11 Ağustos 2011 Perşembe

Fetullah Gülen’in Alevilikle İmtihanı!


Sultan Yavuz’un ruhu İslamcı diktatörde, şeyhülislamı Ebussuud efendininki de yüce Türk ulemasının ve zihinlerinden yakalanmış zavallı tebaasının ruhani liderinde hortluyor...

Fethullah Gülen’in Alevi canlara yönelik kabul edilemez ve tüyler ürperten beyanları, yüzyıllar öncesinden Osmanlı Sultanı Yavuz’un mazlum Alevi Kürtlerin imhası için fetvalar vermiş, zalim şeyhülislam Ebudsuud efendileri, Müftü Hamzaları getiriyor akıllara. Şimdi tarihin farklı dönemlerinde zalim sultanlara şeyhülislamlık yapan din adamlarının, Alevi canların kılıçtan geçirilmesine dinsel zemin hazırlayıcı fetvalarından birkaçıyla, hoşgörü abidesi olarak bize takdim edilen Gülen Hoca’nın sözlerini karşılaştırarak, aradan geçen onca zamana rağmen, o insanlık dışı zihniyetin nasıl bir ve aynı kaldığına tanıklık edelim.


Fethullah Gülen’in sözleri:


“Fakat esas, aslen Nuseyri olan, Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş, aslen Nuseyri olan, Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında... Bunlar Türkiye’de gaileler açtığı zaman, devletinizle, ordunuzla bu işin karşısına çıkamazsınız. Ve bunların dinleri yoktur. Nuseyri akidesi vardır. Allah insandır, insan Allah’tır. Allah insanın içine girmiştir. Allah insanlığa itaat etmiştir. Bu anlayış hakimdir.”


Müftü Hamza’ya ait olan şu sözler;


“Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisler; Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran’ı küçük gördüler. (...) Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. (...) Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir.”


Ve Ebussud efendinin binlerce Alevi canın hunharca katledilmesine dini bir kılıf sağlayan o meşhur fetvası:


“Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.”


Bu sözleri sarf eden kişiler farklı tarihsel dönemlerde yaşamış, ancak dile gelen, hepsinde özetle, hastalıklı bir barbarlık olarak tanımlanabilecek din anlayışı!


Bu mezkur Cemaatin önderinin bu paraleldeki sözleri, ‘hoşgörü’ söyleminde ne kadar samimi olduğunun da göstergesi. Gülen ve Cemaatinin önde gelen kadrolarının dillerine pelesenk ettikleri temel kavramlardan biri olan ‘hoşgörü’ kavramı, iktidar hırsı taşıyor. Bu olayla da günden güne iktidarlarını kadrolaşarak güçlendiren Müslüman muktedirlerin, Cemaatçi kadroların ne denli iktidar delisi olduklarını açıkça gösteriyor.


Söz konusu videoda dile getirdiği, “bizi bağnaz görerek haksızlık yapıyorlar. Çünkü biz ışık ehliyiz ve eşitlikten, özgürlükten, demokrasiden yanayız” şeklinde daha önce sarf ettiği sözlerinin ne kadar içtenlikten yoksun ve samimi duygular eşliğinde yürekten çıkmadığı anlaşılıyor. Öncesinden pek güven vermiyorlardı zaten, ancak ağızlarına doladıkları insani ve dini söylemlere birçok aydın, demokrat ve sol cenahtan entelektüeli bile inandırmışlardı.


“Biz yaratılanı hoş gördük yaratandan ötürü” bilgece sözü ve Mevlana’nın “ne olursan ol! gel” şiarını ağızlarına pelesenk etmiş Gülen Hoca Efendi hazretlerinin Alevi yurttaşlara yönelik dışlayıcı, aşağılayıcı tavrı, kendisi ve takipçilerinin takındıkları demokrasi ve hoşgörü maskesinin düşmesini, ve gerçek niyetlerinin tezahür etmesini sağlamıştır. Umarım bu birçok aydın(!) ve entelektüel(!)’in uyanışına vesile olur...


Timsah gözyaşları...


Kendilerine yakın basın yayın kanalları üzerinden Türkiye kamuoyunu, Kürt sorununa -derin güçlerin tarafını tutarak- kilitleyen ve yarattıkları puslu havada bir korku imparatorluğu yaratarak herkesimin, bilhassa Kürt’ten söz açılınca burnundan soluyan Kürt düşmanı ve celladı ulusalcı faşistlerin desteğini alan, fakat bir taraftan da, alttan alta devlet kurumlarında ciddi bir kadrolaşmaya giden bu “münevver” yüzlü hatiplerin tam anlamıyla muktedir olacakları bir Türkiye azınlıklar, Aleviler ve Kürtler için gerçekte tam bir cehennem olacaktır. Kürt düşmanlığı hastalık boyutunda olan çatık kaşlı Kemalist efendinin tahtı elinden gidiyor. Tahta Türk-İslamcı efendi oturacak bundan sonra...


