Geçen yılların şişirdiği FDP balonu patladı ve böylelikle Hıristiyan demokratlar için, federal düzeyde Yeşiller ile de ortaklıklar kurabilecekleri yeni bir dönem başladı.

Yaygın medyaya bakılırsa Almanya’da bir Yeşil Deprem yaşanıyor. Bazı yorumcular, Yeşillerin „artık her katmandan insanı kucaklayan bir halk partisi olduğunu“ vurguluyor, Alman politikasında Yeşil Dönem’in başladığını ilân ediyorlar. Dahası seçim sonuçlarının „muhafazakârlığın sonunun geldiğine“ işaret ettiğini ve bunun „toplumsal solun zaferini“ gösterdiğini iddia edenler bile var. Böylesi iddialar kulağa belki hoş gelebilir, ama seçim sonuçlarına ve bilhassa Yeşillerin bugünkü konumlanışına yakından bakıldığında, bütün bunların boş iddialardan öte bir şey olmadığı görülür.

Japonya’daki tsunami Almanya’da seçim sandıklarını vurdu
Neredeyse bütün gözlemciler 27 Mart 2011 tarihinde yapılan seçimlerin Japonya’daki deprem-tsunami-nükleer felaketinin etkisinde kaldığı konusunda hemfikirler. Yeşillerin beklenmedik bir seçim başarısı elde etmelerinde „Japon etkisinin“ önemli bir etken olduğuna ben de katılıyorum. Çevre ve enerji politikaları kamuoyunun, böylelikle seçmenin gündemini belirleyen konuydu. Yeşillerin kuruluş motivasyonu olan – ama son yıllarda retoriğin ötesine geçmeyen – nükleer enerji karşıtlığı, Federal Hükümet’e ortak olduğu dönemdeki bütün reel politik dönüşümlerine ve atom lobisiyle varılan gereksiz uzlaşıları kabul etmesine rağmen, seçmen nezdinde ve bu politikalar alanındaki inandırıcılığını zayıflatmadı. Aksine, Merkel-Westerwelle Hükümeti’nin Fukushima Felaketi’nden sonra nükleer santraller konusunda tereddülü davranmaları, Yeşillerin pozisyonunun – Yeşillerin dahi hayal edemediği düzeyde - güçlenmesine neden oldu.

Çevre ve enerji politikalarının baskın oluşu ve televizyonlardaki felaket resimlerinden etkilenerek, nükleer enerji kullanımına karşı çıkan kesimlerin sayısının artması, sosyal adalet bağlamındaki bütün politik konuların seçmen görüşünde arka plana düşmesine neden oldu. Bununla birlikte Baden-Württemberg eyaletine reel bir iktidar değişikliği fırsatının ortaya çıkması, sosyal adalet politikalarında saygınlığı kabul edilen, ayrıca çevre ve enerji politikalarında Yeşillerden daha radikal bir pozisyonu savunan DIE LINKE’nin aleyhine sonuçlandı. Seçmenler, DIE LINKE’ye çevre ve enerji politikalarında yeterince güvenmediklerini ve iktidar değişikliği için Yeşilleri güçlendirmek istediklerini gösterdiler.

Almanya’nın tanınmış marksist profesörlerinden Marburg’lu Georg Fülberth, Yeşillerin seçim başarısında iki CDU’lu şahsiyetin de katkısı olduğunu belirtiyor. Fülberth hoca, Stuttgart 21-Projesi’nin uzlaşı görüşmelerini yöneten eski CDU genel sekreteri ve azılı antisosyalist Heiner Geissler’in, Baden-Württemberg’de CDU’nun kaybetmesine neden olan dinamiği hızlandırdığı görüşünde. Geissler, Stuttgart 21-Projesi’ni mutlaka gerçekleştirmek isteyen CDU’lu Mappus Hükümeti’ni proje karşıtlarıyla yuvarlak masaya oturmaya zorlamıştı. Uzlaşı süreci, „muhafazakârlığın kale bekçisi“ olarak tanınan eyalet başbakanı Mappus’un sempati kaybetmesine neden olmuştu. Fülberth hoca, özünde projenin gerçekleştirilme taraftarı olan Geissler’in, projenin ancak başka bir başbakan altında gerçekleşebileceğini göstererek, iktidarın Yeşiller ve SPD’ye geçmesinin sembol figürü olduğunu savunuyor.

Georg Fülbert diğer yandan Yeşillerin CDU için de iktidar ortağı olarak kabul edilebilecek konuma gelmelerine, şimdiki Federal Çevre ve Reaktör Güvenliği Bakanı CDU’lu Norbert Röttgen’in önemli katkısı olduğu görüşünde. Gerçekten de Röttgen, bakan olduğu ilk günden itibaren hem nükleer santrallerin kullanım süresinin uzatılmasına karşı çıkıyor, hem de yenilenebilir enerji kaynaklarının daha güçlü teşvik edilmesini savunuyordu. Röttgen’in görüşleri Yeşiller arasında da sempati kazanmaya devam ediyor. Nükleer santraller konusundaki muhalefeti ve CDU’nun en büyük eyalet örgütü NRW-CDU’nun başkanı olması nedeniyle Röttgen CDU’nun „umut taşıyıcısı“ hâline geldiği yaygın basın tarafından da savunulmakta. Röttgen aynı zamanda Hıristiyan demokratların Yeşillerle federal düzeyde hükümet ortaklığına girmelerine sıcak bakıyor.

Gerek Fülberth hocanın bu konudaki analizi, gerekse de sosyalist basında yer alan başka yorumlar, Yeşillerin gerçekleştirdiği dönüşümü bence de doğruluyor. Yeşiller, önümüzdeki dönemde FDP’den boşalan liberal alanı daha çok dolduracaklar gibi görünüyor. Yeşillerin FDP’den daha iyi bir sermaye partisi olacağını kapitalist yeniden yapılanmanın üç temel alanında aldıkları pozisyonlar kanıtlıyor:

Son küresel krizden sonra merkezî kapitalist ülkeler uluslararası malî piyasaların yeniden düzenlenmesi için gerekli olan adımları atıyorlar. Gelmesi muhtemel ve bir öncekinden daha şiddetli olacağı kesin gözüken yeni bir krizde, yoğunlaşan zenginliklerin güvence altına alınması için atılan bu adımların, sosyal kaygılı müdahaleci devlet tedbirleri olmadığı belli. Bu açıdan kârların ulaşılmış düzeyde tutulma hedefi, tedbirlerin yönünü belirleyici olacak. Uluslararası malî piyasalarda bu kâr oranları tutulamazsa, gene ücretler ve sosyal giderler üzerinde baskılar artırılacaktır. Yeşiller, daha önceki Schröder-Fischer Hükümeti döneminde sosyal hakların erozyonunda ve düşük ücret sektörünün yaygınlaşmasında oynadıkları rol ile, sermaye lehine olan bu tedbirleri taşıyabilecek bir politik formasyon olduklarını çoktan kanıtladılar.

Bununla birlikte, ikincisi, giderek tükenmekte olan fosil kaynaklar kapitalist üretimin hammadde temelinin reorganizasyonunu gerekli kılmakta. Özel sermaye birikimine karşı çıkmayan, enerji tedarikinin enerji tekelleri üzerinden sağlanmasını teşvik eden, yenilenebilir enerji üretimini savunan, ama bunun özel sermaye grupları tarafından gerçekleştirilmesini teşvik eden ve sosyal soruyu sormayan Yeşiller, kapitalizmin gerekli gördüğü bu reorganizasyonu taşıyabilecek en esnek parti olarak hazırda beklemekteler.

