BDP milletvekillerinin, Newroz kutlamaları sırasında polise karşı ‘kullandıkları şiddet’ görüntülerine baktığımızda, aklıma çağın en büyük düşünürlerinden Edward Said’ın 3 Temmuz 2000 yılında Güney Lübnan’da işgalci İsrail askerlerine taş atarken çekilen fotoğrafı ve ondan sonra medya üzerinden, özellikle Yahudi lobisinin Said’e karşı başlattığı kampanya geldi. Said, ziyaret ettiği Lübnan’da direnişçilerin tutulduğu hapishaneleri görmüş ve İsrail işgali sırasında insanların yaşadığı işkenceleri dinlemişti. Fotoğrafları gazetelerden yayınlandıktan sonra bir açıklama yapan Said şöyle diyordu; “Yaptığım eylem sembolik ve önemsiz bir eylemdi. Sınırda bir çok insan vardı ve hepsi İsrail askerlerinin geri çekilmesinden dolayı sevinç gösterileri yapıyorlardı. Mekanın ruhu herkesi aynı dürtü ile etkiliyordu ve ben de işgalin bitmesinin yarattığı sevinci sembolik bir jestle göstermek için kitleye katıldım” diyordu. Said, sadece ve sadece mekanın ruhuna iştirak etmişti oysa. Gerçeği dolayımsız gösteren mekanın ruhuydu, taş ise Jauques Lacan’ın deyimiyle söylersek ‘gösterilen’ bir semboldu. Mekanın ruhunda İsrail devletinin yıllarca işgal altında tuttuğu o topraklarda biriken bütün bir şiddetin toplamından ibaretti. Dolaysıyla Said gibi bir aydın o ruhu görmezden gelemezdi.
Şimdi bizim gibi, şiddetin o inanılmaz yalın gerçeği ile büyümüş bir toplum da, şiddetin tanımlanmasına dair bir iki söz ederken maruz kaldığımız şiddetlerin biçimlerine yeniden bakmak gerek. Sosyal bilimler, şiddeti üç temel başlık altında toplar. Bunlar subjektif şiddet denilen hepimizin orada burada direkt maruz kaldığımız yumruktan, silaha oradan bombalara uzanan açık şiddettir. Bu şiddet çok rahat pratiğe dökülen kısa vadede sonuçları çok trajik olan, hepimizin çok rahat ayırımına vardığı bir şiddettir.
İkincisi objektif şiddet dediğimiz, sistemin kendi yapısal ve kurumsal tanımından kaynaklanan şiddet. Kapitalist pazar’ın içinde iş arayan bir işsizin yaşadığı şiddetten, sistemin hastanesinden, mahkemesine oradan üniversitesine kadar katlanmak zorunda olduğumuz uygulamalara, bürokratik engellere, psikolojik baskılara kadar günlük olarak yaşadığımız görünür olmayan şiddet. Bizim maruz kaldığımızda bile ayırımına varmadığımız ama sistematik olarak günlük hayatımızda bizi etkileyen, kişiliğimizi bir bütün olarak değiştiren bir şiddettir bu.
Son olarakta sembolik şiddet ki günlük hayatımızda ya kitle iletişim araçları üzerinden yada bire bir ilişkilerimizde her an maruz kaldığımız dilin (kelimelerin) şiddeti var.
Slovaj Zizek’e göre, en yakıcı olan şiddet, dilin kendi özünden kaynaklanan sosyal-sembolik şiddettir. (1) Yine Zizek’in deyimiyle söylersek ‘komünist liberallerin’ subjektif şiddete karşı gürültüler koparırken, sistemin objektif şiddetine Foucult’un teorik fantazisi olarak bakarken aslında kendilerinin de bu sembolik şiddetin bir parçası oluverdiklerini burada tartışacağız.
Hergün devletin nasıl değiştiği üzerine bize güzellemeler dizen, bu güruhun (liberaller) aslında objektif olarak şiddetin bir parçaları olduklarını iddia ediyorum. Dolaysıyla eğer şiddete karşı bir tutum geliştireceksek, Zizek’in SOS diye tanımladığı Subjektif, Objektif ve Sembolik şiddete topyekün bir tavır geliştirmek gerek. (2) Bunlardan birini önceleyerek oluşturduğumuz her türlü şiddet karşitliği sadece ve sadece ikiyüzlülük ve çifte standart olabilir.
Rivayet olunur ki, İkinci Dünya Savaşi sırasında Picasso’nun Paris’teki stüdyosuna giren Alman subayı, ressamın savaşı anlatığı o meşhur Guernica tablosunu görüp, Picasso’ya ‘bunu sen mi yaptın?’ diye sorar, Picasso’da ‘Yok siz yaptınız’ cevabını verir. (3)
‘Devletin zaman zaman şiddete başvurduğu’ şeklinde bir tahlile başlayarak bir bütün olarak Kürt hareketinin uyguladığı şiddete salvolar sallayan bir retorik kadar hastalıklı ve tutarsız bir söylem olabilir mi? Bu söylemle, devletin şiddet uyguladığı savının kaşla göz arasında ‘nasıl da kanıksatıldığına’ tanıklık ediyoruz. ‘Devlettir işte yapar, zaten bunu biliyoruz, yeni bir şey değil’ minvalindeki bir ön kabule karşı orada ‘orada dur’ demek gerek.
‘Örgütün şiddetine gelmeden önce devletin şiddetini konuşacağız.’ demeliyiz.
‘Sadece köy boşaltmalar ya da işkenceler ya da öldürmeler üzerinde yarattılan şiddeti değil, kurum ve kuruluşları ile medyası ile ve senin (bu yazıları yazan kalem erbabının yazdığı yazı ile) hergün gündelik hayatımızda yarattığın şiddeti konuşacağız.’ ısrarında olmalıyız ki bu kesimlerin yarattığı akıl tutulmasından kurtulalım.
Hergün PKK’nin ‘şiddetini eleştiren’sözüm ona liberal aydınlar bilinçli ya da bilinçsiz, aslında başka bir şiddetin dolaylı unsur olduklarını düşünüyorlar mı bilinmez ama hergün köşelerinde yazdıkları ve çizdikleri bir yığın lafın, zihinlerimizde yarattığı o inanılmaz tahribatın yada manüpilasyonun bütünüyle sembolik olan hayatımızın en dayanılmaz şiddeti olduğunu kendimden biliyorum.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım bu izahattan, BDP milletvekillerinin yaptığı eyleme geldiğimizde; eylemler tam da devlet ve kurumları tarafında yürütülen SOS şiddetine karşi Saidvari sembolik bir jest olarak algılanabilir. Bireyin içinde yaşadığı mekanın ve zamanın ruhuna, gerçeklik duygusu ile cevap olarak algıladığım bu eylemler, kelimelerle kurduğumuz o ‘yavşakça’ politik retoriğe karşı, yerleşik ve başat hayatın dilinden azada, yalın sembolik bir duruştur aslında. ‘Liberal Komünistler’ buna hümanist ifadelerle karşı tavır geliştire dursun, Said’in deyimiyle, tokat ya da taş çokta önemli bir şey değildir. Sadece taş ve tokattır o kadar. Yani her gün maruz kaldığımız açık bir şiddetin nesneleri sadece.
Yani eylemin bizatihi kendisinin bir önemi yok ama bütün o eylemin kendi içinde tanımladığı ve arka planındaki şiddeti anlamamıza yardımcı olan bir gösterge olmasının çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu da sistemin kendisinin yarattığı şiddettir aslında.
Milletvekilerine karşı, basında koparılan gürültüden tutalımda, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Devlet Bahçeli’nin tehditkar ve ötekileştirilen açıklamalarına kadar geliştirilen dilsel şiddetin bırakın ‘sıradan Kürt bireyini’ (ne demekse) artık politikacılarını bile bu konuma getiriyorsa ‘Kürt sorunu olarak tanımlanan’ sorunun çoktandır “SOS” vermeye başladığı bir noktada olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Buradan, günlük olarak maruz kaldığımız, devletin süregelen ve şimdilerde islamcı muhafazakar bir retorikle fazlasıyla komplike bir hal almaya başlayan SOS şiddetinin tablosunu çizmeden Sebahat Tuncel’i yada Bengi Yıldız’ı anlamamız mümkun değil.
Selah Kemaloğlu
Not. Yazıdaki alıntılar (1-2-3) Slovaj Zizek’in Violence (Şiddet) adlı kitabından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder