23 Ocak 2013 Çarşamba

Tuzhumartu'da İntihar Saldırısı: En Az 35 Ölü


Güney Kürdistan'ın Tuzhumartu kasabasında bugün saat 16 sıralarında Türkmenlerin Seyit El Şuheda Camiisine düzenlenen intihar saldırısında en az 35 kişinin öldüğü 70 kişinin de yaralandığı bildirildi. Şehir geçtiğimiz günlerde KDP bürolarına yönelik saldırılara da sahne olmuştu.

Alınan bilgilere göre geçtiğimiz gün öldürülen Irak Türkmen Cephesi başkan yardımcısı Ali Haşim Muhtaroğlu'nun kardeşinin cenaze töreni sırasında bir intihar bombacısı Seyit El Şuheda Camiisi içerisinde kendini havaya uçurdu.

Olayda Ali Haşim Muhtaroğlu ve Irak Türkmen Cephesi eski başkanı Saadettin Ergeç'in hayatını kaybettiği iddia edildi. Patlamada Ergeç ve Muhtaroğlu'nun yanı sıra en az 33 kişi öldü.

Muhtaroğlu ve Ergeç'in hayatlarını kaybettikleri yönündeki bilgi henüz resmi makamlar tarafından doğrulanmazken kasabanın belediye başkanı patlamayı gerçekleştiren saldırganın dua edenlerin ortasına kadar girdiğini ifade etti.

Irak Türkmen Cephesinden bir yetkili ise yaptığı açıklamda Muhtaroğlu ve Ergeç'in yaralandığını söyledi ancak sağlık durumları konusunda herhangi bir bilgi vermedi.


KÜRTLER DE SALDIRIYA UĞRAMIŞTI

Şehirde 16 Ocak günü 3 ayrı patlama yaşanmış ve 4 kişi hayatını kaybetmiş, 25 kişi de yaralanmıştı. Olayda KDP bürosu da saldırganların hedefi olmuştu.
Tuzkumartu, Güney Kurdistan idaresiyle Irak hükümeti arasında yaşanan toprak anlaşmazlığının en yoğunlaştığı bölgelerden biri. Kasaba aynı zamanda Tikrit ile Kürt bölgesi arasında yer alması nedeniyle dinci grupların saldırılarına daha açık durumda.


ANF 

Karayılan: İşgal Kuvvetisiniz, Burası Bizim Ülkemiz

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın son dönemde sık sık dile getirdiği "PKK'lilerin silah bırakarak Türkiye'yi terk etmesi" yönündeki açıklamalarına " Kim kimi ülkesinden kovuyor? Burası bizim ülkemizdir. Siz dışarıdan gelmişsiniz, ülkemizde işgal kuvvetisiniz. Terk edecek olan biri varsa, o da sizsiniz" şeklinde yanıt verdi. Karayılan, İmralı'da gelişen süreci de önemli gördüklerini ifade ederken, pratik adımlar atılmasını istedi. Karayılan, "Mevcut durumda AKP hükümetinde sorunun çözümüne dönük samimi ve güven veren bir yaklaşımı pek göremiyoruz" dedi.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ANF'ye verdiği mülakatta güncel siyasal gelişmeleri değerlendirdi. Karayılan, " Eğer gerçekten bir çözüm süreci isteniyorsa artık bu psikolojik savaş üslubunu ve bakış açısını bir tarafa bırakmak gerekiyor. Bu konuda tarafların birbirine saygı duyması ve doğru tanımlaması önemlidir" mesajını verdi.

TÜRK DEVLETİ VE MEDYASI SADECE KENDİLERİNİ ESAS ALIYOR

* Özellikle Türk basını ve hükümet yetkilileri tarafından HPG gerillalarının Çukurca ve Mardin’de gerçekleştirdikleri eylemlerin süreci sabote etmeye dönük eylemler olduğu dile getirildi. Bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz; bu eylemler süreci bozmaya dönük eylemler mi?

Türk devleti, devlet yetkilileri ve basını sadece kendini esas almaktadır. Yani kendinden olanları insan sayma ama Kürtleri insan yerine koymama, kendilerininkini can olarak görme ama Kürtlerinkini ise can olarak görmeme tutumu vardır.Sürekli birileri çıkıyor ve “ortamı provoke eder mi” diye tartışıyor. Ama hiç kimse “bu Lice’deki olay neyin nesiydi, niye orada böyle bir katliam yapıldı” demiyor. Kaldı ki orada kimyasal silah kullanma ihtimali de var ama kimse onu sormuyor. KCK tutuklamaları almış başını gidiyor; onu kimse sormuyor. Kürt sorununun çözüm sürecine dönük geliştirilen en büyük provokasyon KCK adı altında gerçekleştirilen Siyasi Soykırım Operasyonları’dır. “KCK Operasyonu” adı altındaki bu provokasyon devam ederken bir çözümün gelişme olasılığından nasıl bahsedebiliriz? Yine az önce de belirttiğim, hareketimize dönük gelişen saldırılar vardır. Bu olayları sıradan görüp,yani sadece kendi kayıplarını kayıp sayarak, başkasının kayıplarını ise görmeyen bir tutumla kimse doğruları bulamaz.
ÇUKURCA VE MARDİN'DEKİ MİSİLLEME EYLEMLERİYDİ

Keşke Çelê’deki (Çukurca) eylem olmasaydı ama keşke Lice’deki olay da olmasaydı. Çelê eylemi, Lice’de güçlerimize dönük gerçekleştirilen alçakça saldırının misillemesi olarak bölge gücünün geliştirdiği bir eylemdir. Fakat eylem ardından geri çekilme esnasında, bir boyutuyla talihsizlik, bir boyutuyla ise alınması gereken tedbirlerin yetersizliği olarak değerlendirebileceğimiz nedenlerden dolayı, geliştirilen yoğun tank ve top atışları sonucu kayıpları fazla olan bir eylemdir. Devlet de bu eylemde fazla kayıp vermiştir fakat sadece bir kişiyi açıkladılar. Sonuçta bu, bir misilleme eylemidir.

Yine Mardin’de 1 polisin öldürülmesi olayı. Eğer sen Nusaybin’in orta yerinde, bir evin içinde bir insanı kuşatıp katletmezsen Mardin’de polisin vurulması olayı olmazdı. Bu da onun misillemesidir.

Yani “ben tutuklayacağım, ben vuracağım, karşıdaki de ses çıkartmayacak” biçiminde bir dayatmanın yeri yoktur. Yaşama, doğaya, etki-tepki ilişkisine aykırıdır. Sen saldırırsan karşı taraf da savunmasını yapar ve misilleme hakkını kullanır. Bu böyledir. Bunun böyle bilinmesi gerekmektedir. Dolayısıyla sözünü ettiğiniz eylemler Türk devletinin saldırılarına karşı yapılmış misillemeler olduğu gibi, süreci zorlama gibi bir amacı da yoktur.

İMRALI'DA GELİŞEN GÖRÜŞME SÜRECİ ÖNEMLİ

*Sayın Abdullah Öcalan ile devlet yetkilileri arasında başlamış olan görüşme süreci devam ediyor. DTK Heyeti’nin Ada’ya gitmesinin ardından sınırlı da olsa basına yansıyan bir çerçeve söz konusu. Bu sürece ilişkin neler belirtilebilir?

Açık ki İmralı’da gelişen diyalog ve görüşme süreci önemli bir süreç. Ve eğer Türk devleti tarafından ciddi bir yaklaşım geliştirilirse bu süreç gerçekten bir demokratik çözüm sürecine dönüşebilir. Mevcut durumda koşullar buna müsaittir. Bizler, Kürt tarafı olarak her ne kadar mücadeleyle ve direnişle çözüm sürecini yaratma hedefi çerçevesinde bir konsepte sahip olsak da bu aşamada devletin Önderliğimize başvurup diyalog geliştirmesini önemli buluyoruz. Yine Sayın Ahmet Türk ve Sayın Ayla Akat’ın İmralı’ya giderek Önderliğimizle görüşmesini de önemli ve değerli buluyoruz. Bu kapsamda gelişecek olan çözüm sürecine dahil olma bakımından herhangi bir sorunumuz söz konusu değildir. Biz her zaman Önderliğimize tam olarak güvendik, şimdi de tam olarak güveniyoruz. Biz, Önderliğimizin Sayın Ahmet Türk ve Sayın Ayla Akat’la yapmış olduğu görüşmede ifade ettiği çerçeveyi doğru ve yerinde görüyoruz. Bize göre Önder Apo’nun bu görüşmede çizdiği çerçeve demokratik çözümün temel çerçevesi olabilecek bir çerçevedir.

PRATİK ADIMLAR ATILMALI

Ama bu çerçevenin ruhuna uygun olarak pratik adımların atılması da önemlidir. Bu konuda hükümetin ve parlamentonun yapması gerekenler vardır. Neleri yapması gerektiği konusuna girmeyi burada gerekli görmüyorum. Önderliğimiz bu çerçeveyi ve nelerin yapılması gerektiğini koymuştur, ilgili taraflar da bilmektedir. Fakat özellikle sürecin bir diyalog sürecinden çıkıp bir çözüm ve müzakere sürecine dönüşmesi için tarafların atması gereken adımları zamanında atması ve sorumlu yaklaşması burada büyük önem taşıyor. Bu konuda her iki tarafın atması gereken adımları atmayıp da sadece bir taraftan adımların atılmasını beklemek, herhalde doğru ve adil bir yaklaşım olamaz. Dolayısıyla bu konuda tarafların adil ve samimi yaklaşmaları sürecin karakterini belirleyecek olan bir niteliktedir. Eğer hükümet ve bir bütünen devlet tarafı üstüne düşenleri yaparsa biz hareket olarak demokratik çözümün kalıcı bir çözüme ve barışa dönüşmesi için yapılması gerekenleri yapabilecek güç ve iradeye sahibiz.

KANDİL'İ, AVRUPA'SI YOK, KCK YÜRÜTME KONSEYİ BAŞKANLIĞI VAR

* Ancak bu sürecin başlaması ardından, basında ve siyasette, hareketinizin içinde değişik tutumların olduğundan sizin Sayın Öcalan’ı esas alıp almayacağınıza kadar birçok tartışma yapıldı. Bunlara ne diyeceksiniz?

Türk devleti, basın-yayın çevreleri ve zaman zaman da bizzat hükümet temsilcileri tarafından ifade edilen “PKK ne kadar İmralı’yı esas alır ya da almaz”, yine, “Kaç tane PKK var; Kandil var, Avrupa var, Kandil’in içinde farklı eğilimler var” türündeki söylemlerin hiçbirinin yeri yoktur. Çünkü bu tür söylemlerin hepsi, Özel Savaş Dairesi tarafından kara propaganda amaçlı üretilmiş söylemlerdir. Bugün hareketimizde böyle bir sorun yoktur. Hareketimizi yöneten 31 kişilik bir Yürütme Konseyi var, ben de bu Yürütme Konseyi'nin bir sorumlusuyum. Bizde oluşmuş bir Başkanlık sistemi var. Bugün hareketimizin bütün pratiği bu Yürütme Konseyi Başkanlığı sisteminin denetiminde, onayında ve perspektifleri temelinde gelişmektedir. Nereyle ilişki kurulacaksa, kime ne söylenecekse Başkanlık Kurumu’nun bilgisi dahilinde gelişmektedir. Bunun Kandil’i bunun Avrupa’sı yoktur. PKK Hareketi ve KCK sistemi tek vücuttur. Onun Başkanlık ile Konsey sistemi var ve diğer tüm bileşenleri disiplin içerisinde buna göre hareket etmek durumundadır. Yekvücuttur ve kesinlikle Önder Apo çizgisini esas alır. Eğer gerçekten bir çözüm süreci isteniyorsa artık bu psikolojik savaş üslubunu ve bakış açısını bir tarafa bırakmak gerekiyor. Bu konuda tarafların birbirine saygı duyması ve doğru tanımlaması önemlidir. Eğer barış yapılmak isteniyorsa, o zaman savaş dili değil, barış dilini kullanmaları gerekiyor.

ÖN YARGILARLA PKK'YE YAKLAŞARAK ORTAK ÇÖZÜM MÜMKÜN DEĞİL

Ben özellikle Türkiye toplumunun, STK’lerin, çözümden yana olan bütün demokratik çevrelerin ve herkesin Kürt sorununu ve onunla bağlantılı olarak PKK gerçeğini doğru tanımalarını çok önemli buluyorum. Bakınız daha 1988’de merhum M. Ali Birand her türlü riski göze alarak Beka Vadisi’ne gelip, PKK gerçeğini Türkiye toplumuna “nedir, ne değildir” babında tanıtmak istedi ve o zaman bilinen tepkilerle karşılaştı. Bugün o önyargılarla PKK’ye yaklaşarak, PKK’yle ortak bir çözümü geliştirmek mümkün değildir. Öyle psikolojik savaş amaçlı, işte “teröristtir, adam öldürür, kan döker, diktatördür, Stalinisttir” gibi söylemler tümüyle temelsiz, kara propaganda söylemleridir. Bunları bir tarafa bırakalım.

PKK DEMOKRATİK BİR HAREKETTİR

Bir kere PKK’nin belli başlı özellikleri vardır. PKK demokratik bir harekettir. PKK’de bir tartışma kültürü vardır. PKK’de bugün yeni bir model, kolektif öncülük modeli gelişmektedir. Büyük bir paylaşım üslubu ve tarzı esas alınmaktadır. Eğer bugün Türkiye'de hangi parti, kendi içinde PKK modelini uygulamış olsa, Türkiye’nin en demokratik partisi olur. Çünkü PKK’de öyle dayatma, baskı değil, gönüllü katılım ve özgür tartışma vardır. Müthiş bir tartışma ve ortaklaşma kültürü söz konusudur. Bu anlamda Önderlik felsefesi temelinde bir derinleşme vardır.

İşte “para kaynakları var”, yok işte “çeşitli kesimlere dayanan gruplar var” deniliyor. Böyle bir şey yok. Bir kere PKK’de kimsede para yoktur; sadece mali kurumda para vardır. Yine kimsenin mülkü yoktur. Kim bu partiye katılmışsa kendisine ait bir şey varsa getirip onu da partinin maliyesine vermiştir. Yani kimsenin kendine ait bir maddi değeri yoktur, onun yerine ortaklaşma vardır. PKK’de dervişane diyebileceğimiz bir mütevazı yaşam esastır. Bu ortamda kimsenin lüks ve özerk yaşaması söz konusu değildir. Dolayısıyla öyle denildiği gibi, “para trafiği” veya “kaçakçılık” diye bir şey PKK’de yoktur.

PKK BUGÜN BÖLGE DENKLEMİNDE BİR GÜÇTÜR

Yine PKK’de bölgecilik, parçacılık yoktur. Yani birisi diyelim ki Batı Kürdistanlıysa veya başka bir parçadansa ve bu kişi PKK’ye katılmışsa, oranın devletine ya da oranın güçlerine dayanıyor gibi bir durum söz konusu değildir. PKK’ye katılan herkes Kürdistanlıdır sadece. Herhangi grupların olduğu ve bunların şuraya buraya dayanması durumu yoktur. PKK ve onun geliştirdiği sistem, disiplinli bir sistemdir ve disiplin çerçevesinde rapor-talimat sistemini esas alan, güçlü denetimi bulunan bir örgütlenme yapısına sahiptir. En üstten en alta kadar herkesin kendisini tam katmasıyla kolektif bir örgütlenme düzeyi gelişmiştir.

Ama şu da bir gerçektir: PKK bugün bölge denkleminde bir güçtür. Dolayısıyla bölge güçleriyle ilişkileri elbette vardır. Ama bunların hepsi PKK merkezinin denetiminde sürdürülen ilişkilerdir ve Başkanlığın kontrolü ile denetimi kesinkestir. Yani beğenirsin beğenmezsin o ayrı bir şey ama PKK’nin kendine göre oluşturduğu bir hukuku ve bir ahlakı vardır, bir kararlaşma ve iradeleşme düzeyi söz konusudur.

Yine sözünü ettikleri Batı Kürdistanlı yani onların deyimiyle “Suriyeli Grup” ve başka gruplar varmış. Bunların hepsi üretilmiş olan şeylerdir. PKK’ye katılan birisi bir kere bölgecilik yapmaz, parçacılık yapmaz. Yapması halinde bu, çizgi dışılık olur. Sen birine sormazsan nereli olduğunu bile bilemezsin. Kişinin söyleminde yerellik yoktur, ulusallık vardır. Sözü edilen Rojavalı arkadaşlarımız bu hareketin militanlarıdır. Herkes gibi hepimiz emre amade militanlar topluluğuyuz. Bu halka karşı sorumluluklarımız vardır ve fedaice bir katılımı gerçekleştirmiş olan her birey, halka, topluma ve değer yargılarına karşı sorumluluklarının gereğini yerine getirmek durumundadır. Yani demek istediğim hareketimizde çok başlılık yoktur, bir bütünlük ve karar birliği vardır, tartışma, anlama ve kararlaşma tarzı söz konusudur.

Öteden beri partimiz hakkında devletin Özel Harp Teşkilatları ve PKK'ye karşı düşmanlığı meslek edinen bazı Kürt şahsiyetleri, PKK'nin sürekli iç infazlar yaptığını, Kürtleri öldürdüğünü sürekli propaganda ederler. Halbuki her PKK militanı, Kürt halkının özgürlüğü için hayatını ortaya koyan insandır. Ve az önce belirttiğim gibi PKK'de müthiş bir tartışma kültürü vardır. Belirtildiği gibi iç çatışma ve infaz yoktur. İç çatışma hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ama geçmişte cezalandırılan kimse yok mudur? Vardır. Bunlar öyle saflarımızdayken cezalandırılmış değillerdir. PKK, lider kadrosunu öldürmeye gelen ve açığa çıkan ajanları bile öldürmemektedir. Cezalandırılan kişiler, saflardaki kişiler değildir. Saflardan kaçmış, karşı tarafa geçmiş, karşıt güçlerle işbirliği yaparak harekete musallat olan bazı kişiler hakkında cezalandırma kararı alınmış ve bu temelde geçmişte bazı uygulamalar yapılmıştır. Bu konuda yaşanan yetersizlikler de söz konusudur. Yeri geldiğinde PKK hareketi bütün bunları kendi yapısıyla ve kamuoyuyla paylaşmaktadır. Ama PKK'de esas olan şey fiziki tasfiye değil, eleştiri ve özeleştiri sistemidir. Bütün bunlar gözardı edilerek sanki hemen iç infazlar yaşanıyormuş gibi bir resim çizilmesi yanlıştır.

KCK ADINA ÖCALAN'IN GÖRÜŞMESİ YETERLİDİR

* Bir önceki röportajımızda İmralı görüşmelerine dönük sarf ettiğiniz kimi sözleriniz çeşitli kesimler tarafından “sizlerin de görüşmelere katılmak istediğiniz” biçiminde yansıtıldı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Şimdi bizim bazı söylemlerimize dayanarak “PKK ya da KCK de sürece dahil olmak istiyor” diyen çevreler oldu veya böyle konuşan kişiler var. Ancak öyle bir durum söz konusu değildir. Bizim adımıza, yani KCK adına Önder Apo’nun görüşmesi yeterlidir. BDP ayrı bir siyasi oluşumdur, o da kendi rolü çerçevesinde elbette sürece ve görüşmelere dahil olabilir ama bizim adımıza Önderliğimizin görüşmeler yapması kendi başına yeterlidir.

Biz, “biz de görüşmelere katılmalıyız” gibi bir şey söylemedik. Ancak bize düşen bölümleri, yani teknik ve uygulama sorunlarını çözmek üzere, İmralı’daki görüşmeler paralelinde elbette ki farklı departmanlar oluşturulabilir. Bunlar, gereği gibi yapılır.

"ÖNDER APO BİZLERLE DİREK DİYALOGA GEÇEBİLMELİ"

Bizim söylediğimiz şudur: “Stratejik kararlar ve değişim süreçlerinin uygulanması için Önderliğimizin bizlerle tartışabilme olanağının yaratılması gerekiyor. Yani Önder Apo bizlerle direk diyaloga geçebilmelidir. Sadece dar yönetimle değil, geniş yönetim yapısıyla, Kadın ve Gençlik hareketleri gibi bileşenlerle, yine gerilla güçleri ve komutanlıklar da söz konusudur. Eğer stratejik bir değişim söz konusuysa o zaman Önderliğin bizzat devreye girmesi gerekiyor.” Biz bunu söylüyoruz. Bunun doğru anlaşılması gerekiyor. Biz demiyoruz ki, “biz de ayrıca görüşmelere katılalım.”

Hayır, zaten devletin ilgili kurumu, çeşitli kanallarla bize de ulaşmaya çalıştı. Fakat biz yeşil ışık yakmadık. Öyle bir talebimiz de yoktur. Biz Önderliğimizin bizi tam olarak temsil edeceğine inanıyoruz. Ama Önderliğimizin, kararlarını veya görüşmelerde ulaşılan sonuçları, özellikle de stratejik değişim anlamına gelecek konularda tüm yapıyı ikna etmesi gerekmektedir. Onun için de diyaloga geçmesi gereklidir. “Bu mümkün mü, değil mi” konusu da önemli ama eğer siz Önderliğimizi tüm bir hareket ve Kürt halkı üzerinde sözü geçerli olan bir lider olarak görüyorsanız, bu lider niye tecrit altında kalsın ki? Ancak onun sağlık, güvenlik ve serbest hareket etme olanaklarının yaratılmasıyla köklü ve kalıcı bir toplumsal uzlaşma zemini gelişebilir. Yoksa sen liderliğini tecrit altında tutacaksın, sadece bir TV vermekle yetineceksin, savaşçı güçlerini operasyona tabii tutacaksın, siyasi güçlerini de tutuklayacaksın, sonra da “çözüm geliştiriyoruz” diyeceksin. Böyle çözüm gelişmez. Bu ne biçim bir çözüm anlayışıdır? Bu konuda bizlerin doğru anlaşılması önemlidir. Onun için bazı izahatları yapma gereğini duydum ve altını çizerek belirtiyorum; belirttiğim bu çerçeve tüm KCK sistemi için geçerlidir. İki de bir "değişik görüşler var" diyerek gerekçeler yaratılmamalıdır. Biz buradayız, hareketin tümünden sorumluyuz ve açıkça ifade ediyoruz: Önderliğimiz hareketimiz adına her türlü görüşme yapma gücüne ve iradesine sahiptir. Ancak Önderliğimizle görüşme olanaklarının yaratılması ve Önderliğimizin sürecin gelişmesi için bizzat katkı sunması gerekmektedir.

BAŞBAKAN İSTER TANISIN İSTER TANIMASIN, TC'NİN BİR KÜRT SORUNU VAR

* Başbakan’ın Kürt sorununu tanımadığını dile getirmesini böylesi bir süreçte nasıl değerlendirmek gerekir?

İster tanı ister tanıma; TC Devleti’nin bir Kürt sorunu vardır. Bu tarihsel bir gerçekliktir. Bu sorun Kürtlerin bir sorunu değildir, Cumhuriyet'in bir sorunudur. Yani bu tanıyıp tanımamayla ilgili bir şey değildir. Tanısan da tanımasan da bu sorun vardır. Bu cumhuriyetin kuruluş sürecinde, Kurtuluş Savaşı’nda iki halkın ortak mücadelesi vardır, Kürtlere verilen özerklik sözü vardır. Bu, Cumhuriyetin kuruluşunda bizzat Atatürk tarafından çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Kaldı ki 1921 Anayasası'nın salt Türklük üzerinden olmayan çerçevesi vardır.Yine 1922 9 Şubatı’nda Meclis’in aldığı karar vardır. Kürt reformu vardır. Bu çerçevede yapılan sözleşmeler var. Sözler verilmiş, ortak hareket edilmiş ama Lozan Anlaşması’ndan sonra TC Devleti’nin o zamanki liderleri sözlerine sahip çıkmamışlar ve Kürtlere sırtlarını dönmüşlerdir. Kürtler ise bunu kabul etmemiş ve isyana kalkışmışlardır. Süregelen çatışma süreci boyunca çeşitli katliamlar ve büyük trajediler yaşanmış, bu süreç günümüze kadar devam edip gelmiştir. Yani Cumhuriyet tarihi boyunca bu sorun vardır.

Gelinen bu aşamada Türk devletinin, çağdaş bir bakış açısıyla yaklaşıp bu sorunu çözme imkanı vardır. Çünkü PKK, Kürt sorununun çözüm perspektifini, öyle bağımsız devlet kurarak değil, mevcut sınırlar içerisinde demokratik özerk bir sistem temelinde kalmayı tercih ederek geliştirmiştir. Yani Önder Apo bugün Türkiye’deki tüm kültürlerin ve tüm toplumsal kesimlerin ortak yaşayabileceği, toplumsal barışın ve gönüllü birliğin olduğu bir sistemi Türkiye devletine sunuyor. Bizler de, Kürt halkı da bunu kabul etmektedir. Bu nedenle sorunun çözümü imkan dahiline girmiştir.

BU SORUN KÜRTLERİN BİR SORUNU DEĞİLDİR

Eğer devlet istese bu sorunu çözebilir ama çözmesi için öncelikle devletin karar alması gerekiyor. Yani öyle taktiksel, bazı dönemleri kurtarmaya dönük ya da oy hesabıyla yaklaşarak bu sorun köktenci bir biçimde çözülemez. Sorunu çözmek için Türk devletinin, hükümetiyle ve muhalefetiyle stratejik bir karar alması gerekmektedir. Bu sorun Kürtlerin bir sorunu değildir. Sadece bir hükümetin de sorunu değildir. TC Devleti’nin bir sorunudur. Dolayısıyla tüm kesimlerin katılım gösterdiği bir kararlılığa ihtiyaç vardır. Eğer devletin böyle bir kararı gelişirse, orada Önderliğimizle Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü çerçevesinde Kürt haklarının da verilmesi temelinde barışçıl bir çözüm projesi üzerinde uzlaşma olabilir. Bunun koşulları vardır. Ama bunun zihinsel alt yapısının devlette ve hükümette olması gerekiyor. Eğer Başbakan, “anadilde eğitim hakkı ülkeyi böler” derse biz sorunu nasıl çözeceğiz? Eğer TC Devleti Parlamentosu Kürt halkının varlığını kabul etmezse biz neyin barışını yapacağız? Kısacası ortada bir halk vardır, bir millet vardır; bu halkın halk olmaktan kaynaklı doğal hakları vardır. Kürt halkının bir halk olarak, bir millet olarak varlığı bir gerçektir. Bunun anayasal düzeyde kabul edilmesi çözümün temeli olmak durumundadır.

Türk devleti Güney Kürdistan'daki federal hükümeti tanıyor ve ileri düzeyde siyasi ve ekonomik ilişki geliştiriyorsa bu, oradaki Kürt halkının varlığının tanınmasıdır. Ancak o zaman Kürt milletinin Türkiye'de de yaşadığının anayasal düzeyde kabul görmesi gerekmez mi? Kısacası eğer Türk devleti ve hükümeti çağdaş bir bakış açısıyla yaklaşırsa Kürt sorunu çözülebilecek bir sorun durumundadır. Yani mevcut sınırlar içerisinde çözüme kavuşacak bir sorun durumundadır. Ama 1920’li ‘30’lu yılların o tekçi, faşizan bakış açısıyla yoğrulmuş toplum mühendisliği mantığıyla topluma yaklaşıp toplumu kalıba sokmayı esas alan, dolayısıyla şiddetle, baskıyla, zoraki bir biçimde asimilasyonu dayatan bir mantık silsilesi çerçevesinde yaklaşılırsa elbette ki sorunun çözümü güçleşir. Ama çağımızın evrensel normlarına göre yaklaşıldığında Kürt halkının ana dilde eğitim hakkını tartışmaya bile gerek olmayacaktır.

Önder Apo'nun çözüm için ortaya koyduğu çerçeve, Kürt haklarının verilmesi çerçevesidir. Türkiye sınırları içerisinde Kürt haklarının verilmesi; eşit-özgür bir yaşam sisteminin kurulması çerçevesidir. Elbette Kürt halkının kendi özgünlükleri vardır. Yasamasıdır, özerkliğidir bunlar elbette ki muhafaza edilecektir. Bunlar elbette ki olması gereken hususlardır. Kalkıp işte, “bağımsızlıktan vazgeçti, şimdi de özerklikten vazgeçti, o zaman silahlı mücadele niye” diye çıkarsama yapmak sorunu saptırmaktır. Kimse herhangi bir şeyden vazgeçmiyor. Burada oluşan şey, iki halkın bir arada ortak yaşama formülasyonunun geliştirilmesidir. Bir halkın kendi kültürünü, kendi dilini, kendi toplumsal özgünlüğünü ve tarihsel gerçekliğini doğru yaşaması gerekmektedir. Bu da özgünlüğü ve özerkliği gerektirir. Bunun dışında bir formülasyon yoktur. Bunun dışındaki formülasyon, asimilasyon formülasyonudur.

Kısaca, sorunun çözümüne doğru yaklaşılırsa, çözüm elbette ki mümkündür. Biz bu konuda 1921 Anayasası'nı önemli buluyoruz. Yine o zaman Meclis’te karar altına alınan Kürt reformunun da temel bir çerçeve yapılabileceğini düşünüyoruz. Madem Cumhuriyet’in kuruluşunda siyasi İslami çevreler dışlanmış ve Kürtler inkar edilmişse; bugün siyasi İslam bakış açılı bir iktidar söz konusu olduğuna göre, egoist davranıp her şeyi kendine mal etmemesi gerekiyor. Bu düzeye gelmesinde Kürt halkının yürüttüğü mücadelenin de yeri vardır. Kürt halkı tekçi sisteme karşı hep direndi, sistem bu biçimde Ergenekonlaştı ve yıprandı. Siyasi İslam da bundan yararlanarak iktidara gelme koşullarını yakaladı. Ancak bu kez de, eski laik-Kemalist tekçi mantığın, olduğu gibi devralınıp sürdürülmek istenmesi sorunu çözüme götürmez. Toplumsal gerçekliği doğru okumak ve ona uygun bir yaklaşımla yaklaşarak sorunu çözmek mümkündür.

MEVCUT DURUMDA AKP'NİN GÜVEN VEREN BİR YAKLAŞIMI YOK

* Peki, bu konuda mevcut hükümette sorunun çözümüne dönük ciddi bir yaklaşım var mı?

Türkiye'de sorunun çözümünde parlamentonun rol üstlenmesi önemlidir. Yani parlamentonun gerekli anayasal düzenlemeleri yapmasıyla kalıcı barış koşullarının temeli atılmış olunur. Ancak mevcut durumda AKP hükümetinde sorunun çözümüne dönük samimi ve güven veren bir yaklaşımı pek göremiyoruz. Özellikle hükümetin ve Başbakan’ın söylemi ve üslubu, yine İmralı görüşmelerinin açıklanmasından bu yana olan pratiği yan yana getirildiğinde ciddi kuşkuları hissetmemek mümkün değildir. Her şeyden önce Başbakan’ın mevcut durumda bize dayatmak istediği şey ancak tamamen yenilmiş, mücadele ile kazanma şansını kaybetmiş bir örgüte ve halka dayatılacak olan şeylerdir. Yani tek taraflı bir biçimde, “gideceksiniz, silahlı mücadeleyi bırakacaksınız, bırakana kadar da bizim size karşı saldırılarımız devam edecektir” tarzındaki üslup, sorunu çözme üslubu değil, işi yokuşa sürme üslubudur.

PKK TEK KİŞİ DE KALSA DİRENİR, ASLA TESLİM OLMAYI KABUL ETMEZ

Bir kere şunun doğru görülmesi lazım: PKK hareketi bugün Ortadoğu bölgesinde güçlü bir aktör haline gelmiştir. Bugün PKK güçlü bir pozisyonda olduğu gibi, PKK felsefesinde baskılar karşısında boyun eğme ve geri adım atma yoktur. Fakat şimdi AKP hükümetinin konsepti, baskı uygulama, zayıflatma ve böylece sonuca gitme konseptidir. Bu biçimde hiçbir sonuç alınamaz. Çünkü PKK tek kişi de kalsa direnir ve asla teslim olmayı kabul edemez. Ama Başbakan’ın bize dayattığı teslim olmadır. Geçmişten bu yana zaten Türk hükümetleri hep bunu yaptılar. Dersim'de de bu oldu, Şêx Said İsyanı'nda da bu oldu, Ağrı İsyanı'nda da bu oldu. En son Kenan Evren'den bu yana bize hep söylenen, “ya gelip teslim olacaksınız, ya yok olursunuz ya da çekip gidersiniz"dir.

BU NASIL SEVGİ?

Şimdi Başbakan Erdoğan da bunun dışında bir şey söylemiyor. Aynı şeyi farklı bir üslupla dile getiriyor. Yani biraz daha işin kurnazlığına gidiyor. “Kürt kardeşlerimi seviyorum” diyor. Sen nasıl seviyorsun? Diliyle eğitim yapmasını yasaklamışsın. Kültürünü geliştirmeyi ve tarihini öğrenmeyi yasaklamışsın, ülkesinin adını yasaklamışsın. Şehirlerin, kasabaların, köylerin gerçek adlarını yasaklamışsın. Geçmişini unutturmak, kökünü kazıtmak istiyorsun. Bunun için devletin uyguladığı soykırım sistemini farklılaştırarak günlük olarak uyguluyorsun. On bin insanı salt Kürt olduğu için, "örgütlenme yapmışsın" diye tutukluyorsun. Şurada burada çocuklarını katlediyorsun. Salt onurlu ve kimlikli duruşa sahiptir diye onlara zulmü reva görüyorsun. Zorla, Türk olmasını dayatıyorsun, ardından da “kardeşlerim sizi seviyorum” diyorsun. Bu ne biçim sevmedir? Severek öldürme mi olur? Bununla kimi kandıracaksınız? Ortada ciddi bir sorun vardır, ciddi bir olgu vardır. Kürt milleti vardır, bu milletin hakları vardır. İki de bir “terör” deyip ortaya çıkıyorsun. Peki, kim kime karşı terör uyguluyor? Suriye'ye, “60 bin kişiyi devlet terörüyle öldürdünüz” diyorsunuz. Peki, aynı şeyi siz de Türk devleti olarak yapmadınız mı? Siz de 40 bin kişiyi öldürmediniz mi? Tek farkı Suriye iki yılda yaptı, siz 20 yılda yaptınız. Kürt halkı devlet terörünün baskısı altındadır. Seviyorsanız bu baskı, bu zulüm niye?

Açık ki sömürgeci zihniyetin hakim olma ve buyruk verme tarzında yaklaşarak bu sorun çözülmez. Daha önceki hükümetler de bunu çok denediler. Onlar Kürt sorununu çözemediler, kendileri çözüldüler. Şimdi de aynı tarzda yaklaşılmamalıdır.

TEHDİT EDECEĞİNİZE ADIM ATIN

Bütün bu gerçekler ışığında yaklaştığımızda AKP hükümetinin söylemleri ve pratikleri çok çelişkili ve hiçbir biçimde güven vermiyor. Bu noktada Paris saldırısının arkasındaki konseptin ve güçlerin açığa çıkarılması çok büyük önem taşıyor. Derin veya açık güçlerin devreye girip girmediğini anlamak gerekiyor. Fakat öncelikle AKP'nin bu konuda düşüncesi ve gerçek niyetinin açığa çıkması önemli olmaktadır. Daha hiçbir şey ortada yokken ve netleşmiş bir durum söz konusu değilken sanki AKP yapması gerekenleri yapmış gibi bir hava yaratılıyor. Yürütülen propaganda ve oluşturulan gündem ortamında sanki çözüm için AKP yapılması gereken her şeyi yapmış, sorun sadece İmralı'nın karar vermesine kalmış. Öyle değil, İmralı'nın karar vermesi için sizin adım atmanız lazım. Zaten İmralı'da Önderliğimiz de bunu söylüyor. İmralı muktedirdir. Karar verebilir. Ve biz de bunu uygularız. Ama bunun için sizin atmanız gereken adımlar var. Tehdit edeceğinize, sürekli aşağılayacağınıza ve küfürler savuracağınıza, bu yüz yıllık sorunun nasıl çözüleceği konusunda karar almanız ve adım atmanız gerekiyor.

2012'DE 324 GERİLLA HAYATINI KAYBETTİ

Belki yanlış bilgilendirmeler de olmaktadır. Bilemiyoruz. Çünkü geçen günlerde Başbakanın baş danışmanının bir konuşmasına rastladım. Diyor ki, “mevcut koşullar çözüm için uygundur.” Çözüm için daha olumlu parametrelerin varlığından bahsediyordu. Bu parametrelerden bir tanesini de “PKK zayıfladı” diyerek izah ediyordu. “PKK, 2012 yılını final yılı ilan etmiş, amaçladığını gerçekleştirememiş, 1450 kayıp vermiş, örgüt zayıflamış, bunun için çözüm parametreleri olgunlaşmıştır” diyordu. Şimdi bu mantık silsilesi ile yaklaşılırsa çözüm gelişmez. Çünkü bu, gerçeklerin tamamen ters yüz edilmesidir. Halbuki gerçek şu; PKK 2012 yılını değil, 2012 yılında önümüzdeki süreci final süreci olarak ilan etti. Bu final süreci devam ediyor. Yani bir yıl için final yılı demedi. “Süreç, final sürecidir” dedi. Şimdi de söylüyor. Bu bir. İkincisi; PKK 2012 yılında son 15 yılın en kapsamlı direnişini ve savaşını yürüttü. Yani hem toplumsal açıdan hem gerilla açısından yetkin bir mücadele yürüttü. Ve bu mücadele ile önemli kazanımlar elde etti. Her şeyden önce Ortadoğu bölgesinde temel bir aktör olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Yürüttüğü bütün bu kapsamlı savaş süreci içerisinde 324 şehit verdi.

KİMİ KİMİN ÜLKESİNDEN KOVUYOR

Kendi ölüm rakamlarını 10 kat düşürerek PKK'ninkini de 5 kat yükselterek sonuçlara gitmek ve bunu da böyle propaganda konusu etmek gerçekleri tümüyle ters yüz etmek olduğu gibi karar almanın verisi haline getirmek ise çok tehlikeli ve yanlış kararların alınmasının işaretidir. Belki de Başbakan’a bunlar sunuluyor, Başbakan da böyle olduğunu anlayarak kalkıp bize, “haydi terk edin burayı” diyor ve bunu dayatıyor. Kim kimi ülkesinden kovuyor? Burası bizim ülkemizdir. Siz dışarıdan gelmişsiniz, ülkemizde işgal kuvvetisiniz. Terk edecek olan biri varsa, o da sizsiniz. Tamamen zora dayanıp sırtını dış güçlere vererek, NATO'ya vererek ve teknik gücüne dayanarak bir halkı dize getireceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu halk dize getirilemez! Bu halk sizin karşınızda diz çökmez. Bu halk boyun eğmeyecektir, direnecektir, sonuna kadar direnecektir! Her şeyden önce sonuçların çarpıtılmaması gerekiyor. Her şeyi kendilerine göre yorumluyorlar, başarısız oluyorlar, başarısızlıklarını başarı gibi gösteriyorlar.

Siz ne yaptınız? Siz, yaz boyunca doğru dürüst bir operasyon yapabildiniz mi? Goman Tepesi'ni alma dışında Şemdinli'de nereye gidebildiniz? Siz, Cîlo'ya geldiniz mi, Çarçella'ya geldiniz mi, araziye çıkabildiniz mi? Hayır. O zaman başarı nerededir? PKK bu kadar zeminde denetim sağlamadı mı? Evet. PKK bunu daha ileri aşamalara taşıyacak bir birikimi ve sonuçları elde etti. Eğer bu akılla giderseniz 2013 yılı daha kapsamlı bir savaş yılı olur ve o zaman gerçekleri daha iyi görürsünüz. PKK şimdi 2013 yılında sonuç alıcı, kapsamlı bir hamleyi geliştirmenin bütün olanaklarını yakalamıştır. Açıkça söyleyeyim, PKK bazı teknik imkanları da yakalarsa sizin hiç hesap etmediğiniz, hiç düşünemediğiniz sonuçlarla karşı karşıya gelmeniz işten bile değildir. Eğer şiddette ısrar edilirse önümüzdeki süreçte yaşanacak gelişmelerle bunu herkes görür. Ama böylesi çok kapsamlı, hatta beraberinde aşırı yıkımları getirebilecek bir savaş süreci öncesinde eğer devlet gerçekten çözüme yaklaşacaksa biz çözüme varız. Yoksa biz sonuna kadar direneceğiz ve sonuç almayı hedefleyeceğiz. Şimdi bu kış ortasında habire sınıra güç yığmaktadırlar. Açık ki bu da yanlış bilgi ve değerlendirme temelinde şiddet ve baskı uygulamaya dönük bir hazırlıktır. Oysa bu eksendeki bir politikanın sonuç almayacağı defalarca ispatlanmış bir gerçektir. Ortadoğu'nun altüst oluş sürecinde bizim de edindiğimiz güç yoğunluğu ile birlikte sonuç alma koşullarımız bugün her zamankinden daha fazla vardır. Bizim öngördüğümüz direniş stratejisi sonuç alma şansına daha fazla yaklaşmıştır. Dolayısıyla biz öyle ucuz yaklaşımlarla ve tehditlerle bu gelişmelerden vazgeçemeyiz.

BÖLGE KAYNIYOR, AKP ZORLANIYOR, BİLİYORUZ

Açıkça söylüyorum; bölge kaynıyor. Bölgenin bu kaynama süreci içerisinde Türk devletinin de, AKP'nin de zorlandığını biliyoruz. Gerçek bu. Yani AKP'nin ABD, NATO projesi çerçevesinde Ortadoğu'da rol oynaması ve özellikle kendine dair bölgede model bir ülke veya bir bölgesel güç olması için PKK'nin yürüttüğü direnişin durması gerekiyor. Bunun Kürt haklarının verilmesi temelinde durdurulması mümkün ama bunu zorla asla durduramazsınız. Siz PKK'nin mevcut oluşturmuş olduğu direniş rezervlerini 30 yıl daha savaşsanız da ortadan kaldıramazsınız. Gelişmeleri doğru okumak bu noktada önemlidir. Çünkü doğru okunmazsa yanlış sonuçlara gidiliyor. Dolayısıyla şimdi AKP hükümetinin de tarihin bu önemli aşamasında mevcut gelişmeleri doğru görmesi, öyle abartılı rakamlarla kendisini yanıltma değil, gerçekçi çözüm perspektifine yaklaşması önemli olmaktadır.

Şimdi yoğun bir psikolojik atmosfer yaratılıyor. Bir nevi neredeyse çözümün eşiğine gelinmiş de, her şey Önder Apo'nun karar vermesine ve bir talimatına kalmış gibi gösteriliyor. Halbuki sorun bir halk sorunudur; bir dil ve bir kültür sorunudur. Halkın varlığının kabul görmesi sorunudur. Önderliğimiz de bu temelde karar verebilir. Şimdi herkese terörist diyecek, herkese kötü diyecek, sadece kendisini her şeyin üstünde ve doğru, pirüpak gösterecek. Hayır, siz bu ülkede bu kadar katliam yaptınız, bu kadar zulüm uyguladınız ve size karşı direnen bir halk var. Gerçekleri bu temelde görmeli ve empati kurmalısınız.

Başbakan diyor ki, “1980'lerin işkence ortamında sadece Diyarbakır Zindanı'ndakiler değil, bizler de Türkiye zindanlarında yaşadık ama dağa çıkmayı düşünmedik." Bülent Arınç'a cevaben böyle bir şey söylemişti. Ben de şunu söylüyorum; eğer dilin, kültürün ve gerçeğin yasaklanmış olsaydı, zorla seni Kürt yapmak isteselerdi, sen de dağa çıkmayı düşünebilirdin. Hiç kusura bakma, bu konuda Bülent Arınç'ın empati kurma çerçevesi daha doğrudur.

Kısacası Kürt halkına yapılan zulüm karşısında vicdanı olan hiçbir Kürdistanlının dağa çıkmaması mümkün değildir. Biz bir yaşam alanı yapmak için dağa çıkmamışız. Orada bir yaşam alanı gördüğümüz için değil, hayatımızı ortaya koyarak insanlığımızı ve onurumuzu korumak için başkaldırmayı ve dağa çıkmayı zorunlu görmüşüz. Halk olarak var olabilmek ve yok edilmemek için bu direniş gelişmiş ve bugün ileri bir düzeye ulaşmış bulunuyor. Bu ileri düzeyi de siz öyle bir çırpıda geriye götüremezsiniz.

Sonuç itibarıyla, biz, AKP'nin ve AKP yöneticilerinin yaklaşımlarında ve hükümetin yürüttüğü pratikte güven veren, sorunu çözüme doğru götürebilecek bir yaklaşımı görmüyoruz. Bu konuda tüm demokratik kamuoyunu, Türkiye'deki bütün çözümden yana olan kesimleri ve değerli halkımızı bilgilendirmek istiyoruz. Biz çözümden yanayız. Demokratik çözümü isteriz. Ama biz kimseye teslim olmayız. Biz halkımızın bir ulus olarak kabul görmesi ve bu ulusun liderliği olarak Başkan Abdullah Öcalan'ın da devlet tarafından doğru karşılanması ve çözümde rol üstlenmesi için gerekli olanakların yaratılması temelindeki bir çözüme varız. Ama bunu reddeden, Kürt halkını tanımayarak hareketimizi zayıflatmayı ve tasfiyeyi öngören bir anlayışa karşı da silahlı mücadele dahil her biçimde sonuna kadar direnebilecek ve bu savaşı başarıya taşıyabilecek güçte olduğumuza inanıyoruz. Bunun koşulları şimdi her zamankinden daha fazla vardır. Dolayısıyla barış isteniliyorsa, öncelikle gerçekçi bir çözüm projesinin ortaya konulması gerekmektedir.

ÇÖZÜMÜNÜZ NASILSA AÇIKLAYIN, BİZ DE ANLAYALIM

Her gün “bu sorunu çözeceğiz, çözeceğiz” diyorsunuz, buyurun projenizi açıklayın, nasıl çözmek istiyorsunuz, biz de anlayalım, Türkiye toplumu da, kamuoyu da anlasın. Çözümünüz nasıl bir çözümdür? Bunu açıklayın. Kapalı kutu gibi, sürekli çözümden bahsedip öbür taraftan da halka ve gerilla güçlerimize dönük saldırıları sürdürmek, nasıl bir çözüm mantığıdır, onu anlayamıyoruz. Ha şu var: Eğer diyorsanız ki, “bir taraftan görüşmeler olur, bir taraftan da çatışmalar olabilir”, doğrudur bazı ülke deneyimlerinde böyle bir durum da vardır. Yani görüşmeler olur ama çatışma, operasyon ve savaş da olur. O vakit provokasyondan bahsetmeyin. Siz Amed’deki bir cenaze töreni için bile neredeyse kıyamet koparacaktınız. “Süreç sabote edilecek” diye gündem oluşturdunuz. O zaman herkes mücadelesini yürütür, görüşmeler olur. Fakat sizin her saldırınıza karşı gerilla da misilleme hakkını kullanır. Biz bir gücüz ve bu güç kendini savunma hakkına sahiptir. Kısaca karmakarışık bir yaklaşımdan ziyade doğru dürüst bir çözüm çerçevesinde hareket edilmiş olunsa bu konuda herhangi bir sorun yaşanmaz. Ama şimdi çözümden ziyade entegre stratejisinin çok boyutlu bir biçimde uygulandığı, yani bir taraftan hareketimizin tasfiyesi hedeflenirken, öbür taraftan da çözüm söyleminin gündemde tutulduğu görünen politika olmakta. Ancak bu politikayla kimse herhangi bir sonuç elde edemez ve herhangi bir sonucu elde etmesi de mümkün değildir.

* Başbakan Erdoğan’ın “PKK veya BDP Kürtleri temsil edemez” sözlerine ne diyeceksiniz?

Şimdi zaten temel sorun devletin sömürgeci mantıkla Kürt halkının temsilcilerinin ortaya çıkmasını kabul etmemesi sorundur. Devlet hiçbir zaman Kürt halkının temsilcilerini tanımadığı gibi, temsilcilerini ya tutuklamış ya da idam etmiştir. Dolayısıyla bugün Erdoğan’ın çıkıp “ben kimseyi temsilci kabul etmem” demesi, öteden beri var olan sömürgeci mantığın devamı olmaktadır.

Sürekli, “aldığınız oy ortada” diyor. Bütün tedbirlerini almış, seçim barajı koymuş, devlet imkanlarını kullanıyor, Kürtleri temsil etme iddiasında olan siyasi partinin kolunu kanadını kesiyor, bütün yetkililerini içeri atıyor, her türlü baskıyı uyguluyor ve sonra da “aldığınız oy ortada” diyor. Her şeyden önce ben bütün AKP’lilere şunu söylemek istiyorum: CHP iktidarda olduğu dönemde CHP Kürdistan’da en yüksek oyu alan partiydi. Demokrat Parti iktidar olduğunda en yüksek oyu alan parti Demokrat Parti’ydi. Adalet Partisi de kendi iktidarı döneminde Kürdistan’da en yüksek oyu alan partiydi, ANAP da iktidar olduğunda Kürtlerden en yüksek oyu alan partiydi, şimdi siz de en yüksek oyu alan parti olabilirsiniz. Çünkü siz sömürgeci devletin bütün olanaklarını kullanıyorsunuz. Çünkü Kürdistan’da belli kesimlerin, devletin zorundan ve şiddetinden ürkmesi ve korkması durumu vardır. Yine belli bir kesimin ekonomik çıkarlarla yaklaşması durumu söz konusudur. Siz bütün bunlardan yaralanarak oy alabilirsiniz ama kimseyi kandıramazsınız.

Kürt halkının temsilcileri bellidir. Kendi halkının geleceği, kültürü ve dili için hayatını ortaya koyanlar, bedel ödeyenler ve bunun için destansı direnişleri yaratanlar bellidir. Yani siz Sakine Cansız’ı Kürt halkının gönlünden silemezsiniz. Siz Mahsum Korkmazları ve Mazlum Doğanları bu halkın gönlünden silemezsiniz. Dolayısıyla Kürt halkının temsilcisinin kim olduğunu Tayip Erdoğan değil Kürt halkının kendisi belirler. Bir taraftan demokratik olduklarını söylüyorlar ama öbür taraftan 40 ayrı anti demokratik şeyi üst üste koyarak ortalıkta tavra atıyorlar. Yani kimse, bu tür yaklaşımlarla kimsenin aldanacağını sanmasın. Bu tür yaklaşımlarla kimse herhangi bir sonuç alamaz. Kürt Özgürlük Hareketi’ni temsil eden kurumlar kırk kanaat, zor bela büyük olanaksızlıklar ortamında direne direne ilk kez belli bir güç oluşturmuştur ve bugün Kürt ulusunun mücadele tarihinde oluşturduğu en yüksek düzeydedir. Dolayısıyla Kürt halkının artık temsil gücü açığa çıkmıştır. Bugün sömürgeci bir devletin başbakanı kalkıp da bunu belirleyemez. Ve bu gerçeğin üstünü de kimse örtemez.

AVUKATLARIN TUTUKLANMASINI KINIYORUZ

* Geçtiğimiz günlerde devlet güçleri tarafından birçok ilde eş zamanlı olarak gerçekleştirilen operasyonlarda aralarında Çağdaş Hukukçular Derneği’nin de bulunduğu birçok dernek, kültür merkezi, basın kuruluşu ve sivil kurumlara baskınlar düzenlendi. Bu baskınlarda onlarca kişi gözaltına alındı ve aralarında ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın da bulunduğu birçok kişi tutuklandı. Siz bu operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Türkiye'de çeşitli kesimlere karşı sürdürülen operasyonlar vardır. Polis devleti şeklinde şekillenen, AKP'nin geliştirdiği mevcut devlet sistemi tüm muhalif kesimleri sindirmeyi öngören operasyonlar yapmaktadır. DHKP-C adı altında geliştirilen, içinde avukatların ve Grup Yorum üyelerinin de bulunduğu değişik kesimleri hedefleyen ve başta içinde ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı olmak üzere 9'u avukat birçok kişinin tutuklandığı bu operasyonu kınıyoruz. Belli ki AKP, KCK operasyonu benzeri operasyonları tüm muhalefet kesimlerine yaymak istemektedir. Bu yüzden Türkiye sol çevrelerine karşı da zaman zaman bu tür yönelimler yapılmaktadır. Birçok suçsuz insanı ağır ithamlarla suçlayarak haksız yere tutuklamanın hukuk ve ahlakla hiçbir ilişkisi yoktur. Giderek tekleşmeye doğru giden mevcut iktidar anlayışına karşı Türkiye'de demokrasiden yana olan tüm kesimlerin ve sol-sosyalist grupların ortak mücadeleyi yükselterek bu tür uygulamaların önüne geçmesi ancak imkan dahilindedir.


ANF 

Katliamda Türk Devleti Hala Olağan Şüpheli

Cahit MERVAN

Paris Savcısı François Molins, Pazartesi günü Adalet Sarayı'nda yaptığı basın toplantısıyla 9 Ocak günü üç Kürt kadının kalleşçe ve hunharca katledilmesine ilişkin sis perdesinin biraz da olsa dağılmasına yol açtı. En azından açıklama bir yığın komplo teorisini boşluğa itti, eledi.

Örneğin ''İran ve Suriye’nin bu işin arkasında olduğu'' veya ‘bu katliamın Türkiye’nin büyümesini istemeyen dış güçler tarafından yapıldı’ türünden bayat senaryoların tümden çökmesine yol açtı. Savcı titiz bir şekilde seçtiği kelime ve kurduğu cümlelerle katilin adresini teke indirdi. Dikkatlerin daha fazla Türk derin güçlerine çevrilmesine neden oldu.

Aslında Paris savcısı hem çok şey söyledi, hem de sanki Türk medyasının ağzını açarak beklediği gibi ‘hiç bir şey’ söylemedi.
Türk tarafında beklenti büyüktü. Türk medyası kendisini, olmayan bir şeye o kadar inandırmıştı ki, ona göre Paris savcısı ‘olayı çözdük. Katili yakaladık. PKK üyesi ve olay örgüt içi infazdır’ diyecekti. Veya en azından sadece Türk tarafının ve Türk mahallesinde dış kapının mandalı olmaya kendilerini adamış sözde bazı Kürtlerin ileri sürdüğü ‘bu katliamın Türkiye’nin büyümesini istemeyen dış güçler tarafından yapıldı’ teorisini güçlendiren şeyler söyleyecekti.

Türk hükümetinin ve medyasının bu beklentileri sıfır düzeyinde bir değer gördü. O kadar ter dökmelerine rağmen Paris’te ciddi alıcı bulamadı.

Çünkü savcı Molins ne ''katliamı çözdüklerini'' söyledi, ne ''katili yakaladıklarını'', ne Ömer Güney’in ''PKK üyesi'' olduğunu ne de 9 Ocak katliamının bir ''örgüt içi hesaplaşma'' olduğunu söyledi.

Bir anlamda Paris savcısı Pazartesi akşamı yaptığı açıklama ile katliamın ilk duyulmasıyla birlikte başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik’in ve başbakan Tayyip Erdoğan’ın yönlendirmesiyle yürütülen ‘iç hesaplaşma’ iddiasına noktayı koydu. Geçersiz kıldı.

Savcı yaptığı açıklamada bunu çağrıştıracak tek bir cümle dahi kurmadı. Basının ısrarla zanlının ‘Kürt kökenli mı?’ sorularına karşılık savcının ısrarla Ömer Güney için ‘Türk vatandaşı’ demesi dikkat çekiciydi.

9 Ocak katliamından tam 12 gün sonra açıklama yapan savcı Kürt kamuoyunda yaygın adres olarak işaret edilen Türk derin devletini kısmen ve dolaylı olarak işaret etti. Bu manada savcı çok şey söyledi.

1- Savcı Ömer Güney’ın ‘kendisini 2 yıldır PKK üyesi olarak tanıttığını’ söyledi. Savcı bunu kendi iddiası olarak ileri sürmedi. Ayrıca zanlının bu iddiasını doğrulayacak herhangi bir açıklama, ek bilgi ve istihbarat notu paylaşmadı. Çünkü hiç kimse ne dolaylı olarak ne de direkt Avrupa’da ‘ben şu tarihten itibaren PKK üyesiyim’ diye bir iddiada bulunmaz. Böyle bir ‘PKK tipolojisi’ yoktur. Alay konusu olur. Bunu en fazlada Avrupa’da PKK’yi yakından izleyen istihbarat örgütleri bilir. Kaldı ki eğer Ömer Güney ‘bir PKK üyesi’ olsaydı, emin olun ki Paris Savcısı bunu tereddüt etmeden ve hem de büyük bir zevkle açıklardı.

2- Bu iddia Paris savcılığı ve soruşturmayı yürüten ekip tarafından inandırıcı bulunmadığı ve istihbarat verileriyle desteklenemediği için savcı ‘Güney’in bağlantıları ve kim olduğu konusu araştırılıyor’ dedi. Bu oldukça önemliydi. Büyük ihtimalle bu kişin ‘kim’ olduğu ve ‘bağlantıları’ gerçeği tüm çıplaklığıyla görmemizi sağlayacak.

3- Savcı kesin olarak Ömer Güney ‘katil zanlısıdır’ demedi. Savcı ‘Güney’in katliamda rol aldığına dair önemli ve uyumlu deliller’ var dedi. Savcı zanlının tek başına mı, yoksa başkaları ile birlikte mi bu katliamı yaptığına açıklık getirmedi. Ve savcı ‘sorgular devam edecek. Onun katliama katılmış olmasını veya yardımcı olup olmadığını araştırmak için sorgu antiterör masasında devam edecek’ dedi.

4- Dahası günlerdir ‘örgüt içi hesaplaşma’, ‘Fransa katliamı çözdü’ diye yalan-yanlış yayın yapan, bu yalanlarını ‘güvenilir kaynaklar’ gibi her tarafa çekilecek bir maske ile örtmeye çalışan Türk medyasının aksine Paris savcısı, şu ana kadar ‘bu cinayetin neden işlediğine dair hiçbir ipucu elde edilemedi’ dedi.

Paris savcısının açıklamasından sonra bir Türk televizyonuna telefonla katılan zanlı Ömer Güney’ın amcası Zekai Güney ise bilinen jargonla ‘hiçbir şekilde aile olarak PE-KA-KA’ ile ilişkilerinin olmadığını söyledi. Ve yeğeninin hava alanında bir güvenlik şirketinde çalıştığını ve ‘Benim yeğenim rahatız, beyninde tümör var. Bir saat önce ne yediğini bile hatırlamaz’’ iddiasında bulundu.

Paris savcısının açıklamasıyla birlikte katliam çözülmedi, ancak çözülmesi için önemli bir eşik aşılmış oldu. Her şeyden önce Türk hükümet ve medyasın ‘örgüt içi infaz’ gibi ahlaksız ve mesnetsiz senaryosu çöktü. İran ve Suriye ilişkin komplo teorileri de yerle bir oldu. Orta yerde birkaç ihtimal kaldı.

1- Ömer Güney beyninde tümör olan bir hasta. Ancak bu hasta haliyle son derece iyi planlanmış bir katliam gerçekleştiriyor. DNA örneği dahi hiçbir iz bırakmıyor. Katliamda kullandığı silahı yok ediyor. Ve ne hikmetse 96 saat süren sorguda neden bu katliamı gerçekleştirdiğini anlatmıyor. Yani amcasının dediği gibi ‘Bir saat önce ne yediğini bile hatırlamaz’ türden bir katil! Bunun sıfır düzeyde bir olasılık olduğunu düşünmek gerekir.

2- Ömer Güney’in bu katliamla hiçbir ilişkisi söz konusu değildir. Katliamı yapanlar ona komplo kurdular. Katliamı onun üstüne yıktılar. Bu ise savcının ileri sürdüğü delillere göre çok anlaşılır ve mantıklı gelmiyor.

3- Ömer Güney Türk derin devlet güçleri tarafından Kürt toplumu içine sızdırıldı. Bu katliamı tek başına değil, başkalarıyla birlikte planladı. Katliamda tetikçi veya yardımcı olarak yer aldı. Savcının açıklamalarından sonra akla yatkın en gerçekçi senaryo bu kalıyor.

Bu cinayette bütün yollar Türk devletine ve onunla bağlantılı derin güçlere çıkıyor. Bu katliamda Türk devleti halen olağan şüpheli olmaya devam ediyor. Ömer Güney’in yeni bir Ogün Samast olma ihtimali giderek güç kazanıyor.

Bu şahsın Kürt toplumu ile kurduğu ilişki dışındaki diğer ‘ilişkileri’ katliamın arkasındaki esas gücü ve derin aklı ortaya çıkaracaktır. Ömer Güney’in Alperenler ve BBP bağlantısı çıkarsa bu benim için hiç şaşırtıcı olmayacak.

Bu nedenle başta Paris Kürt toplumu olmak üzere, Paris savcısının bu açıklamasıyla birlikte hem işin takipçisi olmalı ve soruşturmayı yürüten Paris savcılığını gerekli desteği ve yardımı göstermelidirler.

Ömer Güney’in kim olduğunun ve ilişkilerinin açığa çıkarılması hem bizi gerçek katillere götürecek, hem de Kürdistan Özgürlük Hareketini hayasızca ve mesnetsizce suçlayanlara karşı esaslı bir cevap olacak.

Türk medyası Paris savcısı Molins’in ‘cinayeti neden işlediğine dair hiçbir ipucu elde edilemedi’ ve ‘Güney’in bağlantıları ve kim olduğu konusu araştırılıyor’ demesine rağmen, katliamı ısrarla ‘örgüt içi infaz’ ve zanlı Ömer Güney’i ‘PKK üyesi’ diye lanse etmesi artık bıktırıcı ve tiksindirici bir hal aldı.

Görünen o ki Türk medyası Paris savcısının açıklamasından da gerekli dersleri çıkarmayacak. O Türk hükümetinin PKK’yi, dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketini karalama, gözden düşürme, mümkün olursa iç problemler yaratarak bölüp-parçalama stratejisine uygun bir yayın politikası izlemeye devam edecek.

Görünen o ki tıpkı Namık Durukan’ın yaptığı gibi ‘güvenilir kaynaklara’ dayandırılarak çok yalan, yanlış ve bir o kadarda kirli ve kalleşçe haber yapılacak. Manşet atılacak. Gerçeği katlederek, delilleri karartarak, kafaları karıştırarak, kirli ve kalleşçe propaganda yaparak katile yardım ve yataklık yapacak.

Karayılan: Türk Devletinin İşin İçinde Olduğundan Kuşkumuz Yok


   KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Paris’te üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmesi olayının arkasında Türk devletinin olduğundan kuşku duymadıklarını söyledi. Karayılan saldırının Yeşil Ergenekon’un entegre stratejisi doğrultusunda gerçekleştirilmiş olmasını “yüksek bir ihtimal” olarak değerlendirdi.

Paris’te 9 Ocak’ta PKK kurucu kadrolarından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Gençlik Hareketi üyesi Leyla Şaylemez’in katledilmesinin ardından olayın sorumluları konusunda açıklamalarda bulunan Karayılan, saldırının arkasındaki güçler konusunda iki ihtimalin olduğu tespitinde bulundu. Karayılan katliamın büyük ihtimalle Kürt hareketinin lider kadrolarına karşı tasfiye planları geliştiren Yeşil Ergenekon güçleri tarafından gerçekleştirildiğini ifade etti. Karayılan ikinci bir ihtimal olarak da mevcut hükümeti aşan Ergenekon derin devlet yapılanmasının NATO Gladyosuyla birlikte bu saldırıyı gerçekleştirmiş olmasını gösterdi.

ANF’ye konuşan Karayılan ayrıca Suriye’de yaşanan gelişmeler konusunda değerlendirmelerde de bulundu.

9 Ocak günü Fransa’nın başkenti Paris’te katledilen 3 Kürt devrimci kadının cenaze törenleri, Türk devlet yetkililerinin ve kalemşorlarının sürekli “provokasyon olabilir” diyerek adeta provoke etmeye çalışmasına rağmen çok görkemli bir şekilde gerçekleştirildi. Yine gerek Paris’te olsun, gerekse de Kürdistan’da olsun çok çeşitli kesimlerin Kürtlerle ve hareketinizle dayanışmasını ortaya koyduğu gözlendi. Öncelikle bu konuya dönük görüşlerinizi almak istiyoruz.

Belirttiğiniz gibi AKP hükümeti, başta Başbakan ve kimi bakanlar olmak üzere, Meclis Başkanı ve birçok devlet yetkilisi ''Amed’de bir provokasyonun yaşanabileceğini'' ifade ederek uyarılar yaptılar. Bu şekilde bir hassasiyet oluşturmaya çalıştılar. Biz o zaman, bu söylemlerin birer psikolojik savaş söylemi olduklarını ifade ettik. Tamı tamına da öyleydi. Yine şehir dışından ve ilçelerden Amed’e gelen tüm yolları tuttular. İnsanların Amed’e girmesini engellediler. Tabii ki bütün bunlarla kitlesel katılımı azaltmayı amaçlıyorlardı. Bununla paralel olarak tören günü tüm basın-yayın kurumlarına talimat vererek, o kadar hassasiyet yaratılmış olmasına rağmen törenin basında birinci haber yapılmamasını ve canlı yayınlarla verilmemesini sağladılar. Ama bütün bunlara rağmen Paris’te olduğu gibi Kürdistan’da da Kürdistan halkı ve dostları verilmesi gereken cevabı verdiler. Amed halkı yine yapması gerekeni yaptı; bütün dünyaya ve Türkiye’ye verilmesi gereken mesajı verdi. Kendi şehitlerine ve değerlerine nasıl sahip çıkmakta olduğunu herkese gösterdi.

Yine diğer gün Dersim halkı Sakine yoldaşa, adına yaraşır bir biçimde sahip çıkarak, dosta ve düşmana karşı verilmesi gereken mesajı vermiştir. Aynı biçimde Elbistan’da ve Mersin’de gerçekleşen sahiplenme düzeyi de gereken mesajları vermiştir. Kısaca, yaratılan bütün manipülasyonlara rağmen Kürdistan halkı şehitlerine en ideal bir biçimde sahip çıkarak şehitlerine, davasına ve özgürlük mücadelesine bağlılığını ortaya koymuştur.

DOSTLARIMIZIN ACILARIMIZI PAYLAŞMASI DEĞERLİDİR

Paris saldırısı sıradan bir saldırı değildir. Çok önemli bir aşamada, çok önemli bir saldırı olarak tertiplenmiş uluslararası bir terörist faaliyettir. Gerçekleşen bu saldırı ardından başta FARC olmak üzere Latin Amerika’dan birçok devrimci-mücadeleci örgüt ve şahsiyet, yine başta Tamiller olmak üzere Asya ve Afrika’dan birçok çevre ve şahsiyet, yine başta Fransız Komünist Partisi olmak üzere Avrupa’dan birçok parti, sivil toplum kuruluşu, sendika ve değişik kesimler, yine Türkiye ve Kürdistan’dan değişik dost örgütler, STK’ler ve birçok çevre, yaşanan bu hunharca katliam nedeniyle başsağlığı mesajı yayınladılar, şehitlerimize sahip çıkarak Kürdistan özgürlük mücadelesiyle dayanışma içerisinde olduklarını bildirdiler; bir kısmı da bizzat gelerek törenlere ve yürüyüşlere katıldılar. Öncelikle hareketimiz adına, mesaj gönderen veya bizzat gelip cenaze törenine katılan bütün kesimlere teşekkür ediyorum. Onların halkımızla ve mücadelemizle dayanışmalarına büyük değer biçiyor, bu anlamlı dayanışmalarından güç aldığımızı belirtmek istiyorum. Enternasyonal dayanışmanın günümüzde daha da önem kazandığı bu aşamada, Paris’teki bu olay vesilesiyle Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin uluslararası düzeyde ne kadar sempati topladığı da açığa çıkmıştır. Bu süreçte, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin, uluslararası düzeyde önemli bir etki bırakan, dost yaratan ve dayanışmayı geliştiren bir hareket konumunda olduğu çok daha net görülmüştür. Biz dostluklara önem veren ve değer biçen bir hareketiz. Bu açıdan dostlarımızın bu acımızı paylaşmalarını da çok değerli buluyoruz.

SAKİNE CANSIZ BU HAREKETİN BİR DEĞERİDİR

Sakine arkadaş, bu hareketin ve bu halkın kırk yıllık mücadelesi içerisinde şekillenmiş bir değeridir. Daha ideolojik grup döneminde Önderliğe yürekten inanmış, mücadeleye katılmış, partimizin kurucu bir üyesi olma şerefini kazanmış bir arkadaştır. Sakine yoldaş, mücadelenin her alanında, zindanda, dağda ve siyasal-toplumsal mücadele alanlarında kendini kanıtlamış, partimizin önder bir militanıdır. Bu hareketin hemen her kademesinde görevler almış, Konsey üyelikleri, Meclis üyelikleri, Başkanlık Divanı üyeliği, koordinasyon görevi ve daha nice görevleri yerine getirmiş, PAJK Koordinasyonu’nda ve partimizin yönetiminde yer alan büyük emek sahibi bir arkadaştır.

Bilindiği gibi, Önder Apo’nun en büyük çalışması, Kadın Özgürlük Çizgisi’ni geliştirme çalışmasıdır. Kadın Hareketi, PKK’nin aynasıdır. PKK’nin ideolojik özünü, onun insan gerçeğine ve özgürlüğe bakış açısını yansıtan en çarpıcı gelişme, Kadın Özgürlük Hareketi’nin duruşudur. İşte nasıl ki, PKK’nin aynası Kadın Özgürlük Hareketi ise, Kadın Özgürlük Hareketi’nin simgesi de Sakine Cansız yoldaştır. Daha baştan beri Kadın Özgürlük Çizgisi’nin gelişip güç olması, kadının iradeleşmesi ve bugünkü düzeye varmasında Sakine yoldaşın önemli bir yeri vardır. Onun mücadele azmi, direngenliği, kavgacı, boyun eğmeyen mücadeleci kişiliğinin Kadın Özgürlük Hareketi’nin şekillenmesinde önemli bir yere sahiptir.
Hakeza Rojbîn yoldaş, küçük yaşından bu yana kendini bu mücadeleye adamış, genç yaşına rağmen diplomatik alanda büyük ilerlemeler kat etmiş, ulusal bir kurumda temsilci düzeyde görev yapan, bu hareketin yılmaz-kahraman bir militanıdır.

Ronahî yoldaş ise Apocu Yurtsever Kürdistan gençliğinin kararlı bir militanı olarak fedai ruhu temsil eden harekete katıldığından bu yana önemli çalışmalarda bulunmuş değerli bir militandır.


Bu yoldaşlara saldırı ''sıradan bir saldırı'' olarak görülemez. Sakine Cansız’a saldırı, PKK’ye, Önder Apo’ya ve Önder Apo’nun geliştirdiği Kadın Özgürlük Çizgisi’ne yapılmış bir saldırıdır. Bu kadar cisimleşmiş, özgürlük değeri haline gelmiş, Kürt kadınının yükselişinin öncü militanı düzeyinde olan bir kişiye ve bu kişilere saldırıyı ancak ve ancak Kürt halkının derin düşmanları yapabilir. Bu saldırıyı yapanlar Kürt halkını yok etmek isteyen, tıpkı Dersim Katliamı gibi Kürt halkını soykırımdan geçirmek isteyenlerdir. Bu açıdan biz olayı hiç bir biçimde sıradan bir olay olarak görmüyoruz.

Peki, bu saldırıyı kimler gerçekleştirmiş olabilir?

Şimdi biraz önce basında soruşturmayı yürüten Fransız savcının soruşturma hakkında yaptığı açıklamayı dinledik. Olayla ilgili olarak gözaltına alınan iki kişiden birisi olan Ömer Güney adındaki kişiden şüphelendikleri ve tutuklanmak üzere mahkemeye göndereceklerini açıkladılar. Sivas-Şarkışlalı olan bu kişi hakkında savcı bilgi verirken ''2 yıldan beri PKK üyesi'' olduğunu belirtiyor. Öncelikle bu, çok baştan savma bir söz ve tespittir. Bir kişi PKK'ye 2 yılda öyle kolay kolay üye olamaz. PKK’nin Avrupa’da bu tarzda üye alma durumu yoktur. Bu bilgi yanlış bir bilgidir. Biz böyle bir kişiyi tanımıyoruz. Avrupa’daki yönetimimiz de tanımıyor. Ve hareketimizin bu isimde bir üyesi yoktur. Fakat Avrupa'daki Kürt kurum ve dernekleri topluma açık kurumlardır. Kürt, Türk, Arap ve her milletten kişiler bu kurumlar ortamına rahat gelip giderler. Bir kısmı Kürt derneklerinin yaptığı eylemlere destek amaçlı katılırlar. Avrupa'daki Kürt derneklerine ve değişik kurumlarına gelip gidenler PKK'li değildir. Hatta birçoğu sempatizan bile değildir. Bazıları dost olduğunu, Kürt mücadelesiyle dayanışma içinde olmak istediğini söyleyerek gelip gidiyor ve eylemlere de katılıyor. Yaptığımız ilk araştırmalara göre, Ömer Güney adındaki kişi de oradaki bir Kürt derneğine gidip gelen, zaman zaman bazı kitlesel-barışçıl eylemlere katılan bir kişidir. Bu düzeyde çok sayıda kişi bulunmaktadır, ancak bunlar partimizin üyesi değildirler. Henüz PKK sempatizanı bile sayılamayacak bir kişiye "üyedir" demek çok yanlıştır. Eğer kendisi böyle yanlış bir bilgi vermişse, o zaman kasıtlıdır ve daha fazla üzerinde durmak gerekmektedir. Bu yanlış bilgi Savcılığın yaptığı açıklamada ifade ettiği diğer detaylarla birlikte ele alındığında bu kişinin durumunun daha ciddi olduğu açığa çıkmaktadır. Askeri eğitim görmeyen bir kişinin bu kadar profesyonel bir cinayeti işlemesi mümkün değildir. Bu durumda ya söz konusu kişi oldukça eğitilmiş bir kişidir ya da cinayete katılan başka profesyonel kişiler vardır. Bu nedenle üzerinde iyi durmak ve olayın tüm boyutlarını açığa çıkarmak büyük önem taşımaktadır.
BU KİŞİNİN PKK İLE HİÇBİR İLİŞKİSİ YOK

Kesinlikle bu kişinin PKK’yle ve PKK yönetimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Mevcut bilgilere göre, bu kişinin dışarıdan sızdırılmış ve 2 yıldan beri çalıştırılan görevli bir kişi olma ihtimali yüksektir. Hareketimizin derin bir komployla karşı karşıya olduğu açıkça ortadadır. Hem simgeleşmiş bir yoldaşımızı ve yanındaki değerli 2 Kürt kadrosunu hunharca katletme, hem de ''iç çatışma'' görüntüsünü verdirerek hareketimizi hedef haline getirme senaryosunun tertiplendiği ihtimali çok yüksek bir olasılık olarak gündeme girmiştir. Eldeki bulgular bu yönlü önemli ipuçlarını sunmaktadır. Mevcut bilgilere göre bu kişinin hangi düzeyde olaya karışıp karışmadığı hakkında kesin bir şey belirtecek durumda değiliz, ancak Fransız yargısından beklentimiz olayın peşini bırakmaması ve bu olayın arkasındaki güçleri açığa çıkarmasıdır.

Biz şimdiye kadar Türk devletinin lider kadrolarımızı tasfiye etmek amacıyla içimize gönderdiği ve gelip bir üye gibi katılım yapan onlarca kişiyi açığa çıkardık ve bunların bazılarını kamuoyuna da açıkladık. Türk devletinin dışarıdan yönelimlerle sonuç alamadığı için içeriye ajan sızdırarak sonuç alma taktiğini geliştirdiğini iyi biliyoruz. Şimdi bu konuda Türk devletinin böyle bir yönteminin olduğunu bilmek gerekiyor. Bunu dikkate almamız lazım. Bunları göz önünde bulundurarak Fransız yargısının ve savcısının yürüttüğü soruşturmanın sonuçlarının kesinleşmesini beklemek gerekiyor. En önemli nokta ise bu kişinin bağlantılarını açığa çıkarmak ve kimin yönlendirdiğini tespit etmektir. Bize göre, eğer bu kişi tetikçi olarak kullanılmış ise olayı kimin yaptığı ve yönlendirdiği hemen hemen kesindir.

ÇELİK VE ŞAHİN NE BİLİYOR?

Şimdi bu konuda dikkat çekici bazı hususlar vardır. Bu hunharca suikastın duyulmasından 1 saat sonra AKP Temsilcisi Hüseyin Çelik "iç infazdır" dedi. Daha sonra Başbakan ve bazı AKP yetkilileri benzer şeyleri ifade ettiler. Fransa savcılığının açıklamasından bir kaç saat önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, ''Almanya'da da benzer olayların yaşanabileceğini'' kamuoyuna açıkladı. Bu kadar peşinen yargıların gelişmiş olması, bunların bir şeyler bildiği ve hedef şaşırtmaya çalıştıkları kuşkusunu güçlendiriyor. İlk saatten itibaren olaya “iç infaz” diyerek yönlendirmeye çalışmalarının altında ne vardır? M. Ali Şahin neye dayanarak ''Almanya'da benzer olayların olabileceğini'' söylüyor. Bunların hepsi dikkat çekici şeylerdir.

Bu olaya karar verenlerin Kürt halkının düşmanları olduğu kesindir. Bu olay, Kürdistan halkının üzerindeki soykırım ve sömürgecilik politikasından ayrı değerlendirilemez. Bu çerçevede iki ihtimalden bahsetmek mümkündür.

YEŞİL ERGENEKON VE ERGENEKON İHTİMALLERİ

Birinci ihtimal olarak; bilindiği gibi AKP hükümeti bir buçuk yıldan bu yana hareketimize karşı bir topyekun savaş sürdürmektedir. Bu topyekun savaş çerçevesinde hareketimizin lider kadrosunu tasfiye etme konseptini planladığını biliyoruz. Bu çerçevede ülke içerisinde girdiği birçok çabası boşa çıkarılmıştır. “Çok boyutlu entegre stratejisi”nden bahsediliyor ve bu stratejinin bir boyutu hareketin lider kadrosunu tasfiye etmektir. Bu yüzden çok yüksek bir olasılık, Paris Katliamı’nın mevcut hükümetin yürüttüğü “entegre stratejisi”nin bir parçası olarak gerçekleştirilmiş olması durumudur. Belki bu, son olarak İmralı’da başlatılan görüşmelerin açıklanmasının ardından verilmiş bir talimatla olmayabilir. Zaten böyle bir eylemi yapanların, bunun hazırlıklarını 1-2 haftada yapmaları çok zordur. Bu saldırı, en azından bir yıl öncesinden verilen karar ve hazırlık temelinde gerçekleştirilmiş bir saldırıdır. Yani hareketin Avrupa’daki lider kadrosunu tasfiye konsepti çerçevesinde önceden verilmiş bir karar olarak yapılmış bir saldırı olduğu ihtimali çok yüksek bir olasılıktır.

İkinci bir olasılık ise, NATO Gladiosu’nun Türk Gladiosu’yla birlikte bu saldırıyı gerçekleştirme ihtimalidir. Ki bu Gladio’nun Fransa ayağı da vardır. AKP’yi aşan ve “derin devlet” diye tanımlanan derin güçlerin Uluslararası Gladio’yla işbirliği içerisinde bu saldırıyı gerçekleştirmiş olma olasılığı da göz ardı edilemez. Her iki ihtimalde de Türk devletinin işin içinde olduğundan hiç bir kuşkumuz yoktur. Sadece mevcut hükümeti aşan ve derin devlet denilen Ergenekon’un mu, yoksa mevcut hükümetin bilgisi dahilinde gelişen Yeşil Ergenekon'un entegre stratejisi doğrultusunda mı gelişmiş bir saldırı olduğu durumu net değildir. Burada Yeşil Ergenekon ihtimali daha yüksek gözüküyor.
ULUSLARARASI GÜÇLER İHTİMALİ GÖZARDI EDİLEMEZ

Bununla birlikte biz şimdiye kadar birçok kere şunu söylemişizdir: Avrupa ve Amerika Kürt sorununun çözümünü istememektedir. Hatta ben 4 yıl önce Hasan Cemal’le yaptığım bir röportajda da bunu söyledim. Kendisinin dikkatini çekmişti ve ikinci kez sormuştu. O zaman nedenini izah etmiştim. Biz Avrupa’dan ve Amerika’dan yana Kürt sorununun çözümüne ilişkin herhangi bir çaba görmüş değiliz. Onlar daha çok şiddet eksenli çözüm tarzını desteklemişlerdir. Bu anlamda hep Türkiye’nin şiddet politikasını desteklemiş sürekli imkan yaratarak, operasyon, teknik ve istihbarat sunma biçiminde çatışmayı tahrik eden bir çizgiyi izlemişlerdir. Yani çözüm ve barışı değil, çatışmayı çıkarlarına daha uygun görmüşlerdir. Bu açıdan İmralı'da başlatılan görüşme sürecini sabote etmek amaçlı uluslararası bir gücün de bu saldırının arkasında olma ihtimali göz ardı edilemez.

Sonuç olarak bu olayın tetikçisini tespit etmek ve arkasındaki güçleri açığa çıkarmak bizler açısından çok önemli ve hayati bir sorundur. Özellikle şu anda Türk devletinin başlatmış olduğu diyalog sürecindeki gerçek niyetini anlamak açısından çok çok önemlidir. Bu açıdan biz olayın açığa çıkması için yapılması gereken ne varsa yapılması gerektiğini özellikle vurgulamak istiyoruz.

Öncelikle bizler, PKK Hareketi olarak bu olayın açığa çıkması için bizden ne isteniyorsa yerine getirmeye hazırız. Yani Fransız devlet yetkilileri ya da ilgili savcılık kurumları istedikleri yeri soruşturabilirler, istedikleri araştırmayı yapabilirler. Bu konuda biz de kendilerine tüm olanakları sunar, her türlü kolaylığı sağlarız. Yeter ki samimiyetle olayın açığa çıkarılması hedeflensin.

İÇ HESAPLAŞMA SÖYLEMİ BİR SAPTIRMA

Ancak bu konuda şunları belirtebilirim: Bir kere “iç hesaplaşmadır” biçimindeki söylem kesinlikle bir saptırmadır. Bu daha çok Türk devletinin sürekli bir biçimde dillendirdiği bir olgudur. Ben burada tüm dostlara ve tüm halkımıza büyük bir içtenlikle şunu söylemek istiyorum: Bu olay asla ve asla bir iç sorun değildir. Kesinlikle ve kesinlikle düşman güçlerin gerçekleştirmiş olduğu bir saldırıdır. Hareketimizde herhangi bir iç sorun yoktur, herhangi bir gruplaşma durumu söz konusu değildir. Bu tamamen Türk devletinin kara propagandası çerçevesinde hareketimize dönük geliştirilen içi boş bir senaryodur. Bu açıdan bu olayın bazı iç gruplaşma veya çelişkilerle izahat edilmeye çalışılması art niyetli bir çabadır. Çünkü hareketimizde böyle bir durum söz konusu değildir. Hele hele Sakine Cansız gibi değer haline gelmiş bir arkadaşa ve çok büyük insani özelliklere sahip, yurtdışında büyük hizmetler sunan, Rojbîn ve Ronahî gibi arkadaşlarımıza dönük, insanlık değerlerinden birazcık da olsa nasibini alan herhangi bir grubun böyle bir saldırıyı gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu saldırıyı ancak sadist, Kürt halkına düşmanlık duygularıyla donatılmış kişiler yapabilir. Açık ki bu saldırı, mücadele tarihimizin bu önemli ve hassas sürecinde tamamen düşman güçlerin tertiplediği alçakça bir saldırı olup, Sakine arkadaş şahsında hareketimiz hedeflenmiştir. Ve bunun daha da devamı gelecek olan bir konsept çerçevesinde gerçekleştirilmiş bir saldırı olduğu anlaşılmaktadır.

*Bu olayın açığa çıkarılmasının öneminden bahsettiniz. Açığa çıkmasının nasıl bir önemi var?

Olayın açığa çıkarılmasının, sürecin yönünün tayin edilmesinde önemli bir yeri olacaktır. Bizler öncelikle bu olayın çok boyutlu entegre stratejisi çerçevesinde mi, yoksa başka bir konsept dahilinde mi gelişmiş bir olay olduğunu öğrenmek istiyoruz. Çünkü birbirini tamamlayan olgular vardır: 31 Aralık günü Lice’de gerçekleşen saldırıda 10 yoldaşımız şehit edilmiştir. Bu 10 yoldaşın hepsi kadro ve militan düzeyindeydi. Bunların içerisinde Numan (Ertem Karabulut) arkadaş eyalet sorumlusuydu. Bizim sistemimizdeki bir eyalet sorumlusunun düzenli ordu sistemindeki karşılığı general düzeyidir. Yani Numan arkadaşımız da hedeflenecek olan lider kadroların listesinde yer alan bir kimsedir. Şimdi 31 Aralık’ta Numan arkadaş vuruluyor, 9 Ocak’ta Sakine Cansız yoldaş vuruluyor, 14 Ocak’ta ise Medya Savunma Alanları’na dönük hareketimizin lider kadrosunu da hedefleyen çok kapsamlı hava saldırıları gerçekleştiriliyor. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde aslında bunun bir konsept olarak işlemekte olduğunu görüyoruz. Özellikle Paris gibi bir yerde işlenen bu cinayeti tertipleyenler hem hareketimize büyük bir kadrosal darbe vurmak, hem de ''iç çatışma'' gibi gösterip hareketin Avrupa zemininde hedef haline getirilmesini planlayan, daha derin bir planlamadır. Dolayısıyla bu olayın açığa çıkarılması ve netleştirilmesi, hem gerçeklerin açığa çıkarılması açısından hem de mevcut yürütülen görüşme sürecinin gidişatı açısından da büyük önem taşımaktadır.

Bu konuda şunu da belirtmek istiyorum: Eğer AKP bu işin içinde yoksa o zaman o da bu olayın netleştirilmesi için imkanlarını açmalı ve etkisini kullanmalıdır. Çünkü mevcut gidişat AKP’yi göstermektedir. Bu açıdan bu olayın açığa çıkartılması mevcut durumların netleştirilmesi için çok önemli bir durumdadır.

Son günlerde Batı Kürdistan'da yoğun çatışmalar var. YPG güçleri bir taraftan devlet güçleriyle çatışırken, diğer taraftan ise muhalefet adına hareket ettiğini söyleyen silahlı güçler de Serêkaniyê'de Kürtlere saldırmaktalar. Bu konudaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk devletinin Kürt sorununda demokratik bir çözümü değil, yani Kürt halkıyla dostluk, Kürt haklarını tanıma değil de Kürt haklarını tanımama ve düşmanlık siyasetini yürüttüğü diğer bir alan da Batı Kürdistan'dır.
Her şeyden önce AKP hükümeti hem Ortadoğu politikasında hem de Suriye politikasında tümüyle başarısızlıkla sonuçlanan bir siyaset izlemiştir.
Bilindiği gibi "komşularla sıfır problem" diye yola çıktı. Şimdi tüm komşularla karşı karşıya gelen, karşıtlaşan bir noktaya geldi. Bu, Kürt düşmanlığı eksenli Ortadoğu siyasetinin yürütülmesinin ve bu çerçevede uluslararası sermaye güçlerinin konseptine dahil olmasının bir sonucudur. Eğer AKP hükümeti Kürt karşıtlığı ekseninde bir politika yürütmemiş olsaydı bu düzeyde diğer bölge güçleriyle karşı karşıya gelen bir noktaya da gelmeyebilirdi.
Ama AKP bölgedeki yeni gelişmelerde Kürt halkının yararlanmaması ve olası gelişmelerin önüne geçebilmek için kendisini tümüyle Batı küresel sermaye güçlerinin bölgeye dönük müdahalesine tabi kıldı, bir yerde Batı'nın taşeronluğunu üstlenmiş oldu. Böyle olunca bölgedeki diğer güçlerle karşı karşıya gelme pozisyonuna girdi. Suriye'ye ilişkin de çok acele ederek, Suriye'nin de Libya gibi erken düşeceğini düşünerek girişim yaptı ama o girişiminin de sonuç vermediği ortadadır. Çünkü AKP, Suriye'nin hem genelde Suriye'nin Ortadoğu bölgesindeki yerinin hem de Suriye'nin iç yapısının daha farklı olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmadı veya göremedi. Bunun için de yanlış tespitler yaptı.

Şimdi öyle bir şey ki her konuda hem yanlışlar yapıyorlar hem de o yanlışlarının üstünü örterek doğru yaptıklarını savunuyorlar. Halbuki hem Ortadoğu hem Suriye hem de Kürt politikasında başarısız bir durumla karşı karşıyadır. Kürt karşıtlığını esas alan bir siyaseti yürüttü. Yani bazı Kürt çevreleriyle dostluk ve esas olarak da Önder Apo'nun düşünce yörüngesindeki tüm Kürt özgürlük hareketlerine karşı da düşmanlığı önüne koydu. Önder Apo'nun Kürdistan'ın dört parçasında geliştirdiği düşüncenin bir hayli geniş bir tabanı ve güçlü bir yapılanması söz konusudur. Bunun hepsini karşıya almakla Türk devleti bir sonuç elde edemez. Ve bu siyasetle de Ortadoğu'da kesinlikle başarılı olamaz.

Suriye'de gelişen genel savaş süreci nedeniyle boşluklar doğdu. Kürtler de kendi bölgelerinde kendi özgür sistemlerini kuruyorlar. AKP hükümeti şimdiye kadar bu duruma karşı birçok müdahale geliştirdi. Başta Halep'te sonra Afrin'de ve en son da üçüncü kezdir Serêkaniyê'de parayla pulla örgütlediği ve ittifak kurduğu bazı güçleri Kürtlerin denetimindeki alanlara saldırtıyorlar. En son Urfa'da sözüm ona Suriye silahlı muhalefetinin bir toplantısını yaptılar ve bu toplantı başarısız kaldı. Birçok silahlı muhalefet gücü bu toplantıya katılmadı. Çünkü toplantı tamamen Türkiye'nin öngördüğü çerçevede Suriye rejimine karşı olmaktan ziyade Cezire'deki YPG ve PYD örgütlenmesine karşı bir müdahale planlamasını esas aldı. Bu nedenle birçok grup katılmadı. Fakat Newaf El Beşir denilen bir aşiret reisi kişi var ki bu kişi son dönemlere kadar Suriye rejimiyle ortak hareket ediyordu ama en son kaçarak Türkiye'ye sığındı. Kürt düşmanlığı var bu kişide. Bu kişinin öncülüğünde büyük paralar dökerek bir kısım silahlı güçleri örgütleyip, 7 tank da kendilerine verilmiş ve Ceylanpınar'dan içeriye göndererek 5 günden beri Serêkaniyê'de, oradaki PYD ve YPG güçlerine karşı bir müdahaleyi başlatmıştır. Şimdi bu müdahale tamamen aslında Türk devletinin bir müdahalesidir. Kaldı ki kendi güçlerinin de sivil elbiselerle katıldığı yönünde çok yoğun bilgiler vardır. Ayrıca topla tankla desteklemesi durumu söz konusudur. AKP'nin yaptığı çok kötü bir şeydir. Kürt halkına resmen bir düşmanlıktır. Ve buradaki siyaseti de yenilgiyi kabul etmeme biçiminde tekrar tekrar para dökerek tüm devlet gücünü kullanarak yeniden güçleri örgütleyip Kürtlerin üzerine göndermektedir. Mevcut durumda Suriye'deki iç savaşa Türk devleti gırtlağına kadar dahil olmuş durumdadır. Ama bütün bunları Türkiye toplumundan da gizleyebilmektedir. Ana akım medya ise ya bu duruma gözünü kapatmakta ya da deşifre etmeyi göze alamamaktadır. Dolayısıyla Türkiye'nin gündemine tam olarak oturmuş değildir.

Şu anda Türkiye Suriye'deki savaşın içindedir. Serêkaniyê'nin içindedir. Ve bu 5 günlük direniş neticesinde bu silahlı çete güçlerinin Türkiye'nin desteğinde ve Türkiye'nin katılımıyla Serêkaniyê'de gerçekleştirdiği terörist saldırı yenilgiye uğramıştır. Oradaki YPG güçlerinin kahramanca direnişi karşısında Türkiye'nin bütün çabalarına rağmen yenilgiye uğrayarak şehrin birçok alanındaki denetimini kaybetmişlerdir. Başarısız kalmışlardır. Bu, resmen Türkiye'nin bir müdahalesidir. Bu politika da gösteriyor ki AKP hükümeti'nin Kürtlerle dostluk ve Kürt sorununda çözüme dönük herhangi bir stratejik bakış açısı bulunmamaktadır. Daha çok karşıtlık temelinde bir politikanın pratikte olduğunu görüyoruz.

Bu konuda ben özellikle Batı Kürdistan'da yürütülen devrimsel çıkışa ve gelişen mücadeleye büyük saygı duyuyor ve bütün direnişçileri selamlıyorum. YPG güçlerinin Batı Kürdistan'da hem rejim güçlerine karşı Gir Ziro'da gerçekleştirdiği kuşatma ve başarılı harekatı ve hem de Serêkaniyê'deki kahramanca direnişi ve başarılı, fedaice mücadelesini kutluyorum. Bu mücadelede şehit düşen kahraman YPG militanlarını anıyor ailelerine, tüm YPG mensuplarına ve bütün Rojava halkımıza başsağlığı diliyorum. O kahramanların destan yaratan direnişleri Kürdistan'ın tüm parçalarında yaşayacak ve onların anısını özgürlük mücadelesini yükselterek yaşatacağımızın sözünü veriyorum. Onlar gerçekten Serêkaniyê'de destanlar yarattılar. Serêkaniyê'deki direniş Rojava halkımız için bir varlık yokluk direnişidir. Çünkü Türkiye'nin planlaması çerçevesinde bu çeteci güçler Serêkaniyê'de başarılı olsalardı tüm Cezire alanına dönük bir harekatı başlatacaklardı. Bu açıdan Serêkaniyê direnişinin başarılı olması Rojava Kürdistan'ın kazanımlarının sağlanmasında önemli bir adımdır, önemli bir kazanımdır. Bu kazanımı gerçekleştiren ve buna katkı sunan, bu direnişe katılan bütün güçleri, grupları selamlıyor kendilerine üstün başarılar diliyorum. Rojava'da başta YPG olmak üzere bütün direnişçi güçler ve tüm Rojava halkımız bilmeli ki onlar yalnız değil, biz her zaman onların yanında olacağız, onların direnişinin arkasında ve destekçisi olacağız.

Ama öncelikle halkımız burada kendi birliğini güçlendirmeli, örgütlülüğünü güçlendirmeli ve kendi gücüne güvenmelidir. Onun başarısının teminatı kendi öz gücüne güvenmesi ve öz örgütlenmesini geliştirmesidir. Bu çerçevede Rojava'daki tüm siyasi partilerin, grupların kendi aralarındaki çelişkiler ve farklılıklar ne olursa olsun, bunları bir yana bırakarak Desteya Bilind(Yüksek Kürt Konseyi-YKK)'in şemsiyesi altında birliklerini güçlendirmeleri ve Serêkaniyê'deki direniş yanında yer almaları büyük bir önem taşıyor. Bu, halkımızın Rojava'da iradeleşmesi anlamına gelmektedir. Eğer Desteya Bilind etrafında tüm partiler birleşerek Serêkaniyê'de ortak bir direnişi geliştirirse bu, Suriye'de Kürt halkının demokratik iradesinin kendini ifade etmesi olacaktır. Bu nedenle Serêkaniyê'deki direnişin büyük bir anlamı vardır. Tüm halkımız ve tüm siyasi güçler bu önemi görerek kendi aralarındaki birliği daha güçlendirmeli, mücadelelerini yükselterek demokratik Suriye'nin ve özgür demokratik özerk Kürdistan'ın kuruluşu için daha aktif bir rol üstlenmeli. Bunun yolunun da ulusal demokratik birlikten geçtiği bilinerek var olan birlik perspektifini daha güçlü bir biçimde hayata geçirmeleri gerekiyor. Bu temelde yeniden Rojava'daki bütün direnişçileri ve bütün halkımızı selamlıyor kahraman direnişin Rojava halkının gelecekteki özgür sisteminin müjdecisi olduğunu vurgulamak istiyorum.

Son olarak bugün Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin ilan edilmesinin yıldönümü. Bu konuda neler belirtmek istersiniz?

Evet. Bugün Kürt tarihinde önemli bir atılım günü olan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin ilan edildiği gündür. Kürt halkı İkinci Dünya Savaşı ardından oluşan koşulları değerlendirmek amacıyla 67 yıl önce bugün Qazi Muhammed önderliğinde Doğu Kürdistan’da Mahabad Cumhuriyeti’ni ilan etti. Bu, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde önemli bir dönemeçtir. Özellikle Qazi Muhammed’in daha o ilk adımda taşıdığı demokratik bakış açısı ve ulusalcı duruş çok önemlidir. Qazi Muhammed’in Mahabad Cumhuriyeti’ni oluştururken geliştirdiği kapsayıcılık ve demokratik ulus çerçevesine, bugün kendisinin takipçisi olan partiler bile ulaşmış değildir. Önemli bir düzeyin yakalanmasına rağmen hem uluslararası koşulların farklılaşması, bunun iyi hesap edilememesi ve hem de yeterince hazırlıkların yapılmamış olması nedeniyle atılmış olan bu önemli adım kısa sürede çökmüş olsa da Kürt halkının belleğinde önemli bir yeri vardır.

Bu temelde biz de başta Qazi Muhammed olmak üzere Mahabad Cumhuriyeti’nin tüm şehitlerini anıyoruz. Onların anıları gereği Kürdistan özgürlük mücadelesini devralan ve bunu bugün yürüten bir hareket durumundayız. Biz Kürt halkının haklı davasının her yerde kazanacağına inanıyoruz. Bu temelde hem Doğu Kürdistan halkımızın hem de bütün Kürdistan’ın Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin o anlamlı çıkışına denk düşecek bir duruşu sergilemeleri önemli olacaktır, diye düşünüyorum. Özellikle bu önemli yıl dönümünde tekrardan Qazi Muhammedleri anma ve onların anısına bağlı kalmayı sürdürmenin gereği ve önemini bir kez daha vurgulamak istiyorum.


ANF