Üçüncüsü de, Yeşillerin dışpolitikanın militaristleştirilmesi ve emperyalist müdahale savaşlarının yaygınlaşmasında aldıkları konumlanış, FDP’den daha saldırgan bir hükümet ortağı olacaklarını kanıtlamaktadır. Bilhassa Libya’ya yönelik NATO müdahalesinde SPD ile birlikte açık savaş çığırtkanlığı yapan Yeşiller, dünya piyasalarına ve doğal kaynaklarına serbest ulaşımı güvence altına almak isteyen sermayenin tam olarak güvenebileceği savaş taraftarı bir parti olduklarını gösterdiler. Sonuç itibariyle sermaye çevrelerinin ve yaygın medyanın „Yeşiller toplumun merkezine geldiler“ tespitini yapmaları ve Hıristiyan demokratları, Yeşillerle ortak hükümetler kurmaya teşvik etmeleri, Yeşillerin gerçekleştirdikleri dönüşümün doğal bir sonucu. Nükleer enerji kullanımına, savaşlara karşı çıkan, daha fazla demokrasi ve azınlık hakları savunusu yaparak, toplumsal bir direniş hareketinin bağrından doğan Yeşillerin bugün geldikleri bu nokta, yaygın medya tarafından telkin edilmeye çalışıldığı gibi politikada sola değil, Fülberth hocanın deyimiyle „aynı 1998 sonrasında olduğu gibi“ açık bir sağa kayışın göstergesidir.

Yeşil seçmen kim ola?
Yeşillerin bugün geldikleri noktayı, partiyi seçen kesimlerin analizini yapmadan tam olarak açıklamak yanlışlara yola açacaktır. Yeşillerin seçmenlerine baktığımızda, otuz yıl içerisinde 68’lilerden nasıl savaş çığırtkanlarının çıktığını daha rahat açıklayabiliriz.

Öncelikle yeşil seçmenin profiline bakmak gerekecek. Geniş verilerle donatılan bir sosyoekonomik araştırma temelinde haftalık rapor sunan Alman İktisat Araştırmaları Enstitüsü DIW bu konuda bizi biraz aydınlatabilir: DIW araştırmalarına göre Yeşiller genç ve ilk defa seçen seçmenler arasında tüm diğer partilerden farklı olarak yıllardan bu yana geniş bir oy oranına sahip. Örneğin araştırmaya göre 1960 ile 1969 yılları arasında doğan seçmenler arasında yaygın bir Yeşiller sadakati söz konusu. 1980 yılında ilk kez oy kullanan bu grup, ilk defa oy kullandığında yüzde 19 ile Yeşillere oy vermiş. Bugün ise bu grubun yüzde 16’sı hâlâ Yeşillere oy veriyor. Aynı araştırma 1950 ile 1959 arası doğanlar ve 1970 ile 1979 arası doğanlar arasında da benzer bir seçmen sadakatinin bulunduğunu tespit ediyor. Buna karşın 1950 öncesi doğan seçmenler arasındaki Yeşil oy oranı son derece düşük. Blog yazarı Jens Berger’e göre bu gerçek ve Yeşillerin ilk defa oy kullanan seçmenler arasında ortalamanın üzerinde oy toplaması, Yeşillerin oy oranının her seçimde artmasına neden oluyor. Hıristiyan Birlik Partilerinde ise tam tersi durum söz konusu. Yani demoğrafik gelişmeden faydalanabilen tek parti, şu an için Yeşiller.

Kurulduğu günlerde tozlanmış toplumsal yapıları ve kurumları aşarak, toplumsal değişime yol açmak isteyen Yeşiller kurucuları, zaman içerisinde değiştirmek istedikleri toplumun merkezine yerleştiler. Artık toplumu değiştirmeyi değil, toplumsal konumlarını muhafaza etmeye çalışmaktalar. Aynısı seçmenleri için de geçerli: 1980li yıllarda Yeşillere genellikle düşük gelirli kesimlerden oy gelirken, bugün gelir düzeyi yüksek beyaz orta sınıflar Yeşiller seçmenlerinin en büyük kesimini oluşturmakta. Dünün öğrencileri, bugünün ekonomik açıdan refaha ulaşmış, işyeri kaygısı olmayan kalifiye işçileri, mühendisleri, öğretmenleri, avukat veya doktorları gibi serbest meslek sahipleri ve memurları hâline geldiler. 1980’li yıllarda nükleer enerjilere, nükleer silahlara, NATO’ya karşı veya sınıfsız bir toplum için sokaklara çıkan bu kesimler, bugün çok daha farklı dertlere sahipler; artık lüks mahallelerin araç trafiğinden arındırılması veya banliyölerde kurulmuş olan villalarına yerleştirdikleri güneş kolektörlerinin vergi muafiyeti veya teşviği için mücadele ediyorlar.

DIW araştırmasına göre Yeşillere oy veren seçmen için nükleer santrallerin kapatılması veya güneş kollektörleri teşviği, asgarî yasal ücretten, sosyal güvenlik hizmetlerinin herkes için ulaşılabilir olmasından, vergi ve gelir adaletinin sağlanmasından, sendikal hakların genişletilmesinden, kısacası sosyal adaletten daha önemli. Barış, iktisadî durumun düzeltilmesi, işsizliğin azaltılması veya yoksulluğun aşılması gibi „sorunlar“ Yeşil seçmen açısından ikincil, hatta üçüncül önemde olan sorunlar. Bu nedenle Fülberth hoca, Yeşiller partisi politikalarının „özünde postmateryalist ve muhafazakâr“ olduğu görüşünde.

DIW araştırmasına baktığımızda, Yeşil seçmenin genellikle yüksek öğrenimini tamamlamış, büyük kent sakini, devlet memuru ve her şeyden önce kendisine iklim değişimini dert edinen (çoğunluğu kadın) beyaz orta sınıf mensubu insanlardan oluştuğunu görebiliriz. Parti araştırmaları ile tanınan Prof. Dr. Franz Walter, Yeşilleri tanımlarken, „2009 yılının Yeşilleri, aynı 1983lerde eleştirdikleri Hıristiyan demokratlar gibi son derece burjuva, elitist ve kendilerini beğenmişlerden oluşmaktadırlar“ diyor. Gerçekten de şık villalarının önünde biri Porsche, öbürü dörtçeker arabalarını park etmiş, kocanın dişdoktoru, kadının memur olduğu, çevre korumacılıkları arabalarına yapıştırılan antiatom resimciğinden ve antiırkçılıkları Türk göçmenin bakkalından alışveriş yapmakla veya fiyatı ortalamanın üstünde biyolojik olarak üretilmiş gıda maddeleri satın almakla sınırlı olan, ama çocuklarını olanaklı oldukça göçmen öğrencilerin olmadığı özel okullara gönderen, Çin’deki yoksulların sorunlarına kayıtsız, ancak Çin’in iktisadî büyümesinden oldukça rahatsız olan, NATO bombalarıyla dünyanın her tarafına „demokrasi götürülebileceğine“ inanan bir ailenin seçtiği Yeşillerin başka nasıl olmasını bekleyebiliriz ki? Varoluşun bilinci belirlediğini vurgulayan Karl Marx’ın ne denli haklı olduğunu bu örnek göstermiyor mu?

Her ne kadar Yeşil seçmenin profili bize Yeşiller hakkında bilgi verebiliyorsa, Yeşillere oy vermeyen seçmenlerin de profilleri resmi o denli tamamlıyor: Yeşillerin – gene yapılan araştırmayı temel alarak yazıyorum – emekliler, işsizler, işçiler, sosyal transferlerle geçinmek zorunda olanlar, yoksullar, dar gelirliler ve öğrenim dereceleri düşük olan kesimler arasındaki oy oranları neredeyse sıfıra yakın. Bu gerçek de bize Yeşillerin sol politikalar ile yakından uzaktan ilgileri olmadığını gösteriyor.

Sonuç yerine
Yeşiller partisinin kurucularından Jutta Ditfurth’un eski partisi hakkında yazdıklarını okura tavsiye etmek isterim. Belki Ditfurth’un fazlaca radikal olduğunu söyleyenler olacaktır, ama Yeşillerin tarihi hakkında ve geldikleri konum üzerine yazdıkları bence hayli öğretici. Bilhassa Türkiye’de hümanist, pasifist ve çevre korumacı kaygılarla hareket edip, sosyo-ekolojik bir toplumsal dönüşüm taraftarı olan kimi Yeşiller taraftarlarının, Alman Yeşillerinin uyguladıkları politikalara şaşırmamaları için Ditfurth’un Yeşiller eleştirisini okumaları bilgilendirici olacaktır.

Yeşillerin tılsımı yakında bozulacak – bu kahve falı okumacılık değil, reel bir nedeni var. Baden-Württemberg eyaletinde hükümetin başına geçecek olan Yeşiller, çok kısa zaman içerisinde sol renge boyanmış söylemler yerine, her zaman savundukları reel politikaları uyguladıklarında ve bunun sonucunda Stuttgart 21-Projesi Yeşil bir başbakanın imzası ile gerçekleştirildiğinde veya Eyaletler Meclisi’nde neoliberal politikalara, militarizme, müdahale savaşlarına verecekleri onayla gerçek yüzleri bir kez daha ortaya çıkacak.

Önceden, yani 1998 ve sonrasında olduğu gibi, Yeşillerin gerçek yüzünün ortaya çıkması, oy kaybetmesine yol açacak mı? Kanımca hayır, çünkü uyguladıkları politikalar tam anlamıyla seçmenlerinin istediği politikalar olacak. Ama kendi programlarını tarihe terk eden Alman sosyaldemokratları ve neoliberal dönüşümün taşıyıcısı olan yeni Alman muhafazakârları Yeşiller ile birlikte sol politikaların yapılabileceğine inananların, rüyadan uyanmalarına neden olacaktır. Ve nihayet Yeşillerin kendi sol tarihlerini kendilerinin çöpe atmalarına neden olabilir. Almanya Birlik 90 / Yeşiller Partisi, 2011 yılı itibariyle yeni muhafazakârlığın sembolü olmuştur. Mart 2011 seçimlerinin en önemli öğretisi bence bu gerçektir.

Şimdi gerekli olan Almanya’daki toplumsal ve politik solun bu gerçeklerden hareketle stratejilerini belirlemesi ve adalet ve eşitlik hedefiyle politik mücadelesini programatik bir temele oturtmasıdır.
MURAT ÇAKIR

ABD-Türkiye ve Suudi Birlikteliği

 
Kimi yorumcular, doğada yaşanan olaylar, var olan tüm gelişmeler ve mucizeler için; Tüm bu yaşananlar bir Tanrı müdahalesiyle oluyor ve Tanrı kendi yarattığı doğanın dengesiyle de oynamış olmuyor derken, diğer bir görüş de; Tanrı, doğayı yarattıktan sonra hiçbir gelişmeye karışmıyor ve müdahale etmiyor, diyor. Bir farklı görüş var ki tamda Kuantumsal yaşamı özetliyor; Tüm yaşanan gelişmeler, bir yerde sömürgeci dayatmayla oluyorken, diğer yerde ‘toplumsal pratikle’ gelişiyor, değişiyor ve yeni halini alıyor, diyor.

Tunus’ta işportacı gencin kendini yakmasıyla patlak veren ve kısa sürede 23 yıllık Tunus lideri Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesiyle sonuçlanıp Mısır’a sıçrayan halk isyanları, Mübarak’in de yönetimi devretmesiyle sonuçlandı. Tunus ve Mısır’da sömürgecilerin bir müdahalesi olmazken halk isyanlarının sıçradığı bir diğer ülke olan Libya’da, BM’nin karar alması sonucu ülke ve halk ateş altına alındı. Buradaki amacın Kaddafi’nin yönetimi devretmesi ve halkın refah seviyesiyle özgürleşmesinin önünün açılması olmadığını çok iyi bilmekteyiz. Sömürgecilerin gözü yine, -tıpkı bu güne kadar olduğu gibi- ülkenin petrolü ve diğer zenginliklerindedir. Görünüşte sahada halk olmasına rağmen, arka plandaki ABD ve batılı devletler, bugün Libya’da halka bomba yağdırıyorlar. Bombardımana neden olarak ta Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarı ve diktatörlüğü gösteriliyor. Öyle ya, Tunus ve Mısır yönetimleri bu nedenlerden dolayı devrilmişti! Buna göre, tüm diktatörlükler ve krallıklar bir bir devrilmeli.

Esasında bir domino veya kartopu etkisi yapması gereken isyanlar, neden o zaman belli yerleri teğet geçti? diye bir soru sorulabilir.
Bu teğet geçen ülkelerden bir tanesi var ki, oldukça ilginç ve teğetliğin nedenini de bizlere açıklıyor. Bu ülke Suudi Arabistan, yani Müslümanlarca inanılan Kâbe’nin ülkesi... Sömürgecilerin Tunus, Mısır ve Libya ülkelerine müdahale nedeni, onlarca yıl ülkeyi yöneten diktatör ve krallıkların sonucu nedeniyleydi, denildi.
Peki Suudi Arabistan krallığı kaç yıldır iktidar da ve neden müdahale edilmiyor?

Bunun için tek başına, Kâbe’nin varlığı gösterilemez. 

‘Tanrı’-İngiltere ve ABD istese, yarattığı ülkelerine her an müdahale edebilir! Ama elbette diğer taraftan, bir dur diyen ve kabul edilir zihniyet de çıkabilir! Tunus ve Mısır halk isyanları gerçekleşirken Suudi Arabistan kralının kesenin ağzını açması düşündürmüyor değildi. Zira bu halk isyanlarının Suudi’ye sıçramasından da çekiniliyordu. Neden Suudi’ye sıçramadı sorusuna karşılık; ABD-Suudi ‘silah anlaşması’ cevabı verilebilir. ABD’nin, Suudi’yle yaptığı silah anlaşması sonuçlanacakken, Tunus, Mısır ve Libya’da böyle isyanların çıkması da ayrıca cevaplanması gereken bir diğer sorudur. Kendimce buna verebileceğim cevap; ‘Tanrı’ İngiltere ve ABD, Tunus, Mısır ve Libya’daki ‘sağanak yağış ve dolu’ olaylarını çıkartıp kendi lehine sonuçlandırır ve ‘Teist’lerin’ ‘doğa’ yorumunu desteklerken, diğer taraftan ise Suudi’de, ‘Deist’ yorumlamayı güçlendirdi. Elbette kırk-elli yıllık iktidarlar halkların başına bela olmuş ve bezdirmişti. Ancak bu bela ve zorba iktidarlar sadece Tunus, Mısır ve Libya’dan ibaret değildi. Dünya’da bunlara benzer daha birçok diktatör ve krallıklar var. Her ne hikmetse Suudi kuruldu kuruları süren krallık, bugüne kadar Tunus ve Mısır gibi halk isyanlarıyla karşılaşmadı, dahası Libya gibi bombardımana tutulmadı.

Doğadaki ontolojik belirsizliklere müdahale eden ‘Tanrı’, (İngiltere ve ABD) neden Suudi Arabistan’daki yönetimi devirmeyip savaş açmadı?

Suudi’ye ne gibi bir rol verildi bilinmez ama ürkütücü içeriğe sahip olan silah anlaşması pek hayra alamet değil. Neticelenmiş veya kısa zaman zarfında imzalanacak olan 60 milyar dolarlık silah anlaşmasında, 84 adet F-15 savaş uçağı, 70’e yakın ‘jet uçağı’ modernizasyonu, 200’e yakın helikopter alımı, lazer güdümlü füze ve bombalar ile radar sistemleri alımı var. Ayrıca bununla yetinilmeyeceği ve Suudi Kara Kuvvetlerinin daha sonra, 30 milyar dolarlık anlaşmasının da gündemde olduğu biliniyor. Bu savaş araçlarıyla donanan Suudi’nin ikinci bir İsrail olabileceği ihtimali de pek uzak bir görüş değil.

Peki ABD-Suudi silah anlaşmasıyla Türkiye’nin ne bağlantısı var ya da Türk Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Suudi yönetiminin anlaşmasının içeriğinde neler var?

Bilindiği üzere 1932’de Hicaz Kral’lı Suudi Arabistan’ı resmen ilk tanıyan ülke Türkiye’dir. İlginçtir, İsrail’i de ilk tanıyan ülke Türkiye’ydi. Doksanlı yıllara kadar yine Türkiye ve Suudi’yle yapılan anlaşma sayısı 14 iken, 2000 yılında yapılan anlaşma 1 ve 2003 yılından sonra yani AKP hükümetiyle yapılan anlaşma sayısı 17’dir. Yine ilginçtir, Türkiye-Suudi anlaşması 24.Mayıs.2010’da imzalanmış ve ABD ile Suudi silah anlaşması da aynı tarihler de görüşmeye başlanmıştır. Yine en son Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayip Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a ziyaretleri, ileride Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Türkiye ve Suudi Arabistan’ın kilit konumda olacağını göstermektedir. Burada yine ince bir ayrıntıyı dikkatlerinize sunmak istiyorum. 24.Mayıs.2010 yılındaki Türkiye-Suudi anlaşması sırasında, zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ şöyle diyordu; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti arasındaki askeri alanda eğitim, teknik ve bilimsel işbirliği anlaşmasının ‘halen olumsuz gelişmeler yaşanan Orta Doğu bölgesinde’ barışa ve istikrara katkı sağlayacağına inanıyorum. Bu çerçeve anlaşması aynı zamanda kardeşlik, karşılıklı anlayış ve işbirliğine dayalı dostane ilişkilerimizin daha da geliştirilmesini sağlayacaktır…

Öyle anlaşılıyor ki Tunus, Mısır, Libya ve diğer ülkelerdeki halk isyanları daha geçen seneden planlanmıştı. Türkiye ve Suudi devletlerinin birbirleriyle ve ABD ile olan anlaşmaları da gösteriyor ki, yakın gelecek bu güçler etrafında şekillenecek ve göstermelik halk isyanlarının sonucu yine göstermelik Suudi’de ilk defa yapılan seçim sonucu gibi olacak. 

Sömürgeci güçler ne yaparlarsa yapsınlar, dünya barışı, mevcut zihniyetleriyle rayına oturmayacak. Çünkü tek düşünülen şey, o’nların yarattıkları teklik ve toplumu bencil-bireysel yaşama itici politikalar ile durmaksızın ‘sömürücü zihniyetlerinden’ başka bir şey değil. Tek yol devrim denilen devrimin de, böyle Önder, Örgüt ve İdeolojisiz olamayacağı, ancak ve ancak hakikatli komünal toplumu yaratmakla mümkün olacağı bilinmektedir. Bu hakikatin yolu da öncelikle komünal toplumun doğasını çözmek ile başlar ve sonrasındaki gelişmeler de buna göre ele alınabilir. Aksi yönde toplum kök yapısı içinde komünal topluluk kavranılmadan, toplumsal olgu çeşitliliği anlamlandırılmaya çalışılırsa, bir asır daha toplumlar özünden uzaklaşmaya ve daha bir robotlaşmaya doğru yol alırlar.

Şimdi kim çıkacaksa bu işin içinden çıksın ve söylesin. Tüm doğa olayları yorumlamalarına agnostik kalan yorumcular gibi, bir gecede stratejist kesilenler de Tunus, Mısır ve Libya isyan ve bombardımanlarıyla Türkiye-Suudi ve Suudi-ABD anlaşmalarına da agnostik kalacaklar mı? Ya da değil agnostik, hakikat yönünde ses verebilecek ve sömürgecilerin planlarını deşifre edebilecekler mi? Bekleyip göreceğiz.

24.03.2010
mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com

Çandar: Barzani'den Erdoğan'a Seçim Desteği

Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Tayyip Erdoğan’a Erbil’de armağanını verdi ve seçimler için ‘açık destek’ ilan etti.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın baş döndürücü bir seyahat ve temas trafiği halinde cereyan eden Irak ziyaretinin son ayağı olan Erbil’de Türk Makyol-Cengiz firmasının inşa ettiği Uluslararası Havaalanı’nın açılışında yaptığı konuşmada Mesut Barzani tarafından övgüye boğuldu.

 
Mesut Barzani, Erdoğan’ın Erbil’e gelişini ‘cesur adımlarından bir yenisi’ olarak ve "Biz ziyaretinizi tarihi bir olay olarak değerlendiriyoruz" diye niteledikten sonra, "Önümüzdeki seçimlerde başarınızın devamını diliyorum. Sizin varlığınız, bölgede barış ve güvenliğin güvencesidir Kürtler için çok önemlidir" diyerek, 12 Haziran seçimleri için ‘açık destek’ ilan etmiş oldu.

 
Canlı yayın halindeki çeşitli televizyon kanallarının kameraları önünde konuşan Mesut Barzani’yi Erbil’de dinleyenler, yarı-bağımsız Irak Kürdistan Bölgesi’nin başkanı olarak Kürtlerin ‘ulusal lideri’ konumunda sayılan Barzani’nin bu sözlerle esas olarak Türkiye’nin Kürt seçmenlerine seslendiği yorumunda birleştiler.
Tayyip Erdoğan’ı, kendisini Necef’ten Erbil’e getiren uçağı, Kürdistan Yönetimi’nin tüm bakanlarını kırmızı halı önüne dizerek, uçak merdiveninin başında haki askeri giysileri ve başına sardığı geleneksel puşusuyla çok özel bir ihtimam göstererek karşılayan Barzani, Tayyip Erdoğan’ın ‘halk iradesiyle iktidara geldiğine’ özel bir vurgu yaparak, iktidarının başından beri attığı ‘cesur adımları hayranlık ve ilgiyle’ izlediklerini de belirtti.

Tayyip Erdoğan’dan Erbil’e ‘müjdeler’


Tayyip Erdoğan ise konuşmasında ‘Kürt’ ve ‘Kürt yönetimi’ sözcüğünü defalarca kullanmasına karşılık, tek bir kez ‘Kürdistan’ sözcüğünü telaffuz etmemesiyle dikkati çekti. Bununla birlikte, daha sonra Türkiye’nin Erbil Başkonsolosluğu ve Vakıfbank şubesinin açılışında kaldırımda biriken halk önünde yaptığı konuşmada ‘kardeşim Mesut Barzani’ sözcükleriyle Kürt liderine yakınlığını dışa vurdu.

 
Tayyip Erdoğan, THY’nin de 14 Nisan’da Erbil uçuşlarına başlayacağı bilgisini verdiğinde alkışlarla karşılandı. Ayrıca Erbil Başkonsolosluğu’nda günde 500 adet vize verildiğini hatırlatarak, çok yakında vizenin de kaldırılacağı sinyalini verdi. Böylece, Türkiye ile Irak Kürtleri arasındaki temasların ‘vizesiz’ biçimde kolaylaşacağının ipucunu vermiş oldu.

 
Resmi açılışı dün akşamüstü Tayyip Erdoğan ve Mesut Barzani tarafından müştereken açılan Erbil Uluslararası Havaalanı, 4500 metre ile dünyanın en uzun yedinci pistine sahip. THY, haftada 7 gün İstanbul’dan, iki gün Ankara’dan ve ayrıca Antalya’dan Erbil’e sefer yapacak. Atlas Jet’e ek olarak THY seferlerinin başlaması, Türkiye ile Irak Kürdistanı arasında ‘normalleşme’nin ötesine taşacak yeni boyuttaki sıcak ilişkilere işaret edecek.

Necef’te ‘Şii Açılımı’


Başbakan Erdoğan, Irak Kürdistanı’na ayak basan ilk Türkiye Başbakanı olmasından hemen önce, Bağdat’ın 160 kilometre güneyinde Necef’e giderek, Şii dünyasının büyük ismi Ayetullah Sistani’yi ve Hz. Ali’nin türbesini ziyaret ederek, bölge çapında bir tür ‘Şii açılımı’ gerçekleştirdi.

 
Necef’i kaba bir benzetmeyle dini anlamda ‘Şiilerin Vatikanı’, Büyük Ayetullah Ali Sistani’yi ise yine dini anlamda ‘Şiilerin Papası’ olarak tanımlamak mümkün. Ayetullah Sistani’nin sabah 10-12 arası olan görüşme saati, Tayyip Erdoğan için bozuldu ve Şii dini lider, bir saat kadar Türkiye Başbakanı ile Erdoğan’ın isteği üzerine baş başa görüştü.

 
Tayyip Erdoğan’ı "Sizin yeriniz çok yüksek. Bu görüşmeyi aşkla, şevkle bekliyordum" diye karşılayan Şii dini lider, Başbakan’ı Aşure Günü konuşmasından ötürü övdü ve "Orada söyledikleriniz İslam dünyasında kavransa, sorun olmazdı" dedi.

 
Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de pek dikkat çekmeyen o konuşmasının, Şii âleminde önemli yankı bulduğu da böyle anlaşıldı. Sistani, Erdoğan’ın baş başa görüşme isteğine ise "Siz uluslararası bir devlet adamısınız" diyerek olumlu karşılık verdi.
Hz. Ali’nin türbesi ve ayrıca Şii din dünyasının öğrenim ve öğretim merkezi ‘Havza’yı barındıran Necef’te on milyonlarca insan üzerinde etkisi olan Ayetullah Sistani, Hz. Ali’nin türbesine 150 metre mesafede daracık bir sokaktan içeri girilen derme çatma bir binada yaşıyor.

 
İmam Musa Kazım ve İmam-ı Azam Ebu Hanife Ayetullah Sistani’yi ziyaret ederek, hiçbir Türkiye yetkilisinin ve hatta Sünni karakterdeki hiçbir İslam ülkesi liderinin yapmadığını yapan Tayyip Erdoğan, Şiilere bir jesti de, Necef’e hareket etmeden Bağdat’ta yaptı. Önceki gece yarısını iki saat geçene dek, Bağdat’ta kaldığı Başbakanlık Konukevi’nde neredeyse her Iraklı şahsiyet ile görüşmeler yapan Erdoğan, dün sabah 09’00’da Konukevi’nden ayrılarak, Bağdat’ın bir banliyösü niteliğindeki tarihi Şii merkezi Kazımiye’ye hareket etti. Kazımiye, Şiiler için Necef ve Kerbela’dan sonra üçüncü ‘kutsal’ merkez kabul ediliyor. Kazımıye’de Yedinci Şii İmamı, İmam Musa Kazım gömülü.

 
İmam Musa Kazım’ın çift altın kubbeli camiin içinde, göz kamaştırıcı bir cam ve çini sanatı harikası olan mekândaki türbesini beraberindeki heyet ile birlikte ziyaret eden Tayyip Erdoğan, Kazımiye’den Azamiye adlı ünlü Sünni semtine geçerek, bu kez, Sünni tarihinin büyük ismi İmam-Azam Ebu Hanife’nin türbesine de ziyarette bulundu.

 
Kazımiye ile Azamiye’yi Dicle ayırıyor. İmam Musa Kazım’ın türbesinden birkaç yüz metre sonra Dicle üzerindeki köprüyü aşar aşmaz İmam-ı Azam’ın türbesine erişiyorsunuz. Bu çarpıcı sembolizm, Türkiye Başbakanı’na ‘Şii-Sünni kardeşliği’nin en önde gelen propagandisti olarak öne atılmak için ayrıca ilham vermiş olmalı.

Türkiye’ye bölgede yeni rol


Gerçekten de Tayyip Erdoğan, bu son Irak seyahatinde bir ‘yeni siyasi rolü’ üstlenmeye niyet etmişe benziyor: Şii-Sünni ayrımının üzerine çıkarak, ‘kardeşlik’ vurgusu yaparak, ‘ortak İslam değerlerinin siyasi temsilcisi’ olarak faaliyet göstermek.

 
Bölgedeki son gelişmelerin işaret ettiği ve bir yanında İran’ın, diğer yanında ve karşısında Suudi Arabistan’ın mevzilendiği tehlikeli Şii-Sünni karşıtlığına karşı Türkiye’nin rolünü bunların üzerine çıkma hedefi, Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretiyle tescillendi.
Resmi heyetten biri, uçakta bana, "Bu ziyaretin Sünni ayağı biraz zayıf kalmadı mı" diye sordu, "Şiilere açılım ve Kürt boyutu çok öne plana çıktı çünkü..."

 
"Sünni biziz. Irak Sünnilerini zaten biz temsil ediyoruz" dedim şaka yollu; "Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi ile görüştü ya. O, Sünni. Irak Meclis Başkanlığı’na da Türkiye’nin desteği sayesinde geldi. Bu ziyaret, Şiilere açılım ve Erbil’e ilk kez Türkiye Başbakanı’nın ayak basması bakımından önemliydi..."
Öyleydi.

 

Tokatla Gelen Özgürlük

Sebahat Tuncel’in Newroz gösterilerinde polise tokat atması doğru değildi(r). Polisleri hükümetlerin ve kendi ideolojilerinin yönlendirdiğini bilen biriyim. Demokratik bir ülkenin hukuka saygılı, insan haklarından yana, hukuku bilen polislerinin bu ülkede olmadığını biliyorum. Bu ülkede polis kurşunuyla ölen gençlerin olduğunu da biliyorum. Ve bu ülkede sol görüşlü gençlere, Kürtlere polisin işkence yaptığını da biliyoruz. Hatta bu ülkede polis bir milletvekilinin (Sevahir Bayındır) kalça kemiğini de kırdı. Biz yine de bir milletvekilinin kıyameti bile kopartabilecek kadar yetkileri varken-polis haksızlık bile yapsa!-bir polise tokat atmasını doğru bulmuyoruz. Üstelik BDP’nin-sözde!-kadınlara "Ana Tanrıça" mitosuyla saygı duyduğunu okuyoruz. BDP, DTK-ve hatta PKK’nin!-kadınların "barış"ı getireceğine dair inancı var(dır). Kadın "barış" ve "özgürlük"le eş tutuluyor. Kadınların çığlığının, gözyaşlarının, haykırmasının bütün yöntemlerden daha etkin olduğu da doğrudur. Hiçbir ses bir kadının çocuğunun cenazesi önünde haykırmasından acı olamaz. Bir kadın çocuğunun öldürülmesini ya da cesedini görmek istemez. Çünkü kadının yüreği daha çok duygu ve şefkat doludur. Kadınlara ait tüm bu duygular içinde Sebahat Tuncel’in polise tokat atması şık olmadı!
 
Başbakan bu olaya-tıpkı bizler gibi!-tepki verebilirdi, kınayabilirdi. Hatta sık sık yaptığı gibi-işine geldiğinde yapıyor!-cumhuriyet savcılarını göreve çağırabilirdi. Biz bunu anlardık. Ancak vücut dili ve söyledikleriyle konuşmasında bir tehdit hissettik. Daha önce de (2006’larda) Kürtler için, "Kadın da olsalar, çocuk ta olsalar görecekler!" demişti. Gerçekten de 13 kişi öldürülmüştü. Böylesi de şık değil(di). İşi ırklar arasındaki tercihe ve hatta cinsiyet tercihine götürme psikolojisi kimseye methiyeler kazandırmaz. Adaletli ve eşitlikçi olmak gerekir. Polisin sert ve acımasız tavrı karşısında olacaksınız, milletvekilinin tokat atması karşısında da. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, "Daha dün Urfa’da polis beni darp etti. Polis milletvekillerinin üstüne basınçlı su sıkıyor, gaz bombası atıyor ve onları copluyor." dedi. Başbakan’ın gösteri ve yürüyüşlerdeki polisin sert tavrını görmesi de gerekir. Eğer başbakanlar tanrısallaşmaya kalkarlarsa onların dışındakiler hepsi "kul" olur. BDP’lisiyle, MHP’lisiyle, CHP’lisiyle, AKP’lisiyle herkes kul sayılır.

Diyarbakır’da oturma eylemlerini yasaklamamak gerekir. Bu ülkenin yöneticileri biraz demokrat olmalılar. İnsan haklarına dayalı Avrupa tipi bir demokrasi istiyorsak özgürlüklerden kaçmamak gerekir. Şiddet içermeyen demokratik eylemlere valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri müdahale etmemelidirler. Olaylar büyür ve istenmeyen bir yöne doğru giderse, AKP’nin parti yöneticileri gibi davranan valileri, kaymakamları, emniyet müdürlerini yine bu AKP görevden alacaktır. Mülki idari yöneticilerinin referansı "hukuk" olmalıdır. Suç olmayan eylemleri engellememelidirler. Bir gün AKP tarafından günah keçisi ilan edilirlerse şaşmamalarını öneririm. Bu ülkede basılmamış kitaplar (İmam’ın Ordusu-Ahmet Şık) yakılıyorsa bir demokrasi sorunu var demektir. Tek taraflı yayın faşizmde olur. Bu da insanın hapsedilmesidir. Eğer bizim yolumuz AB tipi bir demokrasi ise oligarşik cumhuriyeti gerilerde bırakmalıyız.

Son günlerde TSK’nın PKK’ye karşı operasyonlarını izliyoruz. Bu durumda PKK’nin misilleme yapmayacağını kim söyleyebilir? Oysa bana göre seçime kadar-tersini söylese de!-PKK’nin gizli bir eylemsizlik içinde kalacağını düşünüyorum. Devlet bunu mutlaka benden daha iyi biliyordur. Ve ölü(m)lere en çok üzülecek annelere-bu vesileyle-gelmek istiyorum. Ananın kutsal duygu ve şefkatinin büyüklüğü "devlet" ve "örgüt" duvarlarına karşın zarar görmez. PKK’li ya da Mehmetçik, ölen herkimse sadece anne(si)nin karnında dokuz ay taşıdığı cenin değildir. O, annesinin sürekli sorumluluğunu hissettiği kendi(si)nden bir parçası ve Allah’ın bir vergisidir. Onun ölümüyle anne ruhen ölür zaten. Hani biz, yaratılanı yaratandan dolayı seviyorduk, derdik ya? Bu nasıl bir takiyyedir ki ölümleri gizliden kutsuyorsunuz. Hani dindardınız? Evet, Başbakan’dan bahsediyorum. Bu sözü sık sık kullanır çünkü. Oysa biz de bu tip sözleri sık sık kullananlara ihtiyatla bakarız: Çünkü bu tip sözleri söyleyip te tersini yapan/yaptıran birçok insan tanıdık. 12 Eylül öncesi dindar geçinen birçok kişi bu ülkede cinayet işledi, işkence yaptı. Bu tip sözleri söyleyen birçok insan da fabrikalarından işçilerini attılar. Şimdilerde de durum aynı. Doğrusu insan sevgisini sık sık dindarlığına, yaratana bağlayanlara biz hiç güvenmedik.
bulenttekin47@gmail.com

Postalcılar,Takunyacılar ve Kürt Muhalafeti

Biri postalcı, diğeri takunyacı. Biri darbeyi çare, ötekisi şeriatı çare olarak görüyor. Her ikisi de resmi görüşün ideolojik imalatından çıkmış. Biri "cumhuriyetin kazanımları" ile "bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu milliyetçiliktir" eksenini korurken, diğeri ise "bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu Müslümanlıktır" ilkesini savunur.

Yaşım altmışı geçti. Bu güne kadar kendimi bildim bileli hep aynı güç iktidardadır. Bu güç bazen siyah bazen de yeşil renge bürünebiliyor. Ancak, renk değiştirirken iç çelişkiler yaşayabiliyor. Zaten hep iki renkten oluştu, üçüncü bir rengin katılması mümkün olmadı. 

"Biri postalcı, diğeri takunyacı. Biri darbeyi çare, ötekisi şeriatı çare olarak görüyor. Her ikisi de resmi görüşün ideolojik imalatından çıkmış. Biri "cumhuriyetin kazanımları" ile "bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu milliyetçiliktir" eksenini korurken, diğeri ise "bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu Müslümanlıktır" ilkesini savunur. Her ikisinin toplamından ve sentezinden, bildik malum ideoloji çıkıyor; "Türk İslam sentezi".(Turan Eser)

Terazinin bir kefesinde; dinci muhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz yeşil takunyacılar, diğer kefesinde ise; ırkçı-ulusalcı siyah postalcılar bulunmaktadırlar. Sayın Turan Eser’in de belirttiği gibi her ikisinin toplamından "Türk İslam sentezi" çıkıyor. Bu çift renkli görünümündeki güç, halkları ve özgürlükleri sembolize eden üçüncü bir rengi hep yok saydı. Direnenleri de zindanlara ve sürgünlere gönderdi.

Bu güç 1960’lı-70’li yıllarda MHP üzerinden milliyetçiler kullanılarak Türkiye sol hareketini tasfiye etti. Günümüzde ise, güçlenen Kürt muhalefetini inkâr ve imha temelinde Hizbi Kontranın domuz bağıyla yok etmeyi başaramadığı için bu defa sahte İslamcıları kullanarak Kürt hareketini tasfiye etmek istiyor. 

"Türkiye’de Kemalizm ve İslam adlarında 2 tane din var. Birincisi bitsin diye uğraşıyoruz, o bitmeden ikincisi başladı. İkisinin de hamuru temelde aynı: Çoğulcu hiçbir şey istemiyorlar; laik veya İslamî cemaat dışında "İnsan" olunmasına tahammülleri yok. Küpe, Darwin, Kürtçe, Atatürk, alkol… fark etmiyor." (Baskın Oran)

Bu güne kadar İki renkli siyasal çizgi gibi görünen bu güç, aynı zamanda çok Değerli Sayın Baskın Hoca’nın ifade ettiği gibi, iki din gibi de karşımıza çıkmaktadır. Ermenileri, Rumları, hatta Alevileri tasfiye etmeyi başarabildi. Ancak, Kürtleri yok etmeyi bir türlü başaramadı. Edebilir mi? Çok zor!

Bu gün en büyük Kürt muhalefetinin DTK-BDP-KCK… ve devamı çizgideki örgütler olduğunu görmekteyiz. Bu hareket Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve gönüllü birlikteliğe dayanan bir çözüm ile "tasfiye" olabilir. Dolayısıyla çokça denenmiş olan şiddet kültürüyle bu hareketin tasfiyesi mümkün değildir.

Öyle ise, mevcut cumhuriyetin yeniden gözden geçirilerek demokratikleşmesi gerekir. Peki, bu nasıl olacak? Bu soruyu her kes demokratikleşmeyi nasıl anlıyorsa o şekilde yanıtlayacağını tahmin ediyorum. Verilen yanıtları ortaklaştırabilirsek bizi bir adım daha çözüme yakınlaştıracağını düşünüyorum.

AKParti iktidarından demokratikleşmeyi beklemek bence biraz hayalcilik olur. En son olarak da birkaç savcının ve hâkimin yerini değiştirerek Türkiye’de sanki evrensel hukuk işliyormuş gibi yapıp, göz boyamıştır. Çünkü bu iktidar demokratikleşme konusunda hep göz boyamaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır.
30.03.2011
Mustafa Elveren

Suikast Planının Perde Arkası

Mehmet Metiner'e suikast hazırlı içerisinde olduğu" iddiasıyla tutuklanan 18 yaşındaki Kutbettin Güllü'ye avukat, polis ve savcı işbirliği ile zorla belge imzalatıldığı ortaya çıktı.

