20 Ekim 2010 Çarşamba

Modern Leviathan: Ulus-Devlet

    Kapitalist moderniteyi kavramlaştırmak için ekonomiyle işe başlamak hem yetersiz, hem de yöntem açısından saptırıcı, ilişkiyi ve özü kavramaktan uzaklaştırıcı...


   Tanrının Yeryüzüne İnmiş Hali

Kapitalist moderniteyi kavramlaştırmak için ekonomiyle işe başlamak hem yetersiz, hem de yöntem açısından saptırıcı, ilişkiyi ve özü kavramaktan uzaklaştırıcı, bulanıklaştırıcı sonuçlara, yargılara yol açar. Kapitalizme ilişkin şimdiye kadar yapmaya çalıştığımız tanımlama ve çözümlemeler, ekonomik sahada ancak dıştan dayatmacı tekelci bir güç olabileceğini kanıtlamıştı. Demek ki, öz olarak kapitalizmi başka yerde aramak, yöntem olarak da daha isabetli bulgulara yol açabilir. Onu asıl gizlenmeye, sıkı perdelenmeye çalıştığı yerde, devlet sahasında aramayı sürdüreceğiz.

    Kapitalizmi ekonomik sahada arayan K. Marks’ın bunun için yaptığı tüm metodolojik, felsefi, tarihsel ve sosyolojik hazırlıklar, sonucunu olumlu olarak tespit ettiği yoğun bir kriz sistemiyle kendini karakterize eden kapitalizmin tekelci yapısına işaret ediyordu. Ekonomiye hükmetmek, ekonomik olmak anlamına gelmez. Ekonomiye yapı dayatmak da ekonomi değildir. Pazarda fiyatlarla oynayarak bunun için para aracını çeşitlendirip kâr-sermaye yığmakta kullanmak, sosyolojik olarak siyasal iktidar olmadan mümkün değildir. Siyasal iktidarı ve onun zor karakterini tüm sonuçlarıyla çözümlemeden, soyut ekonomi-politik analizlerle kapitali kavramlaştırmak, sürekli bilince taşımak, bilerek veya iyi niyetle yöntem hatasına düşmek ve kapitalist paradigmaya kurban gitmektir.

    K. Marks’ı kapsamlı analizlere gitmeden, ucuz ve yüzeysel tezlerle eleştirmenin sakıncalarını biliyorum. Özellikle Marksist geçinenlerin dogmatik-pozitif yaklaşımları tarikat müritliğini aşmadığından, bıktırıcı, tekrarlayan ideaları tartışmaları geliştirmez. Fakat ‘Kapita’in yeni bir totem hizmeti gördüğü, işçilerin pek işine yaramadığı, yüz elli yıllık teorik-pratik deneyimle yüzlerce kez doğrulanmıştır. Ben bunun temel nedenini kapitalizmi ekonomi olmadığı başka yerde arama, ekonomi olmayana temel ekonomik konular olarak yaklaşım gösterme hatasına bağlıyorum. Tekelci devlet politikalarını, tüm ekonomi dışı özelliklerine rağmen, ekonominin baş köşesine oturtmayı muazzam zihin bulandırıcı, kapitalizmi örtücü ve politik-ideolojik olarak da feci trajik sonuçlar getiren ‘aydınlanmacı’ bir sapma olarak değerlendiriyorum.

    Hegel ve Marks uzmanı değilim. Pek okumadım da. Haklarında ana fikir dışında bilgili değilim. Bunun pek gerekli olduğu kanısında da değilim. Fakat önemsiyorum ve yorum hakkının bir özgürlük görevi olduğuna kaniyim. Belki de kapitalist modernite toplumunu en çok etkilemiş olmalarından ötürü, özgürlük ve eşitlik göreviyle bağlantılandırıyorum. Marks ve Engels, bilimsel sosyalizmin kaynaklarından birini Alman Felsefesi olarak belirlerken, herhalde en çok etkilendikleri Hegel’i göz önünde bulunduruyorlardı. Eleştirilerinden bunu çıkarsamak mümkündür.

    İdeolojik olarak Hegel, metafiziğin zirvesi ve diyalektiğin en büyük çağdaş temsilcisidir. Gerçek bir Alman filozofudur. Bununla kastettiğim, Alman milliyetçiliğinin fikir babalığıdır. Marks’la Engels, Alman kapitalizminin geri seviyesinin Alman burjuvazisini, burjuvazinin de Alman felsefesindeki konumunu irdelemeye çalışırken iyi yoldalar. Başlangıçta Hegel’in Hukuk Felsefesini Eleştiri’leri de bu tutumlarını yansıtır. Bunun akabinde Komünistler Ligi ve Komünist Manifesto çalışmaları pratik olarak da konumlarını sağlamlaştırır. 1848 Devrimlerinden umduklarını bulamamaları, kanaatimce köklü kırılmalarından birine yol açar ve ekonomizme sapmanın ilk belirtileri bu dönemden sonradır. Ekonomiye başat yer vermelerini tartışmıyorum. Ekonomiyi araştırmanın da gerekli olmadığını söylemiyorum. ‘Kapital’ araştırmasını da yanlış olduğu için eleştirmiyorum. Eleştirdiğim temel nokta, tam da Hegel’i eleştirdikleri noktadır. O da neden devlete ve hukuka öncelik tanıdığıdır. Hegel bence en gerekli noktadan düşüncesini geliştiriyor. Başlanması gereken yerden başlıyor. Tarihi hata yapan Marks’la Engels’in kendileridir; yani ekonomizm sapmasıdır. Bu sapma sanıldığından çok daha fazla yüz elli yıllık sosyalizmin, yani eşitlik ve özgürlük, dolayısıyla demokratik toplum mücadelesinin beklenen başarıyı gösterememesinin temel nedenidir.

    Hegel’in doğruyu yaptığını söylerken, bunu onun teorik-eylem hattını benimsediğim anlamında söylemiyorum. Doğruluğu işe nereden başlanması gerektiğine ilişkindir. Yanlış anlaşılmaması için tekrarlıyorum.

    Sorun Avrupa’da geneldir. Devletleşen Avrupa’nın iktidarlaşma sorunlarıyla ilgilidir. Modern Leviathan nasıl şekillenecek? Hobbes ve Grotius’un belirledikleri, devletin mutlak gerekliliği ve merkeziyetçiliğidir. Yaptıkları, mutlakıyetçiliğin teorisyenliğidir. Feodal çağdan kapitalist çağa geçişteki devlet modeli olarak modern mutlakıyetçiliği temel çıkış, çözüm aracı olarak görüyorlar. Fakat bu çözüm aracı krizi tam çözmüyor. Devlet sorunu olanca ağırlığıyla sürüyor. Kapitalizmin Hollanda ve İngiltere’de başat rol oynaması, bu ülkelerin hegemonyacılığı geliştirmeleri Fransa ve Almanya’yı sarsıyor, etkiliyor. Fransa hegemonya uğruna mücadeleyi peş peşe kaybetmiştir. Almanya henüz ‘ulusal birlik’ denilen davayı kazanmamıştır. Zaten Avrupa’nın ‘ikbal’ bekleyen diğer tüm iktidar adayları devletçilik sorunlarıyla haşir neşirdirler. Krallık ve mutlakıyet bu sorunları tam çözemiyor. Fransız örneği ortadadır. Güneş Kral, Muhteşem 14. Louis mutlakıyetçiliği Hollanda-İngiltere ittifakı karşısında başarılı olamamakta, içte devletin sorunları sürekli büyümektedir. Diğerleri ne yapabilirler ki? Hollanda-İngiltere devlet modelinin peşine takılmaya ise, maddi ve manevi kültürel durumları ve çıkar çelişkileri elvermemektedir.

    Fransız Devrimi denilen olay bu ortam ve sorunlar karşısında patlak vermiş, ortaya çıkan sonuç devlet sorununa ilaveten bir de devrim sorunlarını eklemesi olmuştur. Lenin boşuna ‘Devlet ve Devrim’ demiyor. İktidar sorunu tam bir kriz halindedir. Feodal krize çözüm amacıyla gelişen kapitalistik hegemonya, krizi daha da derinleştirip genellemiştir. Mutlakıyet çöküyor, cumhuriyet ilan ediliyor, müthiş bir terör dönemi başlıyor ve ardı sıra çılgın bir imparator taslağı ve imparatorluğu sanki gökten yere inmiş gibi tüm Avrupa’yı sarsıyor. Fransızlar ortalığı beklenmedik biçimde laf ve eyleme, daha kibarcası teori ve savaşa boğuyorlar. Giyotin de neyin nesi oluyor?

    Hegel’in yaptığı yorum şahanedir. Napolyon’un şahsında devlete ilişkin şu belirlemeyi yapıyor: “Tanrının yeryüzüne inmiş hali”. Napolyon için de “Yeryüzünde yürüyen tanrı” diyor. Bu, hayatımda en büyülendiğim, yararlandığım bir izah tarzıdır. Hem eski devleti, hem yeni devleti bundan daha mükemmel izah edecek cümle bulmak zordur. Bir cümleyle binlerce kutsal ve laik kitabın anlatmak istediğini söylemeyi akıl etmiştir. Gerçekten felsefe yapmıştır. Şunu söylemem mümkündür: İngilizler ekonomik işi, Fransızlar toplum işini, Almanlar ise felsefe işini iyi yaparlar. Ama bunlardan sentez yapmanın çok sakıncalı olabileceğini de belirtiyorum.

    Napolyon, etrafındaki Avrupa mutlakıyetçiliğini dağıtmak için, sanıyorum, 1802’de ‘ulus-devlet’ diyebileceğimiz modeli dillendirir. Fransızların topyekûn olarak devletleşmesini, ayağa kalkarak Avrupa’yı dize getirmesini istiyor. Başarıyor da. Napolyon feodal uygarlıkçı değildir. Zaten onu devrim temelinde tufan içinde boğmak istiyor. Roma imparatorlarına, Sezar ve İskender’e özeniyor. Ama dönem buna elvermiyor. Öylesi bir imparator olmanın maddi ve manevi kültürel ortamı yoktur. İngiltere ise karşısında daha sinsi, ince ve de ‘ekonomi-politiğe’ uygun hegemonyacılık sanatını ustaca icra ediyor. Napolyon çıldıracak gibidir. Elbe Adasına sürgünden hiç ders çıkarmamıştır. Çıkarsa da, daha doludizgin bir Napolyon’dur. Müthiş savaşır, fakat Waterloo’da yenik düşmüştür ve çok perişandır. Atlas Okyanusunun ortasındaki Saint Hellen Adasında beş yıllık sürgünden sonra (1821) öldüğünde son sözleri “Fransa! Ordular, Josefine!”dir. Bunlar bir ulus-devlet eylemcisini mükemmelen özetleyen sözlerdir.

    Teorisine Almanlar, onların adına da Hegel girişir. Muazzam bir ideolojik külliyat oluşuyor. Boşuna Alman ideolojisi dememişler. Pratikte Prusya Devleti adım adım inşa edilir. Yükseliştedir. İngiltere; Fransa ve Avusturya devletlerini (başta imparatorluklarını) geriletmek için Prusya’yı destekler. 1870’teki Sedan zaferi ve Alman birliğinin kuruluşuyla Prusya, İngiltere’nin karşısına ikinci hegemonik güç olarak çıkar. Dünyanın adaletsiz pay edilişinden rahatsızdır. Payını ister. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla o da Fransa gibi yenilmiş olarak hegemonik ideasını kaybeder.

    Fransız Devriminden 1945’e kadar kapitalizmin krizinin (devrevi değil, sürekli) ne kadar derin olduğu kanıtlanmıştır. İkinci Dünya Savaşındaki Alman Führer’i (Lideri) Hitler’dir. Gamalı haçla temsil edilir. Faşizmin birçok tahlili yapılmıştır. Başta Marksistlerce; liberaller, muhafazakârlar ve anarşistlerce yapılanlar da dâhil, hepsi fena yanıltıcıdır. Hiçbiri olup biteni dürüstçe ve doyurucu olarak açıklamak gücünde veya niyetinde değildir. Soykırım kurbanı Yahudilerin müthiş entelektüelleri de bu yanıltmada başta gelirler. Çünkü Hitler hepsinin ortak entelektüel pisliği, siyasi pratiklerinin ortak ‘kusmuğudur.’ “Kargaya yavrusu Zümrüdü Anka kuşu gibi gelir” derler. Hiçbiri ideolojik ve eylemsel olarak “Pislik kustum” der mi?

    Yahudi kökenli olan Alman filozofu Adorno’nun, aynen olmasa da, özcesi şu anlama gelen bir yargısını çok anlamlı buluyorum. Birinci yargısını vermiştim. Kapitalist moderniteye ilişkin, derin anlamlı söz olarak, “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz” demişti. İkincisi, soykırım kamplarını kastederek, anlamlarını çözerek şunu söylüyordu: “Tüm tanrısallıklar adına, kutsallıklar adına insanoğlunun söz söyleme hakkı bitmiştir.” Yanılabilirim, ama özünü böyle yorumladım. Soykırımların izahı olamaz demektedir. Uygarlığımızın maskesi düşmüştür. Söz hakkı kalmamıştır. Frankfurt Felsefe Okulu gerçeğin izi üzerindedir. Ama suça bulaşmış olmanın ezikliği, itirafları onları derinden üzmüş, küskün kılmıştır. Benjamin ve Adorno’da Yahudi ideolojisinin bundaki payının kavranması ve itirafı (küskünlük, melankoli) önemlidir. Avrupa Birliği (AB) mevcut haliyle bu pisliğin üstünü örtme hareketidir. Altını temizlediğini sanmıyorum. Krizin derinliği devam ediyor.
Üçüncü büyük küreselleşme (finans çağı küreselciliği) hamlesi, krizi zamana ve mekâna derinliğine yayarak kontrol etme pratiğidir. 1989’da resmen de dağılmasıyla Sovyet sisteminin hem ulus-devlet niteliği, hem de daimi krizdeki rolleri itiraf edilmiştir. 1945 sonrasının yeni hegemon gücü ABD, soğuk savaşın galip gücü olarak, sistemin uzun süreli ana kriz bölgesi olan Ortadoğu’yu stratejik savaş bölgesi ilan etmiştir. Ortadoğu’da ulus-devletin 16. Louis’i olarak Irak Devlet Başkanı Saddam’ın idamı sembolik olarak neyi ifade ediyor? Bu kapsamlı bir tartışmayı gerektiriyor.

    A- Ulus Gelişmesi, Ulus Olgusu

    Toplumların ilkel komünal toplum, devlet-toplum ve demokratik toplum olarak kendi içindeki bölünmesi sınıflaşma ve yönetim sorunlarıyla bağlantılıdır. Ulus gerçekliği temelinde bölünmeler ise daha çok dil, kültür, hukuk ve siyasal gelişmelerle belirlenir. Tek bir ulus tipinden değil, çok farklı ulus biçimlerinden bahsetmek daha anlamlıdır. Aynı temelde değil, çok farklı temellerde inşa edilmiş uluslardan bahsetmek mümkündür.
Ulus kategorisini anlamlandırırken, genel bir toplumsal olguyu sürekli göz önünde bulundurmak öğretici olacaktır. Başta klanlar olmak üzere, tüm toplulukların bir kendilik sorunları vardır. Ben nasıl bir toplumum veya topluluğum? Bu bir nevi kimlik sorgulamasıdır. Nasıl ki her insanın bir adı ve kimliği varsa, her topluluk için de ad ve kimlik gereğinden bahsetmek gereklilikten öteye zorunluluktur. Ortada göze batarcasına farklı niteliklerden oluşan birçok toplumsal olgu varsa, bunların kimlik ve ifadeleri de doğaldır. Aksi halde bir ailedeki fertlerin birbirlerinin adını ve kimliğini belirtmeden ilişki kurmaları anlamına gelir ki, klan toplumunda bile bunun mümkün olması düşünülemez. Biri en basitinden ‘gel!’ derken bile, bunun adsız mümkün olmaması gibi. Kaldı ki, toplumların kendilerine özgü binlerce farklılık arz eden özelliklerini adlandırmadan, sıfat takmadan anlamlandırmak, iletişim kurmak, bilim yapmak, toplumsal eyleme geçmek, gelişmekten bahsetmek abestir. Bu durumda dilsiz bir toplum akla gelir ki, bu, hayvanlarda bile mümkün olmaz. Onların bile işaret dilleri vardır. Çok dillilik, kültürlülük, siyasetlilik, hukukluk mümkündür. Fakat tüm bu ilişkiler ağında ad ve kimlik yine şarttır. İki dilli, kültürlü, siyasetli, hukuklu ulus olabilir; fakat bu, ad ve kimlik gereğini ortadan kaldırmaz. Çok kimliklilik ve farklılıkların bir arada yaşamasının yöntemlerinin doğru seçimini gerektirir. Zaten toplumlar başka türlü oluşmaz ve yönetilmez.

    Dolayısıyla bir klanın kendi aidiyetini toteminde dile getirmesi bu gerçeğin ne kadar eskiye dayandığını kanıtlamaktadır. Totem en basitiyle klanın kendi kimliği demektir. Halen bazı klan ve kabilelerde bu ilişkiyi gözlemek mümkündür.
 
    Sümer toplumu kendini tapınak kimliğinde ifade etmekle adlandırma ve inanç arasındaki bağı yansıtmaktadır. Tapınak bir imgesel ilişkiler ağıdır. Toplumun kendini anlamlandırması daha analitik bir düzey kazanmıştır. Tapınaktaki toplam ilişkilere bakmak, yani kimliğe bakmak, o toplumu önemli ölçüde tanımak anlamına geliyor. Günümüzdeki gibi çok soyut, simgesel bir ad ve soyad da çok daha kapsamlıdır ve toplumun varlığını büyük oranda yansıtmaktadır. Kent tapınağı, kent tanrı ve tanrıçası, toplumun hangi kavramlara, güce sahip olduğuna dair ipuçları da veriyor. Halen kutsal mekânlara değer verilmesi, taşıdıkları kimliksel değerlerden ötürüdür. Böylelikle kendilerini bulmuş oluyorlar. Öz bilinç dediğimiz olay budur. Kimlik bilinçlilik olayıdır. Kendi öz varlığı hakkında en etkin bilinç kavramı olayıdır.
Tek tanrılı dinlerde toplumun kimliği, dinin ve tanrının kendisidir. Dinden ayrı toplum, toplumdan ayrı din imgesi tasavvur edilemez. Bu ilişkinin sonucu olarak din ve tanrısı, toplumun kendi öz varlığı hakkındaki bilinçlenme olayı olarak da tanımlanabilir. İslam toplumlarını tanımak, büyük ölçüde özümsedikleri dinsel bilinç kapsamındadır. Diğer aidiyetler de vardır. Örneğin cinsel kimlik, siyasal kimlik, kabilesel kimlik, sınıfsal kimlik, entelektüel kimlik gibi...
     Ama tüm bunlar genel kimlik olarak din kimliğinin damgasını taşır.

    Atina ve Roma kendi başına kimliktir. Antikçağdan bahsediyorum. Atina ve Roma vatandaşlığı en seçkin kimliktir. Herkese kolay verilmez. Kentin ne kadar kişilik sahibi ve onurlu olduğunu gösterir. Grek ve İtalik kimliği henüz çok siliktir.
 
    Ortaçağda kavimsellik gelişmektedir. Dinler bu konuda önemli işlev görmektedir. Örneğin İslam aynı zamanda Araplılık bilinci ve yüceliğidir. Musevilik Yahudilikle özdeştir. Hıristiyanlık erken dönemde Hıristiyanlaşan Ermeni, Süryani ve Grekler için çok önemli bir kavimsel kimliği de ifade ediyor. Karşılıklı birbirlerini besliyorlar. Tek tanrılı dinlerin en önemli bir işlevi de kabile ve aşiret kimliğini aşmadır. Ulus bilinci, kimliği kadar olmasa da, kavimsel bilinç büyük oranda ortaçağda Ortadoğu’da tek tanrılı dinlerin etkili oldukları sosyolojik bir oluşumdur. Dinler için kavimsellikle bağlantılandırıldığında, proto (ön) milliyetçilik demek mümkündür. Türklerde din çok önemli bir kimlik aracıdır. İslam olmasaydı, Ortadoğu’da Türk ve Arap kavimliği büyük ihtimalle daha sönük olurdu. Örneğin Musevi Hazar Türklüğüyle Hıristiyan Arapların durumunda bu gerçeği gözlemek mümkündür. Her halk, kavim için din ilişkisi farklı roller oynamıştır.
Avrupa ortaçağında Hıristiyanlık yayılması büyük oranda kavimsel gelişmeyle iç içe olmuştur. Daha önceki kabile topluluklarında ortak kavim bilinci tıpkı Arap ve Türk kabilelerinde gözlemlendiği gibi çok zayıftı. Hıristiyanlık, modernite öncesi kavimsel bilincin objektif bir etkeni rolünde olmuştur. Yani gittiği topluluğa “Siz Fransız veya Almansınız” dememiştir. Ama tüm Alman ve Fransız kabilelerine aynı din bilincini vermesi, ortak kimlik anlamında kavimsel gelişme için dev bir adım olmuştur. İkinci adım krallıklar biçimindeki siyasi gelişmedir. Kabilelerde ortak dinlerinden ayrı olarak ortak bir krallıklarının oluşması da ulus olmaya doğru son büyük bir adım olmuştur. Fransa için bu durum tipiktir.
 
    Pazarın gelişmesiyle artan sosyal ilişkisellikle artık ulusun doğuşundan bahsedebiliriz. Avrupa’da başlangıç uluslarının doğuşu bu modele göre olmuştur. Şu halde ulus; kabile bilinci + din bilinci + ortak siyasi otorite + pazar etrafında gelişen sosyal bir olgu veya ilişkiler toplamıdır. Buna ulus toplumu demek daha anlamlı kılabilir. Uluslaşmak devletleşmekle aynı şey değildir. Örneğin Fransız Krallığı yıkılsa da, Fransız ulusu olarak kalmak devam eder. Ulusu dil ve kültür birimleri olarak genel bir tarife bağlamak öğretici olabilir. Ama yalnız dil ve kültür ulusu belirler demek çok dar ve eksik bir yaklaşımdır. Ulusu, ulus olmayı sağlayan çok kaynak vardır. Siyaset, hukuk, devrim, sanatlar, özellikle edebiyat, müzik, ekonomik pazar hepsi uluslaşmada rol oynar. Ulusların ekonomik ve siyasi sistemlerle direkt ilişkisi yoktur. Karşılıklı etkileyici olabilirler.
Ulus son derece müphem bir konudur. Hakkında çok duyarlı ve dengeli olmak büyük önem taşır.
Günümüz toplumları büyük ölçüde uluslaşmış toplumlardır. Uluslaşmamış marjinal gruplar olsa da, ezici çoğunluk ulus toplumudur. Ulusu olmayan birey yok gibidir. Uluslu olmak doğal bir toplum hali olarak düşünülmelidir. Uygarlıklar tarihi boyunca ulus ancak kriz olarak kapitalist sistemde büyük önem kazanmıştır. Daha doğrusu, ulus adına girilen korkunç spekülasyonlar büyük felaketleri hazırlamıştır.

    Ulusu oluşturan etkenlere aşırı vurgu felaketlerin başlangıcı olmuştur. Örneklersek, ulus-siyaset bağı milliyetçi ideolojinin oluşumunda baş etkendir. Ulusal siyasetin son durağı faşizm iktidarı olacaktır. Ekonominin, dinin, edebiyatın körüklediği ulusçuluk aynı kapıya çıkar. Kapitalist tekel, krizleri çözme adına, en kolay yol olarak ulusu oluşturan etkenlerin hepsini; siyaset, ekonomi, din, hukuk, sanat, spor, diplomasi, yurtseverlik olarak ne varsa tümünü aşırı uluslaştırarak sistematik bir bütünlüğe kavuşturmuş; böylelikle iktidarlaşmamış tek bir toplum öğesi bırakmayarak, en güçlüsü olacağını (her ulus açısından) hesaplamıştır. Bunun sonuçları korkunç olmuştur. Avrupa’yı kan deryasına çevirerek ve dünya çapında savaşlara yol açarak, tarihte misli görülmemiş sonuçlara yol açmıştır. Bu eylem uluslaşma değildir; uluslaşmanın dinselleştirilmesidir. Bu da milliyetçilik dinidir. Sosyolojik anlamıyla milliyetçilik dindir. Bu konuyu ilgili başlıkta ele alacağım.

    Dinler bile kavmiyetçiliğin tehlikesini bildiklerinden, oldukça tutarlı ve enternasyonalist (ümmetçi) tutum takınmışlardır. Uygarlık tarihi bu konuda en kirli dönemini kapitalizmde yaşamıştır.

    Uluslar için en verimli model demokratik ulustur. Demokratik toplumun ulus konusunda en çözümleyici, geliştirici toplum tipi olduğunu önemle anlamak gerekir. Uluslar en iyi demokratik toplum sisteminde oluşup gelişebilirler. Kavga, savaş aracı değil, kültürel zenginlik içinde dayanışmalı, hatta ulusların ulusu olma (üst ulus) gibi tarihi bir evreyi de mümkün kılabilirler. Ulusların kendi başına kavga etkeni değil, dayanışma ve kültürel zenginlik içinde barış, kardeşlik etkeni olabilmeleri demokratik sistemle mümkündür. Konuyu öneminden ötürü yeri geldikçe kapsamlı tartışmayı umuyorum.

    Ulusu inkâr etmemek, kendini oluşturan faktörleri aşırı ulusallaştırmamak, ulusu faktörlerine indirgememek, özellikle siyasallaştırıp aşırı milliyetçi iktidar oluşumlarına araç yapmamak, buna karşılık demokratik ulus bilinç ve uygulanmasını geliştirmek ulus sorunlarından kurtulmanın çözümleyici yoludur.

    B- Devleti Tanımlamak

    Devlet tarihte ve günümüzde en çok kullanılan kavramdır. Fakat en az tanınan ve tanımlanan kavramdır da. Büyük karanlıklar içinde kalmış bir kavramdır. Devletin ne olduğu konusunda korkunç bir cehalet söz konusudur. Tarihi olduğu kadar günümüzü çözmek ve krizli toplum halini aşmak için devleti doğru tanımlamak, yorumlamak halen en temel mesele hüviyetini korumaktadır. En vahimi, kendini devlette sananların bindikleri aracın ne türde olduğunu bilememeleri kadar, devletin dışında kalmış olanların (kalmışlarsa tabii) da devleti yanlış tanımaları (özellikle reel-sosyalizm faciası) tam bir körler ve sağırlar diyaloguna, Babil Kulesinin yetmiş iki dil konuşan toplulukların üzerine düşmesinden sonra oluşan karmaşa haline benzemektedir. Devlet çoğunlukça sorunların çözüm alanı olarak düşünülür. Devlette olmak bütün sorunlardan kurtulmakla özdeş sayılır. Bir adım ötesi, devletin tanrı-devlet olarak düşlenmesi halidir.

    Derinliğine sosyolojik kavrayış, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen tanrısallıkla devletleşmenin iç içe geçtiğini göstermektedir. Devletleşmedeki rahip katkısı, devlet-tanrı iç içeliğinin gelişmesinin temel nedenidir. Rahipler devleti inşa ederken, özellikle Sümer tapınak kimliğinde ideolojik öğe olarak yer bulan tanrılar panteonunun siyasi yöneticinin ideolojik maskesi olarak kullanıldığı kesindir. Rahip-kralın bir adım ötesi tanrı-kraldır. Roma İmparatorluğuna kadar Sümer tapınak kökenli bu tanrı-kral veya imparator kavramı kullanılmıştır. İbrahimî dinler bu kavramı tanrı-peygamber veya tanrı-elçi platformuna çekerek biraz insani figür katmak istemişlerdir. Başarılı da olmuşlardır.

    Çok ilginç bir durum, Yunan mitolojisindeki (Sümerlerden alınan üçüncü versiyon) tanrısallık ve insanlık ayrımıdır. Hesiodos’un bilinç düzeyiyle orantılı geliştirdiği panteon, insanla bağlantılanmayı yasaklar gibidir; ayıp sayılır. Israrla tanrı-tanrıçalar ilişkisi bir kast gibi tutulur. Tanrı-kral imgesinin silik bir hali olan Hintlilerdeki Brahmanlar kastı çok daha katıdır. Tanrının insanlaşmasını, ilişkilenmesini kolay kabul etmiyorlar. Bilim diline çevirirsek, devletin bir insani inşa olduğunu ideoloji düzeyinde (mitoloji ve dinlerde bariz, felsefede kısmen) asla kabul etmeye yanaşmıyorlar. Devletin kat kat perdeli olmasını ve tanrısal kalmasını büyük bir inanç katılığı içinde muhafaza etmeye çalışıyorlar. Devlet yücedir, kutsaldır, temel kurtuluş aracıdır vb. kavramsallaştırmalar kökenini gerçekten ilk devlet inşacıları olan Sümerli rahiplerden alır. Daha önce kapsamlıca çözümlemeye çalıştığım tapınağın döl yatağında inşa edilmiştir.

    Hegel’in Napolyon’la başlattığı ulus-devleti ‘tanrının yeryüzüne inmesi’ biçiminde değerlendirmesi, yine Napolyon’un şahsında ‘tanrının yürüyüşü’ olarak sembolize etmesi ideası yukarıdaki açıklama ışığında son derece öğreticidir. Ulus-devlet, tanrı-devletin en son biçimidir. Aynı zamanda devletin en tehlikeli biçimidir.
Sosyolojik bilimsel yorum ise, bu ilişki yumağını (devleti) yeni yeni tanımlamaya çalışmaktadır. Uzun süredir üzerinde yoğunlaştığım bu konuyu tartışmayla paylaşmayı en temel görev bilmekteyim. Ufuk açıcı nitelikte olacağını umuyorum. Devleti iktidar bağlamında tanımlamak iyi bir başlangıç olabilir. İktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek mümkündür. Çerçeveye alınmış, kuralları belirlenmiş kurumlar bütünlüğü içinde yoğunlaşmış iktidar, devleti hukuki açıdan iyi tanımlamaktadır. Fakat yeterli değildir. İçeriğini açıklayarak biçimle bütünledikleri, kapsam ve biçimi birlikte ele aldıkları için daha tamamlayıcı bir bakış sunmaktadır. Bu yaklaşımı tarihsel-toplumsal gelişmeyle birleştirdiğimizde, anlam ve anlatım değeri yüksek kapsamlı bir tanımlamaya erişebiliriz.

    Devletin birçok tanımının farkındayım. Hem liberal, hem sosyalist kampta uzun süre ezberlenen klişeleri tekrarlamak öğretici değildir. Önce devletin ne olmadığını belirtmem gerekir.

    a- Sınıf çatışmasını ya susturmak, ya da dengede (Status) tutmak değildir. Ağır basan yanı olarak dile getirilen sınıfsal baskı aracı kavramı da pek geliştirici değildir.
    b- Kaos halinin ortadan kaldırılması hiç değildir. Güvenlik, düzen ideaları gerçeği ifade etmekten uzaktır.

    c- Sorunların, hedeflerin çözüm alanı ise hiç değildir. Tersine sorunları kangrene, krize sokma ve sürdürme platformudur.

    d- Tanrısallıklarla, kutsallıklarla ilişkisi ise sadece mitolojiktir, ideolojiktir.

    e- Ulusun, dinin, kültürün oluşturucu, yönetici gücü olarak da hiçbir şey ifade etmez.
Daha da arttırabileceğimiz bu şıkların hepsi ağırlıklı olarak birer propagandadır. Devlet bahsedilen durumlarla uğraşır. Ama tarih gösteriyor ki, tüm devletler ortalığı mezbahaya çevirmekten, asimilasyondan, tembel toplum yaratmaktan, insanı spekülatif aklın aptalı kılmaktan öteye asli olarak pek fazla rol icra etmemiştir. Devletin toplumu yönetmedeki konumunu inkâr etmiyorum. Anarşistler gibi devlet tanımlamasını ve devletsiz olma biçimini anlamlı ve uygulanabilir bulmuyorum. Sosyalistler gibi onların da açığa çıkan gerçeği, yüz elli yıllık pratikleriyle başarılı olmadıklarıdır. Birçok doğruyu söylemeleri temel yaklaşım hatalarını ortadan kaldırmaz. Liberallerin ‘en az devlet’ dedikleri durum ise bir açıdan anlamlıdır. Devletin ekonomik tekelci dayatma olduğunu fark etmişlerdir. Ama kapitalizmin en verimli ekonomi olduğunu hararetle savunmaları, onları tüm devlet tanımlamalarını geride bırakan en büyük yalancı olduklarını göstermekten kurtarmaz.

    Devleti dar anlamda artık-ürün-değer üzerine kurulu ekonomik tekel olarak tanımlamak daha açıklayıcıdır. Devlet artık-ürün ve değeri toplumdan sızdırmak için, ideolojik araçlardan zor araçlarına kadar kendini toplum üzerinde bir üstyapı olarak örgütleyip tekelleştirir. Devletin bu dar tanımı ışığında bakarsak, siyaset, devlet politikacılığı son tahlilde artık-ürün ve değerlerini gerçekleştirmeyi koordine eden bir yönetim sanatıdır. En kaba bir formülleştirmeye bağlarsak, DEVLET = ARTIK ÜRÜN-DEĞER + İDEOLOJİK ARAÇLAR + ZOR AYGITLARI + YÖNETİM SANATI diyebiliriz. Tüm tarihsel gelişimi içinde değerlendirirsek, devlet deyince bu faktörlerin devrede olduğu görülür. Bu unsurlar veya faktörler dışında ne bir bütünsellik olarak, ne de tek tek her araçsallığı devlet olarak tanımlamak, devlet adlı ilişkisel yumaklığı çözümlemeye imkân tanır.

    1- Devlet artık-değer gaspıdır demek doğru, ama çok eksik bir tanımlamadır.

    2- Devleti ideolojik olarak bir tanrısallık, kutsallık veya yeryüzüne inmiş tanrı gölgesi (zıllullah), tanrının somutlaşmış hali olarak tanımlamak, her türlü zorbalık için ideolojik kılıf biçmekten başka sonuç vermez.

    3- Devlet zorbalıktır deyimi, diğer unsurları dışladığı için, bilimsel değeri en zayıf bir ahlaki yargı olmaktan öteye gitmez.

    4- Devleti yönetim sanatı, idarecilik olarak yorumlayan anlayışlar, en az ahlaki yorumlar kadar diğer vazgeçilmez unsurları göz ardı ettikleri için, devletin gerçek içyüzünü örtbas etmek gibi önemli bir sakınca taşırlar.

    Şüphesiz belirtilen her unsurun devletin varlığında kaçınılmaz bir yeri vardır, ama tek başına devlet olarak tanımlanamaz. Yapılan tanımların çoğu her unsuru öne çıkarmalarına göre farklılık arz edip eksik değerlendirmelere yol açmaktan kurtulamazlar.

    Devleti tarih boyunca çeşitli bölünmeler halinde tasnif etmek mümkündür.
    a- Artık-değer ve ürününün sızdırıldığı sosyal sınıflar açısından:

    1- Köleci Devlet: İnsanların karın tokluğu karşılığında, devlete ve devletli özel efendilere emeğiyle değil, tüm varlığıyla ait olduğu devlet biçimidir. İlkçağ uygarlığının temel sömürü biçimidir. Köleler temel üretim aracıdır.

    2- Feodal Devlet: Köleliğin sınırlı yumuşatılmış biçimidir. Serf olarak eski köleden farkı, serfin aile kurma hakkıdır. Pratikte gerçekleşmesi zor ve epey şartlara bağlı bulunsa da, artık-ürün ve değere daha çok imkân verdiği için ortaçağ uygarlığında denenen biçimdir.

    3- Kapitalist Devlet: İşçi adı verilen, sadece emeğini emek pazarında mal gibi satan sosyal sınıfı esas alan devlet biçimidir. Biçim demekten çok, bölüm veya yapı demek daha uygun düşer. Kapitalist uygarlık çağının devletidir.

    b- Başka bir bölünme tarzı, yönetici kesimin etnik varlığına ilişkin olarak yapılanıdır.

    1- Rahip Devleti: İlk inşa ediciler olarak rahip grubunun damgasını taşıdığı için bu adlandırma verilir. Tapınak, kutsal devlet veya tanrı-devlet gibi kavramlar hep bu kategoriye aittir.

    2- Hanedan Devleti: Yönetimlerinde yer alan hanedana göre tanımlanır. Sülale devleti demek mümkündür. Bütün uygarlık çağlarında, hatta günümüz devletlerinde bile yaygın etkisi bulunan bir yönetici devlet tarzıdır. Bir aile veya hanedanın esas yönetici grubu oluşturduğu devlettir.

    3- Aşiret veya Kavim Devleti: Daha çok bir aşiret veya kavmin etkisi altında bulunan devlettir. Özellikle ortaçağda aşiret veya kavim bilincinin geliştiği dönemde kendini hissettirir. Hıristiyan, İslam, Yahudi, Hint, Çin vb. birçok kavim ve dinde devletin durumu böyle bir tanıma yer verebilir. Din burada kavimleşme rolü görür.

    4- Ulusal Devlet: Temelinde uluslaşmış toplumların yer aldığı devlettir. Yeniçağın (dar anlamda kapitalist çağ) devletidir. Sadece kapitalist çağın değil, demokratik çağın da temel aldığı veya daha doğrusu uzlaşarak (devlet  + demokrasi) yönetimde rol alma durumudur. İkisi birlikte olduklarında, yani devlet + demokrasi rejimi geçerli olduğunda da ulusal devlet demek mümkündür. Ulus-devletten farklıdır. Çünkü bir ulusal devlette çok ulus bulunabilir.

    5- Ulus-Devlet: Bünyesinde tek bir ulusun bulunduğu ve tüm ulus üyelerinin milliyetçilik dini temelinde kendini devletle bütünleştirdiği devlettir. Ulusla devlet adeta tekleşmiştir. Kapitalist uygarlığın esas devlet biçimidir. Faşist denen devlet de ulus-devletin karşıdevrim veya sürekli bir kriz rejimi olarak kapitalizmde aldığı biçimi olduğundan, ikisini birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.

    c- Bir bölünme tarzı da seçilmek veya atanmak, babadan oğula ya da zorla yönetime gelmek bakımından yapılabilir.

    1- Monarşik Devlet: Yönetici olarak bir kişinin sembolize ettiği devlettir. Burada devlet-yönetici tekleşmesi vardır. Bu kişi bir monark, kral veya imparator olabilir. Babadan geçme veya zor gücü de kullanılarak monarşik idareye geçilebilir. Tüm uygarlık çağlarında görülmüştür. Devlet kurumlaşmasının zayıflığını yansıtır.

    2- Cumhuriyet: Yönetimin ana grubunun seçimle işbaşına gelmesi halidir. Bir kişi de seçilebilir, bin kişi de, pek fark etmez. Etse de özü değiştirmez. Bazen cumhuriyetle demokrasi karıştırılır. Bu vahim bir yanlışlıktır. Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Seçim, çok güçlü oluşturulmuş bulunan devlet kurumlarının yönetimi için yapılır. Yoksa halkın yönetimi olarak demokrasi için yapılmaz. Demokrasi bambaşka bir sistemdir. Devlet tarzında olmayan bir yönetim biçimidir. Elbette demokrasinin de kurumları vardır. Bu kurumlar için de seçim yapılır. Fakat demokrasi ve devlet öz olarak birbirinden ayrılır. Marksistler de dâhil, tüm aydınlanmacı entelektüeller bu durumu karıştırmışlardır. Lenin’de bile karıştırma vardır. Demokrasi durumuyla devletin çekirdeğini oluşturduğu resmi uygarlıklar arasında niteliksel bir farklılık hali vardır.

    Dolayısıyla demokratik yönetimle devlet yönetimini (seçimli olsun veya olmasın, her ikisi açısından da) karıştırmamak büyük önem taşır. Kaldı ki, devlet esas olarak bir yönetim geleneğidir. Bin yıllara dayanan kurumsal yönetimdir. Seçimlerin yönetimdeki işlevi son derece sınırlıdır. Seçimlerle gerçekleşen, esas olarak DEVLET İÇİNDEKİ ÇEŞİTLİ TEKELCİ KLİKLERİN (tarım tekelci kliği, ticaret tekelci kliği, endüstri veya finans kliği gibi) güç durumlarına göre birbirlerine karşı üstünlük sağlamalarıdır. Daha güçlü olan seçilir. Yoksa ortada demokrasi veya demokrasinin kazanması diye bir durum söz konusu değildir.
Her demokraside de herkesin mutlaka seçimle görevlendirilmesi diye bir durum yoktur. Seçilmemişler de demokrasilerde yönetimde rol oynayabilir. Fakat esas olan, demokratik toplumun kendi yönetimini kısa aralıklarla farklı gelişme ve verimliliklere, yaratıcılıklara, haklara, özgürlüklere, eşitliklere gerçekleşme şansı vermek için seçimle belirlemesidir.

    d- Bir diğer bölünme biçimi artık-değeri sızdıran gruplara dayalı olanıdır.

    1- Tarımcı Devlet: İlk kurulduğundaki devlet esas olarak tarımsal artık-ürünü ele geçirme yönetimi olarak örgütlendiğinden, böyle tanımlanması oldukça açıklayıcıdır. Tarih boyunca birçok devlet veya devlet içindeki tarımcı kliğin gücüyle orantılı olarak tarım devletinden bahsetmek mümkündür.

    2- Ticaret Devleti (Merkantilist Devlet): Artık-değer ve ürün sızdırma yöntemini ticari örgütlendirmeye dayandıran devlettir. Örneğin tarihte Asur, Fenike devletleri böyledir. Günümüzde ticaret kliği halen çok güçlü olan devletler vardır.

    3- Finans Devleti: Para gücüne dayalı devlet durumudur. Örnek olarak İsviçre’yi gösterebiliriz. Daha da önemlisi, kapitalizmin son küresel çağı finans çağı olarak da değerlendirilebileceği için, günümüzde mali finans kliğinin, tekelinin tüm devletlerde çok güçlendiği ve yönetim üzerinde belirleyici ağırlık teşkil ettiği söylenebilir.

    4- Endüstri Devleti: Özellikle endüstri devrimiyle birlikte ekonomide başat rol oynayan endüstriyel üretim nedeniyle bu nitelikte adlandırılan birçok devlet vardır. Endüstri devleti olmak 19. yüzyılda baş idealdi. Endüstrileşmek zenginleşmekle eşanlamlıydı. Kurulan tüm devletlerin gayesi bir an önce endüstrileşmekti. Dolayısıyla en güçlü devlet kliği endüstricilerden oluşuyordu. 18. yüzyılda büyük tüccar (merkantilizm), 19. yüzyılda sanayiciler (endüstriyalizm), 20. yüzyıldan günümüze kadar ağırlıklı olarak maliyeciler (finansçılar) devlet içinde yuvalanan temel tekelci kliklerdir. Devlet denen ilişkiler yumağını esas olarak bunlar idare eder.

    e- Daha ilginç bir bölünme olarak kapitalist devlet tekellerini örtbas etmek, örtülemek için ideolojik aygıt rolünü oynayan sahte devlet adlandırmaları vardır. Devlet kavramını tanımlanamaz hale getiren, bunun için ideolojik inşalardan ibaret olan bu devletin sözde modellerini de gözden geçirmek öğretici olabilir. Çünkü günlük ortam bu kavramların işgali altındadır.

    1- Liberal Devlet: Politik-ekonomicilerin gözde ideolojik kavramıdır. Tercümesi, özgür devlet demektir ki, özgürlükle devlet kavramı arasında örtüşme değil zıtlık esastır. Devlet öz itibariyle özgürlüklerin kısıtlanmasıdır. Tarih boyunca en büyük sorunlardan biri, kişi ve grup özgürlüklerini devlete karşı savunmaktır; bu mücadele en temel siyasi ve hukuki savaşlardan başta geleni olmuştur. Ayrıca ekonomiye en az müdahale eden devlet olarak da tanımlanır. Hâlbuki devletin varlığı ancak ekonomik tekel olmakla mümkündür. Dolayısıyla ‘en az müdahale eden devlet’ bir safsatadan ibarettir. Özüne, devlet olmanın kimliğine aykırıdır. Belki bu kavramla devlet olarak kapitalist ekonomik tekellerin önü ve payı açılmak ve çoğaltılmak istenmektedir.

    2- Sosyalist Devlet: Özellikle reel-sosyalist kampta çok işlenen bu kavram en az liberal devlet kadar bir safsatadır. Bir defa gerçek sosyalizmin devletle alakası yoktur. Devlet sosyalizmle en az demokrasi kadar zıtlık içindedir. Tarihsel büyük ekonomik tekelci klikler toplamı olan devleti eşitlik rejimi olarak sosyalizmle karıştırmak oportünizmin en büyük günahıdır. ‘Firavun sosyalizmi’ biçiminde kavramlaştırılan olgunun günümüzdeki karşılığı olan sosyalist devlet, kapitalizmin en açık devlet şekli olması nedeniyle de proto-faşizmle çok alakalıdır: Ulus-devletin (faşizmin) reel sosyalizm karşılığıdır. Ulus-devlet hem liberalizmin, hem de reel sosyalizm (devlet sosyalizmi) olarak sosyalizmin gerçek karakteridir ki, faşizmle ilişkisini (otoritarizm ve totalitarizm kapsamında) değerlendirmek büyük önem taşır. Liberal ve sosyal veya sosyalist devleti faşizme giden yolda pro-faşizm olarak değerlendirmek hayli öğretici olacaktır.

    Sosyalizm yandaşı olanların şunu çok iyi bilmesi gerekir ki, sadece dört yüzyıllık kapitalist geleneğin değil, beş bin yıllık uygarlık geleneğinin artık-ürün ve değer sızdırmasının temel kurumu olan devlet eliyle sosyalizm inşa etmek, bunu savunmak bilerek yapılıyorsa faşizmdir, bilmeyerek alet olunmuşsa gaflet ve ihanettir. Bu konuları Özgürlük Sosyolojisi’nde kapsamlı tartışmayı umuyorum.

    3- Faşist Devlet: Fazla anlamı olmayan bir kavramdır. Ulus-devlet olarak faşizm özde benzerdir. Faşizm sanki istisnai, kapitalizm dışında sisteme musallat olmuş bir şeymiş gibi tanımlama geliştirmek, liberal ve sosyalist geçinen entelektüellerin en büyük sefaletidir. Kapitalizm, uygarlık ve devlet olarak ulus-devleti, dolayısıyla her zaman faşizmi kapıda tutmanın sistematik ifadesidir. Faşizm kuraldır. İstisna olan demokratik yapıyla uzlaşma zorunluluğudur!

    4- Demokratik Devlet: Devletin neden demokratik olamayacağını defalarca belirttik. Devletle demokrasinin zihniyeti, toplum yapısı, işleyiş tarzı öz itibariyle farklı olduğu için demokratik devlet olmaz. Fakat çok esaslı bir etken olarak tarih boyunca, ama daha çok günümüzde kapitalist uygarlığın gittikçe daha da ağırlaşan krizsel yapısı nedeniyle demokratik uygarlık sistemiyle uzlaşma zorunluluğu doğmuştur. Yani devlet tek başına yönetememektedir. Demokratik güçlerle ortak yönetmeye mecbur bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla uzlaşmalar mümkündür. Tarihte de bunun birçok örneği yaşanmıştır. Eğer devlet (biçimi ne olursa olursun) demokratik ilke ve yapılarla ortaklık arar ve kurarsa, demokrasiye açık olma anlamında demokratik devlet kavramı anlamlı olabilir. Bana göre en doğru tanımı devlet + demokrasidir. Devlet biçimleri üzerinde durmanın siyaset felsefesinin en güncel (acil) görevi olduğunu daha önce belirtmiştim. Çünkü günümüz toplumlarını klasik devlet mantığıyla yönetmek artık mümkün olamamaktadır. Sivil toplum örgütleri bu nedenle devreye sokulmuştur. Ama çok yetersizdirler. Bu örgütlerin yönetim boşluğunu doldurmaları, paylaşmaları mevcut durumlarıyla mümkün görünmemektedir.

    Daha radikal örgütlenmiş demokratik toplum yapılanmalarıyla daha verimli kılınmış devlet kurumları arasındaki uzlaşma tek çıkış yolu gibi görünmektedir. Mevcut tarihsel aşamada (kimse kaç yıl süreceğini tahmin edemez) ya tek başına kapitalist uygarlık, ya tek başına demokratik uygarlık veya sosyalist sistem demek, vücut bulmuş pratikler tarafından feci trajik sonuçlar vererek iflas etmiştir. Kaybedilen insan toplumu oluyor. Sadece acı, kan ve sömürünün ömrü uzatılıyor. (Bu konular Özgürlük Sosyolojisi’nde genişçe işlenecektir.)

    Diğer bazı kavramlar vardır. Örneğin, başta gelen hukuk devleti vardır. Ekonomik tekel olarak devlet zaten artık-ürüne el koyarak yaşadığı için, özünde adil veya hukuki olamaz. Fakat kendi mensuplarına ve vatandaşlarına inşa ettiği kurallar gereği, eşit ve önceden belirlenmiş kanunlara göre davranmasına kurallı veya kanun, hukuk devleti denmiştir. Şüphesiz her gün kural uyduran veya her sözü ferman olan despot ve padişah devletlerine göre bu bir olumluluk olabilir. Ama özü itibariyle farklı bir devlet tanımı teşkil etmez. Örneğin din devleti, fazla anlamlı değildir. Rahip devleti nedeniyle devlet tarih boyunca hep kutsallık kisvesi altında sunulmuştur. Devletin ideolojik araçları olarak din, mitoloji, felsefe, hatta ‘bilimcilik’ kaynaklı adlandırmalar daha çok propaganda kapsamına girer. Laik devlet zaten din devletinin zıddı olarak düşünülmüştür ki, aynı anlama sahiptir. Laik veya dini devlet izahları (ideolojik amaçlı) propaganda değeri dışında fazla içerik arz etmezler.

       Sonuç olarak devlet, uygarlığın ve uygarlık tarihinin çekirdeği olup, günümüze doğru hep çoğalarak gelmiştir. Sayısız biçimlenmelerle kesişerek kendini sürekli kamufle etmeye özen göstermiştir. İlk defa kapitalist uygarlık çağında tüm ideolojik saptırmalara rağmen gerçek işlevi içinde devleti tanımlama şansına kavuşulmuştur. Bu tanımlanma büyük zihinsel ve eylemsel çabalar sonucu kapitalizme karşı mücadelenin en anlamlı kazanımıdır. Yakıcı sorun, bu tanımlanma ışığında demokratik uygarlığın gelişim ve başarısını anlamlı içerik ve biçimlenmelerle (örgüt ve eylemlilikle) daha da yükseltmek ve kalıcı kılmaktır.

Abdullah Ocalan

Hizbul-Kontra’nın Perde Arkası

     PKK hareketi, 1980’lerde gelişip kitleselleşince, Türk Özel Harp Dairesi -şimdiki adıyla Ergenekon- devreye girdi. Hizbul-kontra örgütünü kurdu.
    JİTEM kurucusu Arif Doğan’ın son açıklamalarıyla birlikte Hizbul-kontra’nın, TC tarafından kurulduğu resmi bir şekilde itiraf edildi.

    Hizbul-kontra’nın, TC tarafından kurulması ve örgütlendirilmesinin bir Özel Harp stratejisi temelinde olduğu net anlaşılıyor.

    PKK hareketi, 1980’lerde gelişip kitleselleşince, Türk Özel Harp Dairesi -şimdiki adıyla Ergenekon- devreye girdi. Hizbul-kontra örgütünü kurdu.

    Daha öncede 1979 yılında Özel Harp Dairesi’nin kare aslarından biri olan General Temel Cingöz, daha sonra Hizbul-Kontra örgütünün liderliğine getirilecek olan Hüseyin Velioğlu’nu piyasaya sürmüştü. Cingöz, 1979 yılında Batman jandarma yüzbaşısı iken Hüseyin Velioğlu’nu, Türk faşist ve milliyetçilerin adayı olarak Petrol-İş Sendikası başkanlığına aday göstermişti. Velioğlu -gerçek adı Hüseyin Durmaz-Kürt yurtsever ve demokratları karşısında yenilgiye uğratılmış, seçimi Kürt yurtsever ve demokratların adayı kazanmıştı.

    Petrol-İş Sendikası eski başkanı Münir Ceylan o dönemin tanığı olarak Velioğlu’na ilişkin şöyle diyordu.”Velioğlu daha 70’li yıllarda kimi resmi güçlerin desteğini arkasına aldı”.

    1990’lı yıllarda merkez üssü Batman olmak üzere Kürdistan’da kontra cinayetleri başlayınca, Velioğlu ve Hizbul-Kontra ismi de duyulmaya başlandı.

    Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Hizbul-Kontra cinayetleri ile oluşumu hakkında çarpıcı açıklamalarda bulunmuş ve Hizbullah ismiyle ortaya çıkan örgütün İslam dini ve Allahla alakasının olmadığını, Türk Özel Harp Dairesine bağlı paramiliter ve tetikçi bir örgüt olduğunu belirtmişti. Ve şöyle devam etmişti; “Hizbullah değil Hizbi kontradır. MHP’nin Kürdistan’daki versiyonudur. Dört dörtlük Türkçüdürler. Her biri azgın bir Türkçüdür. Kürtlüğü bile ağızlarına almazlar. Türkçülüğü gözü kara yaparlar. Hem de bu kelimeyi anmadan bunu yaparlar. Kürt denilince, bu ırkçılıktır derler.

    Herhangi bir ölçüyü göz önüne getirmeden başlarlar yaygaraya…  Gözü kara ırkçılık işte bu oluyor”

    Aslında Hizbullahçıları ilkin Hizbul-kontra diye tanımlayan Kürdistan halkı idi.

    Devletin askeri ile polisi Hizbul-kontra tetik keşlerini kendi karargahlarında eğitiyor, örtülü ödenekle İsrail’den getirdiği Takarof marka tabancalarla donatıyor, cinayet esnasında onlara korumalık ve gözcülük yapıyordu. Halk, tetikçileri yakalayınca, hemen halkın elinden alıp, karakola götürüp, yeni bir cinayeti onlara yaptırmak üzere arka kapıdan bırakıyordu. Devlet devamlı Hizbul-kontra’nın cinayetlerinin kendisiyle olan bağını inkâr etmeye çalışıyor ama her şey aşikârdı.

    Hizbul-kontra’yı Veli Küçükle birlikte kuran Teoman Koman’a gazeteciler Hizbul-kontra’ya ilişkin soru sorunca şöyle cevap veriyordu. “PKK’nin baskılarına karşı kendini koruyan, dini inançlı kuvvetli vatandaşlar”

    Zamanın Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek de, “Hizbullah’ın üzerine nasıl gidelim? Karargâhları JİTEM binasının yanındadır” diyordu. Batman Vali Vekili Mustafa Ali Örnek’te “evet maalesef öyle” diye onaylıyordu.

    Daha sonra Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Orakoğlu ise Hatay’da Tuğgeneral Temel Cingöz ile yemek yerken Velioğlu’nu ayakta dururken gördüğünü açıklıyor ve şunu belirtiyordu. “ Temel Cingöz Gel otur Hüseyin dedi. Tabii Hizbullah operasyonunda sonra o adamın Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendik. Velioğlu’nun Beykoz’daki operasyonda öldürüldüğüne inanmıyorum”.

     Velioğlu ile aynı evde kalan ve Hizbul-kontra’nın kurucularından olan Molla Mansur Güzelsoy’da, Velioğlu’nun MİT’le ilişkisini tespit edip, diğer örgüt yöneticilerine anlattığı için 1994 yılında, örgüt tarafından sabah namazı çıkışında dövülerek öldürüldü.
Hizbul-kontra üyelerinden Emin Ekici de, Velioğlu’nun JİTEM’in kurucusu Cem Ersever ile Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ile ilişkisi olduğunu söyledi.

     JİTEM’ci Albay Cemal Temizöz ile korucu başı Kamil Atak’ın yargılandığı Cizre davasında yaptığı itiraflarla komuoyunca tanınan Kamil Atak’ın kardeşi korucu Mehmet Nuri Binzet, Hizbul-Kontra’nın JİTEM’in nasıl bir kolu olduğunu, Temizöz’ün talimatıyla Kürt yurtseverlerin hangi yöntemlerle Hizbul-kontra sığınaklarında katledildiklerini iddianamedeki şu ifadelerle açıklıyor. “Cudi mahallesinde Nergiz sokağın üst kısmında Mustafa olarak bildiğim ve şu anda Cezaevinde olan Hizbullah örgütü mensubu bir kişiye ait bir tane daha sığınak nezarethane vardı, bazen orayı da kullanıyorduk. Genellikle nitelikli sorgusu yapılacak ya da infaz edilecek kişiler buraya götürülürdü. 1993 yılında Nergiz sokaktaki bu adrese Mustafa ve Abdurrahman isimli iki tane genç imam gelmişti, bunlar Hizbullah adına faaliyet yürütüyorlardı. Bunların silahlı faaliyetleri de vardı. Basiskê-Kuştepe- köyü Hizbullah’ın civar bölgeleri de kapsayacak şekilde askeri merkezi haline gelmişti. Ben oraya çok gittim, gittiğimde askeri kanattan sorumlu olan kişileri gördüm, onlarında bizim gibi kullandığı kalaşnikof, biksi, roket ve tabanca şeklinde silahları vardı. . Burada bulunan Hizbullah mensuplarının ağabeyim Kamil ile sürekli diyalogları vardı, çok sık görüşürlerdi. Benimde bulunduğum birçok arkadaşımız bu köye silah ve mühimmat çok götürdük. Hizbullah mensupları böylece bize destek olurlardı...

     İskan ASLAN,Abdulhakim Güven, Adem Yakın ve Selim Hoca isimli kişiler tarafından bizim beklediğimiz nezarethaneden alındı. Basiskê-Kuştepe- köyünde Hizbullahçılara ait bir sığınağa götürüldü. Bu sırada bende yanlarındaydım koruma olarak bulunuyordum. İskân Aslan’ı köyün içinde bulunan ve yerini bildiğim hatta fotoğraflarını çektirdiğim sığınağa bıraktık, ben Ahmet Page ve Şahin Pürnek ile birlikte dışarıda kaldım, çünkü İskân’ın burada infaz edileceğini biliyordum. Bir süre sonra bir el ateş edildi. Sığınaktan Abdulhakim Güven, Adem Yakın ve Selim hoca birlikte çıktılar, kimin öldürdüğünü kimse söylemedi ancak Adem’in yüzünün halinden ve silahını toplamasından silahı onun sıktığını anladım.   Ben arkadaşlarımla İskân’ı sığınağa indirdiğimizde içerde bir kişi daha vardı. Ben daha önceki ifademde o kişinin Nadir Neyci olduğunu söylemişsem de o kişinin Nadir Neyci olup olmadığını bilmiyorum, ama o günlerde Nadir Neyci’nin Hizbullahçılar tarafından gözaltına alındığını ve Kamil ağabeyimden öldürmek için emir aldıklarını ve Nadir Neyci’nin atının bulunması hususunda bana talimat verildiğini iyi hatırlıyorum. Sonradan infaz edildi”.

    JİTEM’ci Arif Doğan, hem Mehmet Nuri Binzet’i doğruluyor hem de Hizbul-Kontra’nın esasında JİTEM’e tetikçilik yapan katiller sürüsü olduğunu ifade ediyor. Hizbul-kontra’nın ne tür bir yapılanma olduğuna dair hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekildi son noktayı koydu ve dedi ki, “ JİTEM’i ben kurdum. Benim emrimde 10 000 kişi vardı. Bunun 620’si kadındı... Kontr hizbul var diyorsam var olan bir şeydir. Hüseyin Velioğlu’nu iyi tanırım. Kavacık’taki evde öldürdüler... Hizbullahçılara PKK’li teslim eden mesela nedir Cemal Temizöz albay. Albaydır o.”.

    Şimdi Mustazaf, Umut-Der, Şura-Der, İkra-Der ve İhya-Der vb. isimlerle örgütlenen Hizbul-kontra’yı, Çewlik (Bingöl), Elazığ ve Muş’ta bir kontra örgütü şeklinde örgütleyen Taraf gazetesi yazarı ve baş komiser Emrullah Uslu savunuyor.  Hizbul-kontra’nın bu dernekler vasıtasıyla örgütlenmesi olmazsa, Hizbul-kontra’nın resmileşmiş şekli olan AKP’nin zayıflayacağını, dolayısıyla Türk Devletinin Kürdistan’da zayıflayacağını söylemektedir. Bu nedenle Hizbul-kontra’nın önünün daha fazla açılıp desteklenmesi gerektiğini açık bir şekilde savunuyor.

    Hizbul-kontra’nın Kökü Kontrgerilladır

    Hizbul-kontra’nın kökü Türk Kontrgerillasına, oradan da ABD gladiosuna dayanıyor. ABD, 1947 yılında TC devleti ile Marshall Planı ve Truman doktrini çerçevesinde bir antlaşma yaptı. TC’yi oluşturacağı Yeşil Kuşak Projesi çerçevesinde Ortadoğu’daki ileri karakolu haline getirdi. TC, bu çerçevede NATO’ya alındı.

    ABD, 1952 yılından itibaren kendi Gladiosuna bağlı olarak Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulunu kurdu. Ardından 1965’te, STK’nin ismi Özel Harp Dairesi oldu.  Özel Harp Dairesi’ne bağlı olarak yoğun bir şekilde paramiliter örgütler kuruldu. Bunlardan biri de 1967 yılında kurulan Yeniden Milli Mücadele Hareketi idi. Bunun kurucuları, General Veli Küçük, şu anda Fethulahçılık yapan Fethullah Gülen, Hüseyin Gülerce, AKP’de siyaset yürüten Cemil Çiçek, Melih Gökçek, Abdulkadir Aksu, Müfit Gürtuna, SP’de partisindeki Ömer Vehbi Hatipoğlu, Ahmet Taşgetiren ile Aykut Edib Ali gibi Türk-İslam Sentezi kökeninden gelen Yeşil Türk Faşistleridir.

    12 Mart 1971 tarihinde askeri darbe olunca, Yeniden Milli Mücadele Hareketinin direkt CIA tarafından kontrgerillanın bir kolu olarak Yeşil Türk Faşistlerine kurdurulduğu belgeleriyle açığa çıktı.
İşte bu Yeniden Milli Mücadele Hareketinin bir alt kolu olarak Milli Türk Talebe Birliği kuruldu. Buna bağlı olarak da Akıncılar adında paramiliter vurucu bir örgüt oluşturuldu.

    Türk kontrgerillası tarafından Hizbul-kontra diye anılan Hizbullah örgütü Milli Türk Talebe Birliği ile Akıncılar örgütleri gibi Yeşil Türk Faşizmi geleneğinden gelen Hüseyin Durmaz ve Hüseyin Velioğlu’na kurduruldu.

    PKK’ye karşı, Türk kontrgerillası tarafında kurdurulan, çevik kuvvet ile jandarma garnizonlarında silahlı eğitimden geçirilen Hizbul-Kontra örgütü ve onun lideri olan Hüseyin Durmaz bu durumu kendi örgüt elemanlarına itiraf ediyor. Batman’da Temel Cingöz tarafından, PKK içine birer kontrgerilla elemanı olarak sızdırılan Mehmet Şener ile Enver Ata gibi kontralara ilişkin şunları belirtiyor. “Eğer Şener ve onun ekibi ülkeye giriş yapabilseydi ve onlarla diyalog kurulabilseydi büyük ihtimalle bu çatışma önlenecekti”. Bu konuşmayı aktaran bir Hizbul-Kontra elemanıdır. Hizbul-Kontra’nın Hüseyni Sevda sitesinde Said Gabari adıyla “Binavê Xuda” başlıklı bir makalede Durmaz ve Velioğlu’nun  ağzından bu konuşma veriliyor. 

    1979 yılında Hizbul-Kontra’nın temellerini atan ve Velioğlu’nu bu örgütün başına getirerek, PKK’ye karşı örgütleyen General Temel Cingöz’dür. Mehmet Şener’i de örgütleyip, PKK içine ajan olarak gönderen yine Cingöz’dür. TC adına savaşan ve tetikçilik yapan, Hizbul-Kontra’nın yurtseverleri kalleşçe katletme emrini veren Velioğlu gibi cani suratlı biri, eğer Şener ile ekibi ülkeye giriş yapsaydı bizimle PKK arasındaki çatışma önlenirdi diyebilecek kadar pişkinlik yapabiliyor. Biliniyor ki, PKK 4.kongrede gerilla ordulaşması ve yaygınlaştırması kararını alınca, gerillanın silahsızlandırılıp, yozlaştırmasını örgütlemeye çalışan Şener idi. Daha sonra, Temel Cingöz ve Perinçek gibileri ile geliştirilen ilişkiler ile ittifaklar çerçevesinde Şener’e, PKK’yi bitirme görevi verildiği belgeleriyle deşifre oldu. Şener, PKK’yi silahsızlandırarak bitirecek, Hizbul-Kontra’da kontra saldırılarıyla tüm yurtseverleri katledecek, böylece ortada ne gerilla ne de yurtsever biri kalacaktı. Velioğlu, bu planı örtülü bir şekilde nasıl PKK’yi biteremedik şeklinde hayıflanarak itiraf etmiş oluyordu.

    Diğer bir Hizbul-Kontra şura elemanı,  tetikçi ve itirafçısı Cemal Tutar ise Hizbul-Kontra’nın nasıl bir Yeşil Türk Faşizmi’nin zihniyetine sahip olduğunu şu sözlerle açıklıyor. “Cemaat içinde, Kürtlerden sonra en fazla çoğunluğu teşkil eden Zaza kardeşlerimiz, sonrasında Türk, Arap ve Çeçen kardeşlerimiz gibi çok farklı milletlerden Müslümanlar bulunmaktadır...  Evet, biz Kürtçü değiliz”. Bu sözleri söyleyen Tutar, Hizbul-Kontra’nın askeri kanat sorumlusudur. Hüseyin Durmaz ve Velioğlu’nun sağ koludur. Kürtlerin; Kurmanc, Dımıl-Zaza, Soran, Goran-Hewreman, Kelhor, Lek- ile Lorlardan oluştuğunu bilmeyecek kadar bilgisiz biridir. Zihniyeti, 12 Eylül askeri darbesinin oluşturduğu Türk-İslam zihniyeti çerçevesindedir. Yeşil Türk Faşistleri nasıl ki, Kürtlerdeki lehçe farklılıkların kullanarak Kütleri bölmek parçalamak için sadece Kurmanc  Kürtlerini Kürtler diye tanımlıyorsa, aynen onlar gibi Tutar’da Kurmanci lehçesini konuşan Kürtlere sadece Kürt diyor. Kürtçenin Dımılki-Zaza- lehçesini konuşan Kürtleri de ayrı bir millet kategorisine koyacak kadar faşistçe düşünebiliyor. 1972 yılında doğduğuna göre 1980’de askeri darbe olunca 8 yaşındadır. Yaşına bakınca doğalında 12 Eylülcülerin iyi devşirdiği bir tetikçidir. Ak u pak melek gibi arı ve saf Kürt yurtseverlerini tek tek katledecek kadar Türk faşizmine tetikçilik yapıyor, faşistliğin ve ırkçılığın en karasına militanlık ediyor. Bunu İslam adına yaptık diyerek İslam’ı da kirletebiliyor. TC gibi devşirme bir devletin söylemiyle “Evet, biz Kürtçü değiliz” diyerek canilikte de sınır tanımayacak kadar canavarlaşan Türk’ten daha Türkçü faşist bir kişiliktir. 

    Bununla birlikte Hizbul-Kontra’nın ilk kurucularından çoğunun eski MHP tetikçilerinden olması da rastlantı değildir. Burhan Kavuncu, Maraş katliamının planlayıcılarından ve vurucu katillerindendir. Mehmet Sümbül de, 12 Eylül’den önce MHP tetikçilerindendir. Hem Kavuncu hem de Sümbül daha sonra Hizbul-Kontra’nın en gaddar ideolog, yönetici ve tetikçileri oldular. 
İşin ilginç yanı Maraş katliamı olunca Abdulkadir Aksu vali vekili,  Burhan Kavuncu ise katliamın planlayıcısı ve tetikçisidir.
Aynı Aksu, 1989-1991 yılları arasında İçişleri Bakanı olunca Hizbul-Kontra cinayetleri start aldı. En ilginci de, MHP tetikçilerinden Burhan Kavuncu ile Mehmet Sümbül gibi canilerde aynı dönemde bir anda, MHP’den Hizbul-Kontra’ya transfer oluyorlar.
İlginç olan sadece buda değil, Fethullahçıların yetiştirdiği işkenceci polis müdürlerinden Hanefi Avcı’da aynı dönemde Amed (Diyarbakır)’te İstihbarat Şube Müdürüdür.
Fethullahçı prens müdürlerden Hüseyin Kocadağ’da aynı dönemde Amed’te Çevik Şube müdürüdür. MHP’li Cem Ersever de JİTEM sorumlusudur.

    Hizbul-Kontra elemanları hem Hanefi Avcı ile Hüseyin Kocadağ’ın denetiminde çevik kuvvette hem de Cem Ersever denetiminde 7.Kolordu karargâhında eğitiliyorlardı. Bu işin koordinatörleri de ise Teoman Koman, Veli Küçük ile Abdulkadir Aksu idiler.

    Halit Güngen, Hizbul-Kontra’nın Çevik Kuvvet ile 7.Kolordu da eğitildiğini fotoğraflarla belgelediği için belgeleri tam yayınlayacak üzere iken, Hizbul-Kontra tetikçilerinden Cemal Tutar ile Fuat Balca tarafından Amed’in Ofis semtindeki Çalışkanlar apartmanındaki büroda katledildi. İkisi de bu cinayeti itiraf ettiler.

    Hizbul-Kontra’nın bu gerçeğine ilişkin, T.B.M.M. Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı, Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış şöyle diyor:
“Hizbullah, PKK’ya karşı devletin kurdurduğu, beslediği, büyüttüğü bir örgüttür. Zaten derin devletin bir politikası var: “İti ite kırdırmak.” PKK’ya karşı da bu yöntem kullanılmıştır”. 

    Alparslan Türkeş ile Cem Ersever’in avukatı Emin Emir, Hizbul-Kontra’nın JİTEM’le yani Türk kontrgerillasıyla olan ilişkisini şu sözlerle ortaya koyuyor. “Ersever bana, Velioğlu’ndan PKK’yle ilgili bilgiler aldığını anlattı. Hizbullah’ı seviyordu, sempatisi vardı. Hizbullah, yapılması gerekeni yapıyor. Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” diyor ve bu ilke çerçevesinde hareket ettiğini belirtirken, jandarma görevlilerinin de hizbul-kontra elemanlarına karakollarda çay-kahve ikram ettiklerini de ekliyordu.

Hizbul-Kontra Silahları Çiller’den…

    Çiller’in gizli ödeneğinden aldığı parayla Hizbul-Kontra’yı silahlandıran ve sonradan yargılanıp mahkûm olan zamanın Batman Valisi Salih Şarman, Çiller’e gönderdiği bir mektupta önemli ipuçları verdi. Çiller’e gönderdiği mektupta, PKK’ya karşı Karma Özel Hareket Birliği’nin kurulduğunu ve bunların ihtiyaçlarının giderilmesi için yüklü miktarda para istedi. Gönderilen paralarla alınan silahlar kaybolunca olay yargıya intikal etti. Şarman, bu nedenle yargılandı ve 2005 yılında mahkûmiyet aldı. Kayıp silahların çoğunluğu Takarov marka Rus yapımı silahlardı. Özelde Batman ve genelde tüm Kürdistan’da,  Hizbul-Kontra cinayetlerinin yüzde yüze yakınının bu tip silahlarla işlenmesi, silahların Hizbul-Kontra’ya aktarıldığının da açık kanıtıydı.

    Bunun somut delillerinden biri Hizbul-Kontra tetikçisi Nurettin Sezik’in yaptığı itiraflardır. Hizbullah ana davasında yargılanan Nurettin Sezik devlet tarafında hangi amaçla Hizbullah’ın devreye sokulduğunu ve kendisinin nasıl kullanıldığın şu sözlerle itiraf ediyor. “1993-1994 döneminde emniyet güçleri yetersiz kaldığı için devreye Hizbullah girdi”. Diğer bir Hizbullah tetikçisi Murat Kurttekin ise yaptığı itirafta TC tarafından nasıl kullanıldığını şöyle anlatıyor. “Polis tarafından birçok eyleme sevk edildim. Yani polis beni kullandı”.

   Yine diğer Hizbul-Kontra tetikçisi Mahmut Demir: “PKK’ye karşı kurulduk”.

    Domuz bağıyla yurtsever insanları canice katleden, Hizbul-Kontra’nın Ankara sorumlusu Hezo (Hazro)’lu-Kozluk-Şefik Onuk’un korucu babası Şefik, nasıl devletçi olduklarını şu sözlerle açıklıyor : “Biz devletçiyiz. Biz, Apo ve yandaşlarına karşıyız. Ben ve çocuklarım hep karşı olduk. 3 amcaoğlum PKK’yle çatışırken yaralandık” diyor. Kendi halkına karşı savaşmayı ve halkına ihanet etmesini de “Ben de Allah için gönüllü korucu oldum” şeklinde açıklıyor.

    Kürdistan’da görev yapan OHAL valileri ile bazı bakan ve milletvekilleri de değişik dönemlerde yaptıkları konuşmalarda, Hizbul-Kontra ile T.C bağlantısını şu şekilde aktardılar;

    OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu: “JİTEM, MİT ve Emniyet’in Hizbullah’la o dönem istihbarat alışverişi yapması gayet doğal bir durum.”diyor.

    Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek: “Bunların Gercüş’ün Çiçekli, Sekilli ve Gönüllü köylerinde kampları var. Silah eğitimini de jandarmadan gelen bazı subay ve astsubaylardan alıyorlar”
İçişleri Bakanı İsmet Sezgin: “Hizbullah, PKK’ye karşı örgütlendirildi”.

    Milletvekili Eyüp Aşık : “Güneydoğu’da terörle mücadelede devletin en etkili üç silahı vardı. Özel tim, koruculuk ve Hizbullah”.
OHAL Valisi Ünal Erkan    : “PKK çökertilmedikçe, Hizbullah tipi militan örgütleri çözmeye yönelik niyetli değiliz”.

    1999 yılına kadar binlerce Kürt yurtseverini satırlarla doğramayla, arkadan kalleşçe kurşunlamayla, domuz bağıyla boğarak katletme, canlı canlı toprağa gömerek, çivili sopalarla öldürme gibi yöntemlerle Hizbul-Kontraya vurduran TC devletiydi.

    Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan uluslar arası bir komployla esir düşürüldüğü dönemde, Öcalan’ın perspektifleri doğrultusunda PKK, 1999 yılında stratejik değişikliğe gitti, gerilla güçlerinin büyük bir kısmını Güney Kürdistan’a çekti. Uzun Süreli Halk Savaşı yerine Meşru Savunma Stratejisini esas aldı.  Bunun sonucunda TC, PKK’ye karşı boşluğa düştü.Hizbul-Kontra’ya ihtiyacı kalmadı.

    17 Ocak 2000 tarihinden itibaren Hizbul-Kontra’ya karşı operasyonlar başlattı. Bu tarihte İstanbul-Beykoz’da yapılan ilk operasyonda Hizbul-Kontra’nın başına getirdiği Hüseyin Velioğlu’na hem ihtiyacı kalmadığı için hem de devletle olan ilişkilerini ele vermemesi için infaz etti. 

    Aynı operasyonda Edip Gümüş ile Cemal Tutar gibi yöneticiler yakalandı. İkisi de itirafçı oldu. Bu operasyonda Hizbul-Kontranın tüm arşivi de ele geçti. ABD’de çözümü yapıldı. Devlet, kendi çıkarları doğrultusunda, açıklanmaması gereken bilgileri açıklamadı. Gerisini açıkladı. Bu operasyondan sonra Kürdistan, Anadolu ve Trakya’nın çeşitli kentlerinde operasyonlar düzenlendi. Mezar evlerden onlarca cenaze çıkarıldı. İstanbul Üsküdar ve Kartal’da 19 olmak üzere Amed’te Derıyê Mêrdin’de, Tarsus’ta, Konya’da, Ankara’da, Dilok (Antep)’ta ve Batman’da bulunan mezar evlerde tam 52 kişinin cesedi çıkarıldı.

    Hizbul-Kontra’nın İstanbul’daki evinde Zehra Vakfı’nın lideri İzzettin Yıldırım ile Mehmet Şehit Avcı’nın cesetleri bulunmasına rağmen, Hizbul-Kontra kendi yayınlarında verdiği bilgilerde Yıldırım’ı kendilerinin değil polisin öldürdüğünü iddia etmeye çalıştı.
Fakat 26 Mart 2010 tarihinde Elezîz (Elazığ) şehrinde yapılan bir operasyonda bir Hizbul-Kontra tetikçisinin evinde İzzettin Yıldırım’ın Hizbul-Kontra tarafından domuz bağı işkencesiyle nasıl vahşice katledildiğinin video görüntüsü ele geçti. Medyada bu kaset yayınlandı. 

    Kürdistan’da nice yurtsever dindar âlimlerini tek tek TC adına katleden, en kalleş yöntemlerle Kürtlerin mahalle önderlerini canice öldüren Hizbul-Kontra şimdide değişik yöntemlerle T.C ve Yeşil Türk Faşizmin Partisi AKP tarafından tekrardan desteklenip örgütlendirilmektedir.AKP tarafından finanse edilmekte ve siyasal koruculuk ile siyasal kontralıkla vazifelendirilmektedir.

Özgür Bilge

AKP'yle dörtnala İslam-Türk ideolojisine...

   
    Van Gölü üzerinde bulunan Axtamar Adası ve içinde barındırdığı Surp Haç Ermeni Kilisesi insanlık tarihinin en eski, en nadide örneklerinden biridir. Hem tarihsel olarak Hristiyanlık’ın en eski ibadet mekanlarından biridir, hem de mimari olarak döneminin tüm görkemini taşımaktadır. Tüm bu özellikleri bakımından da Kürdistan’da bulunan bir Ermeni Kilisesi olsa da tüm insanlık mirasının önemli bir parçasıdır.

    Hani en basit deyimi ile Ankara’nın değil de bir başka, “muhassır medeniyet” özlemlisi yönetimin denetiminde olsaydı bugün Dünya’nın en çok tanınan tarihi eserlerinden biri olurdu. Hoş Ankara’nın tüm ilkel yaklaşımlarına karşın Ermeni Halkı başta olmak üzere Hristiyan Alemi’nin hiçbir zaman ilgisini eksiltmediği kilise bugün hala ayakta. Elbette burada bölgenin kadim halkı Kürtler’in de yaklaşımı önemli. Ancak bir tekne ya da kayık ile ulaşılabilen adanın adeta bekleyeni konumundaki kilise yöre halkı tarafından bazı tahribatlara uğratılsa da aslında temelde korunmuş olduğu gözlerden kaçmıyor.

    Modernite adı altında kendisinden önce var olan tüm değerlere düşmanlık eden Cumhuriyet’in ardından ibadete kapatılan Axtamar Surp Haç Kilisesi geçtiğimiz Eylül’de yıllar sonra kilisede gerçekleşen bir ayinle yeniden ibadete açıldı. Dünya Ermenileri’nin bir anda büyük bir ilgi gösterdikleri ayin AKP Hükümeti’nin bir son dakika ayak oyunuyla büyük bir hayal kırıklığı ile gerçekleşti. Zira lafa gelince tek biri dünyalara bedel olanlar Kilise’nin tarihi sembolü olan haçın Kilise kapısına asılmasının “teknik olarak becerilemediğini” ancak ayinden sonraya kalacağını ileri sürdüler. Bunun üzerine de bugün AKP’nin temsil ettiği Ankara’nın ayak oyunlarını çok acı deneyimlerle yaşamış olan Ermeniler’in büyük bir bölümü bu organizasyonu protesto ederek Dünya’nın dört bir yanından yaptırdıkları seyahat rezervasyonlarını iptal ettiler. Van’a gelmediler.

    Haklı da çıktılar, AKP Hükümeti ayinin haçsız yapılması için elinden geleni yaptı. Ardından da dostlar alışverişte görsün babından ayinden yaklaşık bir ay sonra kiliseye haçı taktı. Bunda uluslararası camianın ne denli etkisi var bilinmez ancak, AKP’nin bu durumdan çok rahatsız olduğu kesin.

    AKP’nin iktidara gelmesinin ardından hemen tüm çalışanları “kendine bağlı” ya da sonradan da olsa “kendine bağlanan” kadrolardan oluşan Anadolu Ajansı(AA) uyumakta olan bir yanardağın lav püskürtüyorum hamlesi ile ortalığa cüruf, toz, duman püskürttüğü gibi püskürmeye başladı.

    AA’nın 19.10.2010 tarihli bülteninde yer alan bir habere göre 1915 olaylarının aydınlatılmasına yönelik yürütülen çalışmalar kapsamında Gevaş’a bağlı Yanikçay Köyü’nde kazı yapıldı. Ne tesadüftür ki Ada Gevaş’a bağlı.

    Bu nedenle, “Haçı diktik ama sizi de katliamcı ilan edeceğiz” kazılarında, “Ermeni çeteleri tarafından katledilen Müslüman Türklerin toplu mezarı” ortaya çıkarıldı. Bunu söyleyen kim, Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cevat Basaran. AA’ya “bu büyük olayı” duyuran Prof. Basaran, kazı alanında bulduğu kemiklere bakarak bu kemiklerin “Müslüman Türkler’e ait olduğunu” anlamış. Oysa Başaran’ın hizmetine girdiği Türk resmi ideolojisine göre zaten Müslüman olmayan Türk yoktur ki. Hatta eski solcu yani Türk-İslamcı Şair İsmet Özel’e göre, “Türk olmayan Müslüman da değildir.”

    İddialarına dayanak teşkil edecek bilimsel bir bulgu yerine kişisel gözlemlerini tercih eden Prof. Başaran’ın bu “bilimsel” çalışmasının amacının AKP öncülüğünde oluşturulan İslam-Türk ırkçılığına hizmet olduğu açıktır.

    Öte yandan haberin bir başka boyutuna da dikkat çekmek isterim. Zira AA’nın haberi şöyle devam ediyor: “Köyün yaşlılarından edinilen bilgiye göre, Ermeni çetelerinin çevrede topladıkları köylüleri, Yanikçay’a getirerek topluca katlettiğini anlatan Prof.Dr. Basaran, bu insanların topluca katledildikten sonra 3 büyük çukura toplu olarak gömüldüklerini bildirdi.”

    Söz konusu katliamın 1915 tarihinde gerçekleştiği söylendiğine göre, bu olaya tanık olabilecek vatandaşların o esnada en az 5 yaşında olmaları gerektiği de azami bir zaruret ise bu köyde 100 yaşının üzerinde çok sayıda vatandaş yaşamakta.

    AA bu haberi yapar da Doğan Grubu’nun DHA’sı boş durur mu? Elbette hayır. Doğan Grubu’nun savaş alanına sürdüğü Amiral Gemisi Hürriyet de bu “tarihi gelişmeye” bir başka cepheden katkı sunuyor. Gazete “katliamın Ardahan bölümünü“ konu seçmiş. Haberde Ardahan’da yapılan benzer içerikli ve kaygılı kazıların Milli Güvenlik Kurulu ve Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele Komisyonu Kararı ile yapıldığı vurgulanıyor. Kazıya karar veren kurumlar bileşkesinin uyandırdığı “güven“ düşünüldüğünde bu kurumun bulgularının tartışılmazlığı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

    “Dünya buna ne diyecek” başlığı ile verilen haber aynen şöyle:

    “Ardahan'da Ermeniler'in sözde soykırım iddialarına karşı dün başlatılan kazıda 3 Ocak 1917 tarihinde Ermeniler'in büyük katliam yaptıkları Yanık Camii'de toplu halde Türkler'e ait kemiklere rastlandı. Kars Müze Müdürü Necmettin Alp, Milli Güvenlik Kurulu ve Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele Komisyonu Kararı ile Ardahan'da kazı çalışmalarının yapıldığını söyledi. 1'inci Dünya Savaşı'nda Taşnak çetelerinin Yanık Camii olarak bilinen yerde yaptıkları katliamı ortaya çıkarmak için çalışmaların sürdüğünü belirten Necmettin Alp, 80 metrekarelik alanda kazı yapılacağını bildirdi. Müzede görevli arkeologları ve Kafkas Üniversitesi'nden 3 öğretim üyesi ile birlikte yapılan kazıların ilk etabı olan 40 metrekarelik alanda zemine kadar indiklerini anlatan Alp, caminin yakıldığını belirtti. Yangın tabakasının üzerinde toplu halde 7 kafatası ve çok sayıda kemiklere ulaştıklarını anlatan Alp, katliamı belgeleriyle ortaya çıkarmayı hedeflediklerini söyledi.”

    Görüldüğü üzere Milli Güvenlik Kurulu ve Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele Komisyonu Kararı ile başlayan kazılarda belge aranmaktadır. Komisyon arşivleri incelemek yerine yangın alanlarından belge bulacağına emindir. Ayrıca belge olmasa da siparişe uygun kanıt ”bulma” konusunda mahir Türk ”bilim” heyetleri oldukça tarihin karanlık sayfaları bir bir aydınlanacaktır.

canerdem2126@gmail.com