Cemaatçi zihniyete kanan bir başka kesim de muhafazakar Sünni kesimdir. “Aman Aleviler raydan çıkıyor ve şeytani bir yola girdiler Ali’nin yolundan ayrılarak” şeklindeki bilimsellikten uzak anlayışlarıyla da, bağnaz zavallı Sünni sıradanları zihinlerinden yakalıyorlar bu “nur yüzlü” hatipler. Belki de bu mezkur cemaatçi algının dayandığı zavallı zihin dünyasındaki temel korku, Türk Aleviliğinin Orta Asya Şamanizm’ine ve Kürt Alevilerinin Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim dinlerine dayanan köklerinin Sünni Müslümanlarca bilinmesidir. Onlar çok iyi bilmektedirler ki, bu kadim kök Sünni Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed’de Hira’da, çarmıhta yüce İsa’da ve Sina’da Musa’da dile gelen o aşkın felsefedir... Bu anlamda, Alevilerin özüne kavuşmaları, Sünnilerin de özüne kavuşmalarına ön ayak olacak ve bu da iktidarların dinsel alandaki hükümdarlıklarının sonunu hazırlayacaktır... 

Özcesi, bir tarafın kendi kökleriyle buluşarak özgürleşmesi iktidar ehli için büyük bir tehlike arz etmektedir. Daha da özcesi, iktidarın temel korkusu, özgürleşme eğiliminin canlanmasına ve bu bağlamda inanç sistemlerinin iktidarın tekelinden çıkarak, kendi merhamet ve sevgi temelli akan asıl mecralarına akmalarına yöneliktir. Böyle bir akışta ne Alevi-Sünni cana ne Sünni-Alevi cana kem gözle bakar... O buluşulan dünya Yunus’la Mevlana’nın buluştuğu diyardır. İşte muktedirlerce bugün bütün yapılmaya çalışılanları, “bu buluşmaya, tüm enstrümanlarıyla mani olmaya çalışmak” olarak okunmalıdır.

Son olarak, tarih tekerrür ediyor yine, ve ağzından Nusayri yurttaşlara, Alevi canlara hakaret düzeyindeki sözleriyle Cemaat lideri gibi değil, bir devlet başkanı edasıyla konuşan ruhani liderde Ebussuud efendinin o incelikten yoksun ruhu dile geliyor... Müridi konumundaki ve Filistinlilere timsah gözyaşları döken, lakin söz konusu Kürdün, Alevi’nin hakkı olunca Hitlerleşen İslamcı diktatörde de, eli kanlı Yavuzíun ruhu..

Yıldırım DENİZ

İran PJAK Güçlerine Ateşkes İlan Edebilir


İran’ın PKK ve PJAK gerilla güçleri karşısında vermiş savaşın seyri nereye doğru kayıyor? İran bu savaşa neden girdi ne bekliyordu ve ne buldu? İran devleti her şeyden önce bu savaşla ABD ve uluslar arası güçlerin kendi etrafında darartılmış olan çemberi yarmak istedi. Bu savaş her ne kadar görünürde PKK ve PJAK güçlerine karşı verilmiş bir savaş olsa da özünde bölgesel hegomonya savaşıydı. Bu savaşın İran için önceliklerden biri de Federe Kürdistan’ı ABD ve İsrail etkisinden çıkararak burası üzerinden Suriye’ye istediği gibi müdahele edip Esat rejimini ayakta tutarak Libya’da ki Kadafi gibi Ortadoğu’ya yapılan müdahale karşıtı bir direnç noktası yaratmaktı. İran kendi toprakları dışında ne kadar direnç noktası oluşturabilirse, sıranın kendisine gelmesi o kadar geçikmiş olacaktı. Konseptin bir ayağı bunu amaçlarken diğer ayağı ise ABD ve İsrail etrafında bir araya gelen bölgesel ittifakı tersine çevirmek ve bu projenin taşaronluğunu üstlenen Türkiye’yi ikna edip yanına çekmekti. Bunun tek yolu ise daha önceki yazılarımda dile getirmiş olduğum gibi Kürt mücadelesini ezmekti.

Bu konseptin Kürt ayağı 16 Temmuz’da değil 17 Şubat tarihinde devreye sokuldu. İran devleti Federe Kürdistanlı güçleri, özelikle de KDP’yi ABD ve İsrail denetiminden çıkarmak ABD’nin bölgeye yerleşmesini engellemek için Federe Kürdistan muhalefet gücünü devreye koydu. Bilindiği gibi 17 Şubat tarihinden sonra Süleymaniye ve çevresinde KDP karşıtı halk eylemlikleri gelişti. Bu eylemler Goran Hareketi, Komala İslam, Yekgırtu İslam hareketi ve altında YNK’nin desteğiyle başladı. Dikkat edilirse eylemliklerin hedefi KDP’ydi.  Halk elbette yönetilme biçiminden ve yolsuzluklardan oldukça rahatsızdı. Ama ben, halkın bu tepkilerinin bu güçler tarafından farklı bir amaç için kullanıldığından bahsetmek istiyorum. Bu dönemde KDP iki üç defa Federe Kürdistan’daki halk eylemliklerin arkasında İran devletinin olduğunu açıklamıştı. KDP elinde kesin bir bilgi yoksa bu tür bir açıklamayı kolay kolay yapmaz. Bu güçler içinde Ali Bapir liderliğinde ki Komala İslam hareketi tümden İran’ın ideolojik etkisinde olan bir harekettir. YNK  ise geçmişten beri İran ile olan ilişkileri bilinen bir örgüttür.  Yekgırtu İslami hareketi ise Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen bir hareket olarak bilinir.