Bazı basın yayın organları tarafından tek merkezden "PKK'nin kaos planı" başlığıyla kimi "Kürt aydınlarının PKK tarafından tehdit edildiği ve bunlara karşı suikast hazırlığı içerisinde olunduğu" yönündeki haberlerin hemen ardından "AKP'nin kalemşörü" olarak bilinen Mehmet Metiner'e suikast hazırlığı içinde olduğu iddiasıyla bir kişinin yakalandığı haberleri yayınlandı. 11 Şubat'ta gözaltına alınan 18 yaşındaki Kutbettin Güllü'nün "İtirafları" başlığı ile verilen haberler ise hazırlanan senaryonun devamı niteliğindeydi. Güllü hakkında açılan dosyaya "Gizlilik kararı" konulmasına rağmen henüz emniyette ifade verdiği esnada el altından bazı basın yayın organlarına sızdırılan bilgilerde "Kandil'de özel olarak bomba eğitimi aldığını, suikast için 2 kere keşif yaptığı fakat sonra suikasttan vazgeçtiği" şeklindeki ifadeleri yayıldı. Suikast yapacağı iddia edilen PKK ise aynı dönemde yaptığı açıklamalarla "İlgimiz yok, Metiner, anti propagandamızı yaparak gündem olmaya çalışıyor" açıklaması yaptı. Olayın iç yüzü ise tutuklanan Güllü'nün tutuklu bulunduğu Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nden gönderdiği mektupla ortaya çıktı.


'Kandil'de değil, ekmek kavgasındaydım'


Kişisel hikayesinde yola çıkarak gerçekleri anlatmaya başlayan Güllü, köyleri yakıldığı için 1993'te Bitlis'ten İstanbul'a göç etmek zorunda kaldıklarını belirterek, o tarihten bu zamana kadar konfeksiyon atölyelerinden tersanelere kadar bir çok işte çalışarak ailesinin geçimine katkı sağladığını belirtiyor. İstanbul gibi bir metropolde bunun büyük sıkıntılarını yaşadığını ve bir Kürt genci olarak kendisine siyasi görüş olarak yakın gördüğü BDP'ye ara sıra gidip geldiğini kaydeden Güllü, son yedi aydır abisinin Başakşehir Şahintepe Mahallesi'nde bulunan marketinde çalışarak abisine yardım ettiğini mektubunda ifade ediyor.


'Halkalı saldırısını yaptım de ağabeyini bırakalım!'


Güllü, 11 Şubat günü abisinin evinde uyuduğu esnada sabaha karşı yüze yakın özel harekat polisinin eve baskın düzenleyerek kendisini ve ağabeyi Cebrail Güllü'yü gözaltına alarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne (TEM) götürdüğünü belirtti. Güllü, o andan itibaren yaşananları ise "Hastaneye sağlık kontrolüne götürüldükten sonra ağabeyimi bir daha görmedim. TEM'e geldikten sonra beni sorguya aldılar. Bak ağabeyin polis öldürmüş, bize yardımcı ol seni de ağabeyini de serbest bırakırız. Ağabeyinin özgürlüğü sana bağlı. Halkalı patlaması, cem evi taşlaması, MHP Maltepe binasına ses bombası atılması gibi şeylerden bahsettiler. Bunları senin yaptığını biliyoruz, ama bize yardım edersen seni kurtarırız dediler. Sonra da Mehmet Metiner'i öldürmek istediğini ve talimatı da Kandil'den aldığını söyle, ağabeyini de seni de kurtarırız dediler. Şok olmuştum. Metiner'in kim olduğunu bile bilmiyordum. Önüme bir sürü dosya koydular, imzala dediler. Okumak istedim ama izin vermediler. Çok sonra Metiner'in kim olduğu hakkında bilgi verdiler. 'Kürt aydınlarından biridir, tanımıyor musun' dediler. Kabul etmem karşılığında ağabeyimin bırakılacağını söylediler" diye anlattı.


'Ve avukat dahil oldu Metiner suikastı senaryosu yazıldı'


Emniyette gözaltında bulunduğu esnada ailesi tarafından tutulduğunu söyleyen, fakat sonradan ailesinden öyle bir şey olmadığını öğrendiği "Tanju" isimli bir avukatın yanına gelip, kendisiyle görüştüğünü belirten Güllü, söz konusu bu avukat tarafından "Metiner'e suikast planı yaptım, fakat daha sonra kendi irademle vazgeçtim" şeklinde ifade vermesi halinde ağabeyi ve kendisinin serbest kalacağı vaadiyle yanlış ifade vermeye yönlendirildiğini söyledi. Güllü, gözaltı süresi içerisinde maruz kaldığı psikolojik baskı nedeniyle kendisini ailesinin gönderdiğini söyleyen söz konusu avukattan hiç şüphelenmediğini de mektubunda not düşüyor.


'Toplu mezarları hatırla ifadeni değiştirme'


Söz konusu avukatın polisin kendisi hakkında uydurduğunu söylediği iddiaları kabul etmesi yönünde telkinde bulunduğunu ve hazırlanan ifadeye imza attığını belirten Güllü, "Çocukluğumdan beri dinlediğim cinayet, toplu mezarları, özel harekât polisi hikâyelerine çoğu zaman inanmazdım. Ancak içine düşüp görünce ne kadar gerçek olduğunu fark ettim. Avukatla son görüşmemizde bana 'Metiner'i vurmayı planladığımı, ancak son anda özgür irademle vazgeçtiğimi' dememi söyledi. Bunun benim için en uygun şey olduğunu söylemesi üzerine ben de avukatın dediğini yaptım. 'Bu ifadeni savcılık ve mahkeme aşamasında da değiştirme ağabeyini düşün, toplu mezarları biliyorsun, unutma sakın yanlış yapma' diye tehditler savurdular. Hakkımda ileri sürülen haberleri sonradan öğrenme şansım oldu. Hazırlanan senaryoya göre Metiner'e suikast hazırlığı içerisindeyken yakalanmışım. Bunların hepsi yalan. Eğer bunlar uydurulmuş bir senaryo olmasaydı 'gizlilik kararı' olduğu halde bu kadar planlı şekilde basına yansımazdı" dedi.


'Ağabey yaşananları doğruladı'


Güllü'nün mektubunda dile getirdiği emniyetteki sorgu aşamasına ilişkin ayrıntıları birlikte gözaltına alındığı ağabeyi Cebrail Güllü de doğruluyor. Emniyetteki sorgusunda kendisine de polisler tarafından, "Eğer kardeşinin dağa gittiğini ve pişman olup geri döndüğünü söylersen seni bırakırız" biçiminde baskı kurularak ifade vermeye zorlandığını söyleyen ağabey Cebrail Güllü, "Öyle bir şey olmadığını, kardeşinin 7 aydır kendisinin yanında çalıştığını" ifade ettiğini kaydetti.

Ağabey Güllü, kardeşinin önceden yazılmış bir senaryoya dahil edildiğini belirterek, avukatları aracılığı ile avukat ve medya organları hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyledi.

'Sessiz kalmayı tercih etti'


Güllü'nün ailesi tarafından gönderildiğini söyleyerek kendisini yönlendirdiği yönündeki ithamlar karşısında amacıyla ulaşmaya çalıştığımız Av. Demircan'ın telesekreterine not bırakmamıza rağmen kendisinden herhangi bir şekilde geri dönüş olmadı.


ÖMER ÇELİK / SERKAN DEMİREL / DİHA


Taş ve Tokat

Legal Kürt siyasetinin şimdiye kadar yaptığı en doğru ve en tutarlı şey, milletvekillerinin gerilla kıyafetiyle taş atması ve polisi tokatlamasıdır. Kürt siyasetinde, bu eylemler kadar sahici, sahici olduğu kadar da meselenin çözümüne hizmet eden bir eyleme daha şahit olmadım.
            Hayır hayır.
            Şiddeti övmek ve sopadan medet ummak değildir muradım. Acılı Kürt coğrafyasındaki şiddetin ve kanın biran önce durmasını en çok isteyenlerdenim.
Birinin evi yanarken, yanan o ocak üzerinden ahkâm kesmenin en hafif ifadeyle “ölü sevicilik” olduğunu bilirim. Şiddeti öven ve maruz gören tek bir nokta da yazmış değilim.
            O halde, tokat ve taş atmanın nesine tav oluyorum?
            Anlatayım.
            Bu bir duruştur. Armudu işaret ederek “aha armut budur” der gibi meseleyi olduğu gibi aktarmanın adıdır bu. Milletvekilliği denilen kurumun gerçek manası budur. Polise atılan tokat ve taş düpedüz geldiği mahalleyi temsil etmektir.
            Milletvekili, oylarını kapıp geldiği halkı, Ankara’da layıkıyla temsil etmiyorsa eğer, vicdan tüccarlığı yapıyor demektir.
            Hakkârili insanlar, kaldırımlardan söktükleri taşlarla sokaklarını teslim alan polis panzerlerini geri püskürtmüyorlar mı?
            Diyarbakırlı gençler, başlarına geçirdikleri puşilerle kafaları bozulduğunda sistemin alayına isyan edercesine tozu dumanı birbirine katmıyorlar mı?
            Kürtlere ait önemli günlerin yıldönümünde, yurtlarından sökülüp atılmış yanık bağırlı Kürtler, sığındıkları İstanbul’un kenar mahallelerinden dışarıya fırlayıp çarşıyı pazarı birbirine katmıyorlar mı?
            Bu insanları temsil eden milletvekilleri bunların ruh halini taşımak zorunda değil mi?
            O yüzden, BDP’lilerin taş ve tokadı, en sahici siyasi temsiliyettir.
            Çünkü;
            Defalarca aldatılarak oyalanan Kürt halkının devlete olan güven duyguları, elek gibidir. Haklarını geri alabilmek için yapmadıkları numara kalmadı. Sistem, her defasında önce kafasını kırdı, sonra da eline lolipop yerleştirerek teskin etmeye çalıştı. Kürtlerin ellerinde, maalesef kala kala bir tek şey kalmış, oda şiddet.
            Şiddetin meşruiyetini yazarken bile kelimelerin yükü altında eziliyorum. Nihayetinde şiddet denilen şey can yakıcıdır.
            Ama,
            Yapılabilecek başka bir şey de bırakılmamış bu halka.
            Seçilmiş Kürtler, daha önceleri Ankara’da Ankara siyaseti, Diyarbakır’da ise Diyarbakır siyaseti yaparlardı. Bu ucuz anlayışı eleştiri konusu yaptığım bir yazımda durumun adına “Kürt cambazlığı” demiştim.
            Kürt milletvekillerinin, Ankara’ya şirin gözükmek için, keçi-koyun, kavun-karpuz bilmem ne konularda meclise önergeler verdiği günlerin üstünden çok zaman geçmedi. Şark kurnazlığı kılıklı bu cambazlığı, kimseler de yemiyordu zaten. O yüzden de televizyona çıkan her Kürde “Hele önce Apo’ya terörist de öyle tartışalım.” deniliyordu.
            Çünkü,
            Ankara’dakiler de anlamıştı Diyarbakır ruhlu, Ankara görünümlü Kürt kurnazlığını.
            Görün bakın.
            Taş atmak ve polisi tokatlamak, Kürt siyasetinin miladı olacak. Daha net istemler üzerinden tartışmalar yürüyecek.
            Milleti layıkıyla teslim etmek budur.  
            İşin özü;
            Bir nispet bin nasihatten evladır.
            Siz buna, tokat ve taşın gücü deyin gitsin.
 
            M.Salih Erol
            Salihmehmet_1@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

Ismarlama Suikastler


Radikal gazetesi Mehmet “Metiner’e suikast hazırlığı” haberini patlattığında bunun uydurma bir şey olduğunu anlamıştım. Mehmet Metiner ile ilgili her şey uydurmadır. En çok Cuma günleri milleti tongaya düşürür. Tarzı şöyledir:
 
“Başbakanla Cuma namazına gidiyorum. Bir isteğin varsa söyle ileteyim!”
 
Hatırlarsanız Yaşar Kaya’dan bu tarzla bir mektup almış, Star Gazetesindeki köşesinde yayınlamıştı. DEHAP’tan yeni ayrıldığı dönemlerde merhabamız vardı. Beni de bu şekilde düşürmek istemiş, “Başbakana Kürdistan talebimizi” ilet demiştim.
 
Türk ve Kürt alt kültür buluşmasının her türlü numara ve yalan içeren bu kişisi için Ahmet Altan “cahş” demişti. Ahmet Altan bir Kürde “çahş” demişse varın gerisini siz düşünün.
 
Mehmet Metiner’e suikast hazırlığı içindeyken yakalandığı söylenen 18 yaşındaki Bitlisli Kutbettin Güllü’nün cezaevinden gönderdiği mektup yayınlandı, okudunuz. Okumadınızsa, aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.
 
http://rojevakurdistan.com/turkce/index.php?option=com_content&view=article&id=1415:suikast-plannn-perde-arkas&catid=46:syaset&Itemid=106
 
Zavallı Kürt çocuğu, neler yaşatmışlar neler!
 
Ama ben romancıyım, ısmarlama suikast planlarının hikayesini tahmin edebilirim. Hikaye şöyle gelişir:
 
Fethullahçı polis amiriyle Mehmet Metiner karşılaşırlar. Mehmet Metiner sorar:
 
“Nasılsın amirim?”
 
“İyilik Mehmet Bey, ne olsun! Vatanın birliği ve bütünlüğü yolunda mesaimiz sürüyor. Teşkilatımızdan bir arzunuz, bir isteğiniz var mı?”
 
“Sağ olun,” der Mehmet Metiner. “Bölücü terör örgütünden tehditler alıyorum. Bunu bir işleme koysanız!”
 
Polis amiri biraz düşünür ve sorar:
 
“Suikastçi Kandil’den mi gelmiş olsun?”
 
“Tehdit oradan,” der Mehmet Metiner. “Soruşturmanın böylesi vatanın birliği ve bütünlüğü için de iyidir.”
 
Bu ara amirin telsizi girer devreye. Telsiz zaten hep açıktır. Tabii telsiz konuşmaları karşılıklı konuşmalar gibi kolay anlaşılmaz:
 
“Kartal 1’den Kartal 2’ye… Cemaat hakkında kötü şeyler yazan o yer tamamdır amirim.”
 
Vaktinden önce kırlaşmış saç ve sakalıyla Mehmet Metiner cin gözleriyle öyle bakıp durmaktadır:
 
“Suikast haberi nerede çıkacak?” diye sorar.
 
Amir, anasının gözü:
 
“O işi bize bırakın,” der.
 
Haber bir gün sonra Radikal gazetesinde patlar. Oral Çalışlar, Hasan Cemal, Cengiz Çandar sorgusuz sualsiz suikast girişimini kınarlar. Desteğini AKP’ye, nefretini PKK’ye, “Bağımsız Kürdistan!” söylemini çok az insanın okuduğu internet sitelerine düşüren uyanık Kürtler Türk televizyonlarının soytarıya çevirdiği kişiler için uydurulmuş suikast planlarına karşı dayanışma kampanyaları başlatırlar… İmzalar elden ele dolaşır. Bir görevi daha yerine getirmiş olmakla herkes mutludur. Rehavet içinde gerinmektedirler.
 
Bu ara 18 yaşındaki uyduruk suikast kurbanı Kürt çocuğu hücrede beton dişlemektedir, ama bu durum kimse için önemli değildir…
 
Bir başka suikast planı haberinde buluşuncaya kadar hoşca kalın sevgili arkadaşlarım…
 
bildiricihasan@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir