Ulus devletler farklı süreçler sonucu ortaya çıksalar da hepsinin altında yatan temel felsefe aynıdır. Bu felsefeyi birbiriyle yakından ilişkili olan uluslaşma, ulus devlet, ulusal egemenlik, ulusçuluk, ulusal kimlik gibi kavramlar şekillenmektedir.
Ulus inşasında tarihsel olarak pek çok yerde görüldüğü gibi genellikle sert yöntemlerle (Fransa'da Jakoben ulusçuluk ve Türkiye'deki Kemalist ulusçuluk gibi) bastırılarak ulusal kimliklerin homojenleştirilmesi sağlanır. Yöntemsel olarak diğer etnik grup ve kültürler sorun teşkil ettiği ölçüde ulus-devlet tarafından her türlü baskı (soykırım, tehcir vb.) ve asimilasyonla ortadan kaldırılma yoluna gidilir.
Bu mümkün olmazsa ayrımcılık, entegrasyon, özerklik, federalizm veya azınlık statüsü gibi değişik yöntemler kullanılarak aşılır. Fakat en çok rastlanan ve teorik olarak hedeflenen asimilasyondur. Çünkü bir bakıma ulus-devlet heterofobi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle asimilasyon etnik grup ya da grupların etnik ve kültürel kimliğini ulusal kimlik içinde eriterek çoğunlukla kaynaşmayı öngörür.
Üniter anlayışın temel ilkesi olan 'Devletin tekliği ve bölünmezliği' teorik olarak hem ülke topraklarının tek elden yönetilmesini (merkeziyetçi), hem egemenliğin tek elde toplanmasını, hem ulusun tekliğini, dolayısıyla kimliğin tekliğini (tek ulus) hem de ulusun tek bir siyasal yapı altında toplanmasını (tek devlet) beraberinde getirmektedir.
Ulus devletin benimsediği tek devlet, tek ülke, tek ulus, tek bayrak olarak ifade edilen bu üniter-tekçi anlayış, ulusal-etnik-dilsel sorunların ortaya çıkmasında önemli rol oynar. Çünkü bu anlayış farklılıkları giderek türdeş bir toplum oluşturma ve bu sayede toplumu denetim altında tutarak kolayca yönetmeyi amaçlamaktadır.
ÇATIŞMA NEDENLERİ
Ulus-devlet ile diğer etnik gruplar arasındaki gerilimin nedenlerinin ulus-devletin şu kurgusal özelliklerinden kaynaklandığı söylenebilir:
1. Aynı dili konuşan, aynı kültür ve tarihi mirası paylaşan, mümkünse aynı soydan gelen ve aynı dine inanan ama her halükarda türdeş olduğuna inanılan ulus-devletin örtüştüğü varsayımı,
2. Devletin ulusçuluk ideolojisi ile sahip olduğu uluslaştırma araçları (zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, vatandaşlık, iletişim siyasal katılım, hukuk vb. gibi) kullanıp vatandaşlarını kendi belirlediği ve tüm ulusu kapladığı ileri sürülen ulusal kimlikte tanımlayarak, sadakat ve aidiyetin sadece bu kimliğe yönelmesini istemesi,
3. Devletin meşruiyetini ulusun kendisine verdiği egemenlikten alması.
4. Bu egemenlikten doğan iktidarı ve yetkileri tek elde toplaması, yani üniter-merkeziyetçi karakteri.
Bu özellikler, genellikle 'Devletin ülkesi ve ulusuyla tekliği-bölünmez bütünlüğü' söylemi ile formüle edilir.
Kısacası etnik-ulusal gruplarla, ulus-devletler arasındaki gerilimin nedeni aralarındaki ontolojik ilişkide yatmaktadır. Çünkü bu diyalektik (tez-antitez) bir ilişkidir, ulus-devlet diğer ulusal grupları ortadan kaldırarak, ulusun bir parçası yapmak istediği için tezdir. Halklar ise kendi kimliklerini tam güvenceye almak isterler. Bunun en sağlam yolu ise kendi devletine sahip olmaktadır. Ulus ve self-determinasyon hakkı etnik grupları böyle davranmaya iter. Yani ulusal grupların nihai amacı şartların uygun olması halinde bağlı olduğu devletten ayrılmaktır. Bu nedenle antitezdir.
Bu ilişkiden doğan sentez ise aslında bugün sunulmaya çalışıldığı gibi 'Ulus-devlet içinde, halkların, kültürlerin korunması değil, ulus-devletten farklı belki ulus üstü bir yapı içinde kültürlerin korunmasıdır.' Çünkü ulus-devlet tez olarak çelişkinin bir parçasıdır. O nedenle sentezde yer almaz. Zaten uygulamada ulus-devletin tekelci gücü karşısında halkların korunması da mümkün değildir; nitekim olmadığı da ulus devletlerin uygulamalarında görülmektedir. Sentez, özerk-demokratik yapılanmalarla gerçekleşebilir.
ULUSLARARASI SORUN
Öte yandan etnik grup sorunları sadece ulus-devletlerin iç politikasını ilgilendiren ulusal bir sorun değil, aynı zamanda uluslararası ve bölgesel istikrarı etkilediği ölçüde uluslararası bir sorundur da. Bu açıdan ulusal, kültürel sorunlar kısa sürede uluslararası boyut kazanabilir.
Yine ulusçuluğun çifte karakterine de sentez açısından dikkat etmek gerekir. Çünkü ulusçuluk hem kurulu ulus-devletin ideolojisidir hem de ulusal devlet kurmak isteyen ulusal ya da etnik grupların ideolojisidir. Bu nedenle ulusçu ideolojinin ve self-determinasyon hakkının ulus-devlet diğer etnik-ulusal gruplar ilişkisi bakımından kısırdöngüye yol açtığı bilinir. Birleştiren-güçlendiren tek yöntem ancak demokratik esaslara dayalı bir özerklik modeli olabilir.
Tarihsel gelişim içinde self-determinasyon hakkı, ayrılma hakkını içerecek biçimde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bugün ise iç self-determinasyon türü bir yorumlama var. Bu haliyle etnik ya da ulusal gruplar için self-determinasyon hakkı belli bir bölgede yoğunlaşmış, toplu olarak yaşayan etnik kimliklerin korunması ve eşit siyasal katılımın yanı sıra kendisiyle ilgili konularda karar mekanizmalarında söz sahibi olmaları ve hatta siyasal ve idari özerkliğe sahip olmaları anlamına geliyor.
Bu her iki hak da ulus-devlet siyasetinde kabul görmüyor. Bu hakların bütünleştirici değil, ayrıştırıcı bir işlev gördüğüne inanılıyor. Nitekim bundan dolayı grup yerine bireysel haklardan yanadır. Bunun nedeni, ulus-devletlerin gruplara uluslararası kişilik verilmesini istememesidir. Çünkü bu zihniyete göre etnik grup hakkı ulus-devleti parçalayabilir.
ÇÖZÜM NEREDE?
Günümüzde farklılıklar ulus-devletin sunduğu kimliğe meydan okurlar. Farklılıkların kabulüyle birçok ulus-devlette gerek bireyler gerekse gruplar düzeyinde türdeş bir varlık biçimi ve icat edilmiş bir bilinç durumu olarak 'ulus'a' sadakat azalmakta, farklılık bilinci belirginleşmekte, böylelikle ulus-devletin toplumu tek ve türdeş bir kolektif varlık olarak görme yönündeki geleneksel eğilimi temelsizleşmektedir.
Çünkü çok kültürlülük rejimi farklılıkları ortadan kaldırmaya dönük asimilasyon politikasını reddettiğinde, farkların hoş görülmesinin ötesinde korunmasını ve teşvik edilmelerini istediğine ve bunun için de devlete birtakım yükümlülükler getirdiğine göre, devlet artık eğitimde, ekonomik-sosyal yaşamın diğer alanlarında çok kültürcü-çok uluslu politikalar izleyerek toplumsal dokuyu ulus devletin tek düzeliğinden çıkarmak, türdeş yapısını bozmak zorunda kalmıştır.
Günümüzde üniter yapılı devletlerde değişik adlar altında (İspanya'da özel topluluk-yönetim, İtalya'da bölge, Portekiz'de siyasal bölge, Fransa'da özel statülü bölge, Belçika'da federasyon) ülkenin tekliğini tartışmalı hale getirecek siyasal nitelikli birtakım egemenlik haklarıyla donatılmış bölgeler kurulmuştur.
Uygulamada merkeziyetçi üniter devlet modelinde yerel yönetimlerin ya da 'bölgelerin' yasa yapma yetkisine sahip olması ancak 'bölgeli-özerk sistem modeli ile mümkün olmaktadır. Bölgeli-özerk sistem üniter devlet ile federal devlet arasında bir formüldür.
Bölgeli-özerk sistem modeli esas olarak devletin ve ülkenin tekliği anlayışı üzerine kurulu olmasına karşın, etnik ve kültürel özellikler ya da tarihin veya ekonomik-siyasal nedenlerle farklılaşan bölgelere tanınan siyasal özerklikle, klasik anlamıyla üniter devletin tek siyasal karar merkezli devlet olma biçimini aşındıran bir modeldir. Öte yandan bu tür farklılaşmalardan kaynaklanan çatışmaların 'yönetilmesinde' birlikte yaşamayı sağlayan bir seçenek sunmaktadır.
İSPANYA MODELİ
Bu bölgesel-özerk yönetimlere bir örnek olarak İspanya'daki özel topluluk modelini verebiliriz. 1978'deki anayasasıyla, İspanya'daki bütün halkların kültürlerini, geleneklerini ve dillerini korumayı kabul eder. Anayasada 'İspanya ulusunun ve vatanının bölünmez bütünlüğü' vurgulanmakta; bununla birlikte 'ulusu oluşturan farklı toplulukların özerklik hakları olduğu' da belirtilmektedir.
Böylece İspanya, ulusun farklı topluluklardan oluştuğunu kabul ederek tekçi ve asimilasyoncu ulus anlayışından (Fransa-Türkiye modeli) farklı bir ulus anlayışı benimseyerek, etnik farklılıkları korumak için kendine özgü bir model geliştirmiştir. Bu modelde üniter devlet mantığı içinde bölgelere siyasal özerklik tanınırken, egemenliğin sadece İspanya ulusuna değil; ama İspanya halkının bütününe ait olduğunu belirterek diğer ulusal grupların self-determinasyon hakkını da dışlamıştır.
Etnik farklılıkları tanıma anlayışını idari yapılanmasına da yansıtan İspanya bu haliyle, klasik anlamda ne üniter ne de federal yapılı bir devlettir. Burada adına 'bölgeli devlet' diyebileceğimiz bir yapı söz konusudur. Genel görünümüyle üniter yapıda olan sistem, bölgelere verilen özerklik ve bazı yetkiler nedeniyle üniter olarak adlandırmak yerine 'Özerklikçi' olarak nitelendirilmiştir.
1978 tarihli İspanya Anayasası'nın ikinci maddesinde yer alan 'Anayasa İspanyol ulusunun bölünmez bütünlüğüne, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır ve onu oluşturan ulusların ve bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki dayanışmayı tanır ve güvence altına alır' ifadesiyle, bölgeler için özerk yönetim yetkileriyle donatılmış, genel oyla seçilen bir yasama meclisi ve hükümet konseyinden oluşan bölgesel kurumlar oluşturulmasında olanak tanımıştır. Nitekim her bölgenin kendi anayasası da vardır.
İspanya'da özerklik statüsü, bölge ve il meclisleriyle belediyelerden gelen talep üzerine ya da böyle bir talep olmaksızın parlamentonun doğrudan kabulü veyahut halk oylamasıyla kazanılmaktadır. İspanya Anayasası bölge statüsüne ilişkin ayrıntıları düzenlememiş, bunlar bir yasayla tespit edilmiştir. Kabul edilen yasaya göre merkez ile bölgeler arasındaki yetkilerin dağılımı farklılıklar göstermiştir.
Özerk topluluklar yasama, yürütme, idare, eğitim, çevre koruması, yollar, iç güvenlik, ormancılık, avlanma, ekonomik kalkınma, kültür ve dillerin yönetim ve karar haklarına sahipseler de savunma ve adalet konularındaki yetkileri merkeze aittir. Her özerk bölgenin kendi yasama ve yürütme organları bulunmakla birlikte, bölge meclisleri kararları anayasa mahkemesi denetimine tabidir. Ayrıca özerk bölge başkanları simgesel de olsa kral tarafından atanmakta, dolayısıyla devlet memurluğu niteliği kazanmaktadır.
Burada özerklik sistemiyle toplum farklılıklarının karşılıklı saygı ve birbirini tanıma yelpazesi içinde birbirini dengelediği ve çoğunluğun hegemonyasının sınırlandırıldığı bir yapı üzerine oturtmakta ve tüm farklı gruplar kültürel haklarına hukuken ve fiilen sahip olmaktadır. Devlet etnik ilişkiler temelinde değil vatandaşlık temelinde demokrasiyi içselleştirmekte ve bütün toplulukların eşit siyasi hakları bulunmaktadır. Böylesi bir sistemde hiçbir grup zorla asimile edilemez. Farklı kültürel kimliklerin bir arada var olmasına hatta gelişmesine imkan tanınır. Aynı zamanda bütün etnik gruplar bir tek devlete ait olma duygusunu da paylaşırlar.
Cihan ÖZYILDIZ *
* Bingöl M Tipi Cezaevi
Ulus inşasında tarihsel olarak pek çok yerde görüldüğü gibi genellikle sert yöntemlerle (Fransa'da Jakoben ulusçuluk ve Türkiye'deki Kemalist ulusçuluk gibi) bastırılarak ulusal kimliklerin homojenleştirilmesi sağlanır. Yöntemsel olarak diğer etnik grup ve kültürler sorun teşkil ettiği ölçüde ulus-devlet tarafından her türlü baskı (soykırım, tehcir vb.) ve asimilasyonla ortadan kaldırılma yoluna gidilir.
Bu mümkün olmazsa ayrımcılık, entegrasyon, özerklik, federalizm veya azınlık statüsü gibi değişik yöntemler kullanılarak aşılır. Fakat en çok rastlanan ve teorik olarak hedeflenen asimilasyondur. Çünkü bir bakıma ulus-devlet heterofobi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle asimilasyon etnik grup ya da grupların etnik ve kültürel kimliğini ulusal kimlik içinde eriterek çoğunlukla kaynaşmayı öngörür.
Üniter anlayışın temel ilkesi olan 'Devletin tekliği ve bölünmezliği' teorik olarak hem ülke topraklarının tek elden yönetilmesini (merkeziyetçi), hem egemenliğin tek elde toplanmasını, hem ulusun tekliğini, dolayısıyla kimliğin tekliğini (tek ulus) hem de ulusun tek bir siyasal yapı altında toplanmasını (tek devlet) beraberinde getirmektedir.
Ulus devletin benimsediği tek devlet, tek ülke, tek ulus, tek bayrak olarak ifade edilen bu üniter-tekçi anlayış, ulusal-etnik-dilsel sorunların ortaya çıkmasında önemli rol oynar. Çünkü bu anlayış farklılıkları giderek türdeş bir toplum oluşturma ve bu sayede toplumu denetim altında tutarak kolayca yönetmeyi amaçlamaktadır.