Burada altını çizmek istediğim önemli bir nokta var. Kimileri 17 Şubat’ta Federe Kürdistan’da başlayan halk ayaklanmaların YNK’ye karşı da olduğu ve dolaysıyla YNK’nin buna ortak olmasının mümkün olmadığını düşünebilir. Onun için bu noktada kısa bir açıklama yapma gereği duyuyorum.  2005 seçimlerinden sonra YNK ve KDP arasında ortak strateji çerçevesinde yapılan görev bölümü gereği YNK Irak KDP ise Kürdistan’daki en üst düzeydeki görevlere talip oldu. KDP ilk dört yılında Kürdistan’da diplomatik, ekonomi, istihbari ve askeri olarak tek güç haline gelirken YNK ancak KDP’nin gölgesinde ve onun politikalarını onaylamanın dışında birşey yapamadı. Bu durum hem YNK içinde hemde YNK’nin örgütlü olduğu Soran bölgesinde ciddi rahatsızlığa yol açtı. İşte Goran hareketi bu rahatsızlığın bir sonucuydu. Aynı zamanda YNK’yi kurtarma operasyonuydu. Belki YNK’yi bu isimle kurtaramazdı ama aynı kadro ve aynı anlayışı farklı bir isim altında bir araya getirmek ve bununla KDP’nin Soran bölgesindeki gelişmesinin önü alınmak istendi. Onun için YNK’nin 17 Şubat hareketinden rahatsız olması düşünülemez.


İran’ın konseptin bu ayağında Güney Kürtlerini tümden teslim -alarak aslında KDP’yi teslim alarak- ilerki aşamada Komala İslami hareketinin daha aktif olabileceği bir hükümetin kurulmasıydı. İkinci adım ise PKK ve PJAK gerilları karşısında bu güçleri aktif savaştırmak olacaktı. KDP halk isyanını çok sert bir biçimde bastırıp, muhalif gruplar ve liderleri tasfiye etme dahil seceneği bunlar önüne koyunca Federe Kürdistan muhalefetti bu noktada geri adım atmak zorunda kaldı. Bu noktada geri adım attılar ama konseptin ikinci ayağı olan gerilla güçlerine karşı operasyon hareketinde İran ile birlikte hareket etmeyi kabul ederek buradan KDP karşısında başarı elde etmeyi planladılar. Çünkü şayet İran bu operasyonda başarılı olsaydı Federe Kürdistan KDP’nin elinden alınıp kendi denetimindeki bu güçlere teslim edilecekti. Goran hareketinin konseptin bu aşamasında ne kadar yer alıp almadığı noktasında elimizde çok fazla bilgi yoktur. Fakat operasyon karşısındaki sessizliği kuşkularımızı güçlendiren bir durumdur. YNK ve Komala İslami hareketi hem deşifre olan gizli belgeleri, hem de operasyon gününde Ali Babir’in Tahran’da olması bunun kesin kanıtıdır. Yekgirtu İslami hareketi ise Türkiye’nin ne zaman operasyona dahil olacağını bekliyordu. Dikkat edildiğinde işin başından beri Federe Kürdistanlı hareketlerden hiçbiri kendi örgütü adına bir açıklama yapmadı ve bu konuda seyirci kalmayı yeğlediler.


Operasyon başarılı olmayıp uzayınca tabandan gelişen tepkiler bu güçleri sınırlı da olsa açıklama yapmaya zorlamıştır.  İran mevcut konumda operasyonda yalnızlaşmış ve en önemlisi ise Türkiye’nin ihanetine uğramıştır. İran bu operasyon ile Suriye’deki Esat rejimini ayakta tutmaya çalışırken Türkiye aksine Suriye rejimini tehdit ederek bu konuda Amerika’nın yanında yer aldığını açıklamış oldu. Suriye ile Türkiye arasındaki restleşmeler İran’ı oldukça rahatsız etmiştir.  Bundan kaynaklı İran PJAK ve PKK güçleri karşısında yürütmüş olduğu savaşı bir kez daha durup düşünmek zorunda kaldı. Bu durumda savaşı devam ettirmenin kime neyi kazandıracağı hesabını yapmaktadır. Görünürde İran’ın bu savaşı devam ettirmesi ABD’nin işini daha da kolaylaştıracak ve aynı şekilde kendi eliyle idam sehpasına çıkmış olacaktır. Onun için bu savaşı devam ettirmenin İran’a hiç bir kazancı olmayacaktır.  İran’ın PJAK güçlerine karşı ateşkes ilan etmesi uzak bir ihtimal olarak görmüyorum.

Yusuf ZİYAD

Dinle Hayal Edilen Çözümler Maddi Gerçeğe Dönüşmedi



 
Tarihte kavimler dinsel sorunların yanısıra kendi içlerinde mezhep sorunları da yaşadı. Dinlerin kardeşlik, bütünlük ve barış vaatleri maddi çıkarlar karşısında sınırlı bir etkiye sahipti. Toplumda gelişen sınıfsallık aynı kavmi çoktan sorun ve kavga yumağına dönüştürmüştü. Yahudilik gibi çok küçük ve sıkı bir kabile içinde daha Musa zamanında en yakınları arasında çok sert kavgalara yol açmıştı. Musa’nın kardeşleri Harun ve Maryam’la çekişmeleri enteresandır. İsa yoksul Musevilere öncelikle sesleniyordu. Muaviye Ehli Beyt’e karşı üstünlük ve hanedan savaşına daha Muhammed ölmeden başlamıştı. İslam’da Hariciler iki başlı, hatta üç başlı halifeliği Ali, Muaviye ve İbni As’tan kurtarmak için ölüm kararı alacaklardı. Muaviye’nin oğlu Yezit Kerbela çölünde Ehli Beyt’in en seçkin evlatlarını koyun boğazlar gibi boğazlayacaktı. Her İslamlaşan halk hem kendi içinde, hem kendi aralarında çığ gibi yeni sorunları beraberinde getirecekti. Köklü İran uygarlığı İslam Arapları karşısındaki yenilgisine Şia mezhebini türeterek yanıt vermek isteyecekti. Türk Selçuk ve Osmanlı hakim boy beyleri çıkarlarını İslam’ın hakim geleneği Sünnilikte bulacaklardı. Yoksul kesim Türkmen daha çok Şia ve Aleviliği seçecekti. Kürtler benzer bir bölünmeyi yaşayacaktı. İktidarlı beyler Sünni olup Arap, Türk sultanlarıyla işbirliğini esas alırken yoksul ve onurlu kesim Alevi ve Zerdeşti olacaktı.

Sınıf ve kavimler çıkarlarını mezhep kılıfı altında sürdürdü
 
Hıristiyanlığın ilk üç yüz yılı mezhep bölünmeleriyle de doluydu. Sınıf ve kavimler çıkarlarını mezhep kılıfı altında sürdürmek durumundaydılar. Her kavmin bir mezhebi oluşmuştu. Latinler Katolik, Grekler ve Slavlar Ortodoks, Ermeniler Gregoryan, Asuriler Nasturilik başta olmak üzere çok parçalı mezheplerle kurtuluş arayacaklardı. Ayrıca imparatorluk dini olup olmamak arasında da ciddi parçalanma sorunlarını yaşayacaklardı. Yahudilik genel anlamda Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini içinden çıkarmakla yetinmedi kendi içinde kabilelere dek bölündü. Yahudiye ve İsrailiye bölünmesi yetmezmiş gibi Fars ve Grek yanlıları olarak da bölündü. Daha sonra Doğu ve Batı Yahudileri (Eskanazi ve Sefarat) olarak ayrı bir bölünme yaşadı. Kapitalist uygarlık çağında laikçilerle birlikte sekülerci aydınları da bağrından çıkardı. Bu dönemde Hıristiyanlık büyük reformasyondan geçti. Protestanlık doğdu, ulusal kiliseler oluşturuldu. Uzak Doğu uygarlıklarında Hindistan ve Çin başta olmak üzere benzer dinsel ve mezhepsel bölünmeler yaygınlaşıp yeni sorunları beraberinde getiriyorlardı. Tüm bu mezhep ve din sorunlarının maddi temelini araştırdığımızda yaygınlaşan ve yoğunlaşan baskı ve sömürü aygıtlarının temel rol oynadığını görmekte zorluk çekmeyeceğiz. İç içe geçen maddi ve ideolojik tekellerin topluma karşı yürüttükleri baskı ve sömürü savaşları söz konusudur. Daha Sümer ve Mısır rahip devletinden beri bu sorunlar oluşturulmuş ve savaşlarla daha da büyütülmüşlerdi. Bu da, yaşadığı büyük deneyimden sonra “ateşi ateşle söndüremezsin” derken büyük bir gerçeği dile getiriyordu. İktidar savaş demekti. Savaş ise sömürüydü. Dolayısıyla iktidar ancak iktidarla savaşırdı. Çünkü tatlı karın başka yolu yoktu.

Tarihin sonu geldi denirken hakikate daha fazla yakınız
 
Böylelikle 5.000 yılı aşan uygarlık tarihi bir yandan günlük sorun üreten tarih iken, çözüm aracı diye ortaya atılan hayali çözümler de sadece sorunları yaygınlaştırıp yoğunlaştırmış oluyordu. Sümer rahiplerinin ne görkemli tanrılar mitolojisi, ne aynı kaynaklı tek dinlerin tanrı ve peygamberleri ne de çok başlı mezhep parçalanmaları derinleşen köleliğe çare olamıyordu. Hayali çözümler maddi çözümlere dönüşemiyordu. İktidar ve sömürü tekelleri tüm kavimlere taşmakla yetinmeyip ulus-devlet temelinde toplumun en temel hücrelerine kadar sızdığında oluşan tablo sorunların tüm topluma yayılması anlamına gelir. 5.000 yıllık zulüm ve sömürü tekellerinin artık sorunları sızdıracak dolayısıyla karlarını arttıracak başka toplum gözenekleri kalmadığına göre gerçekten de sonları da gelmiş veya gözükmüş olmaktadır. Bu anlamda tarihin sonu gelmiştir derken belki de her zamankinden daha fazla hakikate yakınız.

Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.

Suriye, Türkiye’nin Kürdistan Kaygısını Derinleştiriyor

Türkiye’nin temel hassasiyeti Kürt sorununun ‘günün birinde ülkeyi böleceği’; dolayısıyla da Türklerin Anadolu’daki ‘bin yıllık’ egemenliklerine son vereceği ve Türkiye’nin ‘stratejik önemini’ işlevsiz hale getireceği endişesidir.

Kaygı, korku ve suçluluk duygusunun kaynaklık ettiği bu ‘bölünme’ hassasiyeti yüzünden ister içeride, ister dışarıda olsun Kürtlerle ilgili yaşanan her gelişme Türkiye’yi derinden etkiliyor.

Kürt dendi mi sistemin kimyası bozuluyor. Ülke bu yüzden sık sık sendrom; ‘Kürt sendromu’ geçiriyor.

Son günlerde Suriye’yle ilgili yaşanan gelişmeler de ‘Kürt sendromundan’ kaynaklanıyor. Olaylar Türkiye’nin tansiyonunu yükseltmişe, sistemin kimyasını bozmuşa benziyor. 

Suriye rejiminin çöküşe geçmesi ve Irak Kürdistanı’ndan sonra Suriye Kürdistanı’nın da Kürtlerin eline geçme ihtimalinin belirmesi; Kürdistan’ın iki parçasının birleşeceğinin görülmesi Türkiye’yi alt üst etmiş görünüyor. 

 Kürdistan’ın iki parçasının birleşmesi ve Kerkük’ten Akdeniz’e uzanan koridorun Kürtlerin eline geçmesi ihtimali açık ki ‘derin kaygı’ yaratıyor.

 Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan, „Suriye meselesi bizim iç meselemizdir“ derken ve Suriye’yi ‘sabrın sonuna’ gelmekle tehdit ederken asıl olarak bu ‘kaygıdan’ hareket ediyor. 

Tabii, Irak gibi Suriye de tarihi dinamiklerin ‘ulusal’ temeller üzerinde şekillendirdiği bir ülke değil. Millet ve milliyetçilik bilinci gelişmemiş olduğundan egemen olan aşiret ve aile ilişkileridir.

 Irak gibi Suriye de İngiltere-Fransız ikilisinin yerli halkların başına bela ettiği aile devletleridir. Bu ülkelerin sınırları emperyalizmin çıkarlarına göre çizilmiştir. Bunlar ‘böl-yönet’ politikası ülkeleridir. 

Ancak artık devir değişmiştir.Birinci Paylaşım Savaşı sonrası ‘böl-yönet’ politikasıyla oluşturulan statüko çökmüştür. Aile devletleri çözülmekte, despotik rejimler peş peşe devrilmektedir. Nesnel süreç emperyalizmin halkların arasına çektiği duvarları yerle bir etmekte, baskıcı rejimleriyse tasfiye etmektedir.  

Nesnel süreç aynı zamanda 100 yıl öncesi dört parçaya bölünen Kürdistan’ın birleşmesini ve özgürleşmesini de mümkün hale getirmektedir.

Bu da Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi sayesinde ‘jeopolitik önem’ kazanan Türkiye’nin tansiyonunu yükseltmektedir.  Kürdistan’ın birleşmesi, özgürleşmesi ve Akdeniz’e uzanan hattın Kürtlerin eline geçmesi, ‘Türkiye’nin stratejik önemini’ ciddi manada darbeleyecektir. 

Türkiye bunu bilmekte ve bunun yarattığı ‘kaygıyla’ hareket etmektedir. Suriye’yi tehdit etmesi ve ordusuna ‘hazır ol’ emri vermesi bu yüzdendir.

Dünyaca ünlü Yahudi kökenli Amerikalı akademisyen George Friedman, yıllar öncesinden şunları yazmıştı;
„Suriye ve Irak’taki istikrarsızlık Türk çıkarlarını doğrudan etkileyecek. Özellikle Kürtler bir kez daha kendi devletlerini kurmayı düşünürken… Türkler güneye doğru ilerleyecek ve hakim olacaktır!“ (Gelecek 100 Yıl, Pegasus Yayınları, Sayfa: 209)
Arap Baharı Türkiye’nin ‘güneye doğru ilerlemesini’ kaçınılmaz hale getirmiştir. 

 Fakat onun Irak’a ve İran’a olduğu gibi Suriye’ye giden yolu da Kürdistan’dan geçmektedir.

Bu da Türkiye’yi Kürtlerle topyekün savaşmak ya da  uzlaşmak seçeneğiyle yüz yüze getirmektedir.

Nesnel süreç, Türkiye’nin bölgesel ve küresel hedeflerini gerçekleştirebilmesi için Kürtlerle uzlaşmadan geçtiğine işaret etmektedir. Süreç ona inkar ve imhadan vazgeçmeyi; Kürt ve Kürdistan sorununu barışçıl- demokratik yöntemlerle çözmeyi dayatmaktadır. 

Türkiye’nin bundan kaçma şansı da bulunmamaktadır. Son yüzyılı direnişle geçiren Kürdistan halkının binbir bedel ödeyerek yarattığı birikim Türkiye’ye Kürtleri bir kez daha tepeleme şansı vermemektedir.

Türkiye’nin bütün yolları Kürtlerle uzlaşmaktan geçmektedir. Bu ülke artık Kürtsüz ve Kürdistan’sız olmuyor, olamıyor.
Ikrçı zihniyetinden ve eskinin tepkici alışkanlığından kopmamış da olsa, coğrafyanın gerçeğine, bölgesel dengelere ve reel politikaya kayıtsız kalamayan Türkiye, bu sorunu çözmeye mecbur olduğunun farkında. 

Bütün mesele bunu ‘ucuza kapatmak’, Kürtleri dalgalandırmadan yapmak istemesinden kaynaklanıyor. Suriye hesapları da buradan kaynaklanıyor. Pazarlık masasına güçlü oturmaya; iç ve dış dinamikler karşısında avantaj kazanmaya çalışıyor.
Ancak ne yaparsa yapsın her iki tarafın; Türkiye ve Kürdistan’ın çıkarlarını gözeten hakkaniyetli bir çözümden kaçması da mümkün görünmüyor.

Türkiye’nin oturup bunu hazmetmesi gerekiyor. 

Hazmettiği; Kürtlerle ilişkilerini eşitlik, özgürlük ve gönüllü birlikte temelinde yenilediği gün, Kürt sorununun ‘ülkeyi böleceği’ kaygısından kurtulacaktır. ‘Kaygı’ yerini motivasyona bırakacaktır.
Kürt dinamiği o güne değin dik durmalı, birliğini kalıcılaştırmalı ve elindeki kartları iyi kullanmalıdır...

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Suriye’ye Giden ‘Mesaj’


17
Kasım 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti ‘Sonun Saddam gibi olmasın’. Dünkü Hürriyet gazetesinin bu kez sayfalardaki başlığı ‘Mübarek gibi sonun olmasın.’ Uyarılan kişi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat. Kasım 2005’te, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, güvenlik zirvesi ardından Rice‘ın ‘Hariri suikastının aydınlanmasında işbirliği istiyoruz’ mesajını Suriye’ye iletmek üzere Şam’a uçmuştu.

Kaçınılmaz
durum

Dün Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye Türkiye’nin ‘katliamlara son ver’ mesajını iletmek üzere uçtu. Türkiye’nin Suriye’de yaşananlara sessiz kalmasını beklemek haksızlık olurdu. Ancak daha önce de yazdığım gibi, konu ‘insani müdahalede’den ziyade ‘reel politika’ konusu. Bu 2005’te de böyleydi, şimdi de böyle. Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı ittifakı ile Suriye-İran cephesi, Davutoğlu’nun ‘hayalci dış politika diye eleştiri hedefi yapılan tüm çabalarına rağmen kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelecekti ve geldi.

Hal böyle iken, tamamen siyasi bir çatışma konusu ve alanı olan, Batı ittifakına karşı İran-Suriye hattı çerçevesindeki gelişmelere başka kılıflar bulma çabaları öne çıkıyor. Bunun son örneği Semih İdiz’in ‘İran konusunda gözler açılıyor’ başlıklı yazısı. İdiz, Zaman Gazetesi yazarı Bülent Keleş’in cumartesi günkü yazısını (Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü) merkeze alarak, olayı mezhep kavgası şeklinde takdim etme çabasına ‘mütevazı bir katkı’ yapmış. İran’ın ‘Şiici ideolojisi’ ile Suriye’nin Nusayri rejimi arasında bağlar kurmuş. Oysa Nusayriliğin Şia ile bağı, bizim Aleviliğin Şia ile bağıdan fazla değildir. Yani ortada dini, mezhebi bir yakınlık yok. Suriye-İran ittifakının temeli mezhep değil, siyasi çıkarlardır. Nitekim, yakın zamana kadar Filistin’de Sünni Hamas örgütü de bu hat içinde idi. Şimdi Ortadoğu’da dengeler değişirken, aslında anti-Batı ittifakı olan bu hat, ‘anti-Sünni ittifak’ olarak resmedilmeye çalışılıyor. Benzer bir çaba, Gökhan Bacık’ın 5 Ağustos tarihli yazısında(Zaman Gazetesi) da göze çarpıyor.

Bu yaklaşım yeni değil. Bölgede Batı yanlısı Sünni rejimler ve bu arada Mübarek rejimi, bölgedeki çatışmayı, öteden beri Sünni-Şii çatışması olarak resmetmeye özen gösterirdi. Nisan 2009’da Mübarek rejimi, Gazze’ye silah sokmaya çalışan Hizbullah mensupları ve onlara yardım eden Mısırlıları tutuklamış, gerekçe olarak ‘İran’ın Arap dünyasına Şiiliği yayma’ girişimini göstermişti. 2005 Hariri suikastından sonra, bölgede çatışma hattı iyice gerildikten sonra, Sünni-Şii çatışması tezi yaygınlaşmıştı. Bush döneminin gözde fikir babalarından Vali Nasr‘ın 2006’da yayımladığı ‘The Shia Revival’ (Şii Yükselişi) başlıklı kitabı bu teze teorik temel kazandırıyordu. Aynı dönemde, Ürdün Kralı Abdullah, bölgede ‘Şii hilali tehdit’ine girişmişti.

Din
temelinde kılıf
 
Türkiye öteden beri, İran ile ilişkileri belli bir dengede tutmasına karşın Batı yanlısı Sünni rejimlere yakındır. Arap baharı sonrası, bu ittifakın yeniden ve daha güçlü kurulması hedefleniyor. Bölgede çatışma hattı gerginleşince, Türkiye de bu çerçevede hareket etme ihtiyacı duyuyor. Buraya kadar tamamama kimse bu duruma mezhep-din temelli kılıf bulmaya çalışmasın. Muhafazakâr çevrenin, reel politikaya vicdani temel bulma işine girişmesi bir yana, Semih İdiz’in Türkiye’nin ‘mütedeyyin kesim’ine seslenme çabası çok sakil kaçıyor. Bu çabayı kendisi şöyle ifade etmiş: “Halkımızın, mütedeyyin kesiminin de artık özellikle Suriye’deki gelişmeler ışığında ‘İran gerçeğini’ daha kavramaya başladığını görüyoruz.”

Pragmatik
dış politika
 
İdiz bu arada, İran ile pragmatik çıkar ortaklığı konularını da unutmamış. “Elbette ki İran ile ilişkileri bozalım demiyoruz, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, iktidarda kim olursa olsun, Ankara’ya pragmatik bir dış politika gütme zorunluluğu yüklemektedir” demiş!! ‘İran ile ilişkilere pragmatik bakmaktan’ kastı, son günlerde İran’ın Kuzey Irak’ta yürüttüğü askeri operasyonun Türkiye’nin işine gelmesi, bu konuda uzlaşmaya gölge düşmemesi kaygısı olsa gerek.
 
Reel politika işte böyle bir şey; ilke, insani kaygı gözetmiyor ve çoğunlukla gerçeklerin üstünün örtülmesini gerektiriyor. İsyan ettiğim ve özetle söylemeye çalıştığım bu

Nuray Mert

Sri Lanka'da Ne Olmuştu?


Sri Lanka’nın hak arayan Tamilleriyle kendimizi benzeştirdiğimizden Sri Lanka örneği denir denmez aklımıza LTTE’nin akibeti geldi. Son savaşçısı öldürülene kadar ve hiçbir savaş kuralı tanımadan yok edildikleri. Elbette Prabhakaran’ın ve etrafındakilerin teslim olmayıp son savaşçı da düşene kadar savaşmalarını anabiliriz ama Sri Lanka örneğinden bahsin bu olduğunu sanmıyorum. Ezenlerin diğer ezenleri kendilerine örnek aldıklarını diyerek devam edeyim.

Önce ne olmuştu Sri Lanka’da, kuzeyi ve doğusuna denk düşen, Tamillerin İlam diye bildiği topraklarda onu hatırlayalım.
Prabhakaran liderliğindeki LTTE (Tamil İlam Kurtuluş Kaplanları) bir türlü iyi organize olamayan Sinhala etnisitesi yönetimindeki Sri Lanka ordusuna karşı fedai tarzı saldırılara ek olarak gerçek manasıyla terör eylemlerini de kullanarak üstünlük elde ediyordu. Her ne kadar LTTE başarılı oluyorduysa da, diğer bir bakış açısıyla da aslında Sri Lanka ordusu dökülüyordu. Hem sayı hem lojistik üstünlüklerine rağmen iyi organize olamayışları, yolsuzluk içinde olmaları; komuta kademesindekilerin şahsi çıkarlarını başka şeylerin önüne koymaları (yolsuzluk); ordunun bir bütün olarak teknik yönden iyi bir beceri sergileyememesi, vb sebeplerden dolayı LTTE Tamillere ait saydığı coğrafyada hüküm alanını genişletiyordu.

Kısa bir not: Aklınıza Ahmet Altan’ın Türk ordusuna yönelik eleştirileri gelsin. Türk ordusu komuta kademesine yönelik olan eleştirileri düzenli bir biçimde neden başarısız oldukları, çok kayıp verdikleri, asker kayıplarını neden engelleyemedikleri yönlü oldu. Sorgulamaları hep Türk ordusunun iyi bir ordu olamayışına dair oldu. Paşa torunu ya ne de olsa. Notu kapatalım.

Sri Lanka’da LTTE’nin büyük zaferi sonrası seçimle devlet başkanlığı koltuğuna oturan Rajapakse, ordu yönetimine General Fonseka’yı oturtup, bürokratik sebeplerle rütbesi kıdemle yükselen ve ön saflarda yer alan ama herhangi bir başarıları olmayan komutanları kızağa çekip, rütbesi yeterli olmasa bile başarılı olan komutanlarla, onları ön cepheye sürerek savaşın sürdürülmesi politikasını yürüttü. Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nden yeni savaş gereçleri satın aldı. Sonrasında LTTE çok hızlı bir biçimde yenilmeye başladı. Sri Lanka örneği budur. Sri Lanka ordusunun muharip yönünü reorganize etmesi, yenilemesidir. Ama aynı zamanda savaş sonrasında Rajapakse’nin Fonseka’yı ihanet suçlamasıyla demir parmaklıkların arkasına atmasıdır da! Asker ve moral denklemi hakikaten de önemlidir.

PKK’nin LTTE, Kürdistan’ın Tamil İlam olmadığına kısaca değinip geçelim (Tamil Nadu Hindistan’ın Tamil nüfuslu büyük, zengin ve önemli bir federe devletidir). LTTE, belli bir alanı kontrol eden, devletleşmeye çabalayan ama kapasitesinin üstünde becermeye kalkıştığından beceremeyen bir örgüttü. Alan kaybederek geriledi, hep alan korumaya çalışarak da yenilgisini garantiledi. Koruyamayacağı kadar geniş bir alanı savunmaya çalışmak stratejisiyle; gücüne uygun noktalarda rakibi / düşmanı uzlaşmaya hazırken bunu reddeden yüksek kibirli politikasıyla mağlubiyetini baştan ilan etmiş gibi bir örgüttü. Fazla detaya girmeyelim. Yeniğin yenilgisine dair ansiklopediler de yazılabilir. Tarihi avcılar yazıyor, unutmayalım.

PKK’nin Kuzey Kürdistan’da alan koruma gibi bir durumu yok, bunu öncelikle demek gerekir. Qandil bahsi edilirse de, zannımca, Qandil’den çıkmak PKK’yi zayıflatmak yerine güçlendirir. Bu tabii üzerinde türlü spekülasyon yapılabilecek bir konu. Böyle bir tartışmaya girmek işin özünü kaçırmak demek. İş Türklerin Kürdler üzerindeki politikaları, TC’nin Kürdistan üzerindeki tahakkümüne dairdir.

Sinhalalar da ırkçıdır ama Tamiller üzerindeki siyasi / politik yasaklarla Kürdler üzerindeki ırkçı yasaklar birbiriyle kıyaslanabilecek şeyler değildir. Ayrıca coğrafi dağılım, komşu halklarla etkileşim, vb ilişkileriyle ele alındığında Kürdler Sri Lanka Tamillerine olsa olsa iki flu fotoğrafın miyop gözle benzetildiği kadar benzer. Eğer Türk Devleti direksiyonunda oturanlar bu hayali görüyorsa vay derim. LTTE’ye daha çok benzeyen kendileri oluyor öyle bir durumda.

Toplayacak olursam, Sri Lanka örneğinin Türklerin silahlı güçlerinin komuta kademesinde (istifalarla da garantilenen) bir yeniden yapılanmanın ilanı olduğunu düşünebiliriz. Tahminimce Fehmi Koru ve Hüseyin Gülerce’nin açıklamaları aynı şeyi anlatan iki yazı; biri burnundan tutmuş anlatmış fili (yeni politikayı) diğeri kuyruğundan. Yazdıkları kısaca şiddeti daha organize kullanacaklarını anlatıyor.

İslam barış demek, bunların dilinde ırkçılığa dönüşüyor. Kürdler 1924’ten beri aynı ırkçılığın belini kırmaya çalışıyorlar, Türklerin veya Türklüğün değil. Anlayamamışlar.
Ne demişti Zerdüşt binlerce yıl önce: doğan güneşin altında yeni olan birşey yok.