ÇATIŞMA NEDENLERİ
Ulus-devlet ile diğer etnik gruplar arasındaki gerilimin nedenlerinin ulus-devletin şu kurgusal özelliklerinden kaynaklandığı söylenebilir:
1. Aynı dili konuşan, aynı kültür ve tarihi mirası paylaşan, mümkünse aynı soydan gelen ve aynı dine inanan ama her halükarda türdeş olduğuna inanılan ulus-devletin örtüştüğü varsayımı,
2. Devletin ulusçuluk ideolojisi ile sahip olduğu uluslaştırma araçları (zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, vatandaşlık, iletişim siyasal katılım, hukuk vb. gibi) kullanıp vatandaşlarını kendi belirlediği ve tüm ulusu kapladığı ileri sürülen ulusal kimlikte tanımlayarak, sadakat ve aidiyetin sadece bu kimliğe yönelmesini istemesi,
3. Devletin meşruiyetini ulusun kendisine verdiği egemenlikten alması.
4. Bu egemenlikten doğan iktidarı ve yetkileri tek elde toplaması, yani üniter-merkeziyetçi karakteri.
Bu özellikler, genellikle 'Devletin ülkesi ve ulusuyla tekliği-bölünmez bütünlüğü' söylemi ile formüle edilir.
Kısacası etnik-ulusal gruplarla, ulus-devletler arasındaki gerilimin nedeni aralarındaki ontolojik ilişkide yatmaktadır. Çünkü bu diyalektik (tez-antitez) bir ilişkidir, ulus-devlet diğer ulusal grupları ortadan kaldırarak, ulusun bir parçası yapmak istediği için tezdir. Halklar ise kendi kimliklerini tam güvenceye almak isterler. Bunun en sağlam yolu ise kendi devletine sahip olmaktadır. Ulus ve self-determinasyon hakkı etnik grupları böyle davranmaya iter. Yani ulusal grupların nihai amacı şartların uygun olması halinde bağlı olduğu devletten ayrılmaktır. Bu nedenle antitezdir.
Bu ilişkiden doğan sentez ise aslında bugün sunulmaya çalışıldığı gibi 'Ulus-devlet içinde, halkların, kültürlerin korunması değil, ulus-devletten farklı belki ulus üstü bir yapı içinde kültürlerin korunmasıdır.' Çünkü ulus-devlet tez olarak çelişkinin bir parçasıdır. O nedenle sentezde yer almaz. Zaten uygulamada ulus-devletin tekelci gücü karşısında halkların korunması da mümkün değildir; nitekim olmadığı da ulus devletlerin uygulamalarında görülmektedir. Sentez, özerk-demokratik yapılanmalarla gerçekleşebilir.
ULUSLARARASI SORUN
Öte yandan etnik grup sorunları sadece ulus-devletlerin iç politikasını ilgilendiren ulusal bir sorun değil, aynı zamanda uluslararası ve bölgesel istikrarı etkilediği ölçüde uluslararası bir sorundur da. Bu açıdan ulusal, kültürel sorunlar kısa sürede uluslararası boyut kazanabilir.
Yine ulusçuluğun çifte karakterine de sentez açısından dikkat etmek gerekir. Çünkü ulusçuluk hem kurulu ulus-devletin ideolojisidir hem de ulusal devlet kurmak isteyen ulusal ya da etnik grupların ideolojisidir. Bu nedenle ulusçu ideolojinin ve self-determinasyon hakkının ulus-devlet diğer etnik-ulusal gruplar ilişkisi bakımından kısırdöngüye yol açtığı bilinir. Birleştiren-güçlendiren tek yöntem ancak demokratik esaslara dayalı bir özerklik modeli olabilir.
Tarihsel gelişim içinde self-determinasyon hakkı, ayrılma hakkını içerecek biçimde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bugün ise iç self-determinasyon türü bir yorumlama var. Bu haliyle etnik ya da ulusal gruplar için self-determinasyon hakkı belli bir bölgede yoğunlaşmış, toplu olarak yaşayan etnik kimliklerin korunması ve eşit siyasal katılımın yanı sıra kendisiyle ilgili konularda karar mekanizmalarında söz sahibi olmaları ve hatta siyasal ve idari özerkliğe sahip olmaları anlamına geliyor.
Bu her iki hak da ulus-devlet siyasetinde kabul görmüyor. Bu hakların bütünleştirici değil, ayrıştırıcı bir işlev gördüğüne inanılıyor. Nitekim bundan dolayı grup yerine bireysel haklardan yanadır. Bunun nedeni, ulus-devletlerin gruplara uluslararası kişilik verilmesini istememesidir. Çünkü bu zihniyete göre etnik grup hakkı ulus-devleti parçalayabilir.
ÇÖZÜM NEREDE?
Günümüzde farklılıklar ulus-devletin sunduğu kimliğe meydan okurlar. Farklılıkların kabulüyle birçok ulus-devlette gerek bireyler gerekse gruplar düzeyinde türdeş bir varlık biçimi ve icat edilmiş bir bilinç durumu olarak 'ulus'a' sadakat azalmakta, farklılık bilinci belirginleşmekte, böylelikle ulus-devletin toplumu tek ve türdeş bir kolektif varlık olarak görme yönündeki geleneksel eğilimi temelsizleşmektedir.
Çünkü çok kültürlülük rejimi farklılıkları ortadan kaldırmaya dönük asimilasyon politikasını reddettiğinde, farkların hoş görülmesinin ötesinde korunmasını ve teşvik edilmelerini istediğine ve bunun için de devlete birtakım yükümlülükler getirdiğine göre, devlet artık eğitimde, ekonomik-sosyal yaşamın diğer alanlarında çok kültürcü-çok uluslu politikalar izleyerek toplumsal dokuyu ulus devletin tek düzeliğinden çıkarmak, türdeş yapısını bozmak zorunda kalmıştır.
Günümüzde üniter yapılı devletlerde değişik adlar altında (İspanya'da özel topluluk-yönetim, İtalya'da bölge, Portekiz'de siyasal bölge, Fransa'da özel statülü bölge, Belçika'da federasyon) ülkenin tekliğini tartışmalı hale getirecek siyasal nitelikli birtakım egemenlik haklarıyla donatılmış bölgeler kurulmuştur.
Uygulamada merkeziyetçi üniter devlet modelinde yerel yönetimlerin ya da 'bölgelerin' yasa yapma yetkisine sahip olması ancak 'bölgeli-özerk sistem modeli ile mümkün olmaktadır. Bölgeli-özerk sistem üniter devlet ile federal devlet arasında bir formüldür.
Bölgeli-özerk sistem modeli esas olarak devletin ve ülkenin tekliği anlayışı üzerine kurulu olmasına karşın, etnik ve kültürel özellikler ya da tarihin veya ekonomik-siyasal nedenlerle farklılaşan bölgelere tanınan siyasal özerklikle, klasik anlamıyla üniter devletin tek siyasal karar merkezli devlet olma biçimini aşındıran bir modeldir. Öte yandan bu tür farklılaşmalardan kaynaklanan çatışmaların 'yönetilmesinde' birlikte yaşamayı sağlayan bir seçenek sunmaktadır.
İSPANYA MODELİ
Bu bölgesel-özerk yönetimlere bir örnek olarak İspanya'daki özel topluluk modelini verebiliriz. 1978'deki anayasasıyla, İspanya'daki bütün halkların kültürlerini, geleneklerini ve dillerini korumayı kabul eder. Anayasada 'İspanya ulusunun ve vatanının bölünmez bütünlüğü' vurgulanmakta; bununla birlikte 'ulusu oluşturan farklı toplulukların özerklik hakları olduğu' da belirtilmektedir.
Böylece İspanya, ulusun farklı topluluklardan oluştuğunu kabul ederek tekçi ve asimilasyoncu ulus anlayışından (Fransa-Türkiye modeli) farklı bir ulus anlayışı benimseyerek, etnik farklılıkları korumak için kendine özgü bir model geliştirmiştir. Bu modelde üniter devlet mantığı içinde bölgelere siyasal özerklik tanınırken, egemenliğin sadece İspanya ulusuna değil; ama İspanya halkının bütününe ait olduğunu belirterek diğer ulusal grupların self-determinasyon hakkını da dışlamıştır.
Etnik farklılıkları tanıma anlayışını idari yapılanmasına da yansıtan İspanya bu haliyle, klasik anlamda ne üniter ne de federal yapılı bir devlettir. Burada adına 'bölgeli devlet' diyebileceğimiz bir yapı söz konusudur. Genel görünümüyle üniter yapıda olan sistem, bölgelere verilen özerklik ve bazı yetkiler nedeniyle üniter olarak adlandırmak yerine 'Özerklikçi' olarak nitelendirilmiştir.
1978 tarihli İspanya Anayasası'nın ikinci maddesinde yer alan 'Anayasa İspanyol ulusunun bölünmez bütünlüğüne, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanmaktadır ve onu oluşturan ulusların ve bölgelerin özerklik hakkını ve aralarındaki dayanışmayı tanır ve güvence altına alır' ifadesiyle, bölgeler için özerk yönetim yetkileriyle donatılmış, genel oyla seçilen bir yasama meclisi ve hükümet konseyinden oluşan bölgesel kurumlar oluşturulmasında olanak tanımıştır. Nitekim her bölgenin kendi anayasası da vardır.
İspanya'da özerklik statüsü, bölge ve il meclisleriyle belediyelerden gelen talep üzerine ya da böyle bir talep olmaksızın parlamentonun doğrudan kabulü veyahut halk oylamasıyla kazanılmaktadır. İspanya Anayasası bölge statüsüne ilişkin ayrıntıları düzenlememiş, bunlar bir yasayla tespit edilmiştir. Kabul edilen yasaya göre merkez ile bölgeler arasındaki yetkilerin dağılımı farklılıklar göstermiştir.
Özerk topluluklar yasama, yürütme, idare, eğitim, çevre koruması, yollar, iç güvenlik, ormancılık, avlanma, ekonomik kalkınma, kültür ve dillerin yönetim ve karar haklarına sahipseler de savunma ve adalet konularındaki yetkileri merkeze aittir. Her özerk bölgenin kendi yasama ve yürütme organları bulunmakla birlikte, bölge meclisleri kararları anayasa mahkemesi denetimine tabidir. Ayrıca özerk bölge başkanları simgesel de olsa kral tarafından atanmakta, dolayısıyla devlet memurluğu niteliği kazanmaktadır.
Burada özerklik sistemiyle toplum farklılıklarının karşılıklı saygı ve birbirini tanıma yelpazesi içinde birbirini dengelediği ve çoğunluğun hegemonyasının sınırlandırıldığı bir yapı üzerine oturtmakta ve tüm farklı gruplar kültürel haklarına hukuken ve fiilen sahip olmaktadır. Devlet etnik ilişkiler temelinde değil vatandaşlık temelinde demokrasiyi içselleştirmekte ve bütün toplulukların eşit siyasi hakları bulunmaktadır. Böylesi bir sistemde hiçbir grup zorla asimile edilemez. Farklı kültürel kimliklerin bir arada var olmasına hatta gelişmesine imkan tanınır. Aynı zamanda bütün etnik gruplar bir tek devlete ait olma duygusunu da paylaşırlar.
Cihan ÖZYILDIZ *
* Bingöl M Tipi Cezaevi